ADALET HAKKA TABİİDİR
HAKKANİYET OLMADAN ADALET OLMAZ
Kur’ani hakikatler bize Allah’ın peygamberlerinin içinde bulundukları topluluklardaki yanlışlıkları, Allah’a kulluğunu net bir şekilde ortaya koyarak Müslüman olarak isimlenip, bu kimlikle ömürlerinin sonuna kadar halkı hakikate çağırdıklarını göstermişlerdir. Peygamberlerin bulundukları toplumda Allah’ın emrettiği dışında kısmi veya umumi olarak hiçbir hakikat iddiasına iltifat etmedikleri, kurtuluş yolu olarak yalnızca ve yalnızca Allah’a teslimiyet yolunu gösterdikleri açıktır. Allah’ın kitabında ve resullerin uygulamasında bunun aksine bir delil yoktur. Nebevi üslupta erteleme ve kısmi rıza yoktur. “Allah’ın dini olmasa da hiç olmazsa şimdilik şuna veya buna inanın” diyerek kısmi kurtuluşun yolunu gösteren bir peygamber yoktur. Bu şekliyle dava fıkhını oluştururken davanın tek kurtuluş reçetesi olarak sunulması gerektiği konusu tevatür derecesinde bize ulaşmış İslami bir hakikattir. Davanın sabiteler üzerine bina edilmesi hayati bir önem arz eder. Çünkü; bir dava ancak muhkem ve kat’i sabiteler üzerine bina edildiği takdirde kimlik kazanır. Kat’i sabiteler, kısmi menfaatler veya ilkesiz stratejiler uğruna feda edilirse, dava temellerinden mahrum bırakılmış olur ve kimliksizleşir.
“ALLAH İNDİNDE DİN İSLAMDIR” 3/ 19
Hal böyle iken hakikati tek kurtuluş yolu olarak sunmamak, hakikati tahrif etmekten başka bir anlam taşımamaktadır. “Allah indinde din İslam’dır.” Gerçek kurtuluşun tek yolu İslam olmaktır. İnanan bir Müslüman’ın insanlara kısmen veya tamamen ikinci bir kurtuluş yolu sunması, Allah’ın emrettiği gibi hakikatin gücüne inanmadığının bir göstergesidir. Allah indinde kurtuluşun tek yolu İslam olduğuna göre, tek gaye hakikat yoluna teslim olup, onun ölçülerini korumada hassas davranmak olmalıdır.
Yine; Kur’an bize: “Allah’a teslim olan mü’minlerin inandıkları hakikatler için gerekirse toplumdan dışlandıklarını, boğazlandıklarını, ateşe atıldıklarını, testere ile doğrandıklarını, savaştıklarını, öldürdüklerini ve öldüklerini haber vermektedir. “ Sizden öncekilerin çektiklerini çekmeden cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?” (2/214) ayeti ve tarihin her döneminde Müslümanların inançları için göze alıp sabrettikleri ve daha bunun gibi onlarca örneği Allah’ın kitabında, yüzlerce örneği Resulullah’ın (s.a.v) sünnetinde, milyonlarcasını da bugüne kadar gelen müminlerin uygulamalarında görmek mümkündür. Bu açıdan baktığımızda kurtuluş yolu olan dinin kendine has ölçüleri olan ve bir sorumluluk olduğu görülmektedir. Bu ölçüler korunarak belli bedelleri göze alınmadan sadece ‘inandım’ demekle cennet kapılarının sonuna kadar açıldığı bir din anlayışı, Allah’ın indindeki dinde, yani İslam’da yoktur. Bu şekildeki bir anlayış, delilden yoksun bir vehimden ve avuntudan ibarettir.
HAK ORTAYA ÇIKMADAN BATIL YOK OLMAZ!
Rabbimiz, ‘hak – batıl’ savaşını Kitab’ın esası kılmış; şeytana uyanları batıl taraftarı, Rahman’a uyanları ise hak taraftarı olarak isimlendirmiştir. Bu nitelendirme toplumsal ve siyasal bir kimliğin ifadesi olarak Kur’an’daki yerini almıştır. Hak ve batıl mücadelesinde; üstün gelme, galip gelme, başarıya ulaşma vasıflarının işlendiği ayetlerde, ‘Allah taraftarları veya Şeytan taraftarları’ kavramlarına rastlanılır. İnsanın gerçek imtihanının mihengi, taraflardan birini seçmesiyle ortaya çıkar. Allah’ın kitabı bu mücadeleyi bütün yönleri ile açıklamış ve “hak geldi batıl zail oldu”(17/81) ayetiyle de batılın yegâne alternatifinin hakka tabii olmak olduğu ortaya konulmuştur. Hak ortaya çıkmadan batılın zeval bulamayacağını bizatihi Allah açıkladıktan sonra, biz kulların bunun üzerine farklı stratejiler geliştirmesi ne denli bir aldanış içinde olduğumuzun açık bir göstergesi olmaktadır. Kurtuluşun birincil şartı hakka tabii olmaktır. Hak ortaya çıkmadan batıl yok olmaz. Hak ve batılı bir arada barış içinde, kardeşçe yaşatma çabası ise Kur’ani gerçeklere terstir. Bu şekilde bir söylem, öncelikle Allah’ın (c.c) sınıflandırmasını hiçe saymaktır. Ayrıca dünya barışı adına hak ve batılı kardeş kılma çabası, büyük bir aldatmaca olup hakkı ortadan kaldırma gayretinden başka bir şey değildir. Hz İbrahim ve onunla beraber olanların söylediği gibi; “Biz sizden ve sizin Allah'tan (c.c) başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz yalnızca tek olan Allah’a iman edinceye kadar sizinle bizim aramızda ebedi bir düşmanlık ve nefret belirmiştir.” (60/4) Müminler, eğer bir gün dünya barışı hikâyesine inanıp şeytan hizbi ile dost olacaklarsa, böyle bir ihtimal varsa, o zaman Allah’ın içinde hiçbir şüphe olmayan kitabındaki ‘ebedi düşmanlıktan’ kastı nedir!?
HAKKIN MASLAHATI ONU İZHAR ETMEKTİR.
Davet usulünde üzerinde çokça tefekkür edilmesi gereken ve istikamet üzerinde yürüyebilmek için hayati önem taşıyan bir hususu iyi kavramak gereklidir. Bu da evvela maslahatın kime göre düzenleneceği konusudur. Maslahat belirlemenin merkezine “halk” alındığında; heva ve heveslerin maslahat adına hakim olduğu, dinin izzetinin beşerin hevasına tercih edildiği, batılla uzlaşı, hatta ittifakların gündeme geldiği bir dizi tahrifatla yüz yüze kalınmaktadır. Maslahat sınırlarını beşerin belirlediği bir inanç; teslim olunan değil, teslim alınan bir inanca dönüşür. Sınırlar belirlenmeden esas olarak beşerin maslahatının alınması, aslında mefsedetin ta kendisidir. Bundan dolayı dinin maslahatının belirlenmesinde esas olan halk değil ‘Haktır’. Genelde halkın kendince belirlediği menfaatler zorluklara ve sıkıntılara katlanmaktan ve bedel ödemekten ziyade rahat yaşamayı gerekli kılar. Oysaki dini teklif, ne pahasına olursa olsun hakkı ortaya koymayı gerekli kılar.(9/24) Hatta Rabbimiz, onlarının canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığını bildiriyor.(9/111) Hak ancak izhar edildiğinde,net bir şekilde ortaya konulup sahiplenildiğinde, halk arasında hakiki kimliğine kavuşur. Bu sebeple Hakkın maslahatı onu apaçık izhar etmektir. Hakkı ve hakiki kurtuluş yolunu bir çözüm olarak toplumsal hayatın içine koymayıp, onu gizlemek ise hakka yapılmış en büyük ihanettir. Hakkın kurtarıcı bir kimlik olarak ortaya çıkmaması veya kurtarıcı gibi görülen bir batıl yapı içerisinde kendine yer edinip orada kendince hakka hizmet etmesi batılın meşru; hakkın ise gayri meşru görülmesine sebep olabilir. Oysaki; Allah’ın arzında batılın zerre kadar meşruiyeti yoktur. Bir Müslüman olarak batılın meşruiyetine sebebiyet vermek, büyük bir vebaldir ve belki de günah olarak insana yeter.
MÜSLÜMAN HAKKIN AHKÂMINA BOYUN EĞMEYE MECBURDUR
İslam’da hak ve batıl çizgileri net olarak birbirinden ayrılmıştır. Burada bireysel menfaatlerin, duygusal serzenişlerin, hissi kıvranmaların yeri yoktur. Hakkı hayatına hâkim kılan, hakkın ahkâmına boyun eğmeye mecburdur. Nuh(a.s) ve batılı seçen oğlunun örneğinde olduğu gibi; safını hak tarafında belirlemeyen peygamberin biyolojik olarak oğlu olsa dahi evlatlıktan bir payı yoktur. Batıl bir kafanın buradaki hakikati ve adaleti idrak etmesine imkân yoktur. Unutmayalım ki; onlara göre peygamber(s.a.v), ‘birlik ve bütünlüğü bozan; babayı oğula, kardeşi kardeşe, amcayı yeğene düşman hale getiren ve Bedir’de birbirinin kanını döktüren bozguncu bir caniydi’. Allah indinde akrabalık derecesi dahi, hak- batıl safındaki konumumuzu tercih etmenin akabinde ortaya çıkıyorsa; o halde kişinin babasını, evladını, eşini, kardeşini tanımasının ilk şartı, ‘dünya hayatında safını belirlemesiyle olmaktadır’ diyebiliriz. Dünya hayatında hak safında saf tutmayanın, ahrette saf belirleme hakkı kalmayacaktır. İnsanın iki dünyadaki mutluluğu açısından son derece önemli olan bir konuda hiçbir seçim yapmamış olması ne acıdır. Ne hazindir ki günümüz dünyasında insanlar, küçük yaşlarda bile bir futbol takımını tutup, o alanda saflarını belirlemeyi elzem görürken; hak -batıl savaşında hangi safta durduklarını sorgulama ihtiyacı bile hissetmemektedirler.
HAK SAFINDA İKİLİK OLMAZ!
Yine Allah’ın (c.c) Kitabı, hak yolundaki bu birlikteliği sadece, teorik veya kalbi bir birliktelik olarak değil; pratik, gözle görünen bir birliktelik olarak ele almıştır. Bu birliktelikte ikiliğe yer yoktur. İbrahim (a.s) ve onunla beraber olanlar, Musa (a.s) ve onunla beraber olanlar, İsa (a.s) ve onunla beraber olanlar, Lut (a.s) ve onunla beraber olanlar, Yakup (a.s) ve onunla beraber olanlar; onlardan ayrı olan batıl toplulukla her zaman mücadele halindedirler. Bu savaşta Musa (a.s) ile beraber olanlar ve onunla birlikte Firavun’a karşı mücadele edenler ayrı, Harun’la (a.s) beraber olanlar ve onunla beraber Firavun’a karşı mücadele edenler ayrı değildir. Bu savaşta birlik şarttır.
Şeytanın öncülüğündeki batıl, gerçekte Âdem’in (a.s) değil; Allah’ın (c.c.) düşmanıdır. Bundan dolayı Müslüman olduğunu iddia eden bir kul; batıldan razı olarak, batılla barışık bir dünya hayal ediyorsa, Allah düşmanlarıyla mücadeleden yüz çevirmiş olur ve Ensarullah’tan olma vasfını yitirir. Eğer Allah düşmanlarıyla barış içinde yaşamak emrolunmuş olsaydı; İslam’ı bizden daha iyi bilen peygamberler niçin Allah (c.c) düşmanlarıyla ömürlerinin her safhasında mücadele etmişlerdir? Eğer dünyada şeytan dostu Allah (c.c) düşmanlarıyla barış içinde yaşanacaksa, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmak nedendir?
ADALETİN BİRİNCİ ŞARTI HAKKA TABİİ OLMAKTIR
İslam’ın temel kaynaklarında, hak ve batıl mücadelesinde saf belirlemenin, bireysel ve toplumsal kimliğin oluşmasının ilk basamağı olduğuna dair birçok delil vardır. Hakka tabii olmadan adaletten söz edilemez. Adaletin Sahibine tabii olmayanın, adaleti yoktur. Çünkü el Adl’i bilmeyen, adil olmanın ölçüsünü bilemez. Adalet her hak sahibine hak ettiğini vermektir. Hakkı ve hakkaniyeti bilmeyenin adaletten nasibi olamaz. O halde aslolan, hakkaniyettir. Adalet, hakkaniyetin ölçüleri içerisinde tecelli eder. Hakkaniyetten bağımsız bir adalet iddiası, aslında; hakiki bir zulüm olur. Bundan dolayı hakkın olmadığı yerde adaletten söz edilemez. Hak ehli inanç ve azimle direnip hakkı ortaya koymadığı müddetçe, zulümlerden zulüm beğenmekten başka şansı kalmaz.
ZULMÜN TESBİT VE İFŞASI HAKKIN KAPSAMI İÇİNDEDİR
Aynı şekilde; zulmün tesbiti de, Hakkın ölçüleri çerçevesindedir. Akıl; külli manada adaletin iyi, zulmün kötü olduğunu kavrayabilse dahi; hakkın bildirmesi olmadan teferruatta ve günlük yaşamda adaleti ve zulmü tesbit etmede aciz kalabilir. Bu sebeple hakkın tespit ettiği; hırsızın elinin kesilmesi, hayvanların kurban edilmesi, kısas gibi birçok hakikat, ehli batıl tarafından zulüm olarak kabul edilebilmektedir. Bundan dolayı adaleti veya zulmü; duygusallık, hissiyat, tarafgirlik veya akıl değil, bizzat vahiy belirler. Duygusallık ve tarafgirlik, batılın insanların gönüllerini çelmek için kullandıkları en önemli argümanlardan biridir. Buna örnek olarak; ‘Beni Kurayza vakıasının, Şeytan hizbi tarafından bir katliam olarak gösterilmesini; Beni Nadir sürgününün, içler acısı bir dram, yürekler acısı bir zulüm ve bir insanlık ayıbı olarak sunulmasını’ verebiliriz. Bu çerçevede; batıl cephesinin insanlığa mutluluk, huzur ve adalet bahşedebileceğine inanmak veya batıl cephesiyle hakkın sahibinin belirlediği ölçüler dışında, herhangi bir ortak zemin ihdas ederek, bu müşterekleri insanlara kurtuluş ve barış reçetesi olarak sunmak, hakkın sahibini yalancı çıkarmak manasına gelir ve mutlak adaletin sahibine ihanettir. “Dinde olmayanı dinden gibi gösteren ve dalalete götüren bid’at” işte budur!
EVRENSEL TEK KURTULUŞ YOLU İSLAM’DIR!
Hakka tabii olmayanların tespit ettikleri cüzi hakikatler veya uyguladıkları nispi adalet, ancak onları külli hakikate davet ederken ikna ve idrak için kullanılacak bir zemin olabilir. Unutulmamalıdır ki; Küresel tek hakikat, İslam’dır. Evrensel tek kurtuluş yolu, İslam’dır. Tek adalet, İslam’dadır.
Küresel küfür sisteminin tespit ettiği ve İslami ölçülere de uyan bazı hakikatler vardır. Batıl öncülerinin, bu kısmi hakikatleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, ortak payda üretme sevdası, nihayetinde; İslam’ın hakikatini örtme çabasından başka bir amaca hizmet etmemektedir.
Topraklarımızı işgal ve ifsat eden Batının; duygusal zaaflarımızı kullanarak dinimizi ve zihnimizi ifsat etmek için açmış olduğu kapıları, tekrardan onların yüzüne bir tokat gibi çarpmalıyız! Hak ehli olarak tek yürek olup, batıldan tamamen yüz çevirerek, bütün veçhiyle batılın işgalini def etmeye azmetmediğimiz takdirde; birbirimizi yemekten ve içten içe kendimizi yok etmekten başka bir kaderimizin olmadığı açıktır. Bu nedenle Müslümanlar, İslam’ın tek kurtuluş yolu olduğu noktasındaki hakiki söylemlerinden asla vazgeçemezler. Hak adına verilen onurlu mücadelenin mükâfatı ebedi cennettir. Ve uğrunda Uhdud ashabının, bin bir işkence ve eziyetin ardından, cayır cayır yaktığı müminlerin mekânı olan Cennet; şeytan taraftarlarının, sömürgeci emelleri için vaat ettikleri kısmi özgürlüklere değişilecek kadar ucuz değildir.
Küresel küfrün, demokrasi tezgâhlarında hazmı kolaylaştırılan bir meze olup, ılımlı rütbesiyle, çoğulcu toplumun kültür yelpazesinin zenginliklerinden biri olarak, zillet içinde pazarlanmaktansa; tek başına İbrahim (a.s) gibi kıyama durmak, batıla bulaşmadan, müşriklerden beraatını ilan ederek, Hakk’ın huzuruna çıkmak ümidi ve duası, hak ehlinin yüreklerini kuşatmalıdır.
Tevfik Allah’tandır.
Bülent KOCA 23-02-2012
http://www.vahdethaber.com/yazar/7844-adalet-hakka-tabiidir.html