Arap Baharı, Lâiklik Sancıları ve
Sadukim Mezhebi'nin Dünya Görüşü
Hüsnü AKTAŞ
Vadet Haber: 19-10-2011
Dünyada ‘Arap Baharı’ olarak nitelendirilen siyasi değişimin keyfiyetine geçmeden önce bir tesbitte bulunalım. İslâm Fıkhı’nın mahkûm edildiği, farzların yasaklandığı ve haramların teşvik edildiği ülkelerde yaşayan müslümanlar ile ‘Dâru’l İslâm’da yaşayan müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. Allah’ın (cc) indirdiği hükümler ile hükmedilen bir İslâm beldesi için üç farklı tehlikeden sözetmek mümkündür: Birincisi: Kâfirler, İslâm ülkesini işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidad ederek, Dâru’l İslâm’ın sınırları içindeki bir beldeyi ele geçirebilirler. Üçüncüsü: Mü’minlerin emirine zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimlerin, bu akdi bozmaları ve İslâm toprağını istilâ etmeleri mümkündür. Geçtiğimiz yüzyılda; asırlarca süren cihad neticesinde elde edilen İslâm topraklarında, bu üç tehlikenin aynı anda yaşandığını gizlemenin bir anlamı yoktur. Kuzey Afrika Ülkeleri’nde ve Ortadoğu adı verilen Coğrafyada hüküm süren diktatörler; Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından, bu ülkelerin başına geçirilen ve batının emellerine hizmet eden müstekbirlerdir.
Arap Baharı, Lâiklik Sancıları ve Sadukim Mezhebi’nin Dünya Görüşü
Bütün dünyada ‘Arap Baharı’ olarak nitelendirilen siyasi değişimin keyfiyetine geçmeden önce bir tesbitte bulunalım. İslâm Fıkhı’nın mahkûm edildiği, farzların yasaklandığı ve haramların teşvik edildiği ülkelerde yaşayan müslümanlar ile ‘Dâru’l İslâm’da yaşayan müslümanların problemleri birbirinden farklıdır. İslâm topraklarını modern bir puthane haline getiren bütün ideolojik hareketler, yeni bir döneme girmişlerdir. Küfrün ve zulmün kuduz salgını gibi yayıldığı dönemlerde, müslümanların ruhsatla amel ettiklerini ve inançlarını gizlemek zorunda kaldıklarını söylemek mümkündür. Elbette azimeti tercih eden ve müstekbirlerin zulümlerini durdurmak için mücadele veren müslümanlar, gözlerini kırpmadan şehadeti tercih etmişlerdir.
Allah’ın (cc) indirdiği hükümler ile hükmedilen bir İslâm beldesi için üç farklı tehlikeden sözetmek mümkündür: Birincisi: Kâfirler, İslâm ülkesini işgal ve istilâ edebilirler. İkincisi: Bir şehir veya bölge halkı topluca irtidad ederek, Dâru’l İslâm’ın sınırları içindeki bir beldeyi ele geçirebilirler. Üçüncüsü: Mü’minlerin emirine zimmet akdi ile bağlı olan gayr-i müslimlerin, bu akdi bozmaları ve İslâm toprağını istilâ etmeleri mümkündür. (1)
Geçtiğimiz yüzyılda; asırlarca süren cihad neticesinde elde edilen İslâm topraklarında, bu üç tehlikenin aynı anda yaşandığını gizlemenin bir anlamı yoktur. Kuzey Afrika Ülkeleri’nde ve Ortadoğu adı verilen çoğrafyada hüküm süren diktatörler; Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri tarafından, bu ülkelerin başına geçirilen ve batının emellerine hizmet eden müstekbirlerdir. Bu tesbitten sonra konumuza geçebiliriz.
Önce Hafızamızı Tazeleyelim
Arap Baharı’nın getirdiği siyasi dönüşümün, değişik açılardan tahlil edilmesi gerekir. Geçtiğimiz yılın son ayında (17 Aralık 2010) Tunus’ta, 26 yaşındaki Muhammed Buazizi, sebze tezgahı elinden alınınca, protesto için kendisini yakmış ve hayatını kaybetmiştir. Yaşanan bu olaydan sonra Tunus’ta işsizlik ve kötü hayat şartlarını protesto gösterileri ülkenin dört bir yanına yayılmış ve göstericiler ‘Öleceğiz!.. Öleceğiz!.. Vatan Sağolsun’ sloganıyla sokakları işgal etmeye başlamışlardır. Protesto gösterileri, kısa sürede başkent Tunus’a ulaşmıştır. Askeri darbe yaparak iktidara gelen Zeynelabidin Bin Ali iktidarı, bu ayaklanmayı polis gücüyle bastırabileceğini düşünmüştür. Bazı siyasi gözlemciler; Tunus’taki halk devriminin asıl kahramanının, sokakları işgal eden göstericilere ateş açmayı reddeden Genelkurmay Başkanı Raşid Ben Ammar olduğunu ifade etmektedirler. Gösteriler başkent Tunus’a sıçradığında devlet başkanı Bin Ali, ordu birliklerine halka ateş açma emrini vermiştir. Ancak Genelkurmay Başkanı Ben Ammar buna karşı çıkmıştır. Görevden alınan Ben Ammar’ın yerine atanan yardımcısı da Zeynelabidin Bin Ali’nin ‘Halka ateş açın!..’ emrine uymamıştır. Dolayısıyla Yasemin Devrimi’nde belirleyici rolü, askerlerin oynadığını söylemek mümkündür..
Halk ayaklanmalarının yaşandığı Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletlerinin, kendi güvenliklerini yıllarca ABD’ye ve Batı’lı müttefiklerine teslim ettikleri malûmdur. Tunus Diktatörü Zeynelabidin ve çevresi; ‘terörle mücadele’ adı altında, Batı ile her türlü askeri işbirliğini yapmıştır. Otuz yıldır Mısır’da hüküm süren totaliter rejim, Amerikan yardımları ile ayakta duran bir rejimdir. Mısır 1979 yılından bu yana, Ortadoğu’da İsrail’in ardından Amerikan yardımlarından en çok yararlanan ikinci ülkedir. Ayrıca rejimin bel kemiğini oluşturan Mısır Ordusu’nun en seçkin subayları, Amerika’da eğitilmiş kimselerdir. Süveyş Kanalı’nın stratejik değeri, İsrail’in güvenlik kaygıları, Filistin’in İsrail kontrolünden çıkması korkusu ve en önemlisi de Ortadoğu’da ‘milli hassasiyetlerin’ harekete geçirilmesi ihtimali ‘ABD ve müttefiklerinin’ uykularını kaçırmaktadır. ABD Başkanı Barack Obama’nın danışmanı Dalia Mogahed’in “ABD, Mısır’da bir devrim istemedi. Ancak ülkede başlayan ayaklanmalar hız kazanıp artık Hüsnü Mübarek’in gitmesi kesinleşince, Washington muhalifleri destekleme kararı aldı” şeklindeki itirafı, komplo teorilerine göre hadiseleri yorumlayan aydınların yanıldığını göstermektedir.
Danışman Dalia Mogahed, ‘benzer bir durumun İsrail için de söz konusu olduğunu, İsrail’in de Mübarek’in yönettiği bir Mısır Devleti ile çok daha kolay işbirliği yapma şansının olduğuna inandığını’ sözlerine eklemiştir.
Libya, Yemen , Bahreyn ve Suriye gibi ülkelerde; ordu ve istihbarat teşkilatları, diktatörlerin safında yer aldıkları için, halk ayaklanmaları hedefine ulaşamamıştır. Libya’da yaşanan ve otuzbinin üzerinde sivilin öldüğü ayaklanma; BM teşkilatının kararı ve Nato’nun askeri müdahelesi neticesinde, yeni bir döneme girmiştir.
Mısır’ın zalim Diktatörü Hüsnü Mübarek’in yargılandığı günlerde; ‘Türkiye, Mısır için siyasi model olabilir mi?’ suali çerçevesinde, değişik yorumların yapılmasının bir değil, birden fazla sebebi vardır. Demokrat Parti Colorado Senatörü Mark Udall, NBC Kanalı’nda katıldığı bir programda, Mısır’da yaşanan son gelişmeleri değerlendirmiş ve ‘Mısır’da Atatürk gibi bir lidere ihtiyacımız var’ demiştir. İslâm topraklarını kan gölüne çeviren ABD’nin önde gelen politikacılarının, Atatürk’e olan hayranlıklarının sebebi nedir? Türk medyasını günlerce meşgul eden bu tesbitin de değişik açılardan tahlil edilmesi gerekir. ABD’nin önemli gazetelerinden Wall Street Journal (WSJ), Mısır’ın geleceği açısından en iyi örneğin Türkiye olduğunu ileri sürmüştür.
Laiklik Sancilari ve Model Meselesi
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Kuzey Afrika Ülkeleri’ne yaptığı seyahat esnasında, uydudan yayın yapan Dream TV adlı televizyon kanalında ‘laiklik felsefesini’ savunması, laiklik sancılarının yaşanmasına vesile olmuştur. Başbakan mealen şöyle demiştir: ‘Laiklik dinsizlik değildir. Devletin bütün dinlere eşit mesafede durması ve farklı dinlere mensup olan vatandaşlarının haklarını koruması gerekir. Ben laik değilim. Fakat seküler-laik bir devletin başbakanıyım.’ Mütercimin, röportaj esnasında ‘Laiklik’ kelimesini, Arapça ‘ılmaniyye’ (dinsizlik) kelimesiyle ifade etmesi; başta Ihvan-ı Müslimiyn teşkilatı olmak üzere, bütün İslâmi cemaatlerde soğuk duş etkisine sebeb olmuştur. Laikliğe aykırı eylemlerin odağı haline geldiği gerekçesiyle Partisi hakkında kapatılma davası açılan bir siyasi liderin (ki bu gerekçeyle Ak Parti kapatılmamış, ancak para cezasına çarptırılmıştır) Fransızca olan ‘Laiklik’ kelimesinin, Arapça karşılığını ve keyfiyetini öğrenmesi gerekirdi. Kaldi ki Başbakan’ın ‘kişinin lâik olamıyacağı, sadece devletin lâik olabileceği’ şeklindeki tesbitinin de ilmi bir değeri yoktur. Aydınlanma felsefesini benimseyen bir kimsenin, pekâla laik oması mümkündür. Kilisenin ve ruhban sınıfının ‘devlete ve siyasete müdahalesini önlemek’ için ön plana çıkarılan lâiklik ideolojisinin veya Anglo-sakson siyaset kültüründe önemli yeri olan ‘sekülerizm’in, Kuzey Afrika Ülkeleri’nde yaşanan siyasi değişimle ne alakası vardır? Fransa’dan ithal edilen ‘laiklik’ ideolojisini, Mısır’a, Tunus’a veya Libya’ya ihraç etmeye çalışmanın, maslahat açısından değeri nedir?
Müslüman Arap aydınlar; Yahudi -Sadukim Mezhebi’nin dünya görüşü ile laiklik ideolojisi arasındaki münasebeti iyi kavradıkları için, bu kavramı ‘ılmaniye’ kelimelesiyle ifade etmişlerdir. Bu mezhebin dünya görüşünü kısaca izah etmekte fayda vardır. Dinler tarihi uzmanları; “Sadukim” kelimesinin menşei konusunda, farklı görüşlerin bulunduğunu ifade etmektedirler. Yaygın olan anlayışa göre sadukim terimi, Hz. Davud (as) ve Süleyman (as) zamanlarında kohenlik makamına getirilen ve kurduğu hanedan ile uzun müddet iş başında kalan “Sudok”un soyundan gelenleri ifade eden bir terimdir.
Sadukiler’in, eski Yunan kültüründen ve bilhassa “Epikürizm”den etkilendikleri ifade edilmektedir. Başlıca iddialarını, maddeler halinde izah etmek mümkündür:
A) Tecrübe sahibi insanlar olarak, devletin sadece “dini” kurallarla idare edilemiyeceğini, sadece Allah’a güvenmenin yetişmeyeceğini söylüyorlar ve bu temel prensipte şu sonuca varıyorlardı: “İnsan bedeni ve ruhi kudretini kullanmalı; dini esasların kendisini siyasi birleşmeler veya savaştan alıkoymasına meydan vermemelidir. Tercih ve irade kudretini Allah, insana kullanması için vermiştir. İnsan kendi kaderinin hakimidir.” İnsanlar arasındaki ilişkiler ve beşeri münasebetler; ilahi müdahale veya ilahi idare anlayışlarından kurtarılmalıdır.
B) Sadukiler, diğer yahudi mezheplerinin aksine, asalet, kudret ve servetin temsilcileri olarak bütün faaliyetlerini siyasi hayatta merkezleştirmişlerdir. Sadukiler ‘İstikbalin Allah’a terkedilmemesi’ gerektiğini savunmuş ve insanların kaderlerinin kendi ellerinde olduğunu ileri sürmüşlerdir.
C) Kaynaklarda Sadukiler’in ‘ölümden sonra dirilmeyi, ahiret hayatını ve ruhun ölmezliği’ gibi, Tevrat’a dayanan hükümleri reddettikleri belirtilmektedir. Yine bazı kaynaklarda “Meleklerin ve kötü ruhların varlığına da inanmadıkları”(2) ifade edilmiştir. Tevrat’ın hükümlerini savunan Yahudi Ferisi Fırkası’nın mensuplarının, Sadukileri ‘Yahudi şeriatını tahrif eden muhterik (fanatik) dinsizler’ şeklinde tarif ettikleri malûmdur.(3)
Yahudi Sadukim Mezhebi’nin ‘Din-devlet ve siyaset işlerinin birbirinden ayrı olmasını, insanların istikbalini Allah’a terketmeyerek kendi ellerine almaları gerektiğini’ esas alan inançları ile günümüzde yaygın olan seküler-laik dünya görüşü arasında önemli bir fark yoktur. İslâm’ın tebliğinden asırlarca (M.Ö. II.yy) önce yaşayan ‘Sadukileri’ bu inançlarından dolayı ‘ilerici-çağdaş’, Allah’ın yeryüzündeki tasarruf hakkına inanan ve inandığı gibi yaşamaya çalışan müslümanları da ‘gerici-çağdışı’ ilân edenlerin, zaman algılarında bir problem vardır.
Laiklik ideolojisini; Batı’daki tarihi gelişimin sonucu zannedenlerin; hem Yahudi-Sadukim Fırkası’nın siyasi tezlerini, hem de Niccola Machiavelli’nin “Hükümdar” isimli eserinde yer alan görüşlerini iyi tahlil etmeleri gerekir. Niccola Machiavelli lâiklik ideolojisini ve ‘Hikmet-i Hükümet’ anlayışını savunmuş ve şu tesbitte bulunmuştur: “Devlet gücünü dinden değil, ulustan almak mecburiyetindedir. Devlet’in menfaatleri uğruna, her türlü zorbalığa girişilebilir, her şey mübahtır. Meseleleri halletmenin iki yolu vardır. Birincisi: Hukuka uygun olarak hareket etmektir. İkincisi: Kuvvet kullanmaktır. Birincisi insanlara, ikincisi hayvanlara mahsustur. Ancak birinci yol (hukuka uygun davranmak) çoğu zaman işe yaramaz. İkinciye başvurmak gerekir. Politika hayatı ile özel hayatın ahlâki ilkeleri birbirinden farklıdır.”
Aydınlanmacı filozofların etkisinde kalan bazı Osmanlı aydınlarının, meşrutiyet döneminde “din ile devlet işleri arasındaki münasebeti” ve laiklik ideolojisinin mahiyetini tartışmaya başladıkları malûmdur. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi “Siyasi açıdan lâiklik, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Bunu savunan devlet adamları ve münevverler, laikliğin mahiyetini ya bilmiyorlar, ya bilerek ihanet ediyorlar. Laiklik felsefesi, Kur’an ve Mütevatir Sünnetle sabit olan ahkâmın Allah tarafından indirildiğine iman ile bağdaşmaz”(4) diyerek laikliği reddetmiştir. Buna mukabil başta Abdullah Cevdet olmak üzere, Ziya Gökalp ve Ali Suavi gibi aydınlar, din ile devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını savunmuşlardır. Fransız Devrimi’nden sonra ‘Her ulusa bir devlet’ sloganı ortaya atılmış ve Osmanlı toprakları kan gölüne çevrilmiştir. O tarihten sonra bütün Kuzey Afrika Ülkeleri ve adına ‘Ortadoğu’ denilen coğrafyada ‘Şark Meselesi’ adı verilen ihanet projeleri gündemde tutulmuştur. Arap Baharı’nın gündeme girmesine vesile olan müslümanlar; bu ihanet dönemini sona erdiremezlerse, kısa süre içinde ‘sonbaharı’ görmeleri kaçınılmazdır.
__________________
(1) Şeyh Nizamüddin ve Heyet- El Feteva-ı Hindiyye- Beyrut: 1400 C: 2 Sh: 232
(2) Geniş bilgi için bakınız: Doç. Dr. Yaşar Kutluay-İslâm ve Yahudi Mezhebleri-Ank: 1965 Sh:167-170
(3) Yahudi- Sadukim Mezhebi’nin savunduğu ‘Laiklik’ anlayışının; Tevrat’a bağlı olan Yahudiler tarafından eleştirilmesi, problemin keyfiyetini ortaya koyma açısından önemlidir. Lâiklik ideolojisi üç bin yıldır tartışılan bir ideolojidir. Başta Fransa olmak üzere Avrupa’da uygulanan lâiklik ile Anglo-Sakson siyaset anlayışını benimseyen ülkelerde uygulanan lâiklik anlayışı arasında dağlar kadar fark vardır.
(4) Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi- Mevkıfû’l Akl ve’l İlm-Min Rabbi’l Alemin- Kahire: ty C: 4 Sh: 294