EDEP YÂ HÛ!
Demek ki İslâm, -salt bir kuru ahlâk dîni olmasa da-, ahlâk-çıkışlı ve ahlâk-merkezli bir dindir. Kişiyi, toplumu, bölgeyi Dünyâ’yı değiştirmek ve zulmü ber-tarâf için ilk başta, bir ahlâk-edeb-timsâli kişinin öncülüğünde, yine ahlâklı kişilerden oluşmuş bir topluluk-cemaat olması şarttır:
Hârûn Görmüş
“Gerçekten senin için kesintisiz bir ecir vardır. Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 3-4).
Mekke’deki genel durumdan çok rahatsız olan Muhammed bin Abdullah, biraz olsun o çirkefliklerden uzak kalabilmek için sık-sık Nûr dağındaki Hira mağarasına gidiyordu. Özelde Mekke genelde ise tüm arap-yarımadası ve hattâ Dünyâ’nın mevcut durumu nedeniyle kahroluyor, fakat ne yapılması, nasıl yapılması gerektiğini düşünemiyordu, bilmiyordu. Mekke toplumunda tanınan ve çok güvenilir olarak bilinen ve kendisine “El Emin” denilen bu kişiyi şehir merkezinden dağlara iten neden, onun peygamber seçilmesinin de nedeniydi. Zîrâ hayâtın doğal olmayan zorluklarına ve çirkefliklerine bu kadar kafayı takmış olması, nefsiyle çıkarıyla değil, rûhu ve vicdânıyla ilgiliydi. Çünkü El Emin toplumun en ahlâklı kişisiydi. Toplumun en ahlâklı kişisinin, diğerleri gibi toplumda cereyân eden kötü ve çirkef olaylara seyirci kalması düşünülemezdi. Zîrâ o zaman onun da diğerlerinden farklı kalmazdı. O hâlde peygamberler, toplumun içindeki en huzursuz, en hassas, en duyarlı, en temiz, en vicdanlı ve en önemlisi de en ahlâklı olanlarından seçilirdi. Toplumun en ahlâklı olan kişisinin; ahlâksızca, vicdansızca işlerin ayyuka çıktığı yerlerde rahat ve huzur içinde olması düşünülemez. İşte, Muhammed bin Abdullah’ın da huzûrunu ziyâdesiyle kaçıran, çeşitli adâletsizliklerin-zulümlerin yaşandığı Mekke şehrinde huzurlu bir şekilde yaşaması mümkün değildi. Çünkü diğerleri gibi kâlbi kararmamış, merhâmeti azalmamış, vicdânı sönmemişti. Zîrâ o, büyük bir ahlâk üzere olan edeb-timsâli biriydi:
“Andolsun size, içinizden sıkıntıya düşmeniz O’nun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere şefkatli ve esirgeyici olan bir elçi gelmiştir” (Tevbe 128).
İşte; Muhammed bin Abdullah’ı, “âlemlere rahmet” Hz. Muhammed yapan ana-neden buydu: Ahlâk. Zâten yazının başındaki âyet de; Peygamberimizin, ilk vahiyden ve kendisinin peygamber seçildiğini anladıktan sonra, “neden ben” sorusuna bir cevaptı. “Rabbim, neden beni seçtin?” sorusuna, Allah’ın; “çünkü sen muhteşem bir ahlâka sâhipsin, çok büyük bir ahlâk üzerindesin, toplumun edeb-timsâli kişisisin” yanıtı veriliyordu. Bu görev edepli-ahlâklı olmayanlara verilmezdi. Taşıyamazlardı o yükü. Zîrâ ahlâktan gelen güçten mahrûm olanların taşıyamayacağı bir yüktür bu:
“Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız” (Müzzemmil 5).
Evet; bu ağır yük, “söz” idi. Sözün ağırlığı başka bir şeye benzemez. Herkes kolay-kolay kaldıramaz, taşıyamaz. İçeriği dolu-dolu olan sözler ise belleri büker. Taşlardan-kayalardan olan ağır yükleri kaldırmak için kas-gücü gerekir ve bunun için Mekke’de başka adamlar da vardır. Fakat o ağır sözü sırtlanacak tek kişi Hz. Muhammed’ti. Zîrâ o yük, kas-gücü ile değil, ahlâk-gücü ile taşınabilirdi ancak ve Peygamberimiz de muhteşem bir ahlâka sâhipti.
Demek ki İslâm, -salt bir kuru ahlâk dîni olmasa da-, ahlâk-çıkışlı ve ahlâk-merkezli bir dindir. Kişiyi, toplumu, bölgeyi Dünyâ’yı değiştirmek ve zulmü ber-tarâf için ilk başta, bir ahlâk-edeb-timsâli kişinin öncülüğünde, yine ahlâklı kişilerden oluşmuş bir topluluk-cemaat olması şarttır:
“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
İşte, Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi (kendisi değil) yapacak, Dünyâ’yı bir “Dâr-ûl İslam”=”Barış Yurdu”, “huzur diyârı” yapacak olan ana etken budur: Ahlâk. Çünkü insan zâten ilk başta ahlâklıydı ve herhangi bir sorun yoktu, sonradan anlaşmazlığa ve ahlâksızlığa düştüler:
“İnsanlar, tek bir ümmetten başka değildi; sonra anlaşmazlığa düştüler..” (Yûnus 19).
İlk başta insanlar tüm kâinât ile birlikte ve ona uygun olarak doğal ve normâl bir hayat sürüyorlardı. Sonradan bozularak kötü bir duruma gelindi. O hâlde yeniden ilk baştaki gibi olabilmesi mümkündür. Çünkü hiç bilinmeyen ve hiç yaşanmamış bir şeyden bahsetmiyoruz. Kâinatta her-şey zâten Allah’ın emrettiği ve istediği gibi hareket ediyor. Yâni ahlâklı, yâni yaradılışına uygun (hilkat-hâlk=halâk=ahlâk). Sâdece insan, nefsinin ayartmasıyla bu durumdan zaman-zaman çıkıp bozulabiliyor. Fakat İslâm fıtratı üzre yaratıldığından, kâlbi tamâmen kararmaz. Çünkü bir hilkat=ahlâk küresinin içinde yaşıyor ve kendisini oluşturan beden ve rûh da aynı hilkâtten. O hâlde toplumda en azından âyetin de söylediği gibi “em-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapacak olan bir topluluk olmalıdır, bu topluluğun açtığı yolda yeniden bir yol alınabilmeli ve doğal ve normâl bir duruma gelinebilmelidir. Bunun ilk baştaki yolu, modern-seküler-liberâl dünyâya güçlü bir “lâ” demek geçer. Fakat bundan önce nefse çok daha güçlü bir “kellâ” demek gerekir. Allah aşkına; nefsimize bir kerecik olsun bir “lâ” demekten bile âciz miyiz?. İnsan bu olamaz..
Evet; her-şeyin başı edeb-ahlâk. Ahlâk olmadan başlatılacak ve gidilecek yolda iyi bir sonuca ulaşılamaz. Zâten ahlâktan yoksun olunduğunda kısa bir zaman sonra mutlakâ yoldan çıkılacaktır. Ahlâktan verilecek küçük tâvizler bile bu yolu sekteye uğratıp yoldan saptıracaktır. O hâlde yoldan ayrılmamak, ahlâktan ayrılmamak anlamına geliyor.
Fakat;.. ahlâk, öyle oturulup durulan yerde kazanılıp kişide yer eden bir haslet değildir. Ahlâkı başlatan ve kemâle erdiren şey, hareket-eylem-ameldir. Uzak-doğu dinleri gibi hiç kımıldamadan oturulup durulan yerde ahlâk olmaz. O sâdece, miskinlikten kaynaklanan bir “zararsızlık hâli”dir. Ahlâk ise bâzen görece zarar vermeye neden olabilir. Bir yıkım yapmak ahlâkın bir sonucu olabilir. En küçük bir örnek olarak; bir edeb/ahlâk-timsâli olan Peygamberimiz, münâfıkların fitne çıkarmak için yaptırdığı Mescid-i Dırar’ı yıktırmıştı. Ahlâk; amel-eylem hâlinde iken kemâle erebilir ve etkileyici olabilir. Bu nedenle, “ilk önce tam bir ahlâka erelim de, ondan sonra eyleme-amele başlarız” sözü boş bir sözdür. Mekke’nin ve hattâ Dünyâ’nın en ahlâklı kişisi, gelen vahyin de etkisiyle örtüsünün altına girip pasif bir duruma geçince Allah bundan râzı olmamış ve:
“Ey örtüsüne bürünen!, az bir kısmı hâriç olmak üzere, geceleyin kalk: Gecenin yarısı kadar. Yada ondan biraz eksilt Veyâ üzerine ilâve et. Ve Kur’ân’ı belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku” (Müzzemmil 1-4) ve;
“Ey bürünüp örtünen!, Kalk (ve) bundan böyle uyar. Rabbini tekbir et (yücelt) Elbiseni temizle. Pislikten kaçınıp-uzaklaş” (Müddesir 1-5). âyetlerini göndererek, Peygamberimizin pasif şekilde kalmasını istememiş ve onu amel-eyleme sevk etmiştir. Ahlâk, pasiflikten aktifliğe ancak bu şekilde geçerdi çünkü.
Bu nedenle; kısa bir süreden sonra ilim ve amellerimizi, eylem ile birlikte, hareket hâlindeyken yapmamız gerekir ki bizim de ahlâkımız pasiflikten kurtulup aktifleşsin. Ahlâk, ancak hareket halindeyken gelişir ve güçlenir. Oturulup durulan yerde ahlâk birikmez. Potansiyel ahlâk, gerçek bir ahlâk değildir. Ahlâkı gerçekleştirmek için, zâhire dönüşecek işler yapmak gerekir. İslâm’ın ve Peygamberin hareket metodu budur. Yaratılmış (halâk=ahlâk) olan her-şey hareket hâlindedir. Hareket olmadığında “ölüm” olur ki ölülerden bir ahlâk beklenemez. Peygamberimizi de peygamberliğinden önce “el emin” kılan ve ahlâklı yapan şey, toplumda yaptığı iyi işlerdi; yardım, paylaşma, iyi davranış vs. Yâni Peygamberimiz o muhteşem ahlâka hareket hâlindeyken erişmişti, etliye-sütlüye dokunmadan bir köşede oturup durarak değil. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” demek ahlâksızlığın daniskasıdır. O hâlde, şöyle bir silkinip Bismillah diyelim ve yapılması gerekeni yapmaya başlayalım ki ahlâkımızı ispât etmiş olalım. Ahlâkımız, bir iddia olmaktan kurtulup ispatlansın. Bilindiği gibi, tüm iddialar ispat ister. Bunun için 10 yıl, 20 yıl, 30 yıllık bilgi-birikimlerine gerek yok. İslâm’ın hareket metodu bu değildir zâten. Sünnette de böyle bir şey yoktur. Her-şey hareket halindeyken, yaşarken olmuştur-oluyor. Ahlâkın bilgisi ahlâk değildir zîrâ. Zâten hiç-bir şeyin bilgisi, o şeyin kendisi değildir. O sâdece o şeyin “bilgisi”dir ki harekete geçirmiyorsa pek de bir işe yaramaz. Ramazan Yazçiçek:
“Tek-başına tevhidin bilgisine sâhip olmak kişiyi muvahhit kılmadığı gibi ahlâkın bilgisine sâhip olmak da ahlâklı olmak demek değildir. Ahlâk, pratiği olmayan bir teori değil; bilakis kendi pratiğini zorunlu kılan İslâm’i bir ıstılahtır.Nitekim ahlâklı davranma, ahlâkî bir erdem, politik bir tedbirden ziyâde bir îman konusudur. Bir insanın îman-ahlâk problemini çözmeden yürümesi; farklı bir ifâdeyle îman ile ahlâkın bağını kopararak yol alması mümkün değildir. Bu-gün bir-çok kavramın içi boşaltılmış ve çoğu-kez İslâm’a zıt mânâlarla kirletilmiştir. Önce bunların ayıklanması ve aslına rücû ettirilerek Kur’ânî zeminde ihyâ edilmesi lâzım. Biz “ahlâk” derken, batı’da “etik” denilen, morâl değerler denilen ifâdeyi kastetmiyoruz. Demek istediğim o ki, burada sancısını duyduğumuz sorunlar apayrıdır. Ahlâk ve etik ifâdeleri, ne bilgi (epistemik) yönüyle ne de amaç ve hedefleri yönüyle aynıdır. Değerlendirmeleri maalesef ayarı bozulmuş, hatâlı, hattâ ilgisiz ölçü birimleriyle yapıyoruz. Kalibrasyona ve dâhi ölçü birimini yeniden teyide ihtiyaç vardır. Allah (cc), “ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin…” (Kalem, 68/4) diye buyururken, Peygamberimizi (sav) tescil ve târifle bize rehber kılıyor. Dolayısıyla ayara yeniden lüzum da bozulmuş zihnî yapımızla kalibreyi nerede yapacağımız da ortadadır. İnsan, serbest zaman ve mekânlarda nasıl davranıyorsa hakîkatte ‘kendisi o’dur. İşte ahlâk-tevhid ilişkisinin can-alıcı noktası da burasıdır. Tutarlılık. Tevhid-ahlâk ilişkisi, bilmekten ziyâde bir durumu gösterir; bu, ilmiyle âmil olmaktır. Farklı bir ifâdeyle, ahlâk-tevhid bütünlüğü” der.
Toplumda bâzen, inançsız olmasına rağmen “dürüst” kişiler de görülebiliyor. Fakat dürüstlük ile ahlâk arasında ince bir çizgi vardır. Şöyle ki; bu kişiler gerçekten de dürüst davranıyor olabilirler fakat “sonuna kadar giden bir dürüstlük” değildir bu. Diyelim ki bu kişinin, canından çok sevdiği ve hiç kıyamadığı bir yakını; meselâ oğlu, kızı veyâ eşi; birini öldürse ve bunu sâdece kendisi görmüş olsa ve eğer, şikâyet etmediği takdirde o çok sevdiği kişiye ömrü boyunca bir şey olmayacağı belli olsa ve olaya şâhit olan bu kişi âhirete de inanmıyorsa, bu durumda o çok sevdiği biricik yakınını şikâyet edebilir mi?. Yapması gereken şeyi yapabilir mi?. Onun ömür-boyu hapiste kalmasına göz yumabilir mi?, yada îdâm edilmesine?. Sâdece “dürüstlüğü”nden dolayı bunu yapabilir mi?. %99.99.99 yapamaz. Çünkü tek-dünyâlı. Âhirete inanmadığı için vereceği bir hesap olacağına da inanmıyor. O hâlde o dürüst dediğimiz kişilerin dürüstlüğü, “sınırlı bir dürüstlük”tür. “Etik”i vardır ama “ahlâk”ı yoktur. Ahlâk, ancak dinden-inançtan neşet eder. Fakat en çok da “âhirete inanç”tır kişiyi sonuna kadar ahlâklı kılacak olan. En ahlâklı kişi, kimse görmediğinde de herkesin yanında gibi hareket eder. Zîrâ kimse görmese de Allah’ın gördüğünün bilincindedir. Ahlâklı-mü’min kişi, yaptığını Allah’ın huzûrunda yaptığının farkındadır. Âhiret inancının kazandırmış olduğu edeb-ahlâk bilinci mü’mini adâletten saptıramaz:
“Ey îman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şâhidler olarak adâleti ayakta tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adâletten dönüp hevâ (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) yada yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır” (Nîsâ 135).
Yazımızı Yûnus Emre’nin bir şiiriyle bitirelim..
Edeb bir tâc imiş Nûr-u Hûda’dan,
Giy o tâcı emin ol her belâdan.
İlim meclisine girdim kıldım taleb,
İlim tâ geride kaldı, illâ edeb illâ edeb!.
Edeb iledir nizâm-ı âlem,
Edeb iledir kemâl-i Âdem.
Edeb ehli ilimden hâli olmaz,
Edebsiz ilim okuyan âlim olmaz.
Edebdir kişinin dâim libâsı,
Ededsiz kişi ûryâna benzer.
Olmayınca ihlâs edeb,
Neylesin medrese mektep,
Ne kadar âlim olsa da,
Yine merkep, yine merkep…
Evet; başlama noktamız bellidir: Edeb yâ hû!.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
iktibasdergisi.com/edep-ya-hu/