HİCRETİN RUHUNU ANLAYABİLDİK Mİ?

 

Dr.MEHMET SÜRMELİ

 

Mekke’yi terk ederken Hz. Peygamber (s.a.v.), kendisine öğretilen şu hicret duasını okumuştur:

وَقُل رَّبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَل لِّي مِن لَّدُنكَ سُلْطَانًا نَّصِيرًا

“(Medine’ye gitmek için yola çıktığın andan itibaren Rabb’ine el açıp yalvararak) de ki:Ey Yüce Rabb’im; gireceğim ( Medine dâhil her) yere esenlik ve doğruluk üzere girmemi, çıkacağım her yerden esenlik ve doğruluk üzere çıkmamı sağla ve bana katından, (şirke, küfre, isyana ve zulme karşı mücâdelede mü’minleri) destekleyen (bir güç, bir yetki, egemenlik, bir iktidar,) bir kudret bağışla!”[1]

Bu ayeti indiği mekân, bağlam ve kavramsal açıdan ele alıp Müslümanlardan beklenen eylem çerçevesinde anlamak gerekir. Kur’an dilinden ve hicret esnasındaki ortamdan habersiz bir anlayış ve yorum, beklenen amacı asla gerçekleştiremez. Ayetin iniş ortamı; küfrün egemen olduğu bir coğrafyada inananların emniyetlerini tüm çalışmalarına rağmen temin edemeyen bir peygamberin hicret yurdu araması ve sonra da ilahi işaretle Yesrib’e hicrete izin verilmesidir. Yüce Allah, nebisine bu ayeti hicret öncesi indirdiğinde bir de dua öğretmiştir. Ayete göre Hz. Peygamber, Rabbinden; “Yardımcı bir sultan” istemektedir.

Burada “sultan” kelimesine verilen anlama kısa bir bahis açmak istiyoruz. Sözlükte sultan; Kahr, galebe, kuvvet, mülk, hüccet, burhan, velayet, yetke, tasarruf, saltanat, vali, emir, halife vb. anlamlara gelmektedir.[2]

Verilen anlamlar siyasal içeriklidir. Kavramın izahı sadedinde ilk dönem müfessirlerinden birkaç tanesinin görüşlerini alarak nebevi tefsirle köprü kurmak istiyoruz. Tabiînin en büyüklerinden olan Hasan el Basri (v.h: 110) “Ayette Farsların ve Rumların egemenliklerinin sona ereceği vad ediliyor. Ayrıca kâfirlere silahla, münafıklara ise ceza hukukunu uygulmak suretiyle hâkim olunacağı belirtiliyor” demiştir.[3]

Teferruata dalmadan konuyu özetlersek; Hasan el-Basri ayete hâkimiyet odaklı bir yorum getirmiştir. İlk dönem müfessirlerinden Katade ise “sultan” kavramını, “Allah’ın Kitabı’nın, hadlerin ve dininin uygulanması” diye yorumlamıştır.[4]

Kitabın tatbikini ve dinin uygulama alanı bulmasını siyasetle ifade etmenin dışında imkân yoktur. Bize göre en harika yorum yapanlardan biri de İmam Maturidî’dir.[5] Vefat tarihi hicri 333 olan Maturidî, Te’vilat’ında “sultan” kavramını; “Kendisiyle dine yardım edilecek olan yetki, kuvvet; hadleri ve dinin ahkâmını uygulamak, şeriatı tatbik ve velayet” olarak tefsir etmiştir. Zira “velayet”; “İslâm’ın hükümlerini uygulamaktır”.[6]

İslâm’ın hükümlerinin tevhid ehli yöneticiler tarafından uygulandığı ülkeler gerçek anlamda İslâm ülkesidirler. İşte hicret böyle bir ülkenin arayışıdır; hicret bunun için vardır. İmam Maturidi buna işaret etmiştir. Hâl böyleyken yüz yıllar sonra bu anlayıştan geriye düşerek hicreti sadece tarihsel bağlamda ele alıp yoldaki bazı tabiatüstü olaylara indirgeyip duygusallaştırmak, hicreti katletmektir. Hicretin ruhunu ve özünü yok etmektir.  Bugün maalesef durum budur. Hicretin özü sayılan siyasal tarafı buharlaştırılmıştır. Bu tarihselci ve ölü yaklaşımdan kurtulmak için çare, hicretin kurumsallaşmasıdır.

Kurumsallaşmış bir hicret anlayışında, Müslümanların ahlaki arınması sistematik hâle getirildiği gibi, siyasal anlamda da dünya sisteminin yörüngesinden çıkarak İslâmî sistemi devreye sokmak; dünyaya adalet odaklı alternatif siyaset uygulamasını sunmak vardır. Yaşadığımız mekânın kimliğini belirleme ve ona bağlı çalışmalar üretmenin vücubiyeti söz konusudur.

Müslümanlar arasındaki hicret değerlendirmeleri, bugün olaya nasıl bakıldığının göstergesidir. Kanaatimize göre hicrete istikamet üzere bakış ve anlayış gittikçe zayıflamaktadır. Bu zayıflama islamizasyon politikalarının etkin olduğu halkı Müslüman toplumlarda daha da yoğundur. Sadece marjinal bir grupta noele alternatif üretememenin kaygısı söz konusudur. Siyasal bağlamda ve velayet odaklı bir hicret anlayışı henüz kitlesel anlamda sahiplerini bulamamıştır. Kurumsal anlamdaki hicret, sahiplerini bulamadığı için de müşrik düzenlerin ömrü uzamaktadır. Bu bulamayış aynı zamanda Müslümanlık anlayışımızın ciddiyet göstergesidir.

Bu bağlamda şu hususu sorgulayabiliriz. Hicret olmuş bitmiş bir olay mıdır? Yoksa devam etmekte midir? İslâmî ilimlere ve kaynaklara metodik ve bütüncül bakamayanlar için hicret olup bitmiş tarihsel bir hadisedir. Hicretin tarihsel bir vaka olduğunu iddia edenler bile kendilerine hadislerden örnekler verebilmektedirler. Verilen örnek şudur: Peygamber Efendimiz Mekke’yi fethettiğinde sağdan soldan Mekke’ye gelmek isteyenlere İslâm’ın güç ve kuvvet kazandığını, Allah Teâlâ’nın nurunu tamamladığını bildirmek bağlamında - ki bu açıklamanın daha başka hikmetleri de vardır-şöyle buyurmuştur:

“Fetihten sonra artık hicret yoktur. Fakat cihad ve (cihada, hayırlı amellere) niyet vardır. Seferberlik için umumi cihada çağırıldığınızda hemen yola çıkın.”[7] Müsneddeki rivayette ise hicretin bittiği söylendikten sonra hadis şöyle sona ermektedir; “…Fakat İslâm olmak üzere biat ediniz.[8]  

İlim ehli bilir ki hadislerin taaruzunda/çatışmasında “müşkili” çözmenin birçok yolu vardır. Ulemamız bunu kaynaklarda halletmişlerdir. Özellikle emniyetlerin olmadığı, vahyin hukuka kaynaklık etmediği, ibadetlerin hakkıyla ifa edilemediği, zulmün kurumsallaştığı, cihada ve davete engeller konulduğu yerlerden adaletin olduğu mekânlara hicret kaçınılmazdır. Hicretin olması zulmün varlığı ve boyutlarıyla mukayyettir. Siyasal şirkin en büyük zulüm oluşuyla ilgili ayrıntılara girmeyeceğiz. Sadece şunu hatırlatmak istiyoruz; zulüm tüm boyutlarıyla devam ederken Müslümanların dünyanın aldığı şekle bakarak davet ve cihadın farziyetini doğru anlamaları şarttır.

Siyasal kimliği İslâm olmayan ülkelerde Müslümanların kalabilmelerinin meşruiyet ölçüsü, Allah’ın dinini hâkim konuma çıkarmakla kayıtlıdır. Bunun için de peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

Tevbe kapısı kapanmadıkça hicret kesilmez; gün batıdan doğmadıkça/ kıyametin kopmasının en büyük alametleri çıkmadıkça da tevbe kapısı kapanmaz.[9]

Bir başka rivayette hicretin varlığı cihada bağlanarak şöyle buyurulmuştur:

Cihad oldukça hicret de kesilmez.[10]

İnsan cihad etmeyerek bulunduğu ortama mutlak uyum sağlar; İslâm’ın ve insanın yeri hakkında bir ameli olmazsa, emniyetlerin yokluğu ile bir rahatsızlık duymazsa, vahyin hayata yansımaması rahatsız etmezse, İslâm’ı yaşama endişesi yoksa, kitlesel katliamlar ve irtidatlar onu ilgilendirmezse, siyasal şirke tam entegre olmuşsa niçin cihad etsin. Böyle bir bakış sahipleri için din anlamını yitirdiğine göre elbette hicretin ve cihadın da adı olmayacaktır. Resulullah’ın buyuruşuyla hicret;

Kişinin dininde fitneye düşme korkusuyla Allah’a yapılan bir seyirdir.[11]

Yani Allah Teâlâ’nın isteklerine göre hayatı anlamlandırmak için yapılan bir yolculuk ve arayıştır. Bu anlamda hicret sona ermemiştir. Kıyamete kadar da olacaktır. İslâm coğrafyasındaki çekilen zulümleri ve gerçekleşen göçleri hicret olmadan ne ile izah edebiliriz? Hicretin sona erdiğini savunanlar yaşadıkları zulüm düzenine meşruiyet bulma gayretindedirler. Hayatın gidişatı ve siyasal şirk konusunda iddiası olan Müslümanları pasif hâle getirme çabasındadırlar.  Tüm bunlar dinin konuluş amacını bilememenin olumsuz sonuçlarıdır. Hicretin kesildiğine inanan Müslümanlar(!) bari cihadın farziyetiyle hayatlarına anlam verseler belki bu iddianın samimiyetini tartışabiliriz. Hicretin kesildiğini iddia edenler aynı zamanda hicreti ve hicretle ilgili ayetleri mutlak tarihselleştiren kimselerdir ki bu yaklaşım metodik açıdan da cehalettir.

Peygamber Efendimizin Mekke’den Medine’ye hicretiyle beraber ortaya çıkan sonuçlar şunlardır:

a-Velayet; müşriklerin ellerinden alınıp Müslümanlara devredilmiştir. Medine’de kâfir velayetine son verilmiştir. Burada başlayan dini hâkim kılma mücadelesi çevreye doğru açılmaya başlamıştır. Velayetin Müslümanların ellerine geçmesiyle beraber hukukun kaynağı Kur’an ve sünnet olmuştur. İşler, tevhid esası üzerine, adaletin hâkim kılınması ve istişareye önem verilerek halledilmiştir.

b-Allah Resulü Muhammed (s.a.v.), devletin yeni başkanı olmuştur. Bu uygulamayla Resulullah, İslâm’da din işleri ve devlet işleri diye bir ayırımın olmadığını tüm zaman ve mekânlara izah etmiştir. İtikattan ibadete, siyasetten iktisada, eğitimden ahlaka, hukuktan sosyal olaylara kadar hayatın genişlik alanlarında temsil yetkisini kullanan Hz. Peygamber (s.a.v.), seküler bir uygulamanın İslâm’da yerinin olmadığını insanlığa göstermiştir.

c-Resulullah, devleti tevhid, adalet, ahlak, emanet, liyakat, istikamet, istişare, plân, program, çözüm, merhamet, doğruluk, takva ve kuşatıcılık esaslarına göre yönetmiş ve Müslümanları kurumsallaştırmıştır. Vahyin olmadığı ve müdahale etmediği konularda Hz. Peygamber işleri şûrâ kararlarına göre çözüme kavuşturmuştur. Şûrâ heyetine ehliyetli kimseleri almış ve Resulullah, çoğunluğun aldığı kararları bağlayıcı saymıştır. Böylece Hz.Peygamber, şûrâyı bir fikir jimnastiği olmaktan çıkarmıştır.

d-Yeni devlette hukukun kaynağının Kur’an-ı Kerim ve sünnet olduğu açıkça belirtilmiştir. Bu durum yeryüzüne yeni bir devlet tanımı getirmiştir: Dar’ü-l İslâm. Hukukun kaynağının vahiy olmadığı, adaletin ve liyakatın hesaba katılmadığı siyasal yapılanmaların bir İslâm devleti olamayacağı ortaya konulmuştur. Bu uygulama ile gelecek zaman Müslümanları için ölçü konulmuştur. Buna göre devletin meşruiyet temeli; tevhid, adalet, liyakat ve istişaredir.

e-Kurulan İslâm devletiyle beraber Müslümanların ve gayri Müslimlerin din, can, akıl, mal ve namus güvenlikleri garanti altına alınmıştır. Hukukun kaynağının ve temsilinin vahiy olması devletin nasıl ki meşruiyet ölçüsü ise, emniyetlerin hakkıyla tahakkuk etmesi de devletin/ siyasal organizasyonun meşruiyet ölçüsüdür. Emniyetlerin yok olduğu ülkeler kimliklerini “İslâm” kavramıyla ifade edemezler.

f-İslâm devletinde yöneticilere itaat izafidir; mutlak eğildir. Mutlak itaat Allah Teâlâ’ya ve Resulüne yapılır. Zira Müslümanın vahiy karşısında seçme hakkı yoktur.[12]  Müslüman olduğunu ikrar eden birisi vahye ittiba etmek zorundadır. Yöneticilere gelince, İslâm devletinde onlara meşruda itaat vardır. Allah’a isyan içeren bir konuda ise hiç kimseye itaat edilmez. “İtaat ancak meşrudadır” kuralı İslâmî siyasetin olmazsa olmaz ilkesidir. Hz. Peygamber (s.a.v.), nefsini bile halkın önünde hesaba çekmek suretiyle yöneticilerin hesap verebilirliğine işaret etmiştir. İslâm devlet geleneğinde halifelerin, hukuk ihlalleri karşısında mahkemeye çıkmaları ve hesap vermeleri de yöneticilere itaatin mutlak olmadığının bir başka kanıtıdır.

g-Medine İslâm devletinin kurulmasıyla beraber Müslümanlar hâkim konuma geçmişler ve velayeti ellerine almışlardır. Bu süreçle beraber işlenen suçlara karşı müeyyideler uygulanmıştır. Uygulanan müeyyideler suçların işlenmesine engel olduğu için bunlara hukuk dilinde “had” denilmektedir ki çoğulu “hudûd”dur. Uygulanacak cezanın miktarını, sınırlarını ve keyfiyetini Şeriat belirlediğinden dolayı cezalara “hudûd” denilmektedir. Medine döneminin karar kılıp yerleşmeye başlamasıyla beraber; zina edenlere, içki ve uyuşturucu kullananlara, namuslu kimselere iftira edenlere, haksız yere insan öldürenlere, meşru yönetime isyan edenlere ve hırsızlık yapanlara ceza uygulamaları başlatılmıştır. Özellikle toplum haklarının galip olduğu suçlar asla af kapsamına alınmamıştır. Dolaysıyla kimsenin, hukuka aksettikten sonra; zina, hırsızlık vb. suçları affetme yetkisi yoktur.

h-Medine İslâm devletinin kurulmasıyla beraber cihadın marufu emretme, münkeri yasaklama, davet, tebliğ ve inzar türlerine mukatele/ yerine göre kâfirlerle fiilen savaş da eklenmiştir. Yüce Allah bu dönemde mukatelenin farz kılındığını,[13] haddi aşmamak üzere savaşa izin verildiğini beyan etmiştir.[14] Peygamber Efendimiz, cihadın mukatele boyutuyla ilgili ayetlerin temsilini yapmak suretiyle ortaya kâmil bir savaş hukuku koymuştur ki insanlık böyle üstün bir hukukun benzerine şahit olmamıştır. Modern dönemlerdeki insancıl (!) savaş hukukunun, İslâm’ın koyduğu hukukun topuğuna bile erişmesi mümkün değildir. İslâm’daki savaş insani ve merhamet esasları üzerine bina edilmiştir. Bu münasebetle Müslümanlar, emperyal hedefler uğruna savaşmamışlar ve gittikleri yerlere emniyet, sulh, ahlak, sorunlara çözüm sunma ve adalet götürmüşlerdir.

 

[1] İsra 17/80

[2] Hasır-ı Zade Elif Efendi, En-Nur’u-l Furkan, İstanbul, 2015, c. I, s. 507.

[3]El- Basri, Hasan, Tefsir, c. I, s. 502.

[4] Bagavî, Mealim’ü-t Tenzil, (Muhtasar), s. 534; Bak: Ebussuud, İrşad’u-l Aklı’s Selim, c. V, s. 247.

[5] İmam Maturidî’nin görüşlerini ana kaynaklardan okuyamadan, onun üzerinden seküler ve rasyonalist bir algı yaparak müşrik düzenlere meşruiyet alanı çıkarmak isteyen cühelanın bu ifadeleri okumalarını öneririm. Ayrıca bilmeliler ki İmam’a göre her zaman Kur’an ve sünnet öndedir. Görüşleri de klasik ülema ile aynıdır.  Dolayısıyla İmam üzerinden iş çıkarmak isteyenler ön kabüllerine göre istismar yapan zavallılardır.

[6] Maturidî, Te’vilat, c. VII, s. 100.

[7] Abdürrezzak, Musannef, Had. No: 9713, c. V, s. 309; Müslim, 33, İmaret, 20, Had. No: 1353, c.II, s. 1487.

[8] Ahmed, Müsned, c. V, s. 69.

[9] Bbu Davud, 9, cihad, 2, Had. No: 2479, c. II, s. 7-8; Tahavi, Müşkil’ü-l Âsar, Had. No: 2825, c. III, s. 179.

[10] Ahmed, a.g.e., c.V, s. 375.

[11] Bak: Buhari, 

[12] Bak: Ahzab 33/36

[13] Bak: Bakara 2/216

[14] Bak: Bakara 2/190

 

MEHMET SÜRMELİ

www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp