Hilafetin müessir gücü!
Hilafetin kavramsal ve kurumsal olarak ilga edilmesi, Müslüman milletimiz ile diğer Müslüman milletlerin tarihte aldığı en derin yaralardandır. Bugün Müslümanların vazifesi, kavramsal olarak hilafetin delalet ettiği alanların oluşturulmasıdır.
Davut Özgül /
Yaşadığımız topraklarda saltanatın kaldırılmasından sonra sembolik olarak ihdası öngörülen hilafetin, kısa bir dönem sonra kavramsal ve kurumsal olarak ilga edilmesi, Müslüman milletimiz ile diğer Müslüman milletlerin tarihte aldığı en derin yaralardandır. Yeryüzünün imar ile ıslahı için dinin öngördüğü hilafet kavramının, fert olarak insana sıfat olması da nazar-ı dikkate alındığında, hilafetin cemiyet ile millet noktasındaki ehemmiyeti de daha iyi anlaşılacaktır.
Hilafetin menşei, dinin bizatihi kendisidir
İslam dininin hayatı kuşatan bir din olduğu izahtan varestedir. İslam’da devlet idaresinin ehil olan bir yönetim kadrosu (ehl-i hal ve’l akd) tarafından deruhte edilmesi Kur’an, Sünnet ve icma-ı ümmetle sabittir. Devletin millet için varlığı, yönetim biçimi, özü itibarıyla değişmez iken, şekil bakımından değişik olması da yine nassların delaleti iledir. İslam medeniyeti ile kültüründe bunun misallerini görmek mümkündür. Hatta Asr-ı Saadet devrinde dahi başa gelen halifelerin seçiminde şekli farklılıkları görmek mümkündür. Mesela Hz. Ebu Bekir seçimle tayin edilirken, kendisi yerine Hz. Ömer’i tayin edebilmiş, bu konuda Müslüman kitlenin ne düşündüğünü genel anlamda istişare etmemiştir. Diğer yandan Hz. Ömer de kendisinden sonrası için halife tayininde bir heyet belirlemiştir. Burada değişmeyen ana unsur, sıfatını ne koyarsak koyalım ehil olan birinin riyaseti ve ona bağlı alt birimlerce devlet işlerinin millet menfaatine, Allah’ın insanlık için öngördüğü adalet dairesinde yerine getirilmesidir.
Maruf olan, Müslümanların yakın bir tarihe kadar üzerinde ittifak ettikleri bir kurum olarak halifelik, tarih sahnesinde ilk kez Hz. Ebu Bekir (Allah ondan razı olsun) ile başlamış ve sembolik de olsa son halife Abdülmecit Efendi (Allah ondan razı olsun) ile son bulmuştur. Bu iki isim arasında, değişik zaman dilimlerinde hilafet kavramsal olarak farklı şekillerde ifadeye konulmuş, kurumsal anlamda bazı nüansları muhtevi olsa da, temelini hayatı kuşatan dinden aldığı muhakkak. Özellikle saltanat kavramı ile ayrı mütalaa edilmiş olması da, hilafetin menşeinin dinin bizatihi kendisi olduğunu göstermesi bakımından mühimdir.
Ruhları birleştiren hilafet eczası
Yakın tarihimiz olması bakımından, Osmanlı imparatorluğunun hilafet kavramını merkeze alarak oluşturduğu kurumlar ile medeniyet yekûnu hâlâ ihtişamını muhafaza etmektedir. “Hilafeti getirdi mi getirmedi mi?” tartışmalarına girmeden söylersek, Yavuz Sultan Selim’in çabasını Müslüman milletler nezdinde önemli kılan unsurların ve bu kuruma yüklenen manevi değerin ne olduğu, Peygamberimiz dâhil diğer halifelerin hatıratı da dikkate alındığında, daha iyi anlaşılıyor.
1492 yılında Batılıların zalimane yıkımları ile karşı karşıya kalan ve 1520 yılına kadar zulmün en katmerlisine maruz bırakılan Endülüslü Müslümanların yardım talebi için soluğu İstanbul’da almaları, bu makamın etki alanının, Müslüman milletler üzerindeki tesirinin boyutlarını göstermesi bakımından da önemlidir.
3 Mart 1924 tarihine kadar süren hilafet, bu vatan ile diğer Müslüman vatanlar için tarifi imkânsız, adeta zamk olarak tabir edebileceğimiz birleştirici, hatta kalpleri de birleştiren bir telif unsuruydu. Hilafetin mülga hale getirilmesi ile düşünce dünyamızı belirleyen yeni kavramlaştırmalar sonrasında artık halk, ulus, coğrafya, reis, şef, misak-ı milli vb. kavramlarla düşünmek zorunda kalacaktık. Yani ruhları iyileştiren hilafet eczası uçup gitmiş, yeni ve alabildiğine sentetik kavramlar ithal etmiştik artık!
Sadece ismi bile yetiyordu
Mustafa Kemal Paşa’nın hilafetin şahs-ı maneviyesine olan teveccühü görüp, alabildiğine pragmatist davrandığı, saltanatın kaldırılmasından sonra (1 Kasım 1922) hilafeti ilga etmemesi dikkate alındığında, kritik bir süreçte diğer Müslüman milletlere ihtiyaç duyduğunu pekâlâ söylemek mümkün. Nitekim hilafet ile ilgili “Hilafet makamı, Osmanlı hanedanına ait olup, halifeliği bu hanedanın ilim ve ahlâk bakımından ergenliğe ulaşmış ve en mükemmel olanı, TBMM tarafından seçilir. Türkiye devleti, Hilafet makamının dayanağıdır.” (Tarık Mümtaz Göztepe, Vahdeddin Gurbet Cehenneminde, Sebil Yayınları, s. 11, 1991) Bu kanundan sonra Abdülmecit Efendi halife tayin edilmiştir. Halife Abdülmecit Efendi’nin hilafetine o günün şartlarında Müslüman milletlerin yaklaşımları, biat edişleri, sevinçleri, temennileri tetkik edildiğinde, sadece kavram olarak hilafetin varlığının dahi ne denli cesamet taşıdığını görürüz. Mısırlı Müslümanlar Halife Abdülmecit Efendi’nin halife tayin edilişini “Asr-ı Saadet” dönemi ile aynılaştırıp, aynı zamanda da halife adına hutbe okuma izni talep ederlerken Hindistan, Afganistan, Arnavutluk, Finlandiya Müslümanları ve bilumum bütün Müslüman milletler halifeye bağlılıklarını arz ederler. (Vakit 14 Aralık 1922)
Bu arada özellikle durumun ne olduğunu henüz kavrayamayan, hatta saltanatın ilga edildiğini dahi bilmeyen Müslümanların sayısı hiç de az değil! ...
3 Mart 1924 yılında çıkarılan bir yasa ile “Halife halledilmiştir. Hilafet Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” denilecek ve Osmanoğullarının sürgünü, hatta kabirlerinin dahi bu topraklardan kaldırılması söz konusu edilecektir. Bu kendi bindiği dalı kesmek, kendi ilim ile irfanına sırt çevirmek, nankörleşmekten başka hiçbir şekilde izah edilemeyen bir durumdur. Kemalizmin ideologları vakıayı başka türlü resmetmeye çalışsalar da durumun vahametini bugün daha iyi anlıyoruz. ...
Hilafetin kaldırılması ile takip eden yıllarda bu topraklarda meydana gelen değişimler, harf inkılâbı, İslam’ın referans olmaktan çıkarılması, medreselerin kapatılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu vb. sosyal yaşamda gerçekleştirilen inkılâplar, bir bütün olarak mütalaa edildiğinde, aslında İslam’ın mülga edildiğini görmemek için kör olmak gerekiyor.
Asıl olan adalet ve sorumluluktur
Hilafetin kaldırılması ile bütün bir İslam dünyasının öksüz kaldığını söylemek mümkündür. ... Bu sebeple bugün yaşayan Müslümanlara düşen vazife,... kavramsal olarak hilafetin delalet ettiği alanların oluşturulmasıdır.... Bir kelimeye dönüşen “halife” ile “hilafet” yeniden tefekkür edilmeli, kavramlaştırılmalıdır. Bu yapılırken, hilafeti pragmatistçe benimseyen daha sonra da bu kavram ile kuruma yapmadık zulüm bırakmayan katı laikçi anlayış sahipleri, Kemalistler gibi de mütalaa edilmemeli, aksine laik, Kemalist, ateist, liberal, İslamcı, gayrimüslim, kim ve hangi unsur olursa olsun hepsi imar ve ıslahın ana unsurları olarak, bu topraklara, bu kavramlara ait birer unsur olarak değerlendirilmelidir. Hilafetin rengini aldığı din-i mübiyn-i İslam’ın ana hedefi ve hilafete yüklediği mana budur.
Eskilerin, “Her şey aslına ruc’u eder” dedikleri noktayı iyi anlamak, hilafetin birleştirici fonksiyonunu modern dünyada yeniden değerlendirmek ve asıl önemlisi halife ile hilafetin maksadını doğru kavramak gerekiyor. Ülkelerin isimlerinin önüne İslam sıfatı koymak veya idarecilerini sultan, halife, reis, başkan, başbakan vb. sıfatlarla tavsif etmek, bütün bunlar şeklidir ve değişebilir. Asıl olan dağdaki bir koyunu kurt kaptığında sorumluluğun kendisinde olacağına iman eden idareciler ile bu idarecilerin idare ettiği insanların yaşadığı vatandır.
Özgün Duruş 03-03-2010