İHTİLAF AHLAKI
Ahlak: Sözlükte huylar- seciyeler, insanın manevi yapısını ve dolayısıyla eylemlerini belirleyen/ yönlendiren özelliklerdir.
Ahlak: Hukuk felsefecileri tarafından ''toplum tarafından benimsenen ve insanların davranışını düzenleyen kurallardır'' şeklinde tanımlamışlardır.
Ahlak: Terim olarak; insanın bir amaca yönelik olarak kendi iradesi/arzusu ile iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmasıdır.
Ahlak: Davranış demektir, davranışı tetikleyen ve eylem haline getiren hayatı okuma biçimidir, dolayısıyla iyi ya da kötü davranışların tümüne ahlak denilir, yani davranış biçimidir, kendisinde iyi huylar gelişmiş olana iyi ahlaklı, kötü huylar gelişmiş olana da kötü ahlaklı denilir. Dolayısıyla ahlaksız insan yoktur, her insan imtihan gereği kullanmak zorunda olduğu iradesiyle bir davranış sergiler, ama iyi ahlaklı ama kötü ahlaklı davranış sahibidir.
Davranışı belirleyen hayatı okuma biçimidir, buradan hareketle hayatı hedonist, seküler, sosyalist, liberal her ne şekilde okuyor ve kabul ediyorsa ve de bu okumalardan dolayı neyin iyi neyin kötü olduğuna karar veriyorsa davranışlarına yansıyacak olan da o olacaktır, yani bir sosyalistin ahlakı hayatı okuma biçiminin tezahürü olacaktır. Aynı şekilde kendini vahyin gölgesinde inşa eden birinin de ahlakı, hayatı okuduğu ve kabul ettiği değerler üzerinden yani neyin iyi neyin kötü olduğunu bu değerleri dikkate alarak davranışına yansıtacağı gerçeğidir.
İslam'ı dikkate alıp hayatına yansıtan birine ''ahlakı İslam olan veya İslam ahlaklı'' tanımı yapılacağı, sosyalist düşünceyi kabul edip hayatına yansıtan birine de ''sosyalist ahlaklı'' tanımı yapılabilir. Bir üçüncü tanım da ''bukalemun ahlakı''dır, bu ''omurgasız'' davranış sahiplerinin hayatı okuma biçimi bütünüyle pragmatisttir ve davranışlarını yönlendiren ''ölçü'' ölçüsüzlüktür, yani her renge giren ve hayatlarını faydacılık üzerine inşa ederler.
Ahlak; davranıştır ve hayata yansıtılan bir eylemdir, dolayısıyla ahlak bilmenin karşılığı değil yapmanın karşılığıdır, sosyalizmi bilen birine gereğini yerine getirmediği sürece ''sosyalist ahlaklı'' denilemeyeceği gibi, İslam'ı bilip gereğini yerine getirmediği yani emir ve nehiyleri davranışlarına yansıtmadığı sürece ''İslam ahlaklı'' denilemez. Tıpkı Hz. Aişe'ye Hz. Nebi'nin ahlakı sorulduğunda ''sizler Kur'an okumuyor musunuz?'' diyerek yanıtladığı gibi.
Ayrıca, ''ameller niyetlere göredir'' hadisinden hareketle Allah'ın indinde amellerin/ davranışların ''İslam ahlakı'' olarak kabul görebilmesi için niyetlerin de katıksız Allah için olması gerekmekte ve bunun tersi gösteriş için yapılan amellerin boşa çıkacağı ve hatta azabı celbedeceği gerçeği dikkate alınmak zorundadır. Bu din öyle bir dindir ki; iki yüzlülüğe, niyetten bağımsız amele ve amelden bağımsız bilmeye/inanmaya kapılarını kapayan bir hayat/ ahlak nizamıdır.
Yukarıda yapılan ahlak tanımlarını dikkate aldığımızda vahiyden bağımsız zihinler/ kişiler tarafından inşa edilen ahlak/ davranış manzumeleri asla adaleti inşa edemez ve subjektif özellikler taşıyacağı gerçeğinden hareketle adaletli bir hukuk sistemini yansıtamaz. Çünkü insan unutkandır, zaaflıdır, hata ile malüldür, subjektifdir, bütünü değil lokali görür, acelecidir, tartışmacıdır, dolayısıyla kendiliğinden neyin iyi ahlaka neyin kötü ahlaka ve buradan hareketle toplumsal hayatın inşasına yönelik herkese adalet dağıtabilecek ve ahlaklı/ erdemli bir toplumun yaslanabileceği bir hukuk/ adalet sistemine ulaşamaz.
Fıtratı yaratan ve imtihana tabi tutmayı murad ettiği için insana fücur ve takvasını ilham eden, fücurdan sakınıp takva limanına nasıl ulaşacağını da gösteren, ilahi öğretisine tabi olunduğunda ahlaklı insan/toplum ve adaletli bir sistem ile yaşanılabileceğini, ahiret hayatında da kazananlardan olunacağını vaad eden alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Hayatın her sahası ve safhası ahlak ile ilintilidir, siyaset ahlakı, ilim ahlakı, ticaret ahlakı, savaş ahlakı, güç ahlakı, kardeşlik ahlakı, ebeveyn/ evlat ahlakı, karı-koca/ evlilik ahlakı, kişisel- sosyal ahlak ve konu başlığımız olan ihtilaf ahlakı gibi hayatın tümünü kuşatır.
İHTİLAF: Lügatte; ayrılık, uymayış, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar gibi manalara gelir. Istılahta ise, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, muhteva ve mahiyeti üzerinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmak şeklinde tanımlamak mümkündür.
İHTİLAF: İslami literatürde kazanılmış/ kesbi ve gayrı kesbi/ tabii olmak üzere ikiye ayrılmaktadır, biri kavrayış, yetenek, cehd, eğilim gibi farklılıklardan kaynaklanan ''görüşler ihtilafı''dır, diğeri de iki şeyden birinin diğerinin yerini tutmasının imkansızlığı olan ''cinsler ihtilafı''dır. İhtilaf, bilmenin ve bilinmenin gereğidir. Dünyadaki her şey zıddıyla/muhalifiyle bilinir, gece-gündüz, dişi-erkek, renklerin-dillerin ayrı oluşu ve benzeri ihtilaflar O'nun ayetlerindendir ve gayri kesbidir.
ÜMMETİN İHTİLAFI VE ''İHTİLAF AHLAKI''
Öncelikle şunu belirtelim; hayır ile şer, hak ile batıl, tevhid ile şirk ve bunların müntesiplerinin mücadelesi sünnetullahın yansımasıdır. Dünya hayatının sistemi böyle kurulmuştur. ''İşte böyle; biz, her peygambere suçlu-günahkarlardan bir düşman kıldık. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.'' (25/31) Allah, ümmet düşmanlarından bahsetmektedir; ''Onlar hep sizle savaşacak ve güç yetirebilirlerse sizi dininizden vazgeçirmek için uğraşacaklar'' (2/217) Bu ayetlerden hareketle şirkin/ küfrün ürettiği zalimler her daim müslümanlara engel olmaya çalışacak ve bunu başarmak için ümmet arasına fitne- fesat sokarak ve de birbirlerine hasım edip kırdıracak konuları tetikleyip kendi işlerini kolaylaştırmak isteyeceklerdir. Bunda şaşılacak hiçbir şey yoktur ve Firavun sembolünde olduğu gibi üzerlerine düşeni ve ellerinden geleni yapacaklardır, dinleri/ yolları, çarkları, çıkarları, hazları bunu gerekli kılmaktadır, çünkü müslümanların hakimiyeti zalimlerin bütün edinimlerini yerle yeksan edeceğini çok iyi bilmektedirler.
Asıl şaşılacak ve endişelendirecek husus, müslümanların kendi elleri ürünü olan ve zalimlerin ekmeğine yağ/ bal süren yaşadıkları fitne, ayrışma ve dahası-kötüsü birbirlerini hasım görerek fiili mücadeleye/kamplaşmaya/ savaşmaya ve de 4/93 ilahi uyarısına rağmen birbirlerini öldürmeye varan zillete düçar olmalarıdır.
Dinin yasakladığı ve yok saydığı tolere edilebilir/ edilmesi gereken ihtilaflar değildir, kaldı ki bu nevi ihtilaflar eşyanın tabiatındandır, Kültürü, örfü, adeti, yemesi, içmesi, giyinmesi, zevkleri, cinsiyeti, iklimi, dili, rengi, kavmi, yetenekleri, becerileri, eğilimi, zeka kapasitesi ve bunu işletme cehdi, idraki, etkilendiği havza, bilgi/ bilinç düzeyi, yaşadığı ya da yaşamak zorunda olduğu sosyal çevre, kısaca bütün bir hayat serüveni farklılıklar arzetmektedir, insanların tümü için geçerli olan ve müslümanları da bundan ayrı tutamayacağımız bu nevi farklılıklardan kaynaklı düşünsel/ eylemsel ihtilafların yaşanması tabiidir. Farklılık arzeden fakat aynı ilahi öğretiye tabi olan müslümanların (afrikalının, asyalının, avrupalının, siyahinin, beyazın, sarının, arabın) vahdeti/ ümmeti oluşturabilmelerinin gereği-gerçeği vahyin gölgesinde buluşmalarıdır, vahyin gölgesinde buluşanların tıpatıp aynı zihinsel tonları, tıpatıp aynı pratik refleksleri sergileyemeyeceği aşikârdır, istenen şey o gölgeden çıkılmamasıdır. Arakan'lı, Eritre'li, Mali'li, Patani'li, Gazze'li, Çeçenya'lı, Mısırlı, Kürdistan'lı, Türkistan'lı bir müslümana duyulan sevgi ve duyarlılık buradan kaynaklıdır.
İhtilaflar; İslam toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanmadığı sürece, hiçbir sakıncası yoktur. Dinin asıllarında/ hududlarında olacak tefrika vahiy tarafından reddedilmekte ve tolere edilmemektedir, tolere edilen ihtilaflar, asla/ köke gölge düşürmeyen furuata ait konu ve çıkarımlardır. Buradan hareketle ihtilaf etmek ne kadar insani ve kaçınıl(a)maz ise, dinin asıllarında/ hududlarında tefrikaya düşülmekten de şiddetle kaçınılması o kadar hayatidir.
Tevhidin ve ondan neşet eden vahdetin zıddı tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır. Tefrika; birbirine kötülük etmeye kadar varan sürekli anlaşmazlık/ ay(kı)rılık demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de değişik türevleriyle birlikte "tefrika" kelimesinin geçtiği yaklaşık 77 ayet vardır. Kur'ân'a göre "açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek" (3/105), "Allah ve elçilerini birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek" (4/150), "peygamberler arasında ayrımcılık yapmak" (2/136,285; 3/84), "dini parçalamak" (6/159) gibi davranışların her biri dinde tefrika çıkarmaktır. Tefrikanın sonu rahmet değil, azap getirir.
ÜMMET; İHTİLAF ETTİĞİ İÇİN BELALARA/ FİTNELERE UĞRAMIYOR! AHLAKSIZCA/ PERVASIZCA İHTİLAF ETTİĞİ İÇİN BELALARA DÜÇAR OLUYOR:
Din bize iki alan bırakır; sabiteler ve değişkenler:
Sabitelerde akide vardır, vahyin tanımladığı apaçık iman umdeleri vardır, müşriklerin rasule senin ilahın nasıl bir ilahtır sorusuna yönelik vahyin İhlas suresiyle cevap vermesi gibi, Allah'a ait olanı mahluka pay etmek demek olan şirkten beraat ilanı vardır, muhkamattan olan emir ve nehiyler vardır, zaman, zemin, mekan ve şartlar değişir, fakat sabiteler değişmez.
Değişkenlerise sabitelere aykırı düşmeyen füruata ait hususlardır.
-Abdestin/namazın emri muhkemattan olan sabite iken, abdestin alınmasındaki sıralamalar ve sıralamaya yönelik yüklemler değişkendir. (Mesela; abdestin farzı Hanefi'de dört, Şafi'de altı, Maliki'de yedi, Hanbeli'de on'dur) ve namazın içindeki el bağlama ve okunacaklara yönelik farklılıklar gibi.
-Tesettür emri sabite iken, zaman, mekan, iklim, örf kaynaklı farklılıklarla örtünme biçimi değişkendir (kimi şalvar/ entari, kimi pardesü, kimi çarşaf v.s).
-Hırsızlığın yasak oluşu sabite iken, kıtlık zamanı ve çalınanın amacına, miktarına yönelik belirlemeler ve de uygulanacak cezai müeyyideler değişkendir.
Kısaca, mutlak emir olan farzların ve mutlak nehiy olan haramların dışında kalan her ne varsa nafile ve mekruh hükmündedir ve bunlara yüklenen öncelik sırası- tarifi-tanımı ve yönlendirme eğilimi farklılıklar arzetmekte ve dahası füruata ait konulardaki ihtilafların (zaman- zemin- mekan- iklim, coğrafya, insanlığın tekamülü boyutuyla değişen şartlar) kolaylıklar barındırdığından dolayı bir lütuf olarak alınması ve de yaşanılması gerekmektedir.
Sabiteleri değişkenler haline getirmek nasıl bir zulüm ise, değişkenleri sabitlemeye çalışmak da o kadar zulümdür. Çünkü zulüm ''bir şeyi kendine mahsus yerinden başka bir yere koymak''tır.
Dinde taklid değil tahkik esastır, tahkike de Kur'an ile başlanılmalıdır, güzide imamlar ''bizden değil bizim aldığımız yerden alın'' demekteydiler.
İslami uyanış mücadelesinin farklı ekollerle/ gruplarla yapılıyor oluşu, meşru olan metod farklılıkları, kimi öncelik tercihine yönelik farklı yönelişlerden kaynaklı çalışmaların müslümanları endişelendirmemesi ve kaosa sürüklememesi gerekmektedir. Çünkü, hedefi islami yönetim olan ve yeryüzünün tümüne hakim kılınması ise, bütün grupların birbirlerini ötekileştirmesi değil azami derecede ortak paydalarda yardımlaşmanın ön plana çıkarılması gerekmektedir.
Şehid Hasan el Benna'ın formule ettiği gibi ''ittifak ettiğimiz hususlarda yardımlaşmak, ihtilaf ettiğimiz konularda birbirlerimizi hoş görmek durumundayız''
İslami topluma/ düzene çeşitli vesilelerle ve merhalelerle ulaşmak için çaba sarfedenleri, ihlasla ve yeterlilikle cehd edenleri tek bir çatı altında toplamak ve mücadelenin şartı haline getirmek hem kolay değil hem de kaçınılmaz ve ötelenemez şart değildir. Çünkü bunun önünde maalesef tarihsel, kültürel, geleneksel, coğrafi uzaklık ve nüfus yoğunluğu gibi pek çok engeller vardır. Yapılması gereken yardımlaşmanın yollarını çoğaltmak, hiçbir müslümanın kabul noktasında itiraz edemeyeceği vahyi gündemleştirmek, öncelemek, (ümmetin vahdetine yönelik hem kolaylaştırıcı hem de yönlendirici hem de kıstas mercii oluşuyla zirveye oturan/oturması gereken Kur'an'dır) ülfeti inşa edecek ümmetçi harca su taşımaktır, yani önce yapılabilir ve başarılabilir hedefleri icra ederek büyük hedefe ulaşabilmeye hak kazanan amellerin vakit kaybetmeden yapılması gerekmektedir.
Büyük hedef! (ümmetin özlenen vahdeti ve izzeti) mesela; merdivenin onuncu basamağı ise buna birinci ikinci basamakların hakkı verilerek ve gereği yapılarak ulaşılabileceği ve en önemlisi Rabbimizin yardımını celbedeceği tartışmadan varestedir, ütopya olan onuncu basamağa birden ulaşılacağı zannı ve beklentisidir, yoksa onuncu basamağın kendisi ütopya değildir. İlk basamakların hakkını verenlere onuncu basamağı Allah vadetmektedir ve bu zaten sünnetullahın gereğidir. Ayrıca, bizler sefer ile emrolunan ve zaferle yükümlü/ sorumlu olmayan kullarız, zaferin vaadi sefere çıkanlaradır.
Aslolan, toplum içinde çoğalan irili ufaklı grupların kendi aralarında tanış olmaları, yardımlaşılacak unsurların çoğaltılması, birbirlerini Allah için sevip uyarmaları, karşılıklı birikimlerinden ve tecrübelerinden yararlanmaları, binayı oluşturan tuğlalar gibi yaşanılan beldede, coğrafyada ve bütün bir yeryüzünde İslam/ ümmet binasının inşaasına yönelik bir tuğla olabilmenin cehdi içinde olmalıdırlar. İşte bu samimi cehdler şeytanın hiç istemediği ve zalimlerin korkulu rüyasıdır. Ama bu uğurda cehd ederek toprağa düşen mü'minler Rahman'ın sevgili kulları olacaklardır. (89/27...30) İNŞAALLAH...
Allah ve Rasulünün sakındırdığı ihtilaf, ümmeti parçalanmaya ve düşmanlığa götüren tehlikeli ihtilaflardır. Vahdet imanın, tefrika sapmanın neticesidir. İman nimetini bahşeden Rabbimiz: ''Ve (Allah)onların kalplerini birleştirdi. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi harcasaydın bile onların kalplerini birleştiremezdin. Ama Allah (rahmetiyle)onların aralarını bulup- kaynaştırdı. Çünkü O Aziz'dir (üstün ve güçlü olandır),Hakim'dir (hüküm ve hikmet sahibidir)” (8-Enfâl 63) buyurarak, müslümanlar arası ülfetin/ ünsiyetin/ sevgi ve merhametin bahşedilen imandan neşet ettiğini- edeceğini ve de imanın inşa ettiği kardeşliği yeryüzünde bulunan her şey harcanılsa bile bunun başarılamayacağını hatırlatmaktadır.
Müslümanların vahdeti ve yardımlaşması İslami yükümlülüktür:
İlahi emirler ve Nebevi öğretiler bunun üzerinde ısrarla durmakta ve ayrışmayı/ tefrikayı kerih ve merdut görmektedir. Al-i İmran 103...107 ayetleri bu gerçeği ısrarla vurgulamaktadır. Bu ayetlerin nüzul sebebine yönelik rivayetlerde şunlar anlatılır;
Azılı kafirlerden Şas b. Kays bir Yahudi genci ayarlayarak kendi aralarında sohbet eden Evs ve Hazreç kabilelerine mensup müslüman topluluğun arasına fitne sokmak için gönderir, ''git onların içinde otur ve Buas günlerini hatırlat'' der, o genç de Evs ve Hazreç arasında geçen savaş günlerini anlatan şiirler okur ve Evs'in yendiği günleri anımsatır. Bunun üzerine oradakiler galyana gelir ve Evs kabilesinin Hariseoğullarından Evs.b. Kayzi ve Hazreç kabilesinden Cabbar b. Sarh kalkarak birbirlerinin üzerine yürürler, biri diğerine der ki: ''İsterseniz vallahi şimdi yine savaşırız'' diğerleri de ''tamam savaşırız'' derler. Birbirlerine silahlara sarılın, Zahire'de buluşalım diyerek hazırlığa koyulurlar. Bu durumun haberi Hz. Peygambere ulaşınca, Peygamber de ashaptan muhacirlerle beraber onların yanlarına gelir ve ''Ey müslüman topluluğu! Allah'tan korkun! Ben sizin içinizdeyken yine cahiliye dönemindeki gibi savaşacak mısınız? Oysa Allah sizi İslam'a ulaştırmış, bu dinle sizi onurlandırmış, cahiliye adetlerini kesip atmış, küfürden kurtarmış, kalplerinizi birbirinize karşı yumuşatmışken eski cahiliye dönemlerinize mi dönmek istiyorsunuz?'' der. Oradakiler; bunun şeytanın vesvesesi olduğunu anlayıp düşmanlarının oyununa geldiklerini farkederek silahlarını bırakıp ağlayarak kucaklaşmaya başlarlar. Böylece Allah İslam düşmanı olan Şas b. Kays'ın tuzağını bozar ve onun gibi fitne sahibi olanların tümüne yönelik (3/98,99) ayetleri nazil olur. Sonra da Evs ve Hazreç kabilelerinin nezdinde kıyamete kadar yaşayacak bütün müslümanları uyarmaya devam edecek olan 3/100...107 ayetler inzal olunur.
Ayrılık güçsüzlüğü, yardımlaşma ise gücü oluşturur, 8/46 ilahi uyarısı bunun içindir ve 61/4 ilahi uyarısı da bunun en güzel şekilde resmedilmesidir.Kur'an; kardeşlik ilişkisinin ve yardımlaşmanın Müslüman toplum arasında hakiki/ sahih imanı tanımlayan bir bağ olduğunu ilan etmektedir.
Rasulullah da; ''Birbirinize hased etmeyin ve birbirinize sırt çevirmeyin, birbirinizden nefret etmeyin, Allah'ın kulları olarak kardeşce yaşayın'', ''Ayrılığa düşmeyin! sizden önceki ümmetler ayrılığa düştükleri için helak olmuşlardır'', ''Şeytan insanın kurdudur, kurt da ancak sürüden ayrılanları yer'' gibi birçok sözlerinde ümmetini uyarmaktadır.
Ümmetin ayrılığı/ ayrışması ve birbirlerine yönelik husumeti asla KADER değildir:
''Yetmişüç fırka'' hadisi hem sıhhati açısından hem içeriği açısından Rasulullah'a nisbet edilemez. Çünkü, Yahudileri 71 Hırıstiyanları 72 ve bunların (sayıca fazla) daha beteri olan müslümanların 73 fırkaya ayrılacağını ve dahası biri hariç diğerlerinin ateşte olacağını rahmet ve vahdet peygamberinin söylemesi söz konusu olamaz. Gayba dair ve de sayısal haberlerin Rasulün diline yakıştırılması başlı başına bir problemdir.
İHTİLAF ETMENİN TABİİ NEDENLERİ:
1-Farklı idrak ve algı kapasitesi, aklın farklı düzeylerde işletilmesi ve bilgilenmeye yönelik gösterilen cehdlerin aynı düzeyde olamaması, temayüllerin çeşitliliği, etkileşimin çeşitli havzalardan oluşu, hayat serüvenindeki önceliklerin farklılığı, içine doğulan şartların farklılığı, parmak uçlarına kadar farklı yaratılan insan tekinin ruhi/ kalbi/ bedeni farklılığı ve bunun hayata yansıması ve daha birçok nedenler sıralanabilinir.
2-Rasulün ashabı davet ve başka nedenler dolayısıyla değişik şehirlere/ bölgelere dağıldılar, her bölge ya da kavim kendine ulaşan bilgiyi aldı, etkiledi/ etkilendi ve zamana, zemine ve şartlara göre oluşan problemlerin çözümüne yönelik çeşitli algılar ve olgular oluştu, Kaldı ki sahabeler arasında da ihtilafların yaşandığını tarih bize söylemektedir ve Rasulullah hayatta iken yaşanılan ihtilafların çözümü daha kolay ve azınlıktaydı, fakat Rasulün irtihalinden sonra ihtilafların çeşitliliği artmıştı, buna rağmen ihtilafları tefrikaya/ husumete götürmemenin cehdi içinde olmuşlardır. Allah'tan gereği gibi sakınan müttaki alimler/ mü'minler ihtilafı husumete dönüştürmemişlerdir.
3-Naslar sınırlıdır, olaylar/ şartlar sınırsızdır, buradan hareketle Kat'i olmayan her hüküm ya da yöneliş içtihada açıktır, içtihada açık olan da ihtilafa açıktır ve doğaldır.
4-İçtihadın sahasına giren doğrunun ya da meşruiyetin birden fazla olması doğaldır ve hatta kaçınılmazdır ve de dahası kolaylıktır. Yeter ki doğru usullerle ve ayağı yere basan kıyaslarla elde edilsin, en önemlisi de korunan ve mihenk taşı olan Kur'an'ın gölgesinde kendine yer bulabilsin ya da apaçık muarız olmasın.
5-Hüküm (koyma) Allah'a aittir, konulan hükme sadakat gösterilmesi kaydıyla ve hükmü refere ederek şartlara, zamana, zemine göre insanlar arasında hükmü icra edecek yine insandır, dolayısıyla muhkemata gölge düşürmeden ve asla muarız olmayan kimi farklı çıkarımlar söz konusu olabilmektedir. Kitabın sayfaları hayata yönelik (ete kemiğe bürünerek) hüküm icra etmek için değil, kendisine sadakat gösterilerek hükmedilmesi için gönderilmiş ve bunu bir sınama vesilesi kılarak insana bırakmıştır. ''Adeta'' bizzat kitabın hükmetmesi ya da Kitabı indirenin hükmetmesi ve bunu da ''la hükme illa lillah/ Allah'tan başka kimse hükmedemez'' şeklinde içeriği doğru fakat batıl bir yüklem ile trajik ve sığ tasavvurlarıyla Hariciler resmetmiş, Hz. Ali ve sahabeleri tekfir ederek birçok müslüman kanınının akmasına neden olan yıkımlara vesile olmuşlardır.
6-Kişilere yönelik öncelenecek nasihatler bile farklı olabilmektedir. Nitekim; kişilerin becerilerine, şartlarına ya da zaaflarına göre Hz. Peygamber (s.a.v) farklı öncelemelerle farklı nasihatlerde bulunmuş ve yönlendirmiştir, kimine kıtale katılmasını, kimine kıtale katılmayıp anne-babasına bakmasını, kimine (özellikle evlenemeyen ve nefsi zorlukları ön plana çıkan bekarlara) nafile oruç tutmasını, kimine de (bedevi örneğinde olduğu gibi) şu beş şartı yerine getir ve Allah'ın izniyle cennetle buluş demiştir. Bu maddedeki örnekleri vermemizin konu başlığıyla ilintisi şudur; İslam tarihinde oluşmuş mezheplerin/ meşreplerin ibadi konularda dahil mutlak farzların/ emirlerin ya da mutlak haramların/ nehiylerin dışında kalan ve hadis literatüründen ve Siyeri Nebiden kaynaklı nafileler konusunda ve buna bağlı öncelemeler boyutuyla bir hayli ihtilaf etmeleri ve bu ihtilafların asla ayrışma konusu değil bilakis zenginlik ve kolaylık nedeni kılınmasına yönelik yaklaşımımızı yansıtmak içindir.
İHTİLAFLARIN AZALMASI VE ''İHTİLAF AHLAKININ'' YAŞATILMASI İÇİN DİKKAT EDİLMESİ GEREKEN ÖNERİLER:
1- MÜMEYYİZ AKLI İŞLETENLER İHTİLAFI AHLAKLICA YAPABİLENLERDİR
'’Ve O, aklını kullanmayanları pisliğe mahkûm eder’’ (10/100) ilahi uyarısını dikkate alanlar akıllarını vahyin gölgesinde işletenlerdir. Mutlak doğruyu ve hikmetli kılavuzluğu yansıtan vahye teslim olurlar.
Mümeyyiz aklı işletmeyenler; insanlardan sadır olan söylemleri/ yazıları aklın temyizine başvurmak yerine kişiye endeksli ya toptan red ya toptan kabul temayülündedirler, insan elinden çıkmış bir kitabın her cümlesini toptan taşa tutan ya da yine aynı elin daima hatasız olduğu/ olacağı inancıyla okuduğu yazarı bir futbol takımına dönüştüren fanatizmiyle kült haline getirebilirler.
Bu iki algının da belini doğrultması gerek. Çünkü "insan kusuru sebebiyle insandır, insanda kusursuzluk aramak insana hakarettir." Her ne sebeple olursa olsun, külliyen red kadar külliyen kabul de aynı derecede sapkınlıktır. İki durumda da söz; akledilmemiş, düşünülmemiş, eğrisiyle doğrusu ayırt edilmemiştir. Kişi endeksli okuma biçimi aklı kiraya vermenin diğer adıdır. Aklını kiraya vererek kişiye endeksli okuma biçimi yapanlar da ve buna göz yuman öncüler de ihtilaf ahlakından çok uzak olan zihin tekelcileridir.
Kullar arası ilişkilerde sorgulanamaz/ eleştirilemez'lerin üretilmesi sevgilerin zehirlenmesine neden olmaktadır, bu hem sevene hem de böylesi sevgi zehirlenmelerine sukut ile karşılık veren sevilene zarar vermektedir. Sufi geleneğin ''akletmeyi/ üretmeyi'' birilerine havale eden, mürşidin yanlış söylemini de müridin yanlış anlamasına hamleden ve ne söylerse doğrudur ve mutlaka bir hikmeti vardır gibi kabuller tam da sevgi zehirlenmesine örneklik teşkil etmektedir.
En yaygın hastalıklı yaklaşım sahiplerinin özelliği de liderleri, hatasız ve masum görmeleridir. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı meydana getirir. Eş-Şatibi'nin (ö.790/1388) belirttiği gibi, “kim de kendisi hakkında ismet iddia ederse, peygamberliğini iddia eden yalancının yaptığını yapmış olur.” Aslında hiç kimse doğrudan/ açıkça kendisi hakkında ismet nitelemesi yapmaz ve bunu göze alamaz, ona aşırı derecede sevgi besleyip yüceltenler yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder, sevgilinin eksik ve kusurlarını görmez.
''Mümeyyiz aklın'' komut verdiği gözler hayatı siyah ve beyaz olarak değil, bütün renkleriyle/ serüvenleriyle görür ve analizlerini, tanımlamalarını bu gerçeklik üzerinden yapar. Hakikate şahidlik ederken, hayatı tanımlarken vahyin gölgesinden bakar, hakikati empatiye kurban etmez ve empatiyi de bütünüyle sürgün etmez. İnsan tekinin hakikate ulaşma noktasında geçirdiği- geçireceği evreleri dikkate alarak muhataplarını tanımlamadan önce tanımaya çalışır. Müslümanlar arası birlikteliğin/ yardımlaşmanın şartını ''fotokopik zihinlere'' indirgeyerek oluşabileceği gibi şablonik- sığ kabullerle beklentiye girmez.
2- İÇTİHADİ ALANA GİREN KONULARDA İHTİLAFIN KAÇINILMAZ OLDUĞUNU VE DAHASI RAHMET, KOLAYLIK, GENİŞLİK OLDUĞUNU BİLMEK
Müslümanların tekamülü, gelişmesi, zorlukları aşması, oluşan yeni şartların neden olduğu problemlere yönelik üretilecek çözümler için beyin fırtınası yaparak ve meselelere farklı boyutlardan bakarak istişare etmeleri gerektiği ve önlerinin her daim açık olması için ihtilafların kaçınılmazlığını hayatın gerçeği olarak kabullenmeleri ve ahlaklıca ihtilaf edilmesi gerektiğini bilmek zorunludur. İnsanın dili, karekteri- mizacı, farklı kapasitesi, okuma biçimi, önceliklere yönelik farklı temayülleri ve hatta dinin yapısı bunu kaçınılmaz kılmaktadır. Yani, parmak uçlarına kadar farklı yaratılan insana ''beşe on kalas'' muamelesi yapmanın ya da böylesi bir beklenti içine girmenin eşyanın fıtratına/ tabiatına aykırı olduğu gerçeği tartışmadan varestedir. Dolayısıyla Allah'ın yarattığı fıtrata ters düşen beklentiler hem beyhudedir hem de ceza/ bela ve musibetleri celbetmektedir.
Peygamberler de ihtilaf ederek farklı fetvalar verebilmişler ve farklı kasıtlarla meseleleri farklı yorumlayıp tepki gösterebilmişlerdir, çünkü onlar da İNSAN'dılar.
Mesela; Hz. Musa ile Hz. Harun arasında geçen olay, İsrailoğullarının buzağıya tapmaya başlaması nedeniyle Hz. Musa kendisi gibi Nebi olan kardeşi Hz. Harun'un sakalını tutmuş ve şiddetli bir şekilde onu kınamıştı. ''Ey Harun, onların saptığını görünce sana ne engel oldu'' (20/92) Buna yönelik Hz. Harun'un cevabı; ''(Harun) dedi ki ‘Ey annemin oğlu, sakalımı ve başımı tutup- çekme. Ben senin ‘İsrailoğulları arasında ayrılık çıkardın, sözümü önemsemedin’ demenden korktum?" (20/ 94) Şimdi, Hz. Harun'un bu sapkınlığa itiraz etmesine rağmen kavmini terk etmemesi ve Hz. Musa gelinceye kadar İsrailoğullarını birarada tutmak istemesi ve bunda karar kılması ''hayrı murad eden'' farklı bir okuma biçimidir. Burada Hz. Harun'a bu sapkınlarla aynı havayı nasıl solursun ya da ''aynı karede nasıl gözükürsün'' gibi eleştiriler getirilebilir mi? Kastı besbelli olan bu yaklaşımından dolayı ihtilaf edilen bu konu ayrışmaya/ tefrikaya dönüştürülerek bağlar koparılabilir mi? Muhtemelen günümüz tekfircilerinin gözünde bu ihtilafın tarafı olan Hz. Harun bir peygamber olmasa idi hali nice olurdu ACEP!?
Bir başka misal; Bir topluluğun ekinlerini dağıtan hayvanlar meselesi hakkında hüküm veren Hz. Davud ve Hz. Süleyman da ihtilaf etmişlerdi. Vahiy doğru olan hükme varanın oğul olan Hz. Süleyman'ın olduğunu belirterek her ikisini de övmektedir.
''Davud ve Süleyman'ı da (zikret).Hani onlar kavmin hayvanlarının içine girip- yayıldığı ekin konusunda (karşılıklı)hüküm yürütüyorlardı. Biz onların hükmüne şahidler idik.'' (21/78)
''Biz bunu (olayın içyüzünü ve hükmünü)Süleyman'a kavrattık. Herbirine hüküm ve ilim verdik. Davud ile birlikte tesbih etsinler diye dağlara ve kuşlara boyun eğdirdik. (Bunları)yapanlar Biz idik.” (21-Enbiyâ 79)
Sahabelerin de ihtilafları söz konusuydu, siyasi, fikri, fıkhi bütün konularda ihtilaf ettiklerini ve bu ihtilaflarını tefrikaya/ ayrışmaya dönüştürmediklerini, sonraları Muaviye ile başlayan saltanat dönemi ile maalesef hegemonik zihinlerin yönlendirmesiyle ihtilafların ayrışmalara/ kamplaşmalara ve hatta kıyımlara varacak boyutlara ulaşabildiğini görmekteyiz.
İlim, basiret ve takva sahibi olan Ömer b Abdülaziz; ''Sahabe ihtilaf etmeseydi ben buna sevinmezdim. Onlar ihtilaf etmeselerdi, bize ruhsat kapıları da kapanmış olurdu'' diyerek ihtilafın kardeşliğe, birlikteliğe, yardımlaşmaya engel olamayacağını ve bunun örnekliğini de sahabeler üzerinden vererek hatırlatmaktaydı.
3- MÜTEŞABİHLER ÜZERİNDE DEĞİL MUHKEMLER ÜZERİNDE YOĞUNLAŞMAK
İbni Abbas'a nisbet edilen ''Bizler müteşabihlere iman ederiz amel zorunluluğumuz yoktur, muhkemlere hem iman ederiz hem de amel zorunluluğumuz vardır'' şeklindeki yaklaşım meseleyi özetlemektedir kanaatindeyiz. ''Gayba taş atmak'' ile tanımlanacak konulardan uzak durmak ve vahyin anlattığı gaybı konuları iman konusu görerek tartışmaya açmamak, kıyametin ne zaman kopacağı ve arşın nasıl istiva edildiği, hurufu mukatta gibi harflerin ne demek istediği gibi konuların peşine düşmekten sakınmalıyız.
4- ORTA / VASAT YOLU TUTMAK VE DİNDE AŞIRILIKTAN KAÇINMAK
Ne harici/ tekfirci yaklaşımlar ne de omurgasız/ eklektik kabuller, vahyin inşa ettiği vasat ümmeti inşa etmek.
Dinde aşırı gitmek ve buna davet etmek de ihtilafı zarara/ parçalanmaya dönüştüren hastalıklı yaklaşımlardır. Bu ister 57/27 ayetinde olduğu gibi Allah emretmediği/ istemediği halde güya Allah'a yakınlaşma adına ruhbanlığı üretenlerin ve buna da güç yetiremeyip çuvallayanların durumuna benzer hallere düşmekle olsun, ister ''Ey iman edenler! Açıklandığı zaman sizin hoşunuza gitmeyecek, sizi zora sokacak şeyleri sormayın'' (5/101) ayetinin uyardığı gibi gücümüzün yetmeyeceği ve kaldıramayacağımız soruları sormamızın ve de üzerimize vazife olmayan Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi ya da ruhun nasıllığı veya Allah'ın arşı nasıl/ ne şekilde istiva ettiği ve benzeri iman ile mükellef olup da amele yansımayacak konuların/ soruların peşine düşülmemesi gerektiği sahalarda olsun aşırıya gitmekten ya da derinlere dalmaktan kaçınılması gerekmektedir.
Rasulullah da ''Dinde aşırıya gidenler helak olmuştur'' sözleriyle bizi uyarmaktadır.
Yani, ''Senin Rabbin unutkan değildir'' (19/64) İlahi uyarısından anladığımız şudur; Allah, bilmemiz gerekenleri, iman etmemiz gerekenleri, amel etmemiz gerekenleri biz kulların taşıyabileceği ölçüde bildirmiş, gerektiği kadar açıklamış ve açıkladığı kadarıyla yetinmemizi istemiş ve bilmediklerimiz konusunda gayba taş atmamamızı emretmiştir. Rahman biz kullarına merhamet etmiş ve ''Allah, sizin için bu dinde zorluk kılmamıştır'' (22/78) buyurmuştur.
Vahyin tanımladığı din sadedir, yalındır, apaçıktır, yasakları ve emirleri bellidir/ belirlidir, rasulün yaşayarak yansıttığı ve ilk nesil müslümanların hayatlarını kuşatan da sade bir din'dir. Sonraları din telakkisi o kadar detaylara boğulmuş o kadar sorularla/ detaylara girilmiştir ki ihtilafların ana gövdesini/ büyük bölümünü oluşturmaktadır. Ümmet arasındaki ihtilafları aza indirmenin yolu din telakkisini sadeleştirmekten yani aslına döndürmekten geçer.
5- İÇTİHADİ ALANA GİREN HER NE VARSA MUTLAK TASDİKTEN VE MUTLAK REDDİYEDEN KAÇINILMASI GEREKTİĞİNİ BİLMEK
Benim yaklaşımım bana göre doğrudur fakat yanılma ihtimalim vardır, senin yaklaşımın sana göre doğrudur ama yanılma ihtimalin vardır şeklinde yaklaşılması gerekmektedir.
6- DÜŞÜNCELERİMİZİ, İNANÇLARIMIZI, AMELLERİMİZİ TANIMLAYAN VE İNŞA EDEN KUR'AN'İ KAVRAMLARI/ TERIMLERİ BİLMEK VE ESKİMEZLİĞİNİ İDRAK İLE HAYATA TAŞIMAK
İslami kavramların muadili olan ya da sayılabilecek tanımlamalara yaklaşırken içeriği öncelemek ve ''kavram fetişizmi'' denilebilecek yaklaşımlardan kaçınmak ve de bunu ayrışma konusu edinmemek.
Mesela; ''İslamcı'' tanımını doğru bulmamakla birlikte içeriği ve nasıl doldurulduğu bizim için önemlidir. Vahyin tanımladığı dine aidiyet olarak içi doldurulup kullanılıyorsa buna itirazımız sadece kullanılmasa daha iyi olur demekten ibarettir, içeriği temel ilkelere aykırı olarak dolduruluyorsa buna itirazımız içeriğinden/ yükleminden dolayı reddetmektir. Fakat, kimileri adeta ''kavram fetişizmi'' denilebilecek bir tepkiyle bu kavramı kullananların tümüne yönelik ''değerlerinizi kaç paraya ya da neye karşılık sattınız'' gibi bühtanlarla acımasız/ insafsız yaklaşımlar sergileyebilmektedir. Bazıları daha ileri giderek ''biz müslüman tanımını kullanamayız, çünkü Kur'an'da geçmemektedir diyerek ''Müslim'' tanımını kullanmalıyız endişesine! düşebilmektedir. Müslüman tanımı Farsçadan (müselman) dilimize geçmiş ve müslimin karşılığı olarak kullanılmıştır, tıpkı salat'ın muadili namaz teriminin kullanılması gibi. Bu nevi saplantılar ya da şabloncu yaklaşımlar da ihtilafı zarara dönüştüren örneklemelerdir.
7- ÜMMETİN YAKICI SORUNLARINI, SIKINTILARINI ÖNCELEYEN VE ÇÖZÜMÜNE YÖNELİK SAHALARDA YOĞUNLAŞMAK
Ehemleri mühimlere kurban eden tartışmalardan ve meşguliyetlerden uzak durmak.
8- VAHYİN BELİRLEDİĞİ İMAN UMDELERİNİ TASDİKLEYEN VE İSLAM GELENEĞİNE GÖRE SELAM VERENLERİ KARŞIMIZA ALMAMAK VE HASIM EDİNMEMEK
''Ehl-i kıble tekfir olunmaz'' düsturunu dikkate almak.
9- İTTIFAK EDİLEN KONULARDA YARDIMLAŞMANIN DOĞAL SONUCU OLARAK İHTİLAF EDİLEN KONULARDA BİRBİRLERİNİ HOŞ GÖRMEYİ BERABERİNDE GETİRECEĞİ GERÇEĞİNİ BİLMEK
İttifak edilen ortak paydalarda yardımlaşmak kalplerdeki ünsiyeti tetikler ve bu da ihtilafın ahlaklı olarak yaşanılmasını doğurur. İhtilaflı konulara hapsolmak ve yoğunlaşmaktan kaçınmak gerekir. Çünkü bu ittifak edilen ortak paydalarda yardımlaşmayı engeller ve bu da ünsiyeti yok ederek husumetlere yol açar.
10 - ŞAHIŞ, MEZHEP, MEŞREP, GRUP TAASSUBUNDAN/ ASABİYESİNDEN UZAK DURMAK, ÜMMETİN MASLAHATINI/ YARARINI BUNLARIN ÜSTÜNDE TUTMAK
Kişi kültü oluşmasına neden olmanın şahsiyetsizliği doğuracağını, kraldan fazla kralcı olmanın trajikomik bir hal olduğunu idrak etmek. Hayrın üretilmesini merkeze koymak ve bundan başka öncelik kabul etmemek. Hayrın üretilmesinden kaynaklı takdiri- taltifi ve ecri Allah'tan başkasından beklememek. İslami çalışmalarda hayrın üretilmesini öncelemek yerine üretilecek hayırda önde- öncü gösterilmeyi ve çıkacak fotoğrafın baş köşesinde görülmeyi- gösterilmeyi beklemek hem bir hastalıktır hem de amellerin boşa gideceği riskini taşımaktadır.
Maalesef; kendilerinin ve gruplarının önde- öncü görülme/ gösterilme beklentisi içine giren hastalıklı yaklaşımlardan kaynaklı ayrışmalar yaşanmakta ve nesillerimize kötü örneklikler bırakılmaktadır. Buradan hareketle fikri ve ilkesel olmayan ve ne yazık ki kişisel zaafiyetler ve de enaniyetlerin tetiklediği ayrışmalar yaşanabilmektedir, bunun vebali büyüktür. Oysa, davete yönelik çalışma alanları alabildiğine geniştir, Allah'ın arzında davete muhtaç olan insanlar biz mü'minleri beklemektedir. İslami mücadelenin merkezi olan davete yönelik koşuşturmalarımız ve karşılaşılan zorluklara yönelik (hem fikri hem ameli) çözümler üretilmesine dönük yardımlaşmamız ne kadar artar ise o kadar kalplerimiz birbirlerine ısınacak ve cedele zaman ayıracak vakitler bulamayacağız.
11- İMAN KARDEŞLiĞiNi ÖN PLANA ÇIKARMAK VE KARDEŞLERiNE KARŞI SU-i ZANNI DEĞIL HÜS-Ü ZANNI BESLEMEK
Su-i zannın, tecessüsün, istihzanın, gıybetin çürümeyi beraberinde getireceğini ve bunlardan şiddetle kaçınmanın (49/10,11) gerekliliğini bilmek.
12- HAYIR GETİRMEYEN/ ÜRETMEYEN TARTIŞMALARDAN
SAKINMAK
Husumete yol açan kırıcı diillerden sakınmak ve hasen/ güzel'den öte, ahsen/ en güzel şekilde mücadele etmek.
13- ''Onlar bir ümmetti gelip geçti, siz onların yaptıklarından sorgulanmayacaksınız'' İLAHİ UYARISINI DİKKATE ALARAK GEÇMİŞTE YAŞAMIŞ ŞAHIS VE TOPLULUKLAR ÜZERİNDEN ABARTILI ÖVGÜ YA DA YERGİ İLE AYRIŞMA NEDENİ ÜRETMEMEK
Tarihi yaşanmışlıkları ibretler ve örnekler vesilesi edinerek örnekleri üreterek buradaya taşımak ve ibretlerinden de dersler alarak aynı hatalara düşmemenin cehdi içinde olmak.
14- MÜSLÜMANLARI HEDEF ALAN TEKFİRCİLİKTEN VE DAHİ
TEKFİR İMASINDAN ŞİDDETLE KAÇINMAK
Kanaatimce, ümmet açısından çok tehlikeli ve içinde fiilen müslümanları birbirine kırdırabilecek acı tecrübeleri barındıran tekfircilikten şiddetle uzak durulması gerekmektedir. ''Tekfircilik'' tekfiri meslek edinmek ve kişilerin küfrüne hükmetmek için delil ve karine bulma/ keşfetme maharet ve sanatıdır!. Tekfircilik; şabloncu/ şekilci ve yüzeysel/ sığ zihinlerin ve kastı- maksadı-niyeti- nedeni yok/ hiç sayan yaklaşımların üretim merkezi/ makarrıdır. ''Tekfircilik'' İslâmî mücadelenin bir uru/ tümörü gibidir. Bedende/ ümmette çıkmış problemli bir parçadır. Bedenle yani bütünle uyum sağlayamadığı gibi bedenin sağlıklı/ hızlı hareket etmesine de engel olur. İşin en kötüsü kendini sağlıklı/ sıhhatli görür, bütünü ise problemli/ hastalıklı zanneder. Sürekli bedeni/ bütünü uğraştırır ve kaos üretmeye çalışır. Müstekbirlerin yapmak istediği ümmet arasındaki parçalanmışlık özlemini, onların ekmeğine yağ- bal sürdüğünün farkında olmadan ve maalesef ''Allah rızası'' zannıyla tefrikayı kendine vazife edinir. Buna rağmen beden/ ümmet onu üzerinde taşımak zorundadır. Çünkü ur'un/ tümörün kesilip atılmasının bedeni tehlikeye sokma ihtimali vardır. O yüzden kontrol altına alınması, bedeni/ ümmeti riske sokmaması, muhtelif tedavi metotlarıyla mümkün mertebe küçültülmesi ve zararsız hale getirilmesi gerekmektedir. Tekfirciliğin günümüz uzantılarına yönelik ''fıkralaştırılan'' fakat freni patlamış kamyon misali durdurulmazsa trajikomik durumlara düşülebileceğini resmeden bir alıntıyı paylaşayım: “İki tekfirci sokakta yürüyormuş. Birden kırmızı ışık yanmış ve biri diğerine -Hadi Tağut’un kanunlarına itaat küfürdür; geçelim! demiş. Öbürü -ne var canım kırmızıda geçip canımızdan mı olalım; deyince, “geçelim” diyen öbürünü hemen tekfir ederek yolunu ayırmış.”
Tekfirciliğin hem tarihsel serüveni hem de günümüze yansıyan can yakıcı yaşanmışlıklarından hareketle şunu söyleyebiliriz. DİLİYLE KESİP BİÇMEYE BAŞLAYAN GÜCÜ ELDE ETTİĞİNDE ELİYLE KESİP BİÇMEYE DEVAM EDER. Bunun kaçınılmaz olduğuna hem tarihsel yaşanmışlıklar hem de günümüzde yaşananlar şahidlik etmektedir. Müslüman kanını eline bulaştıranlar için ''Kim bir mü'mini kasıtlı olarak (taammüden)öldürürse cezası, içinde ebedi kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazaplanmış, onu lanetlemiş ve ona büyük bir azab hazırlamıştır'' (4/93) ayeti bir şey ifade etmemekte ve yüreklerini sızlatmamaktadır.
Tekfirciler; ümmetin 'püsküllü' belasıdır. Ümmeti parçalamak isteyen, husumetleri ve duyarsızlıkları tetiklemek isteyen, birbirlerine hasım olarak kırılmalarını/ kıyılmalarını arzulayan, her türlü araç ile fitneyi diri tutmak isteyen müstekbirlerin ekmeğine yağ süren ve bunu da yaparken güya Allah'ın dinini koruduğu zanneden zavallılardır, tekfircilerin yapıp ettiklerinden tek kazançlı çıkan müstekbirlerdir, bunun farkına dahi varamıyacak zihin kodlarına sahip tek gruh da tekfircilerdir.
Örneğin; yakın zamanda seküler Bangaldeş yönetimi tarafından Abdul Kadir Molla isminde yaşlı bir alim idam edilerek şehadete yürüdü. Vicdanını/ iz'anını/ insafını bütünüyle yitirmiş ve tekfirciliği paçalarından akan biri internet ortamında şehid Abdul Kadir Molla'ya yönelik şu aşağılık yorumu yapabilmektedir; ''Tağutun mahkemesinde yargılanmayı kabul ettikten sonra özür dilemeyi reddederek asılmasını istemesi sadece kahraman olarak anılmak istemesinden ibarettir ve bu da tam bir münafıklıktır'' demekteydi. Bu tip mahlukların vicdan taşıyabileceğine asla inanmıyorum, bu tipler oturdukları yerden ahkam kesmeyi ve klavyeleri başında İslamcılık oynamayı pek sevmektedirler. Muhtemelen A. Kadir Molla'ya olan hıncı seçimlere katılan bir hareketin lideri oluşudur, ona ve onun gibilerine bühtan ederek dinini koruduğunu zanneden bu tiplerin gözünde Aliye İzzet Begoviçler, Muhammed Mursi'ler, Mevdudi'ler, Hasan el Benna'lar zillet içinde olanlardır ve acilen dinin elden gitmemesi için tekfir edilmesi gerekenlerdir. Bu tiplerin varacağı yer aynadaki kendini dahi tekfir ederek mazoşist ruh halini yaşamaya düçar olmaktır.
Bu tiplerin ''kafirlere/ zalimlere karşı şiddetli müslümanlara karşı merhametli'' olun ilahi uyarısını hiç dikkate almadıkları ortadadır, buradan hareketle tekfircilerin ümmetin başının belası olduğu ve bu zihin sahipleriyle iki adım dahi atılamayacağı gerçeği görülmelidir, çünkü üçüncü adımda tekfir edilerek düşman ilan edinileceğinden emin olu(n)mak mümkün değildir.
Ayrıca, tekfirciliği kabullenmese de tekfir imasında bulunan ya da öyle anlaşılmaya müsait çok sivri dillerle/ söylemlerle soğuk- itici yaklaşımlar sergileyen nice çevrelerin yansıttığı usul/ uslup problematiği müslümanların yardımlaşmasına hem engel olmakta hem de müslümanlar arası iletişimi zorlaştırmakta hem de nasihatleşmelerin ve bilgi- görgü alışverişlerinin önünü (istenmese de) tıkamaktadır.
Oysa Rabbimiz biz müslümanlardan ölçülü davranmamızı istemektedir ''size (İslam geleneğine göre)selam verene, dünya hayatının geçiciliğine istekli çıkarak 'sen mü'min değilsin' demeyin'' (4/94)
Ve yine Rabbimiz, inşa ettiği fıtrata uygun davranış fıkhını da vaaz etmiştir. ''İyilikle kötülük eşit olmaz. Sen, en güzel olan bir tarzda (kötülüğü)uzaklaştır; o zaman, (görürsün ki)seninle onun arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost(un)oluvermiştir.'' (41/34)
Dahası, 14/24...26 aeytleri gereği (ihtilaf ettiğimiz muhataplar da dahil) kullanacağımız dil kötüyse ayrışmaya iyiyse anlama çabasına götürür.
Rasulullah da (s.a.v); ''Kolaylaştırın zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin'' şeklinde mü'minleri uyardığını hiç ununtmamalıyız.
15- GENELLEMECİ / TOPTANCI, İNDİRGEMECİ, ŞABLONCU YÖNELİŞLERDEN VE MUHATAPLARI TANIMLARKEN ADALETTEN, İNSAFTAN / VICDANDAN YOKSUN DEĞERLENDİRMELERDEN VE DE FAİL- FİİL AYRIMINI GÖZETMEYEN YAKLAŞIMLARDAN ŞİDDETLE SAKINMAK GEREKMEKTEDİR
Bunun mahsurlarını müslümanlar çokça yaşamaktadır.
Genellemeci, toptancı, indirgemeci yaklaşımlar sergileyenlerin dillerinde/ kalemlerinde ayar bulunmamakta ve maalesef vicdanlı- insaflı analiz yapmaktan uzak görünmektedirler.
16- İLİM AHLAKI EDİNMEK İHTILAFI AHLAKLI OLARAK YAPABİLMENIN ÖN ŞARTIDIR, SORUMLULUK SAHİBİ ALİMLERİN İHTİLAFI ZARARA KAPI ARALAYAN İHTİLAFLAR DEĞİLDİR
Geleneği ve birikimlerini yok saymak seleflerimize zulümdür, geleneğe hapsolmak ya da gelenekçilik ise kendimize zulümdür. Geleneğin oluşturduğu hayırlı örnekliklerden yararlanmak ve hayır üretmeye devam etmek gerekmektedir.
Özetle; 3/103 ve benzeri birçok ayet başlı başına bir vahdet çağrısıdır, Kur'an'ın belirlediği, tanımladığı, tasvir ettiği mü'min/ müslim tanımlamasına kimler giriyorsa vahdetin direkt muhatabıdırlar, hiçbir mü'min için vahyin tanımlamalarına ekleme/ çıkarma yapmaya kalkması hakkı da değil haddi de değildir. Dinin asıllarını daraltmaya da genişletmeye de kulların hakkı/ haddi yoktur, buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki; dinin asıllarına gölge düşürmeyen bütün ihtilaflar, hayırda yardımlaşmalara ve ümmet bilinciyle zalimlerin karşısında ortak ses vermeye engel teşkil edemez, etmemelidir.
Allah'ın selamı ve bereketi, ittifak ettiği konularda yardımlaşan ve ihtilaf ettiği konularda birbirlerini hoş görerek zalimleri sevindirmeyen müslümanların üzerine olsun dualarımızla.
Kemal SONGÜR
kuremedya.com/kemal-songur-ihtilaf-ahlaki-7458y.html#.U0Zkhfl_tjQ
www.islamiyontem.net