Ilımlı İslam Denen Ucube
ya da
“DİN”e Karşı Din
“Ilımlı” kelimesi, bilindiği gibi, lügat anlamıyla, fazla sıcak ve soğuk olmayan demektir. İnsanlar ve onların ideolojileri, inançları için kullanıldığında da, “aşırı olmayan, ölçülü, mûtedil” anlamlarında kullanılır. Yani sıcaklığı giderilmiş, ılımlılaştırılmış anlamında. Bununla radikal olmayan anlayışlar kastedilir. Radikallik de, köktencilik, her alanda köklü değişiklik ve yenilik eğilimi, sertlik, keskinlik, aşırılık anlamlarında kullanılıyor. Aslında radikallik/radikalizm, Batıdaki çıkış ve kullanılış şekliyle, geçmişteki kurumlardan tamamıyla kurtulmak amacını güdenlerin düşünce tarzı ve öğretisini belirten ve keskin yenilik akımı için kullanılan bir terimdir. Köklü değişiklik isteme konusunda uygun düşse de eski kurumlara tümüyle karşı çıkılıp her şeyiyle yenilik eğilimi ve keskin bir yenilik taraftarı olmak anlamında muvahhid müslümanlara radikal denilmesi hiç doğru olmaz. Kaldı ki, müslümanın radikali, ılımlısı vb. olmaz. Müslüman müslümandır, ona “müslüman” ismini Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Muvahhid müslümanlar, kendilerine ne ılıman, ne radikal, ne dinci denilmesini isterler. Onlar Allah’ın verdiği isimle şeref duyarlar. Hele, “İslâm” dini için kullanılan değişik sentezlere, Allah’ın vermediği başka adlandırmalara hiç iltifat etmezler. İslâm’ı farklı ayrımlara tâbi tutup dini sulandırmaya, suyu ılımlı hale getirmeye tümüyle karşıdırlar. İslâm, aşırı mıdır? Yani Kur’an’ın ve sünnetin çizgisindeki İslâm, ölçüsüz müdür? Kime göre, nasıl bir aşırılıktır bu da, onu ölçülü hale getirmeye yeltenebiliyorlar? Kur’an’ın sınırlarını çizdiği “İslâm”, kaynar derecede sıcak mıdır ki, “ılımlısı” istenmektedir? Her konuda ölçü ve “İslâm”ın ölçülü olup olmamasında karar mercii Allah mıdır, perde arkasına gizlenen ve halka din biçen egemen güçler mi? “Ilıman İslâm” ifâdesi, Allah’ın dini olan gerçek İslâm’a iftiradır, ona hakarettir, onu suçlamaktır ve reforma ihtiyacı olduğu anlayışıyla onu tahrif etme çabasıdır. “Ilımlı İslâm” kavramından ancak bunlar anlaşılır.
Radikal ve ılımlı tâbirleri bütünüyle Batı kaynaklıdır. Onlar, önce etiketle yaftalamayı, sonra uygun gördükleri bu yakıştırmayla insanları suçlayıp cezalandırmayı pek severler; yani hem dâvâcı, hem savcı, hem yargıç ve hem de gardiyan ya da cellat rolünü. Bununla da yetinmeyip müslümanların kavramlarının ve dinlerinin içini de kendi bâtıl zihniyetleri doğrultusunda doldurmaya, insanları da bu yeni şekil verdikleri kavrama ve dine uydurmaya çalışırlar. Bu, bir anlamda rablik taslama, insanları ve inançlarını yeniden inşâ etmeye çalışmadır. O yüzden Kur’an, Batılılara (ehl-i Kitaba): “Allah’tan başkasına tapmama, O’na hiçbir şeyi şirk koşmama” yanında, “Allah’ı bırakıp da bazı insanları, birbirlerini rab edinmemeye, ilâhlaştırmamaya” çağırır ve bu bizim de bu çağrıyı yapmamızı (diyalog değil, dâvet tebliğ) emreder. Bu âyetin sonunda da bizim halimizle ve dilimizle şöyle dememiz istenir:
“…Eğer onlar yine yüz çevirirlerse işte o zaman, ‘bizim müslüman olduğumuza şâhit olun!’ deyiniz.” (3/Âl-i İmrân, 64)
Ilımlı İslâm tâbiriyle içi boşaltılmış bir din kastedilmektedir. Tevhidî içerikten soyutlanmış, cihadı, ahkâm (hükümle ilgili) âyetleri, toplumsal emir ve yasakları, devlet talebi olmayan, küfre ve şirke karşı hiçbir tavrı olmayan bir din oluşturulmaya çalışılmaktadır. Çok eski zamanlardan beri bu amaca yönelik çalışmalar yapılmakla birlikte, İsrail’in sömürgesi konumundaki ABD’nin başını çektiği Batı, özellikle ikiz kulelere saldırılardan sonra bu yoldaki çalışmaları yoğunlaştırdı. BOP, Ortadoğu’nun dinini yeniden şekillendirmeyi, yani ılımlılaştırmayı hedefleyen bir projedir. Türkiye yönetimini de hem demokrasi ve hem de ılımlı İslâm’ı bir arada yürüttüğü için model ülke kabul etmekte, yöneticilere “lâ”sı olmayan ılımlılaştırılmış bu dini (ki, buna “İslâm” demek doğru olmaz) diğer ülkelere de pazarlamasını istiyor. Türkiye’de devletin dininden ve düzenin öngördüğü din anlayışından (ulusal Türk dini halini almış özel dinden, ılımlı İslâm’dan) râzı olduğunu ısrarla belirtiyor. Görünen o ki, yöneticilerin de bu rolden pek şikâyetleri yok. Bu coğrafyadaki düzen ve tâğutlar, bir taraftan kendi ülkelerinde tevhidî muhtevâdan uzak, demokrat, Atatürkçü, devletçi, ulusalcı, laik, muhâfazakâr (neyi muhâfaza ediyorsa) bir dini, yani “ılımlı İslâm”ı, dinini yaşamak isteyen müslüman halk için tek alternatif şeklinde sunuyor. Diğer yandan bu tahrif edilmiş din anlayışını diğer ülkelere Batı adına ihraç etmeye, kendilerini örnek almalarını istemeye çalışıyor.
Ilımlı İslâm kavramı, gerçek İslâm’ın zor olduğu, aşırı olduğu önyargısından yola çıkılarak oluşturulmuş alternatif beşerî bir din anlamı taşır. İslâm, hiç de zor bir din olmadığı, dünya ve âhiret saâdetini en kolay, en kestirme ve en doğru yoldan elde etmenin adı olduğu halde; bazıları onu zor, kaynar derecede sıcak kabul ediyorlar da, kendi şeytanlarının ve şeytanlaşmış arzularının doğrultusunda hoşlanacakları kolay, basit ve ılımlı bir din dizayn edip halka “sizin dininiz bu olmalı” deme gücünü kendilerinde görüyorlar.
İmtihanın gereği bazı zorlukların, daha doğrusu nefsin ağır bulduğu birtakım güçlüklerin olması doğaldır. Aslında aziz İslâm’ın teklifleri insanın yapısına, tabiatına uygundur. Rabbimiz insana taşıyamayacağı hiçbir yük yüklemez (2/Bakara, 286). Ancak, yeryüzünde bulunuşunun, var olmasının sebebini anlamayıp, kendi hevâsına göre yaşamayı seçmiş kimseler; İslâm’ın tekliflerini ağır bulurlar. Nitekim müşrikler, kendilerinin Kur’an’a dâvet edilmelerini çok ağır bir teklif olarak kabul etmektedirler (42/Şûrâ, 13).
İslâm’da zorluk değil; kolaylık esastır. Allah’ın gönderdiği ölçülere göre yaşayan, yani İslâm’a uyanlar; hem dünya hayatını düzene koyarlar, hem hayat sınavını başarırlar, hem de Allah’ın muttakî kullar için hazırladığı hesapsız nimetlere ve mükâfatlara kavuşurlar. Kullarının bu güzelliklere kendi çabalarıyla kavuşmalarını isteyen Rahmân ve Rahîm olan Rabbimiz, zayıf bir yapıda yaratılmış insan için tekliflerini yumuşatmış, kolaylaştırmış ve onun sırtındaki ağır yükleri indirmiştir. Rabbimiz bu konuda buyuruyor ki:
“…Allah size kolaylık (yüsr) ister, sizin için zorluk (usr) istemez.” (Bakara, 185)
İslâm’ın emir ve yasakları içerisinde insanın fıtratıyla ve hayatın gerçekleriyle çatışan hiçbir şey yoktur. İslâmî hükümlerin zor ve çağa uymadığını zannedenler; kendi hevâlarına uyan, Allah’ı bırakıp tapacakları putlarını elleriyle yapanlar, ya da kendi görüşünü Allah’ın koyduğu ölçüden daha doğru sanan ahmaklardır. İslâm, insanlara, altlarından kalkamayacağı hiç bir şeyi teklif etmemiştir. İslâm’ın bütün emir ve yasakları (hükümleri), insanlara faydalı olan güzel şeyleri kazandırmak, zararlı olan çirkin şeyleri de onlardan uzaklaştırmak gâyesine mâtuftur.
Emredilen ibâdetler, bir zorluk, sıkıntı veya işkence değil; huzur, rahatlık, düzen ve iç ferahlığı ve dengeli bir yaşayışın plan ve programıdır. Dinimizde nass’la (kesin deliller ile) sâbit olan şeyleri değiştirmek, zamana ve toplumlara uydurmak mümkün değildir. Ilımlı İslâm kavramıyla, tek hak din olan İslâm, atmalar ve katmalarla dejenere edilmek, çağın bâtıl ideolojilerinin ve sapık insanların güdümünde uyduruk bir din oluşturulmak istenmektedir.
Günümüzde İslâm'ı yaşamak ve hayata geçirmekle ilgili zorluk, dinin ve dinî kuralların zorluğundan ileri gelmiyor; İslâm düşmanı egemen güçlerin ve tâğûtî düzenlerin, müslümanların dinlerini yaşaması önüne sayısız engeller koymasından, baskı ve zulümlerinden kaynaklanıyor. Dinin yaşanması zorlaştırılıp haramlar, mecbûrî istikamet işaretleriyle topluma dayatılınca kısır döngü şeklinde hayatın her alanı da zorlaştırılmış oluyor.
Kolaylık, gerçek din için geçerlidir. Dini parçalara ayırmak veya infak, sâlih amel ve takvâ gibi esasları ihmal etmek, sünnetullah gereği kolaylık yolunu terketmektir. Din, bir bütün olarak kolaydır. İbâdetlerle güçlenmeyen ve fıtratındaki güzelliği korumayan bir insana İslâm'ın bazı emir ve yasakları zor gelebilecektir. Temel gıdalarla yeterli şekilde beslenmeyen, vücut için zarûrî yiyecekleri yemeyen kimse gerekli enerjiye sahip olamadığı için za'fiyetten dolayı nasıl basit işleri yapmakta zorlanırsa, mânevî/rûhî gıdalarını almayan kimse de mânevî ve psikolojik za'fiyetinden ötürü, aslında hiç de zor olmayan görevleri yerine getirmekte zorlanacaktır.
Allah'a kulluğun zor olduğunu zannedenler, nasıl zorluklar içinde kıvranıyorlar, farkında değiller. Hakkı görmek istemedikleri için, bâtıl kendilerine şirin, gerçek din de zor geliyor. Kula kulluk ve kendi gibi ya da daha aşağılarına boyun eğmek, insan fıtratına ve onuruna ters nice zorlukları bu insanımsılar nasıl değerlendiriyorlar? Stres ve bunalımlar, psikolojik rahatsızlıklar, ahlâkî problemler, maddî kayıplar, hastalıklar, bitmeyen şikâyetler... hep gayri İslâmî yönelişlerin ya da dini sulandırıp ılıman İslâm çizgisinin, bu dünyadaki zorluklarıdır. Şeytan, güzel amelleri zor göstermeye çalıştığı gibi, fâsıkların da amellerini süsler, zorları kolay zannettirir. Meselâ içki içmek ve sonrasına katlanmak hiç de kolay olmadığı halde, şeytan içkiyi güzel ve kolaylık zannettirir. Fâhişelik ve câhiliyyenin “hayat kadını” deyip özendirdiği bayat kadınlarla zinâ etmek, AIDS gibi riskleriyle, maddî-mânevî pislik ve sıkıntılarıyla hiç de kolay ve güzel bir şey olmasa gerektir.
"Lâ râhate fi'ddünya." İnsan, zaten dünyada tam ve mutlak bir kolaylık ve rahat içinde yaşayamaz; Bu kural, zengin-fakir, her dönem ve her yerdeki tüm insanlar için geçerlidir. Yoksa, cennetin kıymeti olmazdı. İnsan, hayatın zorluklarını ya Allah için çekecek ve bu doğal zorlukları kolaylık ve güzelliklere çevirecek ve âhiret sermayesi yapacak; ya da gayri meşrû bir amaç uğruna zorluklara katlanacak, zorluklar katlanarak büyüyecek ve öteki dünyada zor bir hayat onu bekleyecektir.
Allah, hiç kimseyi, yapması mümkün olmayan bir şeyden sorumlu tutmaz (2/Bakara, 286). Bununla birlikte, kişinin neyi yapıp neyi yapamayacağına kendisi karar veremeyeceği de açıkça anlaşılmalıdır. Belirli bir kimsenin, neyi yapabilip neyi yapamayacağına karar verecek olan Allah’tır. Aynı şekilde, bir şeyin kolay veya zor olduğuna hükmetmek; şeytanın ve insan hevâsının/nefsinin kararına bırakılmamalıdır. Allah bizim için zorluk dilemediği, kolaylık istediği için (2/Bakara, 185), Allah’ın bize emrettiği tüm hükümler kolaydır. Ama, birçok zorluğu ve çirkinliği bulunan haramları şeytan süslediği (6/En’âm, 43), kolay ve güzel gösterdiği gibi; Allah’a ibâdet ve itaati de zor göstermeye çalışır. Müslümanca yaşamak, ibâdet ve tâatle Allah’a teslim olup O’na yönelmek, aslında hayatı kolaylaştırmaktır. Fakat insan şeytanla ve günahlarla imtihan edildiğinden nefsi/hevâsı ona ibâdetleri ve İslâmî hayatı zor gibi gösterir.
Allah’ın râzı olduğu bu tevhid dinini yeniden dizayn edip reforma tâbi tutmaya, onu tahrif edip yeniden şekillendirmeye kim, hangi hakla cür’et edebilir? Bu yetkiyi onlara kim veriyor? Câmi duvarını pislemeye kalkanların da, onlara seyirci kalanların da âkıbetleri hiç iyi olmayacaktır. Taşlar (tâğûtî düzenin yasalarıyla) bağlı ve itler (özgürlük yemiyle) azgın olsa da bu sonuç değişmeyecektir. Bir kısmını kabul edip bir kısmını da inkâr etmek sûretiyle Allah’ın dinini parça parça edip gruplara ayrılanlarla müslümanların hiçbir (olumlu) ilişkileri olamaz(6/En’âm, 59). Bazıları kalkıyor, İslâm’ı ikiye ayırıyor: Radikal İslâm, ılımlı İslâm diyor. Cici İslâm, ağza biber sürülecek İslâm şeklinde iki çeşit İslâm ortaya koymaya çalışıyor. Tabii, tercihlerini, yönlendirme ve dayatmalarını kendilerinin veya kendilerinden daha alçak bazı insanların içini doldurduğu cici dinden yana koyuyorlar. Allah’ın Kur’an’la tanımlayıp Peygamberiyle örneklendirdiği dini beğenmeyip değiştirmek isteyen bu tipler, bir anlamda -hâşâ- Allah’a din öğretmeye kalkıyorlar.
“De ki: ‘Siz dininizi Allah’a mı öğretiyorsunuz? Oysa Allah göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (49/Hucurât, 16).
Bu, vahiy dinini akıl dini haline getirmek, İlâhî dini beşerî din ölçülerine indirmek, yani tahrif etmektir. Bir zamanlar hak din olan hıristiyanlık ve yahûdiliğin başına gelenlerin aynısını İslâm için de yapmaya çalışıyor ılımlı İslâm anlayışını dayatan muharrref din sahipleri.
İçinde “hak”dan bazı unsurlar taşıyan “bâtıl”, en tehlikeli bâtıldır. Bâtıl/küfür, kendi aslî yapısıyla İslâm’ın karşısında durmayı göze alamadığı için, hak maskesi takarak, hakla koalisyona girerek, sûret-i hakdan gözükerek kalleşçe, münâfıkça İslâm’ın karşısına geçiyor. Dine karşı din, İslâm’a karşı ılımlı İslâm yaklaşımıyla cahil kitleleri safına çekmeye, gerçek İslâm’ı içten yıkmaya çalışıyor. Bu, modern zamanlarda icat olunan yeni bir keşif değil; kâfirlerin çok eski, ilkel bir taktiği. Medine münâfıklarından farklı bir şey yok küfür cephesinde.
Ilımlı İslâm’ı savunmak, insanı tanrı yerine koymaktır, ilâhlık taslamaktır, İslâm’ı yeniden şekillendirip, atmalar ve katmalarla onun içeriğini yönlendirmeye kalkmaktır. Tâğut denen bu azgın sapıklar, kendilerinin râzı olacağı bir din istiyorlar. Allah’ın bizim için seçip râzı olduğu dinden onların râzı olmayacakları belli.
“Sen onların dinine uyuncaya kadar yahûdiler de hıristiyanlar da senden asla râzı olmazlar. De ki: ‘Doğru yol, ancak Allah’ın yoludur.’ Sana gelen ilimden sonra eğer onların hevâlarına/arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah’tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.” (2/Bakara, 120).
O yüzden, bu ılımlı İslâm denen ucûbe, egemen güçlerin, global küfrün râzı olacağı farklı bir dindir; adına İslâm denilse de hak din olan, Allah’ın seçtiği ve râzı olduğu İslâm değildir. Kur’ân-ı Kerim, bunlar hakkında bakın neler diyor?
“Yoksa onların, dinden Allah’ın izin vermediği şeyleri dinî kaide kılan ortakları mı var? Eğer azâbı erteleme sözü olmasaydı derhal aralarında hüküm verilirdi (işleri bitirilirdi). Şüphesiz zâlimler için can yakıcı bir azap vardır.” (Şûrâ, 21)
“…Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden böyle davrananların cezâsı, ancak dünya hayatında rezillik/rüsvaylıktır. Kıyâmet gününde ise en şiddetli azâba itilmektir. Allah, sizin yapmakta olduklarınızdan asla gâfil değildir.” (2/Bakara, 85)
“İslâm’a çağrılırken, Allah’a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete/doğru yola erdirmez.” (61/Saff, 7)
“Onların çoğu, ancak şirk/ortak koşarak Allah’a iman ederler.” (Yûsuf, 106)
Gerçek mü’minlerin vasfını ve tavrını da Kur’an şöyle belirtiyor:
“Gerçek mü’minler, ancak Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte sâdıklar (iman iddialarında doğru olanlar) ancak onlardır.” (49/Hucurât, 15)
Her gün, namaz kılarken 40 defa duâ ediyor ve O’nun dosdoğru dinini tâkip edeceğimize dair bir anlamda Allah’a söz veriyoruz:
“(Ey Allah’ım) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senden medet umar, yardım isteriz. Bize hidâyet ver, dosdoğru yolu göster. Kendilerine nimet verdiğin, lütufta bulunduğun kimselerin (peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, sâlihlerin) yolunu; gazaba uğramış (yahûdilerin) ve dalâlette olan sapıkların (hıristiyanların) yolunu değil!” (1/Fâtiha, 5-7)
Ilımlı İslâm denen bu sahte din, hakka bâtılın karıştırılması, hakla bâtılın koalisyonudur. İlâhî dinden bazı hususlarla emperyalist keferenin bazı prensiplerinin karması olan uydurma bir karışımdan, çirkin bir sentezden başka bir şey değildir.
İslâm, “lâ (hayır!)” ile başlar. “Lâ ilâhe illâllah” demeyen insan müslüman kabul edilmez. Tarihsel ve güncel ilâh yerine konulan her türlü sahte tanrıları, güç odaklarını, otorite anlayışını, yani tâğutları reddetmeden müslümanlık olmaz (2/Bakara, 256). Ilımlı İslâm denilen şey, “lâ”sız bir İslâm anlayışıdır. Reddedecek, tavır alacak, savaşacak bir düşmanı olmamak; her şeyle ve gayri müslim herkesle diyalog içinde kardeş-kardeş, barış içinde yaşamak… Kendisine ve her şeyden önce dinine kast eden bunca zâlime karşı nasıl olacaksa bu!... Aslında bu çirkin kavramla istenen şey belli: müslümanın iğdiş edilmesi, işgalcilere karşı direnç ve tavır gösteremeyecek şekilde pasifize edilmesi, emperyalist zâlimlere kul ve köle edilmesi…
Allah’ın yanında tek hak din olan İslâm (3/Âl-i İmrân, 19), Allah tarafından tamamlanmış ve Peygamberimiz tarafından bize sunulmuştur.
“...Bugün size dininizi kemâle (olgunluğa ) eriştirdim, üzerinizdeki nimeti tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçip beğendim, ondan râzı oldum...” (5/Mâide, 3).
İslâm, tarih boyunca Allah’ın insanlara gönderdiği dinin genel adıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) ve Kur’an’la tamamlanan ve olgunluğa ulaşan bu din, aslî kaynakları yönüyle kıyâmete kadar bozulmadan devam edecektir. Bu dinin Kitabı olan Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın koruması altındadır ve asla değişmeyecek, tahrif olmayacaktır. İnsanların din hakkındaki görüşleri ve değerlendirmeleri değişse bile, İslâm, Allah’ın dini olarak devam edecektir.
İslâm kelimesi sözlükte; teslim olmak, boyun eğmek, itaat etmek anlamlarına gelir.Allah Teâlâ’nın emirlerine teslim olup itaat etmeye dayanan bir din olması sebebiyle bu dine İslâm denilmiştir. “İslâm”ın terim anlamı ise: Allah tarafından peygamberler aracılığıyla insanlara bildirilen, dünyada ve âhirette insanları mutluluğa ulaştıracak hayat şekli, itikadî ve amelî bir nizamdır. İslâm, akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı olan şeylere götüren İlâhî bir kanundur. Dünya hayatını düzene koyan İlâhî sistemin özel ismidir İslâm. İnsanla Allah’ın arasındaki ilâhî bağdır. Mutluluğun, barışın, şeref ve izzetin sağlandığı yaşama biçimidir. Allah’ın insanlara, onları mutluluğa ve yüceliklere yükseltmek için gönderdiği İlâhî kanun ve ilkeler bütünüdür.
İslâm, insanın içi ve dışı, kalbi ve kalıbı, aklı ve vicdanı, arzusu ve nefreti, duygusu ve hassâsiyetiyle Allah’a teslim olup boyun eğmesidir. Kalbini ve aklını, elini ve eteğini, içini ve dışını Allah’ın hükmü dışındaki her türlü etkiden kurtarmaktır. İslâm, bütün peygamberlere gönderilen semâvî (İlâhî) dinin adıdır. Çünkü İlâhî vahyin kaynağı birdir ve O da Allah’tır. Allah’ın ‘İslâm’ adını verdiği bu İlâhî din, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile olgunluğa ulaşmış, bütün hükümler açısından tamamlanmış, bütün ilkeleri Peygamber tarafından açıklanmış bir hidâyet yoludur. Allah katında geçerli din, yalnızca İslâm'dır (3/Âl-i İmrân, 19). Bu dine inananlara ‘müslüman’ adını Allah vermiştir (22/Hacc, 78). Geçmiş peygamberler de müslümandı, onlara inanan insanlar da. O peygamberler de insanları yalnızca İslâm'a dâvet ettiler (2/Bakara, 128, 131-133, 135-136; 3/Âl-i İmrân, 20, 67 vd.).
Müslüman, kalbiyle, diliyle davranışlarıyla İslâm’a teslim olduğunu, Allah’a itaat ettiğini gösterir. Hz. Ali’nin de dediği gibi “İslâm teslimdir, teslimiyettir.” Allah’a teslim olmayan kimse, müslüman sayılmaz. İnsan neye teslim olmuşsa ona kul olmuş demektir.
“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, mü’min bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (33/Ahzâb, 36).
Allah’ı hakem kabul etmeyen, O’nun hükmüne râzı olmayan, O’nu her konuda tek ölçü kabul etmeyen kimse müslüman olabilir mi? Allah’ın dinini beğenmeyen, O’nun dininde bazı eksiltmeler veya artırmalar yapan, o dindeki bazı hükümleri yok sayan veya başka görüşlerle sentezleyen kimseden daha sapık kim olabilir?! Ilımlı İslâm denilen şey, işte böyle bir sapıklıktır.
İslâm tevhid dinidir. Tevhid, “Lâ ilâhe illâllah” ifâdesiyle özetlenir. Allah’tan başka ilâh, yani mutlak otorite, egemenlik kaynağı, ibâdete lâyık zât yoktur; En çok sevilen, korkulan, umut edilen O’dur.Tevhide rağmen, hiçbir şahsın ve kurumun değeri yoktur. Dostluk ve düşmanlıkta ölçü, Allah ve Rasûlüdür; İslâm’dır. Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi meşrû kılmak, O'na karşı din üretmek anlamına gelir (Bak. 42/Şûrâ, 21)
İslâm’ın hâkim olmadığı sistemlerde, din devletsiz; devlet de dinsiz konumdadır. İslâm’ın istediği gibi bir din topluma ve sisteme hâkim değilse, devletin istediği bir din (dinin tahrif edilen şekli) ortaya çıkacaktır. Değişik ifadeyle, bir ülkede ya dinin devleti, ya da devletin dini vardır. Ilımlı İslâm, zâlim devletlerin, işgalci ve emperyalist güçlerin toplumları kendilerine kul etmek için prensiplerini belirledikleri kuşa benzetilmiş bir din anlayışıdır.
Hak dâvânın mensuplarından Cenâb-ı Hakk'ın istediği şeyler: Hakkı eğip bükmeden söylemek, Allah'ın hükümlerini tebliğ edip uygulamak, emrolunduğu şekilde sırât-ı müstakim çizgisinde sapmadan dosdoğru hareket etmek, bâtıla karşı net tavır koymak, takvâ, cihad ve sabır silâhlarını kuşanmak, tâviz ve uzlaşmaya yanaşmamaktır. Bir müslümanın vahiyle belirlenmiş herhangi bir prensipten vazgeçmesi, hakkında nass olan bir konuda pazarlık yapması, inancıyla bağdaşacak bir tavır değildir. Allah'ın emirlerinin büyüğü-küçüğü, temeli-teferruatı, önemlisi-önemsizi, tâviz verilecek olanı-olmayanı olmaz. İman esasları ve dinin ilkeleri, bölünme kabul etmeyen bir bütündür. Rasüller ve onların vârisleri âlimler başta olmak üzere İslâmî hareket mensupları, Allah'ın rızâsından başka beklentileri olmayan, âhireti dünyaya tercih eden dâvâ erleridir. Onlar, etkin ve yetkin müşriklerin tehdit ve zulümlerinden korkmayacakları gibi, dâvâlarını ve kendilerini pazarlık aracı yapamazlar, kiralayamaz ve satamazlar. Bir müslümana Allah'ın vereceği karşılıktan/ödülden daha büyük bir bedel icat edilememiştir, edilemeyecektir. Onlar, halktan bir karşılık istemezler, onların ücretlerini Allah verecektir.
Abese sûresinin nüzul sebebinden de öğreniyoruz ki, Rasûlullah tarafından bile, daha geniş kitleleri harekete katmak, dâvâya hizmet için dahi olsa, bir müslümanın rencide olabileceği en küçük bir davranış onaylanmaz; nerede kaldı ki dâvâyı/İslâm'ı rencide edecek bir tavır, yani tâviz Kur'an'dan destek ve cevaz bulsun!
Ilımlı İslâm’ı savunan ve dinini yaşamak isteyen müslümanlara tek alternatif olarak dayatan çıkar gruplarının esas amaçları, İslâmî hareketi saptırmak veya satın almak ya da boğmaya çalışmaktır.
"(Sana şu tâlimatı verdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer (hükümden) yüz çevirirlerse bil ki (bununla) Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına belâ etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır." (5/Mâide, 49).
Allah Teâlâ, müşriklerin arzularına, hevâ ve heveslerine uymamak ve Allah’ın hükümlerinden bir kısmının bile uygulanmasından tâviz vermemeyi peygamber şahsında mü’minlere emretmektedir.
“Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar.” (68/Kalem, 7-9).
“Sizin de kendileri gibi kâfir olmanızı/inkâr etmenizi istediler ki onlarla eşit olasınız.” (4/Nisâ, 89)
“(Müşrikler,) sana vahyettiğimizden başka bir şeyi yalan yere bize isnat etmen için seni, nerdeyse sana vahyettiğimizden saptıracaklar ve ancak o takdirde seni candan dost kabul edeceklerdi. Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, neredeyse onlara birazcık meyledecektin. O takdirde hiç şüphesiz sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat kat tattırırdık; sonra Bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın.” (17/İsrâ, 73-75)
“De ki: ‘Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam/kulluk etmem… Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” (109/Kâfirûn, 1, 2, 6)
Zamanımızda olduğu gibi, Kur’ân-ı Kerim’in indiği devirde de kendi kafalarına göre din icat edenler veya Allah’ın hükümlerinin kendi arzu ve heveslerine göre değiştirilmesini isteyenler olmuştur. Hâlbuki Kur’an belli dönemlerdeki insanların geçici ve değişken arzularını karşılamak için değil; Kıyâmete kadar bütün insanlığın rûhî, ahlâkî ve mânevî ihtiyaçlarını karşılamak, dünyevî ve uhrevî saâdetin yolunu göstermek için indirilmiştir. Bu sebepledir ki, âyette belirtildiği gibi Peygamber de dâhil olmak üzere hiç kimsenin Kur’an’ın hükümlerini değiştirme veya onları tâviz pazarlığına koyma yetkisi yoktur.
Konuyla İlgili Birkaç Hadis-i Şerif
"Benden sonra birtakım emîrler (yöneticiler) olacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik eder, yaptıkları zulümde kendilerine yardımcı olursa benden değildir. Ben de onlardan değilim. O kimse benim 'havz'ımın etrafına yaklaşamayacaktır. Kim onların yalanlarını tasdik etmez, zulümlerinde onlara yardım etmezse bendendir. Ben de onunla beraberim. Ve o kimse havzımın kenarında bana ulaşacaktır." (Tirmizî, 121, hadis no: 2360)
"Ben, sizin havuz başında öncünüzüm. Benim yanıma gelen ondan içer, ondan içen de ebediyyen susamaz. Ve muhakkak benim yanıma birtakım kavimler gelecek ki, ben onları tanırım, onlar da beni tanırlar. Sonra benimle onların arasına bir perde konur. Ben, 'onlar bendendir' derim. Bana: 'Sen onların, senin ardından neler ortaya çıkardıklarını bilmezsin' denilir. Ben de: 'Benden sonra dinde değiştirme yapanlar uzak olsunlar, uzan olsunlar' derim." (Buhârî, Rikak 164; Müslim Fezâil 26-32)
"Kitab ve Sünnet'ten başka uyulması gerekli üçüncü bir yol yoktur. Sözlerin en güzeli Allah'ın kelâmı ve yolların en güzeli, Muhammed'in yolu, sîrettir. Dikkat! (Sonradan) dinde ihdas edilmek istenen şeylerden sakının. Çünkü şer işlerden birisi de, ihdas edilen şeylerdir. (Dinde) icat edilen her şey bid'attir. Bid'atler dalâlettir." (İbn Mâce, Mukaddime 46)
"Karanlık gecenin (zifiri) karanlıklarına benzeyen fitneler ortaya çıkmadan amellere sarılın. (Zira o fitneler zuhur ettiği zaman) Kişi mü'min olarak sabahlayacak, kâfir olarak akşamlayacak. Veya mü'min olarak akşamlayacak, kâfir olarak sabahlayacak. Dinini bir dünya metâı karşılığında satacaktır." (Müslim, İman 118, hadis no: 186)
"Ben sizi, gecesi, gündüzü gibi aydınlık olan (en küçük şüpheyi barındırmayan, gayet açık) bir din üzerine bıraktım. Benden sonra ancak helâk olanlar, o dinden (başka yönlere) sapar. Sizden kim çok yaşarsa, çokça ihtilâfa şâhit olacaktır. Onun için Sünnetime ve hidâyete erdirilmiş olan hulefâ-yı râşidîn'in sünnetine/yoluna yapışın..." (İbn Mâce, Mukaddime 6; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlim 16)
“…Bu din garip olarak başladı, tekrar garipliğe dönecektir. Gariplere ne mutlu! O garipler ki, benden sonra, insanların sünnetimden bozdukları şeyi ıslah edecekler." (Tirmizî, İman 13, hadis no: 2632)
"İnsanlar arasında Allah'ın en çok buğzettiği üç kişi vardır. …(Bunlardan biri:) İslâm'a girdiği halde câhiliyye sünnetini (yol, âdet ve tatbikatlarını) arayan." (Buhârî, Diyât 9)
"İnsanlar üzerine bir zaman gelecek ki, onların içinde dini(nin gereklerini yerine getirme) üzerinde tahammül gösteren, avucunun içinde ateş parçası tutan gibidir." (Tirmizî, Fiten 61, hadis no: 2361; Ahmed bin Hanbel, 2/390-391)
"Ben bir müşrikten yardım almam!" (S. Müslim, hadis no: 151)
"Müşriklerin ateşiyle aydınlanmayınız." (Nesâî, Kitab: 48, bab 52)
Günümüzde gerek sıcak, gerek soğuk savaş şeklinde nice coğrafyalarda tüm şiddetiyle sürmekte olan hak-bâtıl mücâdelesi, aslında ilk insandan başlayıp son insana, yani Kıyâmete kadar sürecek olan İlâhî bir kanun, Rabbânî bir cilvedir. Yeryüzünü ıslah edecek halife olarak yaratılan insan, çok kısa bir zaman sonra bâtıl savaşçısı Şeytanın hileli savaşıyla karşılaşmış ve halife olmanın, hak cephesinde Allah'ın askeri olarak savaşta yer almanın eğitim ve imtihanından geçmiştir. İnsanlık (ve İslâmlık) tarihi, peygamberlerin veya vârislerinin komutanlığındaki "hak"la, tâğutların komutanlığındaki "bâtıl" savaşının görüntüleri, teferruâtı farklı; cephe ve asılları aynı olan bu mücâdele olaylarından başka bir şey değildir.
Bir müslüman için, bu savaşta tarafsız kalma, savaşın zorluklarından kaçarak sulhu isteme, barışçı ve insancıl(!) olma tercihi sözkonusu değildir. O, şeytanın askerleriyle, tüm hayatı boyunca savaş içinde olacaktır. Tâ ki, fitne yeryüzünden tümüyle kalksın ve din tümüyle Allah'ın olsun (8/Enfâl, 39; 2/Bakara, 193).
Mü'min bu savaşta mutlaka safını seçmek zorundadır. Çünkü hakkın safında yer almayan, bu tavrıyla bâtılın safını seçmiş kabul edilecektir.
"İman edenler, Allah yolunda savaşır, kâfirler de tâğut yolunda savaşırlar. O halde siz şeytanın dostları ile (kâfirlerle) savaşın. Muhakkak ki şeytanın hilesi zayıftır." (4/Nisâ, 76)
Sıcak savaşın (canla cihadın) terk edildiği, bununla birlikte "ben de müslümanım" diyen insanların resmî nüfusa göre çoğunlukta olduğu topraklarda soğuk ve sıcak şekilde süren hak ve bâtıl savaşı, günümüzde “hakiki İslâm” ile “ılımlı ve sahte İslâm” arasındaki savaşa dönüştü. Evet, müslümanların yaşadığı tüm ülkelerde Kur'an ve Sünnet çizgisindeki muvahhid müslümanların karşısında, yine kendisini müslüman; savunduğu ve koruduğu şeyleri de İslâm diye takdim eden zihniyet vardır. İslâm'ın ve müslümanların karşısına erkekçe çıkılmıyor. Müslümanın eğer birazcık ferâseti, azıcık basîreti varsa, hemen sahteliğini teşhis edebileceği şekilde İslâm maskesi takarak bâtıl, hak adı ve görünümüyle hakkın karşısına olanca zulüm ve istibdâdıyla çıkıyor. Bu maske yırtılmadan, altındaki iğrenç yüz teşhir edilmeden, halkın Allah’ın râzı olacağı hakiki İslâm safında yer almasına imkân ve ihtimal yoktur. Barışın, huzurun, müslümanca güzelliklerin önündeki en önemli engel, bu sahte müslümanlar ve bu sahte İslâmlardır, yani ılımlı İslâm anlayışıdır.
Nâsır'lar, Kaddâfi'ler, Ziyaülhak'lar, devleti ele geçirinceye kadar hep bu maskeyi takmışlar, durumlarını kuvvetlendirinceye kadar tâvizsiz İslâm inkılâpçısı geçinmişler, oyunlarını sürdürebilmek için zaman zaman kullanmak üzere bu maskeyi yanlarında hazır bulundurmayı ihmal etmemişlerdir. Müslümanların yaşadığı hemen her ülkede lider ve önder kabul edilenlerin tavrı da çok farklı olmamıştır. Bu oyunun, yaşadığımız topraklarda daha zengin mizansenlerle oynandığını görmemek için kör olmak gerekmektedir.
Bugün din, din adına tahrip ediliyor. Din adına, ehl-i sünnet adına İslâm'ın devlet ve şeriat anlayışına en büyük düşmanlıklar yapılıyor. Çoğu radyo ve TV’deki din programlarıyla hakiki İslâm'a en büyük iftiralar atılıyor. Din, önce câmilerde sonra dinin öğretildiği okullarda ve din dersi ve dinle ilgili programlarda kâfirlerin ve düzenlerinin hizmetine sunuluyor.
Din dersleriyle putlar ve putçu düzenler gençlere sevdirilmeye çalışılıyor. Din öğreten kurs, okul ve fakültelerde bu uzlaşmacı, tâvizci, Amerikancı İslâm'ın askerleri yetiştirilmek isteniyor. İslâmî değişim ve dönüşüme, tâğutlarla mücâdeleye, câhil halktan önce resmî din teşkilâtları karşı çıkıyor. Küfre ve küfrün tüm kurumlarına, dinî kurumlarla yardım ediliyor.
Allah'la harbetme kabul edilen fâiz, hac için Diyanetin mecbûriyetlerinden biri haline getiriliyor. “Câmi, siyasete âlet edilmemeli” diyen egemen güçler, câmileri ve tüm dinî kurumları kendi devlet siyasetine istediği doz ve şekilde âlet ediyor ve kullanıyor.
Vaazlarla, dinî konuşma ve din dersleriyle tâğutlara ve onların düzen ve uygulamalarına saygılı, putlara hürmetkâr veya en azından müsâmahakâr, düzene ayarlanmış vatandaş yetiştiriliyor. Allah'ın evi olması, sadece Allah'a çağrı yapılması gereken yerler olan câmiler (72/Cinn, 18), devlet dairesi; Peygamber'in vârisi ve Allah'ın memuru olması gerekenler de zâlim bir düzenin memuru haline geliyor. Câmiler bile Allah'ın değil, tâğûtî yasaların hâkimiyeti altına giriyor.
Bu insan eliyle değiştirilerek kuşa benzetilmiş muharref müslümanlığa hizmet etmek amacıyla din öğretecek öğretmenler putlara saygı duruşunda bulunabiliyor. Din kurumlarında görev almak veya öğrencilere din anlatmak isteyenler, hangi dine hizmet edeceklerini karıştırmasınlar diye, ılımlı İslâm ilkeleriyle ancak bağdaşabilecek sözler söylüyor, daha işe başlarken nasıl bir din tercihi yaptığını zâhiren deklare etmiş oluyorlar. Tâğûtî düzene ve tâğutların yoluna bağlı kalacaklarına dâir taahhüde giriyor, belge imzalamakta tereddüt etmiyorlar. Din eğitimi almak isteyen bir kız, İmam-Hatip ve İlâhiyat Fakültelerinde yine bazı din hocalarının teşvik ve zorlamasıyla, en azından rızâsıyla başını açmak zorunda bırakılıyor. Bazıları da başörtü farîzasını teferruat, böyle bir din tercihini de büyük hizmet diye sunuyor.
Resmî kurumlar böyle de, bazı gönüllü teşkilatlar farklı mı? Subay ve astsubayların askerî gazinolarda içki içebileceklerine, oralardaki her çeşit haram eğlencelere katılabileceklerine dair bazı hoca efendiler fetvâlar verebiliyorlar. Üniversitelerdeki kızların ılımlı bir dine hizmet için başlarını açabileceğini, açmaları gerektiğini tavsiyeden de öte emredebiliyorlar. Bazıları köşelerine çekilmiş, sadece tesbih çekmekle işin hallolacağını düşünüyor. Havadan sudan konuşmayı tercih edip, suya sabuna dokunmamaya özen gösteriyor. Hâlbuki suya sabuna dokunmadan temizliğin ve temiz kalmanın mümkün olmadığını çocuklar bile bilmektedir.
Televizyon müftüleri zaten malûm. Çoğu TV. ve gazetelerin bütün imkân ve fırsatları kullanarak zaten gerçek İslâm’la savaştığını bilmeyen yok. Onların birkaç kuşu birden vurmak için atmak istediği taş olarak programlarında yer verdiği yeşil rengin ne derece ılımlı tonları olduğunu, yeşilden başka her renge benzediğini görmeyen, bilmeyen yok. Bu program ve köşelerin Allah’ın dinine değil de; ulusal muharref Türk dinine hizmet etmeyi amaçladığını, bu çerçeveye uymayan basit ve etkisiz bireysel tavırların bu çorbaya çeşni katsın diye dozu ayarlı acı biber şeklinde kabul edildiğini görmek gerekir.
Uslandırma ve sulandırma: Ilımlı İslâm anlayışının dış kaynaklı olduğunda şüphe yok. Zaten tek millet olan küfür cephesi, yerlisi ve yabancısıyla işbirliği yaparak İslâm’ın rengini değiştirmeye çalışıyorlar. Allah’ın râzı olduğu dinden ve onu yaşayanlardan râzı olmayacak olan Batılılar (2/Bakara, 120), Müslümanları hak dinden uzaklaştırmak için silâhlı ve silâhsız her çeşit mücâdele ve fitneden çekinmediklerini tarih boyunca ve güncel nice örneklerle ortaya koyarlar.BOP (Büyük Ortadoğu Politikası), müslümanların kökünü kazıyamayacağını ve çok pahalıya mal olan işgallerle işi halledemeyeceğini anlayan büyük şeytan Amerika’nın kendilerine göre doğunun ortasında, Ortadoğu’da radikal diye tanımladığı kaynağa bağlı gerçek İslâm’ı terörize edip suçlamak, yasakla(t)mak ve ılımlı İslâm anlayışını daha bir yayıp dayatmaktır. Böylece uslandırılmış ve sulandırılmış bir dini İslâm diye takdim edip sadece adı ve kâfirleri rahatsız etmeyecek özellikleri kalan din anlayışı ile yetinen sözde müslümanları emperyalist hedefleri istikametinde köleleştirmektir.
Halk ne yapsın; artık halk Peygamber denilince sadece gülü aklına getirmektedir. İbâdet denilince sadece cuma ve teravih namazını, Allah’a yaklaşma denilince kandil gecelerindeki bid’atleri, kabirleri yüceltmeyi, evliyâyı uçurtmayı, mevlitleri, içinde bol bol aşk, sevda kelimeleri geçen ezgi ve ilâhîleri gündemine alıyor. Allah’tan değil; türbelerden ve Hızır’dan medet umuyor, Allah’a (bilinçsizce şirk karıştırarak) iman edip tâğutlara kulluk yapıyor, “Allah devletimize zeval vermesin!” duâlarını dilinden eksik etmiyor.
Küfre isyânı emreden din, kâfirlerin ve küfrün koltuk değneği, düzenin destek ve dayanağı haline gelmiş durumda. Laiklik ve demokrasi, düzen ve kurucusu dinle ilgili konuşma ve derslerle sevdirilirken, Allah ve Rasûlü'nün istediği hakiki dine giden yollar din adına tıkanıyor. Müslümanların kestiği kurbanların derileriyle gerçek dine düşman kurumlar biraz daha güçleniyor. Kur'an'ı seçim nutuklarında öpüp alnına koyanlar Kur'an'ı mahkûm ediyor, ahkâmına düşmanlık yapıyor. İnsanlar, Allah’ın indirdiğiyle hükmedilmesini değil; câhiliyye hükümlerinin namaz kılanlar tarafından yürütülmesini istiyor.
Özetin özeti olarak kısa ve basit bir çerçevesini çizdiğimiz Atatürk ilkelerine ters düşmeyen, tâğûtî ilke ve yasalara uygun ve saygılı bu İslâm, Amerika ve Avrupa’nın da râzı olduğu İslâm'dır. Hâlbuki Kur'an, hıristiyan ve yahûdilerin, kendi milletine (dinine) tâbi olmadıkça Rasûl-i Ekrem'in şahsında müslümanlardan kesinlikle râzı olmayacaklarını beyan ediyor (2/Bakara, 120). Nasıl, onlar Allah’ın dininden ve ona uyan dindardan râzı değillerse, onların râzı olduğu bir dinden ve dindarlıktan da Allah’ın (ve muvahhid mü’minlerin) râzı olması beklenemez.
Yine, laikliğe aykırı olup olmadığı hiç tartışılmadan, cumhuriyetin ilk yıllarından bu yana müftü, vâiz ve imamlara, din öğretmenlerine maaş, makam ve imkânlar veriyorlar. Tabii, Allah'ın hükmüyle hükmedilmesine en büyük irtica damgası vuran bir düzen, bu maaşları Allah rızâsı için vermeyeceğine göre, niçin veriyor dersiniz? Elbette ılımlı İslâm için ve bu tür İslâm’a katkı sağlayanları ödüllendirmek için.
Bütün bunlar, yaşanılan, anlatılan, serbest olan, teşvik gören dinin, adına İslâm denilse de gerçek İslâm'la öz yönüyle alâkası olmayan tahrif edilmiş sahte bir din olduğudur. Aslında, tek hak din olan İslâm'ın o devirdeki şekli olan gerçek hıristiyanlık nasıl tahrif edilmiştir? Müslümanlar bu hususu tekrar düşünmeli ve ona göre tedbir almalıdır. Çünkü aynı oyun günümüzde İslâm'a karşı da oynanmaktadır. Müslümanların da bu oyuna gelmediklerini maalesef söyleyemiyoruz. Onları uyaracak olanların kendi horlamaları, şeytanî bir müzik gibi ruhlara dinî(!) gıda ve heyecan vermekte, uyarıcılar icrâ ettikleri mûsikîye ninnileri de güfte ve nağme olarak katmakta, bu sanatlarının karşılığı olarak ücretlerini de efendilerinden almaktadırlar.
Önceleri örf-âdet dini haline getirilmiş, pasifize edilerek uyuşturulmuş şekliyle, bid'at ve efsânelerle, Kesikbaş hikâyeleri, Bektaşî fıkraları, uydurma kerâmet ve evliya menkabeleleriyle, gâfil veya hâin, câhil veya yobaz, yarım veya çeyrek hocalar vâsıtasıyla yarı yarıya tahrif edilmiş ve sultanların emrine, sarayların yönlendirmesine çoktandır girmiş bir İslâm'ı devralan Kemalizm, hiç de güçlük çekmedi dini bugünkü sulandırılmış haline getirmek için. İnkılâplarla, zorlamalarla, karşı çıkan üç-beş hocayı darağaçlarında sallandırma, diğerlerine maaş ve makamlar dağıtarak avlamayla, devletin tahakkümü ve değişik yönlendirmeleriyle, küfür rejiminin kurumlarıyla, özellikle kurs, okul, din teşkilatı ve demokrat/muhâfazakâr/sağcı partiler aracılığıyla vatancılık, milliyetçilik (daha doğrusu ulusalcılık) ilâvesiyle, atalar mirası olan din anlayışını bugünkü ulusal Türk dini haline kolaylıkla getirdi. Ve bugün İslâm, aslî hüviyetini halk yığınlarının zihninde ve yaşayışında kaybederek şu çizgilere geldi:
-Putlara ve putçulara (isteyerek veya istemeyerek) yardım eden,
-Mü'min-kâfir ayrımı değil; Türk-yabancı, devletçi ve bölücü diye insanları ayıran,
-Tüm kâfirlere değil; sadece komünizme, biraz da Ermenilere ve Yunanistan’a düşman olan,
-Düzeni veya düzenin bazı kurumlarını savunan,
-Dini siyasetten ayrı kabul edip devleti dinden, dini de devletten ayıran,
-Grupçu, partici, ağabeyci, üstadcı olan, sahte kahraman ve sahte şeyhlerin izinden gitmeyi şeref sayan,
-Dâvâ için her yolu meşrû gören, hizmet için her tavizci fetvâya uyan,
-Müslümanım demek yerine; Türküm, milliyetçiyim, mukaddesatçıyım, demokratım, filan partiliyim, falan tarikattanım demeyi tercih eden,
-Doğduğu veya doyduğu yeri putlaştıran, ümmetçi değil; ırkçı olan,
-Ulusal simgelerle, ulusal sınır ve ulusal tarihiyle gurur duyan,
-Cihad denilince ürken; korkak, uyuşuk, mıymıntı ve pasif yaşayıp dünyevîleşen
-Nâfile ibâdetlerle, tesbihle, virdlerle yetinen; mukaddesâta ve farzlara hücum edilir, haramlar şiirleşip süslenirken, nâfilelerle uğraşıp kapısına ve kalbine kadar gelen tehlikeden haberdar olmayan,
-Yöneticilerinin Allah’ın indirdiğiyle hükmedip etmemesini önemsemeyen, düzenin İslâmî olup olmadığını cehâlet veya ihânetinden ötürü tespit edemeyen,
-Bildiği hakikatleri ketmedip gizleyerek lânete uğrayan ve dilsiz şeytandır..
Ahmet KALKAN
http://www.ilkav.org/news.aspx?id=634