Kadın ve cihad

 

YAŞADIĞI ZAMANIN hâkim anlayış ve yaşayış biçiminin her insanı bir şekilde etkilediğini bizatihî kendi hayatlarımızdan biliyoruz. İnsanın bir açıdan ‘ibnü’z-zaman’ olduğu bir gerçek; çocuğu, anne ve babasından da çok, yaşadığı zaman ve zemin etkiliyor.

 

Durum bu olduğuna göre, bir açıdan ‘feminizm çağı’ diye de anılmayı hak eden hazır zamanın dünyanın her tarafından insanları, bu arada dârü’l-İslâm’ın her kesimiyle birlikte bu topraklardaki mü’minleri etkilemediğini düşünmek mümkün değil. Yaşananlar, Batının kendi geçmişinin ürettiği etki-tepki zinciri içerisinde gelişen bir modern ideoloji olarak feminizmin dalgalarının Müslüman zihinlerin ve dahası Müslüman hayatların sahillerine de vurduğunu açıkça gösteriyor.

Açıkçası, gelinen noktada feminizm, bir ‘Batılı’ ideoloji olmanın ötesinde, Müslüman hayatların da bir parçası artık. Feminizmin düşünce kodları, giderek daha fazla sayıda Müslüman kadının zihin dünyasını biçimlendiriyor; giderek daha fazla evlilik feminizmin etkilediği davranış kalıpları içerisinde kuruluyor; ve yine bu yüzden giderek daha fazla sayıda mü’mine kadın evliliği düşünmediği bir hayat kurguluyor. Mesture hanımların dilinde bir ‘ekonomik bağımsızlık’ söylemi varsa meselâ, bu söyleme ‘kula kul olmama bilinci’ değil, feminist dalganın mü’mine zihinler üzerindeki serpintileri tetikliyor.

Hâtemü’l-enbiya aleyhissalâtu vesselamın ahir zamana dair hadislerinden anladığımız üzere, Saat’in yaklaşmakta olduğunun alâmetlerinden birisini, ‘kadınların erkekleşmesi, erkeklerin kadınlaşması’ olgusu oluşturuyor. Bu olgu, iki cinsin bir ara noktada birbirine benzemesi haline işaret ediyor ki, bugün gündelik hayatlara giderek daha fazla hakim olmaya başlayan ‘blucin-tişört’ buluşması bunun bir simgesi olsa gerek. Ama bu simgenin çok daha ötesinde, ilgili hadisler, bir fıtrat kaymasının haberini veriyor. Modern zamanlarda, erkekler zümresinde kadınsılaşmasının, kadınlar zümresinde erkeksileşmenin bir göstergesi olan cinsel sapkınlıklar, bu fıtrat kaymasının uç noktalarını gösterirken; durumun bu sapkınlığa uzanmadığı durumlarda dahi, fıtratın tayin ettiği kadın-erkek farklılığının gözardı edilir hale geldiği bir vâkıa. Kadın ile erkeğin vazife ve sorumluluklarına dair ‘kadim’ esasların artık ‘geleneksel’ diye damgalanıp ‘modern’ alternatiflerin sözkonusu edilmesi, boşuna değil. ‘Kadim’ kelimesi fıtratla birebir özdeşliği, dolayısıyla kalıcı bir gerçekliği temsil ederken; ‘geleneksel’ kelimesi, artık aşılması gereken bir geçmişi ima ediyor zira...

Sözü daha fazla uzatmadan sadede gelecek olursak; Müslime zihinlerin dahi feminizmin etkisiyle düşünür, feminizmin etkisiyle davranır, bugününü ve geleceğini feminizmin etkisiyle kurgulayıp tasarlar hale geldiği bir zamanın içindeyiz.

Ve gerçekte bir ‘erkek ideolojisi’ olarak feminizmin en çarpıcı tarafı, kadınların da erkeklerin yapabildiği şeyleri yapabileceği iddiası üzerinden kadın-erkek eşitliğini vurgulamak olduğuna göre, erkeklerin yaptığı herşeyi yapabilen Müslüman kadın figürleri çıkıyor karşımıza. Erkeklerin yaptığı işleri pekâlâ yapan; pekâlâ doktor, avukat, iş kadını, akademisyen, bilim kadını olabilen. Erkeklerin okuduğu kadar, hatta daha fazla okuyan, erkeklerden daha fazla ve daha iyi yazan, küfre karşı erkeklerden daha iyi mücahede eden...

 

Buna karşılık, bir kadının kadim zamanlardan beri üzerinde hoşnutlukla, huzur içinde ve iftiharla taşıdığı iki nitelik, bugünün müslime kadınlarının dünyasında dahi bir işe yaramazlık, değersizlik ve ‘ikinci sınıf’lık duygusu uyandırıyor neredeyse. Bir kadının ‘anne’ ve ‘ev kadını’ olarak değerinden değil, ancak ‘değersizliği’nden dem vurulan günlerdeyiz.

Erkekle birlikte kadını da ‘dışarıda’ tanımlayan bu yeni rol dağılımı sözkonusu olduğunda, aklıma Ahzâb sûresinin 35. âyeti geliyor nicedir. Kadın ile erkeğin âlemler Rabbine kulluk itibarıyla eşitliğini ve aynı amel-i salihe karşılık aynı mükâfata mazhar olacaklarını bildiren bir âyet, nicedir aklıma gelen:

 “Şüphesiz, müslüman erkekler ve müslime kadınlar, mü’min erkekler ve mü’mine kadınlar, tâate devam eden erkekler ve tâate devam eden kadınlar, doğru erkekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, Allah’a karşı huşû duyan erkekler ve Allah’a karşı huşû duyan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar, (işte) Allah bunlar için bağışlama ve büyük mükâfat hazırlamıştır.”

 “Ey Peygamber hanımları” hitabıyla başlayan ve Peygamber hanımlarıyla ilgili hükümler ve uyarılar içeren iki âyetin ardından gelen bu âyet, kadın ile erkek arasındaki ‘eşitliğin’ geçerli olduğu zemini de öğretiyor her iki cinsten mü’minlere. Erkek olsun kadın olsun, kim Allah’a iman ediyor ise ona mükâfat; erkek olsun kadın olsun, kim Allah’a imandan uzak duruyor ise, ona mücâzat var. Erkek olsun kadın olsun kim Allah’ın dinine teslim olmuşsa, teslimiyeti nisbetinde Allah indinde mükâfata mazhar kılınacak. Aynı şekilde, Allah’a itaate devam eden, sıdk üzere olan, sabreden, Allah’a karşı huşû duyan, Allah için sadaka veren, Allah için oruç tutan, nâmuslarını koruyanlar, Allah’ı çokça zikredenler, erkek veya kadın oldukları için değil, bu vasıflarından dolayı mükâfata mazhar olacaklar diye öğreniyoruz.

Kadın ile erkeğin Allah indinde hangi açıdan ‘eşit’ olduklarını ‘ubudiyet’i esas alarak haber veren bu âyette yer almayan bir vasıf ise, modern zamanların Müslüman zihninde bile yer etmiş bir algı ile Kur’ânî mesaj arasındaki farkı ihsas etmesi bakımından bana bilhassa dikkat çekici geliyor. Kadın ile erkeğin iman, İslam, taat, sıdk, sabır, huşû, tasadduk, oruç, iffet, zikir gibi ubudiyet vasıfları itibarıyla beraberce zikreden Ahzâb âyetinin, başka sûrelerde faziletine defalarca dikkat çekildiği halde burada ‘cihad’dan söz açmadığını görüyoruz. Çünkü, bir farz-ı kifâye olarak cihad, esas olarak erkeklere mahsus kılınmış bir ubudiyet vazifesi olarak karşımızda duruyor.

Dolayısıyla, mü’min erkekler-mü’mine kadınlar, müslim erkekler-müslime kadınlar’ ile başlayıp ‘zâkir erkekler-zâkire kadınlar’a kadar uzanan eşleştirmeler arasında ‘mücahit erkekler-mücahide kadınlar’ diye bir eşleştirme çıkmıyor karşımıza. Çünkü, âlemler Rabbi mü’min erkeklerden ‘mücahid’ olmalarını beklerken, mü’mine kadınlara ‘mücahide’ olma gibi bir yükümlülük yüklemiyor.

 Bu açıdan bakarsak, annelik ve evinin kadını olma gibi vasıflara ‘mücahide’ olmak adına burun kıvıran veya tepeden bakan bugünün kimi müslime kadınlarının, sorunlu bir alanda durduklarını anlayabiliyoruz.

Modern zamanlar, Allah yolunda mücahede adına, kadınların da evi terk ettiği, hatta evliliği terk ettiği; evliliğin terk edilmediği durumda ise anneliğin bir yük olarak algılandığı bir dünya. Halbuki, Ahzâb âyetinin kadın ile erkek arasındaki onca eşleştirme içinde (‘onca’ derken sözgelişi öyle söylüyor değilim; ilgili âyet on vasıf itibarıyla eşleştirme yapıyor) ‘cihad’a yer vermemekle, zımnen, mü’mine kadınları ve erkekleri fıtrat kaymasına karşı uyarıyor; ve sözümona ‘Allah adına’ olsa bile, taşları yerinden oynatmamaya davet ediyor.

 Ben ise, bu zımnî dersten, “Cihad kadına farz değildir” ve “Kadınların kendilerini mücahide olarak kurgulamamaları gerekir” sonucunu da çıkarıyorum.

Dahası da var. Ama şimdilik bu kadarı herhalde yeterlidir.

 

  Metin Karabaşoğlu    13/11/2009

© 2010 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp