Kavramların dilini anlamak

Demokrasi ve Laiklik

kavramları temelinde bir değerlendirme

 

 

 

M. Kürşad ATALAR

 

Hepimizin bildiği gibi, konuştuğumuz dil, hayatımızı sürdürebilmemiz için ihtiyaç duyduğu­muz en temel besinler kadar gereklidir. Gündelik hayattan entelektüel hayata kadar her an her or­tamda, insanların birbirini anlama ve tavır ve düşüncelerini buna göre düzenlemelerinin tek aracı, o toplumun kullandığı dildir. Dil o kadar önemlidir ki, iki kişinin sıradan ilişkilerini düzen­lemede aracı olduğu gibi, bir milletin diğerinden ayırt edilmesinin de temel ölçütlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Türk toplumunu Arap toplum­larından Fars toplumunu Amerikan toplumundan, Çinlileri Almanlardan farklı kılan ana unsurlardan biri de dildir. Basit ifadeyle söyleyecek olursak, hava ve su olmadan bir hayat düşünülemezse, dil olmadan da bir hayat düşünülemez. Bu ölçüde bir 'temel ihtiyaç maddesi' olan dilin öneminin bilincin­de olan insanlar, konuştukları dile kendi duygu ve düşüncelerinin boyasını vurarak; insan, toplum ve evren hakkındaki etik ve estetik kanaat ve karak­teristiklerini yansıtmışlardır. Böylece dil, her toplu­mun özünde yaşattığını dışa vurma aracı olarak tarih boyunca işlev görmüştür. Filologlar, işte bu yüzden toplumların etik, estetik, felsefi özellik­lerini, o toplumun kullandığı dili analiz ederek ortaya çıkarmanın mümkün olduğunu savunmuş­lardır. Hatta bir vakıadır; tarih ilmi biraz da filoloji­nin gelişmesiyle bir 'bilim' dalı olma özelliğine kavuşmuştur.

 

Evet, kullanılan dil, bu denli hayatî öneme sahiptir, ama acaba o dili konuşan insanlar, her zaman ve her ortamda o dili anlamışlar mıdır? Top­lumlar acaba kavram kargaşası yaşadıklarında, in­sanlar birbirlerinin merâmını anlayabilmişler midir? Toplumun kullandığı dil, o toplumda yaşayan in­sanlara, her dönemde daima aynı anlamları mı ifade etmiştir? İnsanlar aynı kelimelerle konuşma­larına rağmen farklı farklı şeyler anlıyorlarsa, o dil hakkında söylenecek olan şey, dilin işlevini yitir­diği mi olmalıdır? Yoksa kavramların içlerinin dolup-boşalması tarihsel bir kaçınılmazlık mıdır? İşte bu türden sorular, toplumun düşünsel hayatını çözümlemek ve anlamak isteyenler için cevabı tartışmasız alınması gerekli olan sorulardır. Biz de bu yazımızda bu sorulara cevap bulmaya çalışacağız. Yazımız boyunca, belki de okurun yakından bildiği kimi doğruları belirli bir düzen içinde biraraya getirip, bunlardan bir düşünce üretmeye çalışacağız ve belki de yeni bir tez or­taya atacağız. Kavramların bize anlatmak istedik­lerinin ne olduğu/olabileceği konusunda teorik bir temel oluşturduktan sonra da, bugün toplumumuz­da çokça tartışılan kavramlardan 'demokrasi' ve 'laiklik' sözcüklerini bu teorik temel çerçevesinde irdelemeye çalışacağız. Bu arada gündelik yaşam­da sıklıkla kullanılan ve kullanımı ile anlamı ara­sında farklılaşmalar ve sapmalar görülen kimi deyim ve terimleri de, açıklayıcı olmaları bakımından, te­zimizi geliştirmek için kullanacağız.

 

I. Kavramların Dili ve Kavram Kargaşası

Her toplum, hem maddî âlemin zihnine yansıttığı, hem de bizzat kendi zihninin pratik hayattan bağımsız olarak ürettiği anlamları somut­laştıracak ve bu anlamlara tanınabilecekleri bir kimlik kazandıracak kavramlar üretir. Kimi kav­ramlar her toplum için aynı anlamı ifade ederken, kimileri de o topluma özgü anlamlar taşırlar. Genel olarak, maddî alemi anlamlandıran kavramlar her toplum için aynı/benzer anlamlara gelirken; düşünsel dünyanın kavramları toplumdan topluma farklılık gösterirler. Örneğin, su, hava, güneş, top­rak gibi kavramlar her insan ve toplum için aynı anlamı ifade ederken, özgürlük, yasallık, demok­rasi, laiklik, siyaset, tasavvuf, hikmet, insan hakları, adalet gibi kavramlar, kişiden kişiye, toplum­dan topluma farklı anlamlar taşıyabilirler. İlk gruba giren kavramlar üzerinde de tartışma vardır, ama biz yazımızda özellikle ikinci gruptaki kavramları incelemeye çalışacağız. Zaten kavram tartışmaları da hep bu tür sözcükler üzerinde olmaktadır, bunun nedeni de çok basittir: İlk gruptaki kelimeler üzerinde düşünsel ve nefsi tercihler etkili değilken, ikinci gruptaki kelimeler çoğunlukla bu tercihlerin konusu olmuşlardır. O halde insan ve toplumların her türden tercihleri, kavramlara farklı anlamlar yüklenilmesinde belirleyici unsurlardan biri olarak ele alınmalıdır.

 

İşte kavramlara düşünsel ve nefsi tercihlerin yüklediği farklı anlamlar yüzünden 'kavram kargaşası' olarak bildiğimiz hadise doğar. Bu du­rumda insanlar birbirlerini anlamakta zorluk çekerler 'birinin dediği ötekini tutmaz'; aynı kav­ram çok farklı anlamlara gelir. Kavramsal tartışmalar her toplumda olabilir ama kavram kargaşası genellikle kişilerin nefsî tercihleri sonu­cunda ortaya çıkarlar. Bu tür kargaşalar, toplum 'kritik bir dönemden geçerken'(1) hasta benlikli veya 'dumanlı havadan hoşlanan' kişilerce çıkarıla­bilirler. Amaç gayet basittir; 'çıkarların korun­ması'... Yalnız kavram kargaşasını sadece bu ne­dene bağlamak da doğru olmaz. Zira bir başka önemli neden daha vardır ki o da 'ideolojik tercih­lerdir. 'Değer yargıları' farklı olan kişiler, aynı kav­rama farklı anlamlar yükleyebilirler. Şimdi her iki kargaşaya da örnekler vererek konuyu açmaya çalışalım. Tarihsel olarak kanıtlanmıştır ki, Muaviye'nin Sıffın Savaşı'nda müslümanların ölümünden Hz. Ali'yi sorumlu tutmak için "onların ölümüne Ali neden oldu" demesi ve haklı-haksız ayrımına İslam’dan dayanak noktası bulmak yerine, iktidar hırsı (nefsî tercihi) yüzünden kendi haksızlığına kılıf bulmayı tercih etmesi ve sadece 'öldürülmüş olmayı' kayıp ve üzüntü nedeni say­ması ilk türden kargaşanın doğma nedeni olarak görülebilir. Hz. Ali'nin ise, 'ölme' ya da 'öldürülme'nin 'Allah yolunda' olmasının asıl ölçüt olduğunu hatırlatarak, Muaviye'ye cevaben; "o zaman Bedir Savaşı'na çıkan müslümanları da Muhammed öldürdü!" karşılığını vermesi; 'cihad', 'şehadet', 'kıtâl' gibi kavramların asıl anlamlarına yapılan bir gönderme olarak alınabilir. Muaviye'nin 'şehadet', 'kıtal' gibi kavramların içeriğini bozacak türden yaptığı yorum kavram kargaşası doğururken, Hz. Ali'nin cevabı, kavramın özünü koruma yönünde verilmiş bir karşılıktır. Aynı ko­nuya bir başka örnek de müşriklerin 'riba (faiz) da alışveriş gibidir' sözlerinden verilebilir. Müşrikler burada "alışverişte nasıl kâr elde ediliyorsa, faizde de kâr elde ediliyor; o halde biri helâlken diğeri nasıl oluyor da 'Allah'a karşı harp ilan etmek' anlamına gelebiliyor" demek istemektedirler. Allah-u Teala ise, bu sözü söyleyenlerin 'kafir' olduk­larını beyan ediyor. Yani Allah (c.c.) bunu söyleyenlerin 'gerçeği gizlediklerini', bile bile yalan uydurduklarını söylüyor. Zira alışverişteki kâr ile faizden elde edilen kâr arasında dağlar kadar fark vardır. Faiz 'hiçbir haklı nedeni olmadan' zayıftan, zayıflığından yararlanılarak elde edilen kazanç iken, alışverişten elde edilen kazanç, verilen hiz­metin karşılığı olarak elde edilen kazançtır. Bu sözü söyleyenlerin amacı elbette müslümanların kafalarını karıştırmak ve kişisel çıkarları koruyabil­mektedir. Allah (c.c.) burada duruma müdahale ediyor ve 'alışveriş', kâr', 'faiz' gibi sözcükler arasında doğabilecek bir 'kavram kargaşasına' engel oluyor.

 

Burada gözden kaçmaması gereken bir başka husus şudur: Kavramların asli anlamları zaman içinde değiştirilmiş veya saptırılmış ise, bu kavramlara 'aslî' anlamlarını yüklemek için verilen mücadele için 'kavram kargaşası doğurmak' nitele­mesi yapılamaz. Müşriklerin yaptığı kavram kargaşası doğurmak iken, Peygamberimizin (sav) yaptığı, kavramları aslî anlamlarına icra etmektir; ya da 'İslamî açıdan kavramların içinin doldurulması'dır. Peygamberimiz, İslam'ın çağrısını Mekkelilere duyurduğunda, ibadet, ilahlık, keramet, rablık, şehadet, vahdet gibi o toplumda kullanılan kavramların içini yeni anlamlarla doldurmuştu. Bu elbette 'İslamî değer yargısı'nın kavramlara yansıtılmasıydı. Bunun adına Mekkeli müşrikler 'fitne' ('kargaşa') dediler. Evet yapılan iş, onlar açısından 'fitne çıkarmak' olarak görülebilirdi, ama Allah-u Teala'ya göre de asıl 'fitneciler' Mekkeli müşriklerdi ve 'yeryüzünde din Allah'ın oluncaya kadar 'fitne' ile savaşılmalıydı'. Buradaki tartışmanın 'farklı değer yargılarından' kaynak­landığı açıktır. Aynı tartışmanın benzerini Marx ve Mill arasında veya demokratlar ile radikal feminist­ler arasında da görüyoruz. Marx ve radikal femi­nistler 'aile' kurumunun bir siyasal yapı olduğunu ileri sürerlerken, Mill veya bazı demokratlar 'aile' kurumunun en fazla hükümetlerin formel faaliyet­leri kapsamında ele alınabileceğini ve kıstasın 'bir başkasına müdahil olma' ölçütü olduğunu; bir şeye 'siyasal' demek için bu ölçütün asgarî şart olmasının yeterli kabul edilmesi gerektiğini söylemektedirler. Görüldüğü gibi 'değer yargıları' veya ideolojik tercihler de aynı kavramlar üzerinde tartışma doğurmaktadırlar. Dikkat edilirse, nefsî tercihlerin doğurduğu kargaşaya bir çözüm bul­mak ideolojik tercihlerin doğurduğu kargaşaya çözüm bulmaktan daima daha kolay olmuştur. Asıl zorluk, insanların zihnî süreçlerinden süzülüp gelen anlamların farklılaşmasında yatmaktadır. Burada karşımıza iki önemli soru çıkmaktadır:

1. Kavramların içeriğinde değer yargıların­dan bağımsız olarak, 'zaman içinde' kendiliğinden anlam sapmaları olabilir mi?

2. Kavramların değiştirilemez bir 'öz' anlam­ları var mıdır?

 

İlk sorunun cevabını dolaylı olarak 'değer yargılarının etkisi' ile vermeye çalışmıştık. Yalnız burada bir nokta daha vardır ki o da 'yaşanan pra­tiklerin' etkisidir. Halk arasında çokça söylenir: 'inandığını yaşayamayan yaşadığına inanır'. Bunun anlamı şudur: İnsan ya düşünceleri doğrultusunda yaşayacaktır ya da hayatı küçümseyecek ve arzularına boyun eğmiş olarak hayat sürecektir. Yani ya 'olduğu gibi görünme' yolunu tercih edecek, ya da 'göründüğü gibi ola­caktır'. Göründüğü gibi olmayı tercih eden kişi, 'hayatın tadını çıkarmanın' yollarını arayacak ve zamanın çarkları arasında öğütülmeyi kabullene­cektir. Bu kişi, zaman içinde, yaşadıklarına 'gerçeklik' atfedecek ve onları zihninde meşrulaştıracaktır. Böylece onun için önce başka bir anlam ifade eden bir kavram, daha sonra başka bir anlama gelecektir. Örneğin, "aşk" kavramı daha önce onun için 'ölesiye sevmek', 'sevgili uğrunda herşeyi feda edebilmek', 'hesapsız bağlılık' anlam­larını ifade ederken, daha sonra aynı kavram "don't make war, make love" (savaşma, aşk yap) gibi cümlelerde 'seks yapmak' (zina etmek) anlamına gelecektir. Ya da daha önce onun için 'şehadet' kavramı 'Allah yolunda ölmek' anlamı taşırken, daha sonra devlet hizmetinde çalışan herhangi bi­rinin 'görevi başında ölmesi'yle kazanılacak bir mertebe anlamına gelecektir. 'Aşk yapmayı' kut­sayan anlayış, 'hesapsız sevgi'nin yerini nasıl almışsa, 'Allah yolunda canını feda etme'nin anlamı da zaman içinde 'devlet yolunda ölme' anlamına aynı yolla gelebilmiştir. Nasıl ve ne olmuştur da 'aşk kavramı bu iki 'farklı' insan için farklı anlamlar taşıyabilmektedir? Yine aynı şekilde ne olmuştur da 'şehid olma' kavramının içinde yatan 'Allah'ın birliği ve gerçekliğine tanıklık etmek' anlamı orta­dan kalkmış ve 'devletin yüce menfaatleri yolunda ölme'nin adı 'şehid olmak' şeklinde değişivermiş­tir? Olan şudur: kişi en yüce değer olarak neyi görüyorsa, onu yaşayacak, onu sayacak ve onu kavramsallaştıracaktır. Eğer 'hesapsız' ve 'gönülden' sevdiği yüce varlık Allah ise Allah'ın koyduğu ölçüler içerisinde, Allah aşkıyla dolacaktır. Eğer beden zevki tatmak onun için sevgilerin en yücesi anlamına geliyorsa, o zaman da 'aşk yapma'nın kutsiyetine inanacaktır. Söylemek istediğimiz şeyi, şöyle bir geriye dönüp, Osmanlı Devleti'nin son döneminde yaşayan bir müslümanla Cumhu­riyet Türkiyesi'nin Özal döneminde yaşayan aynı müslümanın torunları arasında mukayese yap­tığımızda, daha iyi anlayacağız sanırım. Bugün aşk yapma'nın yüceliğine inanan insanlar o dönemde meselâ Çanakkale Savaşı'nda 'şehid' olanların torunu iseler, ne olmuştur da aynı kav­ramlar bu farklı kuşaklar için farklı anlamlara gele­bilmişlerdir? Evet, olan şudur; toplumun değer yargıları ve kutsalları değişmiştir ve bu yüzden kavramlar farklı anlamlar taşımaya başlamışlardır. 4 kuşak öncesinin insanları olaylara genel olarak İslâmi değer yargılarından bakarken, bugünkü neslin laik, hümanist, feminist kesimleri olayları, anti-İslamî gözle değerlendirmektedirler. İşte 'aşk' ve 'şehadet' kavramlarının içeriklerinin değişme­sinin özünde bu husus yatmaktadır.

Bu yargımızdan "madem insanlar kendi düşünce ve çıkarları doğrultusunda kavramlara yeni anlamlar yüklüyorlar, o halde hiçbir kavramın 'değiştirilemez' 'öz' anlamı yoktur" neticesi çıkma­malıdır. Hayır, insan arzu ve düşüncelerine konu olan kavramların da bir 'öz' anlamları vardır, ama bunların tartışma konusu olmaları 'nefs' ile doğrudan bağlantılıdır. Çünkü nefs 'vehmedebilir' veya 'ihanet' edebilir. Düşünün ki Allah'ın değiştirilemez ayetleri de çıkar söz konusu olduğunda 'az bir paha karşılığı satılabilmektedir'. O halde buradan iki sonuç çıkmaktadır.

 

1. Arzu, ihtiyaç ve ideolojiler kav­ramlara farklı anlamlar yükleyebilir.

2. Her kavramın değiştirilemez bir 'öz' anlamı vardır.

Kavramlara 'değer yargıları' ve 'nefsin tercih­lerinin yüklediği anlamların 'aslî' olmadıkları bilin­mekle birlikte, burada bir başka soru daha sorul­malıdır; o da "bu anlamların kavramın 'öz' anlamından nasıl ayırt edileceğidir?". İşte can alıcı nokta budur. Bu hususu açıklığa kavuşturmak için kavramların 'yapısı' hakkında bir analiz yapma ih­tiyacı vardır.

 

II. Kavramların Yapısı

Kavramlar, bir nesneyi, bir olayı kısaca şeyleri tanımlamak için kullandığımız araçlardır. Şeyin mahiyetine dair açıklayıcı ve isabetli nitele­meleri olan kavramlar, o şeyi tarif etmek için kul­lanılırlar ve o şeyin ismi olurlar. Yalnız şeyi tarif için kullanılan kavramların içinde çoklukla birden çok özellik bulunur. Bu özellikler o şeyi, "efradını cami, ağyarını mâni" şekilde tanımlamak içindir. Bu özelliklerin bazıları, o kavramın dilbilim yönüyle 'kökü'nden kaynaklanan özellikler olabileceği gibi, kimisi de zaman içinde o kavramın 'dallanıp-budaklanması' sonucunda neşet eden özellikler olabilir. Kavramın tüm özellikleri arasında da belirli bir benzerlik vardır. Buna 'aile benzerliği' denilebi­lir. Bir aileyi tanıyabilmek için nasıl aile bireyleri arasındaki benzerlikten yararlanmak mümkün oluyorsa, aynı şekilde bir kavrama tanım koyabil­mek için de birbirine benzeyen özelliklerden yararlanılabilir. Kavrama ait birbirine benzeyen özellikler sayesinde kavramın 'özü'nü yakalamak müm­künse de, bazı özelliklerin diğerlerinden farklı ve/veya önemli-önemsiz olduğu da bir gerçektir. Bu noktada ortaya temelde iki görüş atılmaktadır İlkine göre, bu özelliklerden hiçbiri, 'tek başına' o kavramı nitelemek için 'yeterli' değildir ve tek başına kullanıldığında o kavramı tanımlayamaz(2). Bu teze örnek olarak 'elma' kavramını verelim: "elma, sarı, yeşil veya kırmızı renkli; yuvarlak, ekşimsi tadı olan, tepe kısmı hafif içeriye çökük ve sapı olan, ağaçta yetişen, güneş ışığıyla ve top­rakla beslenen... bir meyvedir" dediğimizde, bu tezin savunucularına göre, yukarıdaki özelliklerin tümünü sıralamak kaydıyla ancak elmayı tanımlayabilmemiz mümkün olmaktadır. Ama dik­kat edilirse bu özelliklerden biri veya birkaçı olma­dan da elma yine elma olarak nitelenebilir. Örneğin, sarı veya kırmızı değil de turuncu bir elma türü olursa, o zaman elmayı nitelemek için renk faktörünün 'belirleyici' veya 'özden' olmadığı sonu­cu çıkacaktır.

 

O halde elmayı tanımlamak için renk faktörünün dışında özde yatan bir veya birkaç anlamın olduğu kabul edilecektir. İşte buradan iki önemli sonuca ulaşabilmekteyiz:

1. Birbirine benzeyen özellikler içinde 'sabit' olanlar vardır ve bunlardan birinin bile eksik olması tanımı imkansız kılar.

2. Bu özellikler bir önem sırasına koyulabilir­ler.

Bu iki neticeden şu sonuca ulaşmak da mümkündür: kavramların içinde zaman içinde or­taya çıkabilecek sapmalara ve anlam kaymalarına karşı dirençli olan değişmez bir 'öz' vardır. Kav­ramın özünde gizli olan bu anlam, o kavrama renk verir, ve onun adını koyar. O halde önemli olan işte bu 'özü' yakalamaktır. Fakat kavramların içinde gizli olan bu özü nasıl bulacağız? İşte bu noktada 'demokrasi' ve 'laiklik' tartışmasını başlatabiliriz:

 

 

 

 

III. Demokrasi ve Laiklik Tartışmaları

Fred M. Frohock, Siyasetin Yapısı adlı makalesinde(3) kavramların yapısını analiz ederken, her kavramın içinde bir 'öz' anlam olduğunu ve onsuz kavramın kendisinden bahsedilemeyeceğini belirtiyor ve bir demokrasi tartışmasına gi­riyor. Demokrasi kavramını tahlil ederken, bu kav­ramın içinde yeralan özellikleri iki ana gruba ayırıyor. Bunları a) halk egemenliği, b) iktidarın paylaşımı, ekonomik dengenin sağlanması, iktidar kapılarının herkese açık olması, bilginin serbestçe dolaşımı, sistemin vatandaşların arzu ve istekleri­ne, sivil özgürlüklere ve sivil haklara cevap vere­cek kapasitede olması ve diğerleri... şeklinde sıralıyor. Bu özelliklerin tümünü içinde barındıran bir sistemin demokratik olarak nitelendirilmesinde hiçbir sakınca olmadığını belirten Frohock, (a) ve (b) kategorilerindeki özellikleri bir önem sırasına koyuyor ve ikinci kategorideki özelliklerden bir veya birkaçının bulunmadığı bir sistemin demokra­tik olarak nitelendirilebileceğini, ama 'halk egemenliği'nin bulunmadığı bir sistemin demokratik olamayacağını ifade ediyor(4). Frohock, ayrıca, (b) kategorisindeki özelliklerin 'halk egemenliği'nin te­sisi için gerekli olan özellikler olarak alınabilece­ğini de belirtiyor. Kimi zaman da halk egemen­liğinin biçim değiştirerek, sistemin, "doğrudan de­mokrasi", "temsilî demokrasi" gibi isimlerle nitelen­dirilmesine yol açabileceğini, ama bütün bu sistemlerin özünde mutlaka 'halk egemenliği' kavramının yattığını ifade ediyor. Tartışma burada 'halk egemenliğinin' ne olduğu noktasında odak­lanıyor. Örneğin; Mao ile Dahl arasındaki tartışmada, Mao toplumda gerçek 'egemen' olanın 'devrimci önderlik' olduğunu söylerken Dahl 'halk'tır diyebiliyor ama hiçbiri, demokrasinin özün­de "halk egemenliği"nin yattığını yanlışlayamıyor.

Aynı değerlendirme 'laiklik' kavramı için de yapılabilir. 'Laiklik' için de pek çok şey söylenmiş­tir. Bunları şöyle sıralayabiliriz: 'Din ile devlet işlerinin ayrılması'(5), 'siyasete sadece aklın hük­metmesi', 'aklın hayatın her alanına hakim olması', 'dünyevî yaşama dinin müdahale etmemesi', 'siya­sal otoritenin emredici yaptırım gücünü dinden almaması, meşrûluğunu dine dayandırmaması"(6)...

Etimolojik olarak, laiklik terimi Yunanca'da 'laos' (halk) kelimesinden türetilen laikos ve Latin­ce'deki laicus sözcüklerinden Türkçeye aktarılmış bir kelimedir. 'Din adamı olmayan, ruhani bir sıfatı ve dinsel bir işlevi bulunmayan kişi, kurum ve nes­neleri'(7) belirlemek için kullanılmaktadır. Yani öz iti­bariyle 'laik' olan kişi, sınıfsal bir özelliği olan 'din adamları' grubuyla bağı olmayan kişi olmaktadır. Dinin sınıfsal bir içeriğe sahip olduğu toplumlarda laikliğin anlamı gayet açık bir şekilde anlaşılabilmektedir. Nitekim aynı sınıfsal içerik varlığını koru­duğu için, Aydınlanma Dönemi'ni yaşayan Avru­pa'da Laikler, bir izm üreterek, dinin toplum hayatından uzaklaştırılmasının adını 'Laiklik' olarak belirlediler. Buna bağlı olarak da 'kişilerin dinsel inanç ya da inançsızlıktan, din buyruklarını yerine getirip getirmemekten dolayı kınanmamasını, ayrım görmemesini, serbestçe ibadet edebilmesini, iba­dete zorlanmamasını vb. öngören'(8) bir sistemin adı olarak laikliği tesis ettiler. 20. yüzyılda ise 'din ve vicdan özgürlüğü'nü teminat altına almanın adına laiklik dediler. Böylece laiklik terimi, Avrupa'nın geçirdiği pek çok siyasal tecrübenin sonucu olarak ve belki de aralarında bir 'aile benzerliği' bulunan bir dizi özelliğin adı oldu.

Burada laiklik terimini de tıpkı demokrasi teri­mi gibi, kategorilere ayıracak olursak yine iki ana ayrım koyabiliriz: a) 'din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması' b) 'din ve vicdan özgürlüğü', 'aklın egemenliği', 'ifade özgürlüğü', 'bütün hukuk toplu­luklarının birarada barış içinde yaşaması' ve diğerleri... Yine (b) kategorisindeki özelliklerden biri ya da birkaçının eksik olması durumunda da laikliğin sözkonusu olabileceği ortada iken, dinin devlet işlerine müdahil olmaması şartı eksik olduğunda o sisteme laik denemez. (Burada 'sekülarizm' kavramını bilinçli olarak laiklik kav­ramından ayrı tutuyoruz).

 

 

 

IV. a. Demokrasi Hakkında Yanlış Kanaatler

1. Demokrasi, demokrasiye inanmayanların da haklarının korunduğu en iyi rejimdir.

Bu kanaat tümüyle bir değer yargısının sonu­cudur. Bu değer yargısının 'doğruluğu' ise ancak kendinden menkuldür. Zira demokrasilerde ço­ğunluğun istek ve arzuları, neticede hükmî özel­likte olacaktır ve azınlığın hakları ancak 'bir yere kadar' savunabilecektir. Yani azınlığın hiçbir zaman hükmî hüviyeti olmayacaktır. Yasamanın esasını, belirli bir konuda çoğunluğun aldığı karar belirlediği için, teoride reddi kolay gibi görünse de, pratikte çoğunluğun kararının 'doğruluğu'na hükmedilecektir. Zira ya bu kararın 'doğru' olduğu söylenecektir ya da gerçeğin ifadesi olmadığı halde 'pratik zorunluluk' gereği bu karara göre hayat tanzim edilecektir. Demokrasiler, 'dogma' olduğuna inandıkları vahiy ve Allah kavramlarının belirleyicilik yetkileri olmadığı düşüncesinden ha­reket ettikleri için, ideolojik-imanî hususlarda karar verme/hükmetme yetkisinin de yine insana ait olduğunu kaçınılmaz olarak ifade edeceklerdir. Kısaca, herkesin düşüncesini hür ve örgütlü bir biçimde ifade edebileceği en iyi sistem olarak tanıtılan demokrasiler de, azınlığın birtakım haklarının -farzedin ki demokrasiyi yıkıp İslamî veya komünist bir rejim kurma taleplerinin- pratiğe dökülmesine karşı çıkmaktadırlar. Bu bağlamda "özgürlük, özgürlük düşmanlarının hakkı olma­malıdır" gibi gerekçelerle, hakların belirli bir sınıra kadar tanınabileceği gerçeğinin kanıtlayıcısı ol­maktadır.

 

 

Aslında her toplumun bir kamu düzeni ve normu vardır. Toplum, bir hukuk düzeni içinde yaşayacaksa (ki bu bir kaçınılmazlıktır), o toplum­da 'hakim' olan, yani kamu yaşamını tanzim eden kurallar olacaktır. Çoğunluk da, azınlık da bu kural­lara uyacaktır. Zira aksi olduğunda kamu yaşamında kaos doğar. Kaosun olduğu yerde de ne çoğunluğun ne de azınlığın hakkından bahsedi­lebilir. Esas itibariyle de hukuk denilen şey, taraf­lar arasında vereceği kararın nihaî karar olarak kabul edildiği bir üçüncü merci sözkonusu olduğunda, vardır. İki kişi arasında çıkan tartışma­da eğer bir merci, son kararı söylemiyorsa, iki taraf arasında çatışma çıkması kaçınılmaz olur. O halde hukuk, ancak bir üçüncü kişiliğin varlığında mümkün olur. Bu kişiliğin özelliği ise, nihaî hükmü veriyor olmasıdır. Eğer her toplumsal yaşam, böyle bir düzenin işlediği yerde varolabiliyorsa, o zaman her toplumda bir hakim hukuk (ve ideoloji) olduğu da kabul edilmelidir. Zaten pratikte olan da bundan başkası değildir. Nasıl ki, herkesin istediğini düşünme ve yaşama hakkı olduğu söylenen 'de­mokratik' Türkiye'de başörtülü kızların üniversi­telere girişine veya örtülü olarak devlet dairesinde çalışılmasına engel olunma gerekçesi olarak 'kamu düzeni' gösteriliyorsa, İslamî bir ülkede de 'kamu düzenini ihlâl ettikleri' gerekçesiyle mini etekle gezmek isteyenlere sınırlamalar getirilir. Bu doğaldır. Zira 'demokratik' Türkiye'de 'İslamcı' bir pratiğe her türlü kolaylığın gösterilmesi aslında ideolojik açıdan tutarsızlık olur ve bu ideolojinin hakim olduğu topraklarda geçerli olan kamu düzeni de bu pratiği "gönül rahatlığı" içinde kaldıramaz. Aksi taktirde 'bu ne perhiz bu ne lahana turşusu' dokundurmasına muhatap olunur. Yine İslam dev­letinde tesettüre aykırı giyime devletin rıza göstermesi de mümkün değildir. Öte yandan Mark­sist bir devlet düşündüğünüzde de benzeri bir uy­gulama karşınıza çıkar. Komünist bir devletin de kendine özgü normları vardır ve toplum hayatında bu normlara uymak zorunludur.

 

Burada akıllara şu düşünce gelebilir: "Türki­ye'de bu tür yasakçı uygulamalar olabilir, ama bunların faturası demokrasiye çıkarılmamalıdır. Zira batıda herkes istediği gibi giyinmekte, iste­diğini söylemekte, dilediği gibi yaşamaktadır. Asıl demokrasi budur." Bu itirazın hiçbir tutarlı yanı yoktur. Batıdaki sistemin adı da demokrasidir, Türkiye'deki sistemin adı da... Zira her iki örnek siyasal sistemde de 'hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir', işte bu yüzden 'halk egemenliği' özelliği, bu ülkelerin demokratik olarak nitelendiril­mesi için yeterlidir. Ama siz diyebilirsiniz ki "batıdaki demokrasi 'iyi', Türkiye'deki demokrasi 'kötü'dür; Batı da herkes dilediği gibi düşünüp-yaşayabilirken Türkiye'de bu mümkün olmamak­tadır...'' Bu kanaat da esas itibariyle doğru değildir. Batıda da özgürlüğün bir 'sınırı' vardır. Evet orada batı yaşam-tarzına aykırı düşünen ve bu düşüncelerinin bir kısmını pratize eden kişiler vardır ve bunlara karışılmamaktadır, ama bu kesim bir 'siyasal' tehdit unsuru olarak görüldüğünde 'kamu düzeni yasaları' işlemekte ve bu kişiler hakkında gerekli takibat başlatılmaktadır. Spor sa­lonu içinde 'İslam devleti'(!) kurulmasına karşı çıkmayan batılı demokrasiler, 'bir siyah isyanı başlatabilecek tek adam' olarak gördükleri Malcolm X-Malik el-Şahbaz'ın derhal ortadan kaldı­rılması kararını verebilmektedirler. Bunun pek çok örneği verilebilir. Burada önemli olan toplumun değer yargılarından kaynaklanan normların, istis­nasız her birey üzerinde şu veya bu biçimde bir yaptırımın olacağı gerçeğidir. Demokrasiler de bu anlamda bir 'özgürlüğü' garantileyemezler.

 

 

2. Demokrasi, aslında seçimle işbaşına geli­nen bir sistemin adıdır.

Bu kanaat de esas itibariyle yanlıştır. Zira de­mokratik sistemlere 'demokratiklik' özelliği/boyası veren şey 'halk egemenliği' kavramıdır ve seçimler de bu amaçla yapılırlar. 'Hakimiyetin kayıtsız şartsız Allah'a ait olduğu' toplumlarda da bir biçimde 'seçim' yapılabilir. Örneğin, parlamentosu halk tarafından 'seçilen Türkiye'de demokratik sis­tem varken, yine parlamentosu (meclisi) halk tarafından seçilen İran da demokrasi değil, İslâmî bir devlet düzeni vardır (düzenin 'ne kadar' İslâmî olduğu ayrı bir tartışma konusudur).

 

3. Demokrasi İslam'a tercih edilemez, ama diktatörlüğün olduğu yerde demokrasi savunabilir.

Bu kanaat, Türkiyeli müslümanların zihninde öteden beri varolan 'ehven-i şer' mantığının bir ürünüdür. Şerrin daha az zararlısının tercih edilebi­leceği aklen de kabul gören bir husustur, ama bu­rada hadise ters-yüz edilmektedir. Zamanla ehven-i şer de 'iyilerden bir iyi olarak görülmeye başlanmaktadır. Demokrasi de bazı müslümanlar tarafından diktatörlük gibi daha 'şer' olan yönetim biçimlerine tercih edilebilecek bir sistem olarak görülmektedir. Halbuki müslüman öz itibariyle her iki şerri de reddetmelidir. Ehven-i şer olan şey, hayrın olmadığı yerde ancak mazur görülebilir. Hal­buki İslam her çağda ve her ortamda ilkeleri ve devlet sistemi ile zaten vardır. Bu halde iken de­mokrasinin 'ehven-i şer' olarak kabulü mümkün değildir. Hüseyin Fadlallah'a atfen söylenilen "dik­tatörlüğün bulunduğu yerde demokrasi tercih edi­lebilir, fakat İslam'ın karşısında demokrasi tercih edilemez" sözü de öz itibariyle yanlıştır. Zira de­mokrasiler bazan diktatörlüklerden daha fazla İsla­m'a zararı dokunan sistemlerdir. İslamî hareketi zayıflatmak için, seçimleri 'çeşnide onların da tuzu bulunsun' kabilinden yaparlar ve müslümanları sis­temle uzlaştırırlar. Buradaki tehlikenin 'Şeytan'ın sağdan yaklaşması' olduğu bir hakikattir ve bilin­melidir ki diktatörlük gibi 'Şeytan'ın önden ve sol­dan yaklaşması'ndan, bu yaklaşma biçimi daha tehlikelidir.

 

4. Demokrasi istikrar ve refah doğurur

Demokrasinin istikrar doğurduğu tezi bir yanılsamadır. Aslında demokratik sistem ancak toplumda radikal bir muhalefet kalmadığı zaman işleyebilir. İktidarı ele geçirmek için mücadele veren rakip ideolojik güçlerin olduğu toplumlarda, demokratik sistemin işlemesi zordur. Bunun da basit bir nedeni vardır: rakip güçler arasındaki çatışma, kurulu düzenin bozuk olmasından kay­naklanmaktadır ve bu düzen 'değişmedikçe' bu çatışma son bulmayacaktır. Ama bir sistemde mu­halif güçler sindirilmişse (Batılı demokrasilerde olduğu gibi polis gücüyle); hakimiyet doğrudan fizikî güç kullanılarak değil de medyatik unsurlar kullanılarak sağlanmışsa; ya da kurulu düzene karşı çıkabilecek potansiyele sahip muhalefet, seçim sistemi aracılığıyla rejime angaje edilmişse, burada demokrasi işleyebilir. Aslında "demokrasi istikrar doğurur" demek yerine, "muhalif sesin çıkmadığı" istikrarlı ortamlarda demokrasi yaşayabilir" demek daha doğrudur. Demokrasinin beraberinde refah getireceği tezi de tümüyle batılı bir önyargının ürünüdür. Bugün dünyada pek çok askerî diktatörlükle yönetilen ülkenin refah seviyesi, demokratik olan kimi ülkelere nazaran daha ileridir. Esasında refahın kıstası farklı, de­mokrasinin kıstası farklıdır. Batılı demokrasilerin, yüzyıllardır sömürdükleri Asya ve Afrika ülkele­rinin zenginlikleri sayesinde refaha kavuşup, sonra da bunu demokrasiye bağlamaları 'deccâl' üçkağıtçılığı değil de nedir?

 

 

IV. b. Laiklik Hakkındaki Yanlış Kanaatler

1. Asıl laiklik İslam'da vardır.

Laikliği 'aslî' anlamıyla değil de, nefsî tercihi ya da 'kendi değer yargıları'na göre yorumlayan bazı kesimler, İslam'ı da bu çarpık anlayışlarına uyarlamaya çalışarak, laiklikle İslam'ın çelişmediği kanaatini yaygınlaştırmak istemektedirler. Laik­liğin 'din ve vicdan özgürlüğü' olduğunu, bunun da en âlâsıyla İslam'da olduğunu ileri süren bu kesim, İslam'da 'teslimiyet' ve 'ibadet' (kulluk)in asıl olduğunu hep görmezden gelmekte ve Kur'an'da hiçbir yerde ne emir ne de tavsiye babında geçme­yen 'hürriyet' (özgürlük) kavramını yüceltmekte­dirler. Halbuki laik-hümanist felsefenin kutsadığı özgürlük' kavramının içi, boydan boya 'Allah'a isyan' çığlıklarıyla doludur. Yine bu kesim, İslâmî düzende 'dileyenin dilediği gibi yaşayabileceğini', 'kimsenin kimseye karışmayacağını' da ileri sürebilmektedir. Bunun meşrûluğunu da 'bireyin özgür alanına kimse müdahalede bulunamaz' düşüncesinden çıkarmaktadırlar. Bireyin özgür olduğunu vehmettikleri alanın içine, İslam'ın yasak­ları ve hadleri girdiğinde, dini de İslam'ı da hiçe sayarak 'Laiklik' kılıcına sarılmaktadırlar. Halbuki İslam'da 'ibadet' esastır; zira insan daima 'ibadet' edeceği bir mabud arar ve bulur. Önemli olan gerçek mabudu bulmak ve ona inanmaktır. Allah da bunu 'tek bir efendiye hizmet eden köle ile bir­den çok efendiye hizmet eden kölenin arasındaki farkı' hatırlatarak ihsas etmektedir. İnsan Allah'a kul değilse, ya nefsine, ya paraya, ya Michael Jackson'a, ya Tarkan'a ya da Lât ve Uzza'ya kul olacaktır. İslam, müslümanın hayatına biçim verir ve bu konuda müslümanın kendisine kesin bir tes­limiyetle teslim olmasını ister. Kişi bir kez Allah'a inandı mı, artık onun için bu konuda 'özgürlük' yok­tur. (Yalnız inanma sürecinde ve inandıktan sonra da aklın kesinkes kullanılması gerekir. Körü körüne, geleneksel olarak atadan-babadan duyma usûllerle imanın faydası yoktur.) Buna inanan bir müslüman bırakınız 'Mega-laik' olmayı, 'laikçik' bile olamaz.

 

2. Türkiye laik bir ülke değildir.

Bu kanaat de yine, laiklik konusunda kesin bir tavır takınamayan kesimlerden serdedilmektedir. Halbuki, tıpkı demokrasi kavramını tartışırken be­lirttiğimiz gibi, Türkiye laik bir ülkedir, fakat belki batıdaki kadar laik değildir. Türkiye'deki uygulama da bir tür laikliktir; ama Amerika'ya benzemeyebilir veya İngiltere'deki laikliğe de benzemeyebilir. Nasıl ki çürük elma da neticede armut değil elma ise, aynı şekilde Türkiye'deki laikliğin batıdaki örneklerinden bazı hususlarda farklılaşması sonu­cunda bu sistemin adı laiklikten başka bir isimle nitelendirilemez. Türkiye'de 'din işleri devlet işlerinden ayrıdır', din devlete müdahale edemez, devlet de meşrûluk kaynağını dinden almaz. Laiklik işte budur ve bu özellik Türkiye'de vardır. 'Efen­dim, laikliğin tarifi anayasada bile yapılmamış, o halde laikliği biz tarif edelim' türü lakırdılar boş laf­lardır. Dünyanın batısındaki halkların en azından ikiyüz yıldır uyguladıkları bir sistemin tarifini, dünyanın doğusundaki biri mi yapacak? Laikliğin ne olduğu da bellidir, İslam'ın ne olduğu da... Ve bu iki sistem birbiriyle taban tabana zıttır.

 

Demokrasi ve Laikliğin yanlış kullanımları üzerine yürütmeye çalıştığımız tartışmayı burada noktalamayı faydalı buluyoruz. Türkiye'de bu kav­ramların 'öz' anlamlarının dışında başka anlamlar yüklenerek kullanılması sonucu zihinlerde dolaşan daha pek çok yanlış kanaat vardır ve bunlar da tartışılmalıdır. Bizim bu yazıdaki amacımız, her iki kavramın 'öz' anlamlarını vererek, okuyucunun kafasındaki kavram kargaşasını önlemeye yardımcı olmak ve olaylara ve gelişmelere net bir bakış açısıyla bakabilmeyi sağlamaktır. Bu yazı, okuyucuyu bu amaca biraz olsun yaklaştırmışsa, çabamızın karşılığını almış olacağız.

 

 

 

Dipnotlar

[1][1]. Hüseyin Hatemi, "Kavram Kargaşası", Zaman, 17 Ocak 1987.

2. John Searle, (1959), "Proper Names". Mind, 67:166-73.

3. Fred M. Frohock, The Structure of "Politics", The American Political Science Review, Vol. 72, 1978, P. 859-70.

4. A.g. makale, s. 863.

5. Ana Britannica, Ana Yayıncılık, Cilt: 14, s. 243.

6. Sosyal Bilimler Sözlüğü, Ömer Demir/Mustafa Acar, Ağaç Yay., 1992, Laiklik maddesi, s. 227.

7. Ana Britannica, Age. s. 243.

8. Age. s. 243.

 

 

 

İktibas - 186 - Haziran 1994

http://www.iktibasdergisi.com/ sitesinden 12.02.2011 tarihinde yazdırılmıştır.

 

www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp