BİRİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) CİHAD KONUSUNDAKİ TUTUMLARI
1— Hz. Peygambermn (S.A.) Cihadı En Üstün İdi:
İKİNCİ BÖLÜM HZ. PEYGAMBERİN (S.A.) DAVETİ
A) HZ. PEYGAMBER'IN (S.A.) DAVETE BAŞLAMASI
1— Kureyş Düşmanlığa Başlıyor:
5— Kureyş Muhacirleri Rahat Bırakmıyor:
1— Kıırcyşliler Boykot Anlaşması İmzalıyor:
F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) TÂİF'E GİDİŞİ
3— Hz. Peygamber*! (s.a.) Cinlerin Dinlemesi:
4— Peygamberimizin Mekke'ye Girişi:
G) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) MİRACA ÇIKIŞI
3— Hz. Peygamber (s.a.) Rabbini Gördü mü?
4— Mirâc Olayını Kavmine Anlatışı:
5— İsrâ ve Mirâc Hâdisesi Ruhla mı, Bedenle mi Gerçekleşti?
7— Mirâc Olayı Kaç Kere Gerçekleşti?
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM YENİ BİR MEKÂNA DOĞRU
A) Hz. PEYGAMBERİN (S.A.) HİCRETİ
2— Medinelîlerin Müslüman Oluşu:
5— Kureyşlilerin Olanları Buyması:
2— Dâru'n-Nedve'de Yapılan Toplantı:
2— Sürâka, Peygamberimizin Peşinde:
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE
A) Hz. PEYGAMBER (S.A.) MEDİNE'DE
1— Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'de Karşılanışı:
3— Ebu Eyyub el-Ensarî'nin Evinde:
B) MEDİNE'DEKİ İLK FAALİYETLERİ
3— Yahudilerle Yapılan Sulh Anlaşması:
1— Kıblenin Kabe'ye çevrilmesi:
2— Beş Vakit Namazın Rekâtları:
1— Cihada Teşvîk Konusundaki Hadisler:
1— Savaşa Çıkacaklardan Söz Alması:
2- Düşmanın Ele Geçen Yiyecekleri:
3- Yağma ve İşkencenin Yasaklanışı:
4- Ganimet Hırsızlığı Konusundaki Tatbikatı:
E) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) ESİRLER KONUSUNDAKİ UYGULAMALARI
2— Bedir Savaş» Esirlerinden Fidye Alınması:
F) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) CASUSLAR HAKKINDAKİ TATBİKATI
3— Müslüman Olanların Malları:
G) HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) SAVAŞTA ELE GEÇİRİLEN* ARAZİLER KONUSUNDAKİ
TATBİKATI
1— Fethedilen Topraklar Hakkındaki Tatbikatı:
2— Mekke'nin Savaş Zoruyla Fethedildiği:
ALTINCI BÖLÜM GAYRİMÜSLİMLERE MUAMELESİ
HZ. PEYGANlBER'lN (S.A.) GAYRİMÜSLİMLERE
2— Medine'deki Gayrimüslimler:
3— Yahudilerle Anlaşma Yapması:
4— Kaynukaoğullarının Anlaşmayı Bozmaları:
5- Nadîroğullannın Anlaşmayı Bozmaları:
6— Kurayzaoğullannın Anlaşmayı Bozmaları:
8— Hz. Peygamber'in (s.a.) Anlaşmayı Bozanlara Karşı Tatbikatı:
10— Mekkelilerie Yapılan Anlaşmada Kadınların Durumu:
11— Hayberlilerle Yapılan Anlaşmanın Bozulması:
12— Bu Olaydan Çıkan Sonuçlar:
13— Hayber Arazileri Mahsulünün Paylaşılması:
14— Zimmîlik Akdi ve Cizye Alınması:
CİHADIN FARZ KILINMASI ÜZERİNE HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.) İNSANLARA KARŞI
TUTUMLARI
1— Kâfirlere ve Münafıklara Karşı Tutumları:
2— Mü'minlere Karşı Tutumları:
SEKİZİNCİ BÖLÜM İLK SERİYYELER
3— Saîd b. Ebî Vakkâs Seriyyesi:
8— Abdullah b. Cahş Seriyyesi:
1— Müslümanlar Kervanı Karşılamaya Çıkıyor:
2— Mekkelilerin Savaşa Hazırlanması:
6- Allah'ın Müslümanlara Yardımı:
11— Müslümanların Kahramanlıkları:
14— Bedir Savaşına Katılanlar:
B) BEDİR SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR
6— Kâ'b b. Eşrefin Öldürülmesi:
1— Kureyş Savaşa Hazırlanıyor:
3— Medine'den Savaş İçin Çıkış;
4— Uhud'a Varış ve Savaşa Hazırlık:
9- Allah'ın Mü'minlere Yardımları:
10— Uhud Savaşındaki Müslümanların Kahramanlıktan:
11— Bu Savaştan Çıkan Fıkhı Hükümler:
12- Uhud Savaşında Ortaya Çıkan Bazı Hikmetler:
B) UHUD SAVAŞINDAN SONRAKİ OLAYLAR
3— Abdullah b. Üneys Seriyyesi:
6— Hz. Peygamber'in (s.a.) Kunutta Beddua Okuması:
ON BİRİNCİ BÖLÜM HENDEK SAVAŞI
1— Yahudilerin KureyşIiİeri Kışkırtmaları:
2— Medine'nin Etrafına Hendek Kazılması:
3— Yahudiler Anlaşmayı Bozuyorlar:
4— Müşrikler Medine Önlerinde:
5_ Müşriklerin İttifakı Bozuluyor:
B) HENDEK SAVAŞINDAN SONRAKİ GAZALAR
4— Ükkâşe b. Mihsan Seriyyesi:
6— Muhammed b. Mesleme Seriyyesi:
7_ Zeyd b. Harise Seriyyeleri:
8— Ebu Basîr'in Kureyş Kervanlarının Yolunu Kesişi:
10— Abdurrahman b. Avf Seriyyesi:
ON İKİNCİ BÖLÜM HUDEYBİYE ANLAŞMASI
4— KureyşHIere Elçi Göndermesi:
7— Kureyş Elçilerinin Peygamberimize Gelişi:
10— Hudeybiye'den Medine'ye Dönüş:
12— Hudeybıye Kuyusundan Su Çıkması:
B) HUBEYBİYE ANLAŞMASININ ÖNEMİ VE HİKMETLERİ
1—Hudeybiye Anlaşmasının Maddeleri:
2— Hubeydiye Anlaşmasından Çıkarılacak Bazı Fıkhı Hükümler:
3— Hudeybiye Anlaşmasının İçerdiği Bir Kısım Hikmetler:
3— Ebu Hureyre ve Arkadaşlarının Medine'ye Gelişi:
4— Ehli Eşek Etinin Haramlığı:
5— Âmir ile Merhab'ın Vuruşması:
6— Sancağın Hz. Ali'ye Verilişi:
10— Hz. Peygamber'in (s.a.) Safiyye ile Evlenmesi:
11— Hayber Ganimetlerinin Taksimi:
12— Cafer b. Ebu Tâlib ve Arkadaşları ile Eş'arîlerin Medine'ye Gelmeleri:
13— Fezâreoğullannın Pay İstemeleri:
14— Hz. Peygamber'in (s.a.) Zehirlenmesi:
B) HAYBER GAZÂSINDAKİ FIKHI HÜKÜMLER
1— Hayber Gazâsındaki Fıkhı Hükümler:
2— Hayber Savaşla mı Fethedildi?
2— Bu Gazadaki Fıkhı Hükümler:
3— Medine'ye Dönüş ve Ensann Mallarının Geri Verilişi:
3— Abdullah b. Revâha Seriyyesi:
5— Mürreoğullanna Gönderilen Seriyye:
6— Gâlib b. Abdullah Seriyyesi:
8- İbn Ebî Hadred el-Eslemî Seriyyesi:
10— Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî Seriyyesi:
2— Hz. Peygamber'in (s.a.) Meymune ile Evlenmesi
3— Hz. Hamza'nm Kızının Hidânesi:
4— Bu Umre Kaza Umresi inidir?
5— Kurbanını Hudeybiye'de Kesmesi:
1— Rasülullah'ın (s.a.) Elçisinin Öldürülmesi:
2— Müslümanların Sefere Çıkışı:
3— Bizans Ordusuyla Karşılaşma:
5— Hz. Peygamber'in (s.a.) Savaşı Anlatması:
1— Kudâalılann Medine'ye Hücuma Kalkışmaları:
2— Amr b. Âs'ın Bu Gazada Teyemmüm Alması:
1— Ebu Ubeyde'nin Deniz Sahiline Gönderilmesi:
2~- Bu Olaydaki Fıkhı Hükümler:
2— Kureyşliler'in Anlaşmayı Bozmaları:
4— Müslümanların Savaşa Hazırlanmaları:
5— Hâtib'm Kureyşlilere Haber Vermeye Kalkışması:
7— Ebu Süfyan b. Hâris'in Müslüman Oluşu:
10— Bazı Mekkeliler'in Karşı Koymaya Çalışması:
11— Hz. Peygamber (s.a.) Kabe'de:
12— Hz. Peygamber (s.a.) M ek kel ilerle:
14— Bilâi-i Habeşî'nin Kabe'de Ezan Okuması:
16— Öldürülmeleri Emredilen Mekkeliler:
17— Hz. Peygamberin Konuşması:
18— Rasûiullah Mekke'de Kalacak mı?
21— Halid b. Velid'in Cüzeymeoğulları Seriyyesi:
C) MEKKE FETHİNDEKİ YÜCE HİKMETLER
D) HZ. PEYGAMBERDİN (S.A.) FETİH HUTBESİ
Cihad, yüce İslâm tepesinin
zirvesi ve kubbesi olup mücahidlerin cennetteki makamları da en yüksek
makamlar olduğundan ötürü -ki dünyada üstünlük mücahıdlere ait olduğu gibi
dünya ve ahirette en üstün olanlar da onlardır- Allah Rasûlü (s.a.) cihadın tam
tepe noktasında, doruğunda idi ve ulaşılabilecek bütün türlerine egemendi.
Allah yolunda kalb ve gönülle, davet ve anlatımla, kılıç ve mızrakla gerektiği
gibi lâyıkıyla cihad etmiştir. O'-nun yaşamının saatleri kalbiyle, diliyle ve
eliyle cihad etmekle dopdoluydu. Bundan dolayı âlemlerde adı en çok anılan, adı
en jnice ve Allah katında kadri en muazzam olan O'dur. [1]
Allah Teâlâ, peygamber
olarak gönderdiği vakitten itibaren O'na cihadı emretti. Buyurdu ki:
"Dileseydik her kasabaya bir uyana gönderirdik. Sen, kâfirlere uyma ve
onlara karşı büyük bir cihad (=mücadele) ver.[2] Mekke'de
inen ( = Mekkî) sûrelerden olduğu halde Allah, bu sûrede hüccet (= deliller
ortaya koyma), anlatım ve Kur'an'ı tebliğ suretiyle kâfirlere karşı cihad
açılmasını emretmiştir. Münafıklarla cihad da aynı şekilde yalnızca hücceti
tebliğ iledir. Yoksa onlar zaten m üs 1 umanların otoriteleri altındadırlar.
Allah buyuruyor ki: "Ey Peygamber! Kâfirler ve münafıklarla cihad et. Onlara
karşı sert davran. Onların barınakları cehennemdir. Kalacakları o yer ne
kötüdür!" [3]
Münafıklarla cihad,
kâfirlerle cihaddan daha güçtür. Bu, ümmetin seçkinlerinin ve peygamberlerin
vârislerinin cihadıdır. Bu cihadı yeryüzünde ayakta tutanlar birtakım
fertlerdir; bu konuda iş birliği yapanlar ve dayanışma, yardımlaşma içinde
bulunanlar sayı bakımından oldukça az iseler de, bu kimseler, Allah katında
kadri en yüce olanlardır.
En üstün cihad
şekillerinden biri, karşı koyan kimsenin şiddet ve zorbalığını göze alıp
-meselâ, kendisinden eza ve cefa gelmesinden korkulan birinin yanında- gerçeği
söylemektir ve bundan en büyük nasiplen olan peygamberlerdir. Allah'ın salât
ve selâmı onlara olsun. Bu konuda da en mükemmel ve en kusursuz cihad,
Peygamberimize (s.a.) aittir. [4]
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Mücahid, Allah'a itaat yolunda ne/siyle cihad edendir. Muhacir,
Allah'ın yasakladığı şeylerden hicret edendir" hadisinde buyurduğu[5] üzere
dış âlemde Allah düşmanlarıyla yapılan cihad, kulun, Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle
yaptığı cihadın bir uzantısı olduğundan nefis ile cihad, dış âlemdeki düşmanla
cihaddan önde gelir ve ona temel teşkil eder. Zira kişi ilk olarak,
emrolunduğunu yapması ve yasaklandığını bırakması için nefsiyle cihad etmez,
Allah yolunda ona karşı savaşmazsa dış âlemdeki düşmanıyla cihad etmesi mümkün
olmaz. İçindeki düşmanı onu otoritesi altına almış, ona baskın gelmiş ve
kendisi de o düşmana karşı cihad etmemiş, Allah yolunda onunla savaşmamış iken
düşmanıyla cihad etme ve ondan
intikam alma imkânını nasıl elde edebilir? Hatta böyle bir kimse nefsiyle
cihada çıkmadıkça düşmanıyla cihada çıkamaz.
İşte bu iki düşmanla
cihad etme konusunda kul imtihana çekilmektedir. Bunların arasında bir üçüncü
düşman daha vardır ki, onunla cihad etmeden bu ikisiyle cihad etmesi mümkün
olmaz. O düşman bunlar arasında durmakta ve kulu bu iki düşmanla cihad
etmekten alıkoymakta, savaşı bırakmaya teşvik etmekte, onu oyalamaya çalışmakta
ve devamlı surette onun hayaline bu iki düşmanla cihad ederken karşılaşacağı zorluklan,
terkedeceği nazları, kaçıracağı zevklen ve iştah kabartan şeyleri getirir
durur. O düşmanla cihad etmeden bu iki düşmanla cihad etmesi mümkün değildir.
Onunla cihad, bu iki düşmanla cihadın temelidir. İşte o düşman şeytandır. Allah
Teâlâ: "Şüphesiz şeytan sizin bir düşmanınızdır. Öyleyse onu düşman
edinin." buyurmaktadır .[6] Onu
bir düşman edinme emri, -sanki o bıkmaz usanmaz ve alınıp verilen nefesler
sayısınca (geçen sürede) kul ile savaşmaktan geri durmaz bir düşman imişçesine-
onunla cihad etme ve savaşma yolunda olanca çabayı sarfetmeye bir tenbihtir. [7]
îşte kul, bu üç
düşmanla savaşıp cihad etmekle emrolundu; bu dünyada onlarla savaşmakla sınandı
ve Allah'tan kendisine bir imtihan, bir deneyim olmak üzere bu düşmanlar onun
üzerine salındı. Allah bu cihad için kula yardım, mühimmat, destekçiler ve
silah vermiştir. Aynı zamanda kulun düşmanlarına da yardım, mühimmat,
destekçiler ve silah vermiştir. Her iki grubu birbiriyle imtihan etmiş;
kimilerini diğerlerine bir sınama vasıtası kılmış ve böylece onların
haberlerini denemiş ve bu imtihanla O'nu ve Peygamberlerini dost edinenlerle
şeytan ve taraftarlarını dost edinenleri birbirinden ayırmıştır. Nitekim Allah
Teâlâ buyuruyor ki:
"Sabredecek
misiniz diye sizi birbirinizle sınarız. Rabbin herşeyi görür. "[8]
"îşte böyle!
Şayet Allah dileseydi, elbet onlardan kendisi öç alırdı. Ancak sizi
birbirinizle denemek için (cihadı emretmiştir.)[9]
"Andolsun, sizi,
içinizden cihada çıkanları ve sabredenleri meydana çıkarıp haberlerinizi açığa
vuruncaya kadar deneyeceğiz." [10]
Allah kullarına
kulaklar, gözler, akıllar ve güçler vermiş; onlara kitaplar göndermiş,
peygamberlerini göndermiş; melekleriyle onların imdadına yetişmiş, meleklere:
"Ben sizinleyim, inananlara direnme gücü verin." buyur-mUş[11] ve
böylece onlara, düşmanlarıyla savaşta kullar için en muazzam bir yardım şeklini
emretmiştir. Kullara haber vermiştir ki, şayet Allah'ın emirlerini yerine
getirirlerse hem Allah'ın düşmanlarına, hem de kendi düşmanlarına karşı
sürekli yardım göreceklerdir; eğer düşmanı onların üstüne sarmışsa,
emirlerinden bir kısmını terketmelerinden ve O'na karşı isyankar tutumlarından
dolayı salmıştın Sonra Allah onların ümidini kırmamış, onları ümitsizliğe düşürmemiş,
aksine onlara, işe yeni baştan başlamalarını, yaralarını tedavi etmelerini, ve
düşmanlarına karşı koymaya, hücum etmeye geri dönmelerini emretmiştir ki,
böylece düşmanlarına karşı onlara yardım etsin ve zafere ulaştırsın. Allah
kullarına haber vermiştir ki, kendisi, onların içinden takva sahipleriyle,
iyilik yapanlarla, sabredenlerle ve inananlarla birliktedir; inanan kullarını,
kendilerini savunamayacakları bir biçimde savunacaktır. Hatta Allah'ın onları
savunmasıyla düşmanlarına karşı muzaffer olacaklardır. Eğer Allah'ın savunması
olmasa düşmanları onları ezer geçer, köklerini kazırlar-dı...
Onların bu şekilde
savunulması imanları ve imanlarının gücü oranındadır. İman güçlü olursa
savunma da güçlü olur. Hayır bulan Allah'a hamdet-sin; hayırdan başkasını bulan
ise ancak kendisini kınasın. [12]
Allah kullara,
kendisinden gerektiği gibi sakınmalarını nasıl emretmiş-se, gerektiği gibi
kendi yolunda cihad etmelerini de öylece emretmiştir.[13]
Nasıl ki, O'ndan gerektiği gibi sakınmak O'na itaat edilip isyan edilmemesi,
adının anılıp unutulmaması, kendisine şükredilip nankörlükte bulunulmaması
ise gerektiği gibi cihad etmek de kulun,
kalbini, dilini ve uzuvlarını Allah'a teslim etmek için nefsiyle cihad etmesi
ve böylece kendine ait, kendi başına buyruk değil bütünüyle Allah'a ait ve
Allah'la birlikte olması; va'dini yalanlamak, emrine isyan etmek ve
yasakladığım yapmak suretiyle şeytanı ile cihad etmesidir. Zira şeytan ona
ümitler va'deder; mal, şöhret gibi gelip geçici şeyler temenni ettirir, fakir
düşmekten korkutur, kötülükleri emreder, takva ve hidayetten iffet ve sabırdan,
hasılı imanın bütün güzel huylarından mene-der. Kul, şeytanın va'dini
yalanlamak ve emrine isyan etmek suretiyle onunla cihad eder ve böylece bu iki
cihaddan bir güç, kuvvet ve destek alır; onun sayesinde Allah sözünün en üstün
olması için Allah düşmanlarıyla dış âlemde kalbiyle, diliyle, eliyle ve
malıyla cihad eder.
"Gerektiği gibi
cihad etme" sözünün ne anlama geldiği konusunda selef âlimleri farklı
sözler söylemişlerdir: İbn Abbas: "Bu yolda olanca çabayı sar-fetme ve
Allah yolunda hiç kimsenin kınamasından korkmama" diyor; Mu-kâtil:
"Allah için gerektiği gibi amel edin, O'na gerektiği gibi ibadet edin,
anlamındadır" diyor. Abdullah İbnü'l-Mübârek ise: "Nefs ve hevâ ile
mü-cahede etmektir." diyor. Bu iki âyet, güç yetirilemeyecek bir şeyi
emretmeyi içermektedir zannıyla âyetlerin mensuh olduğunu söyleyenler isabet
etmemişlerdir. "Gerektiği gibi cihad etme." ve "gerektiği gibi
sakınma" haddi zatında her kulun gücünün yettiği şeydir. Bu da mükelleflerin
kudret ve acziyet, bilgi ve cehalet konularındaki durumlarının çeşitliliğinden
ötürü farklılık ar-zeder. Şu halde "gerektiği gibi sakınma" ve
"gerektiği gibi cihad etme" güçlü, kuvvetli ve bilgili kimseye
nisbetle başka bir şey; aciz, cahil ve zayıf kimseye nisbetle daha başka bir
şeydir. Bunu emrettikten sonra Allah, peşinden: "O, sizi seçmiştir ve
dinde sizin için bir zorluk, bir darlık kırmamıştır."[14]
cümlesini nasıl getirdi bir düşün! Hem akşjne cihadı, herkesi kapsayacak şekilde
geniş kılmıştır. Nitekim rızkını da her canlıyı kapsayacak şekilde vermiştir.
Kula, kulun gücünün yeteceği şeyi yüklemiş ve yine kula, kendisine yetecek nzık
vermiştir. Kul, mükellefiyetine güç yetirir; nzkı da kendisine yeter. Allah
hiçbir şekilde kuluna, dinde herhangi bir darlık kırmamıştır. Hz. Peygamber
(s.a.): "Müsamahakâr, kolay bir hanif dini ile gönderildim."
buyur-muştur.[15] Yani bu din tevhîd
konusunda dosdoğru, amelde müsamahakâr ve kolaydır.
Allah Teâlâ dini,
rıziklandırması, affı ve bağışlaması konularında kullarına son derece genişlik
tanımış; ruh, bedende kaldığı müddetçe onlara tevbe etme imkânı vermiş; tevbe
edebilmeleri için güneş batıdan doğuncaya kadar kapamayacağı bir kapı açmış;
her bir günah için onu yok edecek bir kef-faret olarak bir tevbe, bir sadaka
yahut günahı silen bir iyilik yahut da haram kıldığı herşeye karşılık onlar
için o şeye bedel, ondan daha faydalı, daha hoş, daha lezzetli bir şeyi helâl
kılmıştır; bu helâl olan şey o haramın yerine geçer ve böylece kul haramdan
müstağnî kalır; helâl ona yeterli olur, dar gelmez. Allah, kullan kendisiyle
imtihan ettiği her bir zorluk için birisi o zorluktan önce, diğeri sonra olmak
üzere iki kolaylık yaratmıştır. Artık "Bir zorluk, iki kolaylığa asla
galip gelemez. "[16]
Allah Teâlâ'mn kullarına karşı tutumu böyle olduğuna göre, takat
getiremeyecekleri ve güç yetiremeyecekleri şeyden öte onların kapasitelerini
aşacak bir şeyle onları nasıl mükellef tutar? [17]
Bu anlaşıldıysa, şu
halde cihad dört basamaktır:
1- Nefis ile cihad,
2- Şeytanla cihad,
3- Kâfirlerle cihad,
4- Münafıklarla cihad.
Nefis İle cihad da
yine dört basamaktır:
Birincisi: Doğru yolu
ve hak dini öğrenme konusunda nefis ile cihad ki gerek dünyada, gerekse
ahirette nefsin kurtuluş ve mutluluğu bu hak dine bağlıdır. Bu dini bilmeyi
kaçırırsa her iki cihanda da bedbaht olur.
İkincisi: Bu hak dini
ve doğruyolu öğrendikten sonra onun gereğince davranma konusunda nefis ile
cihad. Aksi halde amelsiz sade bilgi ona zarar vermese de bir fayda da
sağlamaz.
Üçüncüsü: İnsanları bu
dine çağırma ve bilmeyenlere onu öğretme konusunda nefis ile cihad. Aksi halde
Allah'ın indirdiği hidayeti ve açıklamaları saklayan kimseler durumuna düşer.
İlmi, ona fayda vermez ve Allah'ın azabından onu kurtarmaz.
Dördüncüsü: Allah'a
çağırmanın zorluklarına ve halkın eziyetine karşı sabretme ve bütün bunlara
Allah için tahammül gösterme konusunda nefis ile cihad. Kişi bu dört basamağı
tamamladığı vakit rabbanilerden olur. Zira selef, bir âlimin
"rabbani" ismine hak kazanması için hakkı bilip, onunla amel
etmesinin ve onu öğretmesinin gerekli olduğunda hemfikirdirler. İşte ancak
bilip amel eden ve öğreten kimse göklerin melekûtunda "ulu kişi" diye
çağrılır.
Şeytanla Cihad:
Şeytanla cihad iki
basamaktır:
1- Şeytanın,
kulun içine attığı iman konusunda k; he ve kuşkularını defetmek üzere cihad
etme.
2- Kulun
içine attığı bozuk iradeleri ve arzulan defetme konusunda şeytanla cihad.
Birinci cihadın sonunda yakîn (= kesin inanç), ikincisinin sonunda da sabır
oluşur. Allah Teâlâ: "Sabredip âyetlerimize kesin inanmalarından ötürü
aralarından, emrimizle onları doğru yola ileten önderler çıkardık."'[18]
buyurarak din önderliğine ancak sabır ve kesin inançla ulaşılabileceğini haber
vermiştir. Sabır bozuk iradeleri ve arzulan, kesin inanç ise şüphe ve kuşkuları
defeder.
Kâfirler ve
Münafıklarla Cihad:
Kâfirler ve
münafıklarla cihad ise dört basamaktır:
1- Kalble,
2- Dille,
3- Malla,
4- Canla,
Kâfirlerle cihad
özellikle el iledir. Münafıklarla cihad ise özellikle dil
dir.
Zalimler, bid'atçiler ve kötü
işler yapanlarla cihad ise üç basamaktır: 1-Gücü yeterse el ile, 2- Yetmezse
dile intikal eder, 3- Ona da gücü yetmezse kalbiyle cihad eder. İşte toplam
cihadın on üç basamağı bunlardır. "Gazaya çıkmadan ve içinden gazaya
çıkmayı kurmadan ölen kimse münafıklığın bir şubesi üzere ölmüş olur."[19]
Cihad ancak hicretle,
hicret ve cihad da ancak imanla tamam olur. Allah'ın rahmetini umanlar bu üçün
hakkını verenlerdir. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "inananlar, hicret edenler
ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar Allah'ın rahmetini umarlar. Allah
sonsuz bağışlayıcı ve merhamet edici-dir."[20]
İman herkese farz
olduğu gibi yine herkese her vakit iki hicret farzdır: 1- Tevhid, ihlâs,
bağlılık, tevekkül, korku, ümit, muhabbet ve tevbe ile Allah Teâlâ'ya hicret.
2- Emrine uymak ve boyun eğmek, verdiği haberi doğrulamak, emir ve haberini
başkalarının emir ve haberlerine tercih etmek suretiyle Allah'ın Rasulü'ne
hicret. "Kimin hicreti Allah'a ve Rasûlüne ise işte onun hicreti Allah'a
ve Rasûlü'nedir. Kimin hicreti dünyalık bir şeye ise onu elde eder, yahut bir
kadına ise onunla evlenir. Onun hicreti, hicret etmiş olduğu şeyedir."
Hz. Peygamber (s.a.) kişinin,
Allah'ın zâtı konusunda nefsiyle cihad etmesini ve şeytanına cihad açmasını
farz kılmıştır. Bütün bunlar farz-ı ayındır; bu konuda hiç kimse, kimse adına
bir şey yapamaz. Kâfirler ve münafıklarla cihad konusunda ise şayet cihaddan
beklenen amaç yerine gelmiş olursa ümmetin bir kısmının cihad etmesi yeterli
olabilir. [21]
Allah katında en mükemmel
insan, bütün bu cihad basamaklarını tamamlayandır. İnsanların Allah katındaki
dereceleri, cihad basamaklarında gösterdikleri ayrılığa göre farklılık
arzeder. Bundan ötürü Allah katında en mükemmel ve en üstün insan nebilerin ve
rasullerin sonuncusu Hz. Muhammed'dir (s.a.). Zira O, cihadın bütün
basamaklarım tamamladı. Allah yolunda gerektiği gibi cihad etti ve peygamber
olarak gönderilmesinden başlayıp vefatına kadar cihadını sürdürdü. "Ey
bürünen! Kalk da uyar. Rabbini yücelt. Giydiklerini de temiz tut." âyeti[22]
kendisine geldiği vakit hemen paçaları sıvayıp davet için harekete geçti,
Allah'ın zâtı konusunda en mükemmel bir şekilde girişimde bulundu,
gece-gündüz, gizli-açık Allah'a çağırdı. "Sana em-rolunanı açıkça ortaya
koy.*' âyeti[23] inince hiçbir kınayanın
kınamasından çekinmeden Allah'ın emrini açıkça ortaya koydu. Küçük-büyük,
hür-köle, erkek-kadın, kızılderili-siyah derili, cin-insan herkesi Allah'a
çağırdı. [24]
Allah'ın emrini açıkça
ortaya koyup da kavmine açıktan davette bulunup onları, tanrılarına sövmeye[25] ve
(eski) dinlerini ayıplamaya çağırınca gerek O'na, gerekse davetine icabet eden
ashabına karşı müşriklerin eza ve cefaları şiddetlendi, hem O'na, hem de
inanan müslümanlara türlü türlü işkencelerde bulundular. Bu, Allah Teâlâ'mn,
yaratıkları arasındaki bir âdetidir. Nitekim buyurmaktadır ki:
"Sana
söylenenler, senden önceki peygamberlere de söylenmişti."[26]
"İşte böyle, cin ve insan şeytanlarını her peygambere düşman yaptık."[27]
"Onlardan
öncekilere herhangi bir peygamber gelince mutlaka: 'Sihirbazdır' veya 'Delidir'
derlerdi. Öncekiler, sonrakilere böyle mi vasiyet ettiler? Hayır, bunlar azgın
bir millettir. "[28]
Allah Teâlâ bu şekilde
peygamberini teselli etti ve kendisinden önce geçen peygamberlerde O'nun için
bir örnek bulunduğunu haber verdi. Hz. Pey-gamber'e (s.a.) uyanları da şöylece
teselli etti:
"Sizden önce
gelip geçenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız? Onlar öyle darlığa ve sıkıntıya uğramışlar ve sarsılmışlardı ki,
peygamber ve beraberindeki inananlar: 'Allah'ın yardımı ne zaman?' diyecek
duruma düşmüşlerdi. İyi bilin ki, Allah'ın yardımı kuşkusuz yakındır."[29]
"Elif, Lâm, Mim.
İnsanlar: 'İnandık' demekle sınanmadan bırakilıve-receklerini mi sanırlar? Oysa
biz, kendilerinden öncekileri'de sınamışizdır. Allah elbet doğruları ortaya
çıkaracak ve elbet yalancıları ayıracaktır. Yoksa günah işleyenler bizden kaçabileceklerini
mi sanırlar? Ne kötü yargıda bulunuyorlar!
Allah'a kavuşmayı uman
bilsin ki, Allah'ın koyduğu vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir.
Cihad eden ancak kendisi için cihad etmiş olur. Kuşkusuz Allah'ın âlemlere hiç
ihtiyacı yoktur. İnanıp yararlı iş yapanların an-dolsun, günahlarını örteriz.
Onları yaptıklarından daha güzeli ile mükâfatlandırırız. Biz, insana ana ve
babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Şayet ana ve baban seni
körü körüne Bana ortak koşmaya zorlarlarsa; onlara itaat etme. Dönüşünüz
Banadır. Yaptıklarınızı size bildiririm. İnanıp yararlı işler yapanları
andolsun iyiler arasına katacağız.
İnsanlardan: 'Allah'a inandık' diyenler
vardır; ama Allah yolunda ezaya uğratılınca insanların verdiği işkenceyi
Allah'ın azabı gibi sayarlar. Rab-binden bir yardım gelecek olsa andolsun: 'Biz
de sizinle birlikteydik' derler. Allah, herkesin kalplerinde olanı en iyi bilen
değil midir?"[30]
; Artık kul, bu
âyetlerin akışını ve içerdikleri ibret verici şeyleri ve hikmet hazinelerini
iyice düşünsün. Zira insanlar, kendilerine peygamberler gönderildiği zaman şu
iki şey arasındadırlar: Ya birileri "inandık" deyiverecek, ya da
böyle demeyip günahlar ve küfür üzerinde devam edecektir. "İnandık"
deyivereni Rabbi imtihan etmiş, denemiş ve fitneye düşürmüştür. Fitne, doğru
olan yalancıdan ayrılsın diye yapılan deneme ve sınamaya denir.
"İnandık" demeyen, Allah'ı aciz bıraktığını, O'nun elinden kaçıp
kurtulduğunu sanmasın. Zira mesafeler O'nun ellerinde dürülür.
"Kişi günahıyîa
O'ndan nasıl kaçabilir; O'nun ellerinde
mesafeler dürüldüğünde?"
Peygamberlere inanıp
itaat edene peygamberlerin düşmanları düşmanlık ve eziyet ederler. Böylece
elemle denenmiş olur. Peygamberlere inanıp itaat etmezse dünya ve ahirette
cezaya çarptırılır ve böylece başına elem verici bir hal gelmiş olur. Başına
gelen bu elem verici hal, peygamberlere uymanın eleminden daha büyük ve daha
sürekli olur. İnanan yahut imandan yüz çeviren her nefis için eleme uğramak
kaçınılmazdır. Ancak mü'minin başına elem, dünyada ilk defa olarak başlangıçta
gelir, sonra dünya ve ahirette mutlu sona kavuşur. İmandan yüz çeviren ise ilk
defa olarak başlangıçta bir lezzet elde eder, sonra sürekli eleme düşer.
Şafiî'ye (r.h.): "Kişi için, yolunda kararlı kılınması mı yoksa denenmesi
mi daha iyidir?" diye sormuşlar, o da: "Denenmeden yolunda kararlı
kılınmaz." cevabım vermiştir. Allah Teâlâ, ülü'l-azm peygamberleri
denemiş, sabrettikleri vakit onları yollarında kararlı kılmıştır. Hiç kimse
asla, elemden kurtulacağını sanmasın. Eleme uğrayanlar, ancak akıl bakımından
birbirinden ayrılırlar. En akıllıları büyük ve sürekli olan bir elemi, devamı
olmayan az bir eleme satandır. En bedbahtları da devamı olmayan az elemi,
sürekli olan büyük eleme satandır.
Soru: Akıllı bir kimse
bunu nasıl tercih eder? Cevap: Onu, buna sürükleyen peşin ve veresidir.
'Nefis, peşin olanın
sevgisine bağımlıdır.
'Hayır, hayır! Sizler
acil olan (dünya nimetlerini) sever, ahireti bir kenara bırakırsınız."[31]
"Doğrusu onlar âcil
olan (dünya nimetlerini) sever, arkalarında ağırlığına dayanılmaz bir gün
bırakırlar."[32]
Bu durum herkeste
ortaya çıkar. Zira insan tabiatı itibariyle medenî ( = sosyal bir varlık) dir.
İnsanlarla birlikte yaşamak zorundadır. İnsanların ise irade ve tasavvurları
vardır. Bu irade ve tasavvurlar konusunda, kişiden,ken-dilerine uymasını
isterler. Şayet insan onlara katılmazsa ona eziyet eder, işkence verirler.
Onlara katılır ve uyarsa kimi zaman onlar tarafından ve kimi zaman da başkaları
tarafından o kişi eziyet ve işkenceye uğratılır. Meselâ, dindar ve takva sahibi
bir kimsenin zalim ve günahkâr bir topluluk arasına
düştüğünü varsayalım. Böyle bir topluluk,
zulümlerine ve işledikleri günahlarına onu da katmadan yahut o kimse
yaptıklarına ses çıkarmaz hale gelmeden rahat etmezler. Şayet bu kimse onlara
katılsa yahut yaptıklarına ses çi-karmasa işin başında onların şerrinden
selâmette olur. Ama sonra başlangıçta korktuğundan kat kat daha fazla
küçümseyerek ve eziyet ederek onun başına çullanırlar. Şayet onları
yaptıklarından vazgeçirmeye çalışsa ve onlara karşı dursa -onlardan kurtulsa
bile- başkalarının elinden ceza görmesi ve alay konusu olması kaçınılmazdır. O
halde tam anlamıyla ihtiyatlılık, mü'minle-rin annesi Hz. Âişe'nin Muaviye'ye
söylediği şu söze tutunmaktır: "İnsanları kızdırarak Allah'ı hoşnut eden
kimseye insanlardan gelebilecek sıkıntılara karşı Allah o kimsenin imdadına
yetişir. Allah'ı kızdırarak insanları hoşnut eden kimseyi, insanlar, Allah'dan
hiçbir şekilde müstağni kılamazlar."[33]
Dünyanın hallerini iyi
düşünen kimse, cezalandırmalarından kaçmak için bozuk amaçları konusunda
reislere yardım eden ve bid'atleri konusunda bid'-atçilerin yardımına koşan
kimselerde bu durumu çokça görür. Allah'ın hidayete erdirdiği kendisine doğru
yolu ilham ettiği ve nefsinin şerrinden koruduğu kimse haramı işlemeye
katılmaktan kaçınır ve o kimselerin zulümlerine sabreder. Sonra peygamberlerin
kavuştuğu ve muhacirler, ensâr, sınanan âlimler, âbidler,salih veliler,
tüccarlar ve daha başkaları gibi peygamberlerin takipçilerinin kavuştuğu dünya
ve ahiretteki mutlu sona kavuşur. [34]
Elemden asla kurtuluş
olmadığından ötürü Allah Teâlâ süreksiz ve az olan elemi sürekli ve büyük olan
eleme tercih edenleri; "Allah'a kavuşmayı uman bilsin ki, Allah'ın koyduğu
vakit elbet gelecektir. O, herşeyi işitir ve bilir."[35]
buyurarak teselli etti. Bu elemin süresi için bir vakit tayin etti. O vaktin
gelmesi kaçınılmazdır. O vakit de Allah'a kavuşma günüdür. Kul, Allah için ve
Allah rızası için katlandığı eleme karşılık en büyük lezzeti tadacaktır.
Zevki, sevinci ve neşesi Allah yolunda, Allah için katlandığı elem
miktarınca olacaktır. Rabbine ve Dostuna
kavuşma iştiyakı, kulu, bu dünyadaki elemin meşakkatine katlanmaya şevketsin
diye bu teselli ve sabra teşviki Allah'a kavuşmayı umma ile takviye etti.
Hatta kimi zaman O'na kavuşma arzusu, kişiye elemin varlığını görülmez ve
hissedilmez hale getirir. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinden, O'na
kavuşma arzusu dilemiş, Ahmed ve İbn Hibbân'ın rivayet ettikleri bir duada
şöyle niyazda bulunmuştur:
"Allah'ım! Gaybı
bilmen ve yaratmaya güç yetirmen hürmetine şayet hayat benim için daha hayırlı
ise yaşat, ölüm benim için daha hayırlı ise canımı al. Gizli-açık her yerde
kalbimi Senin korkunla doldur, isterim. Gerek öfke, gerek hoşnutluk halinde
hak söz söylememi sağla, isterim. Hem fakirlik-te, hem zenginlikte senden
tutumluluk dilerim. Senden tükenmeyen bir nimet, ardı kesilmeyen bir mutluluk
dilerim. Kaza'dan sonra Senden rıza dilerim. Ölümden sonra Senden tatlı bir
yaşam dilerim. Yüzüne bakma zevkini tatmak dilerim. Senden, zarar veren bir
mihnet ve saptıran bir fitne hali bulunmaksızın sana kavuşma arzusu dilerim.
Allah'ım! Bizi, iman zineti ile süsle. Bizi doğru yola ermiş, doğru yolun rehberleri
eyle."[36]
Arzu, arzulayan
kimseyi sevgilisine bir an önce kavuşmak için harekete geçirir, ona yolu
yakmlaştırır, uzakları katlar ve elemleri, zorluklan hafifletir. Bu, Allah'ın
kuluna ihsan ettiği en büyük bir nimettir. Ancak bu nimetin birtakım söz ve
amelleri vardır. İşte bu nimetin elde edilmesine sebeb onlardır. Allah Teâlâ o
sözleri işitir ve o fiilleri bilir. O, bu nimete kimin elverişli olduğunu,
kimin şükredeceğini, kıymetini bileceğini ve kendisine bu nimeti verene
muhabbet besleyeceğini ve böylece kime bu nimet elverişli ve kim bu nimete
münasip durumdadır, bilir. Nitekim Allah Teâlâ bir âyette buyuruyor ki:
"Aramızdan, Allah bunlara mı iyilikte bulundu? demeleri için işte böyle
onlan birbiriyle sınadık. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?"[37] Kul,
Rabbinin nimetlerinden herhangi birini elinden kaçırdığı vakit kendi kendine,
"Allah, şükredenleri en iyi bilen değil midir?" âyetini okusun.
Sonra Allah Teâlâ o
kimseleri bir başka şekilde daha teselli etti: Onların Allah yolunda yapacakları
cihad, yalnız kendileri içindir ve bu cihadın meyvesi kendilerine aittir.
Allah, âlemlere muhtaç değildir. Bu cihadın menfaati Allah Teâlâ'ya değil,
kendilerine dönecektir. Sonra Allah, bu cihadlan ve imanları sayesinde onları
salihler zümresine katacağını haber vermiştir.
Sonra Allah,
basiretsiz olarak imana gelenin halini anlatıp böyle kimsenin Allah yolunda
ezaya uğratıldığında insanların fitnesini, Allah'ın azabıy-la bir tuttuğunu
haber verdi.[38] "İnsanların
fitnesi" demek, o kişinin peygamberlerin ve onlara uyanların kaçınılmaz
bir şekilde muhalifleri tarafından uğratıldıkları elem ve mihnete uğratılması,
insanlardan ezâ görmesi demektir. İşte bu durumu onlardan kaçma ve başına ezâ
getirecek sebebi ter-ketme konusunda, müminlerin, imanlanyla kendisinden
kaçtıkları Allah'ın azabiyla bir tutmuştur. Mü'minler mükemmel basiretlerden
dolayı Allah'ın azabından imana kaçmışlar ve yakında ayrılacak, yok olacak bir
elemi içinde banndıran hale tahammül etmişlerdir. Oysa diğeri basiretinin
zayıfhndan ötürü peygamberlerin düşmanlarının azabının eleminden o peygamber
düşmanla-nna muvafakat göstermeye, onlara uymaya kaçmıştır. Böylece onların azabının
eleminden Allah'ın azabının elemine kaçmış, ondan kaçma konusunda insanların
fitnesinin elemini Allah'ın azabının elemiyle bir tutmuş, güneşten ısınan
yerden kaçıp kurtulayım derken ateşe düşmek suretiyle de tamamen aldanmış ve
bir saatlik elemden sonsuz eleme kaçmıştır. Allah, ordusuna ve dostlarına
yardım edip onları zafere eriştirince de ortaya çıkıp: "Ben de sizinle
birlikteydim" demiştir. Oysa Allah o kimsenin göğsünde taşıdığı münafıklığı
çok iyi bilir.
Sözün özü; hikmeti
icabı Allah Teâlâ, nefisleri imtihan eder, dener ve böylece imtihanla iyilerini
kötülerinden, dostluğuna ve ikramlarına lâyık olanı olmayanından ayırır, buna
lâyık olan nefisleri imtihan körüğünde temizler, arıtır. Nitekim altın da
cürufundan ancak ateşte imtihan ( = tasfiye) suretiyle arınır, saf hale gelir.
Nefis aslında cahil ve zalimdir. Cehalet ve zulüm sebebiyle nefisde,
çıkarılması eritme ve tasfiyeye muhtaç bir pislik meydana gelmiştir. Bu pislik
ya şu dünyada çıkar (kişi kurtulur), ya da cehennem körüğünde. Kul, temizlenip
arındırılınca onun cennete girmesine izin verilir. [39]
Hz. Peygamber (s.a.),
Allah Teâlâ'ya davet edince her kabileden Allah'ın kullan O'nun davetini kabul
etti. [40]
: Hz. Peygamber'in
(s.a.) davetini kabulde yarış bayrağını ilk eline geçiren, ümmetin sıddîkı ve
onlar arasında İslâm'a ilk giren Hz. Ebu Bekir'dir. Allah ondan razı olsun.
Allah'ın dini konusunda Hz. Peygamber'e (s.a.) destek oldu ve O'nunla beraber,
basiretli bir şekilde Allah'a davette bulundu. Bu çalışmaları sonucunda Ebu
Bekir'in davetini Osman b. Affan, Talha b. Ubey-dullah ve Sa'd b. Ebî Vakkas
kabul ettiler. [41]
Kadınların sıddîkı,
Huveylid kızı Hatice Hz. Peygamber'in (s.a.) davetini kabulde erken davrandı
ve sıddîkhk yükünü omuzladı. Hz. Peygamber (s.a.) (kendisine ilk vahiy gelip de
korku içinde evine döndüğünde) Hatice*-ye: "Kendimden korktum" demiş,
o da: "Müjde sana! Vallahi, Allah hiçbir vakit seni utandırmaz."
demişti. [42]Ve sonra O'nda bulunan
üstün özellikler, güzel huylar ve faziletler ile istidlal ederek böyle bir
kimsenin hiçbir vakit utandırılmayacağım ifade etti. Olgun aklı ve olgun
fıtratıyla bilip anladı ki,
salih ameller, üstün faziletler ve yüce huylar Allah'ın lutfu, desteği ve ihsanı
gibi kendilerine uygun olan şekillere münasip düşerler; rezil ve rüsvay olma
ile uyum sağlamazlar. Buna ancak sayılan şeylerin zıtları münasip gelir.
Allah'ın kendisini en güzel sıfatlar, en güzel huylar ve amellerle bezediği
kimseye ancak Allah'ın lutfu ve ona nimetini tamamlaması lâyıktır. Kimi de en
çirkin sıfatlara, en kötü huy ve amellere bulamışsa ona da ancak bunların
münasipleri lâyıktır. Bu akıl ve sıddîkhk sayesinde Hz. Hatice, Rabbi'nin kendisine,
iki elçisi Cebrail ve Hz. Muhammed (s.a.) ile selâm göndermesine hak
kazanmıştır. [43]
Ebu Tâlib'in oğlu Ali,
İslâm'a girmede erken davrandı. Allah ondan razı olsun. Müslüman olduğunda
sekiz yaşında idi. Daha büyük olduğu da söylenmiştir. Allah Rasûlü'nün (s.a.)
gözetimi ve bakımı altında idi. Hz. Peygamber (s.a.) bir kuraklık senesinde
yardım olsun diye onu, amcası Ebu Tâ-lib'den almıştı. [44]
Allah Rasûlü'nün (s.a.)
aşığı Harise oğlu Zeyd de İslâm'a girmede erken davrandı. Kendisi, Hz.
Hatice'nin kölesi idi. Hz. Hatice evlendiği vakit onu, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
bağışladı. Zeyd'in babası ve amcası fidye verip kurtarmak için Hz. Peygamber'e
(s.a.) gelip onu istediler. Deniliyor ki, onlar geldiğinde Hz. Peygamber
(s.a.) Mescidde idi. Huzuruna girdiler. "Ey Abdülmuttalib oğlu! Ey Hâşim
oğlu! Ey kavminin efendisinin oğlu! Sizler, Allah'ın Harem'inin halkı ve onun
komşususunuz. Esirin esaret bağını çö-zer, karnını doyurursunuz. Yanında
bulunan oğlumuz için sana geldik. Bizi memnun et ve onu serbest bırakmak için
isteyeceğin fidyede bizi hoşnut et." dediler. Hz. Peygamber (s.a.):
"Oğlunuz kimdir?" diye sordu. "Zeyd b. Harise" cevabım
verdiler. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Bundan
başka bir çözüm bulunsa olmaz mı?"
dedi. Onlar da: "O çözüm nedir?" diye sordular. Hz. Peygamber (s.a.):
"Oğlunuzu çağırırım. Onu tercihte serbest bırakırım. Sizi tercih ederse o
sizindir. Beni tercih ederse vallahi ben, beni tercih edeni, hiç kimseye tercih
etmem." dedi. Zeyd'in babası ve amcası, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Sen
bize çok insaflı bir karşılık verdin ve iyi davrandın." dediler.
Peygamberimiz, ZeydM
çağırdı ve ona: "Bunları tanıyor musun?" diye sordu. O da
"evet" cevabını verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu kim?" diye
sordu. Zeyd: "Bu babam, bu da amcam." dedi. Peygamberimiz: "Ben
bildiğin, gördüğün ve sana olan dostluğumu tanıdığın bir kimseyim. îster beni,
ister onları tercih et." buyurdu. Zeyd: "Ben seni asla hiç kimseye
tercih etmem. Sen, benim babam ve amcam yerindesin." cevabım verdi. Bunun
üzerine babası ve amcası: "Yazıklar olsun sana, Zeyd! Köleliği hürriyete,
babana, amcana ve ailene tercih mi ediyorsun?" dediler. O da: "Evet.
Bu adamdan öyle bir şey gördüm ki, ben onu asla hiç kimseye tercih etmem."
karşılığını verdi. Bu durumu gören Allah Rasûlü (s.a.) onu (Kabe yanındaki)
Hicr'e götürdü ve: "Sizi şahid tutuyorum ki, Zeyd benim oğ-Iumdur. O bana
mirasçı olur, ben ona." diye ilan etti. Bu durumu gören babası ve amcası
gönülleri rahat ve boş bir şekilde geri döndüler.
Allah İslâm'ı
getirinceye kadar Zeyd, "Muhammed'in oğlu Zeyd" diye çağrıldı.
İslâmiyet gelince: "Üvey evlatları babalarının adlan ile çağırın."
âyeti[45] indi
ve bundan böyle o günden itibaren "Zeyd b. Harise" diye çağrıldı.[46]
Ma'mer, Camı' adlı
eserinde Zührî'nin: "Zeyd b. Harise'den önce hiç kimsenin müslüman
olduğunu bilmiyoruz." dediğini kaydeder.[47]
Zeyd, Allah'ın kitabında gerek kendisinin, gerekse Rasûlü'nün ona ihsanda
bulunduğunu haber verdiği ve ismiyle andığı sahabîdir.
Keşiş Varaka b. Nevfel
de müslüman olmuş ve kavmi Allah Rasûlü'nü (s.a.) memleketlerinden çıkarırken
bir genç olmayı temenni etmiştir.[48]
Sünen-i Tirmizfdski bir rivayete göre Allah Rasûlü (s.a.) onu rüyada iyi bir
vaziyette görmüştür. Diğer bir hadise göre ise beyaz elbiseler içinde görmüştür.[49]
İnsanlar birbiri
ardından dine girdiler. Kureyş buna karşı gelmiyordu. Ne zaman ki onların
dinlerini ayıplamaya, tanrılarına sövmeye[50] ve
onların fayda ve zarar vermez şeyler olduklarını söylemeye başladı, işte o
vakit onlar da paçaları sıvayıp O'na ve ashabına karşı düşmanca harekete
başladılar. Allah, peygamberini, amcası Ebu Tâlib sayesinde himaye etti. Zira
Ebu Tâlib, ailesi içinde kendisine itaat edilen, Kureyş arasında saygı gören
şerefli brr kimse idi. Mekke halkı, ona herhangi bir eziye'tte bulunmaya cür'et
edemezdi.
Ebu Tâlib'in, kavminin
dini üzere kalması Hâkimler Hakimi'nin bir hikmetidir. Zira bunda düşünen
kimsenin anlayacağı pek çok faydalar vardır. [51]
Hz. Peygamberin (s.a.)
ashabına gelince; kimin kendisini himaye edecek bir aşireti var idiyse,
aşireti ile korundu. Geri kalanlara ise müşrikler işkence ve azap çektirmeye
başladılar. Himayesiz müslümanlardan Ammâr b.
Yâsir, annesi Sümeyye
ve ailesi Allah yolunda işkenceye maruz kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.) onlar
işkence çekerken yanlarından geçtiği vakit: "Sabır, ey Yâsir ailesi!
Buluşacağınız yer kuşkusuz cennettir.*' derdi.[52]
Himayesiz
müslümanlardan Bilâl b. Rabah, Allah yolunda en çetin işkencelere manız kaldı.
Kavmi tarafından hiç önemsenmedi ve kendisi de Allah yolunda can vermeyi hiç
önemsemedi. İşkencenin şiddeti arttıkça: "Ahad, ahad= Allah birdir,
birdir." derdi. Varaka b. Nevfel, onun yanından geçerken: "Evet,
vallahi birdir, birdir ey Bilâl! Vallahi onu öldürürseniz, çok üzüleceğim ve
onu andıkça merhametimden ağlayacağım." dedi.[53]
Müşriklerin,
müslümanlara yaptıkları işkenceler şiddetlenip, aralarında çıldıranlar oldu.
Öyle ki onlardan birine: "Allah'tan gayrı Lât ve Uzzâ senin ilâhındır,
değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" cevabım veriyordu. Hatta
yanlarından bir tezek böceği geçtiğinde: "Bu da senin, Allah'tan gayrı ilâhındır
değil mi?" diye soruyorlar, o da: "Evet" diyordu.
Allah düşmanı Ebu
Cehil, Ammâr b. Yâsir'in annesi Sümeyye'nin yanına uğradı. Sümeyye, kocası ve
oğlu işkence görüyorlardı. Ebu Cehil, onun mahrem yerine mızrak saplayıp
öldürdü.
Hz. Ebu Bekir Sıddîk,
işkence edilen bir köle görse müşriklerden onu satın alıp azad ederdi. Bilâl,
Âmir b. Füheyre, Ümmü Ubeys, Zinnîre, Neh-diye, Nehdiye'nin kızı ve
Adiyoğullannın bir cariyesi Hz. Ebu Bekir'in bu şekilde azad ettiği
kölelerdendir. Sözü edilen Adiyoğullannın cariyesine müs-lümanhğından ötürü
Ömer, kendisi rhüslüman olmadan önce işkence yapardı. Hz. Ebu Bekir'e babası:
"Oğlum, zayıf köleleri azad ettiğini görüyorum. Yaptığını yapıyorsun, bari
hiç değilse şöyle yiğit olanlarını azad et de seni korusunlar." dedi.
Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir, babasına: "Ben, istediğimi yaparım."
cevabım verdi. [54]
İşkence ve musibetin
şiddeti artınca Allah Teâlâ, müslümanlara Habeşistan'a ilk hicret iznini
verdi. Oraya ilk hicret eden Osman b. Af fan oldu. Beraberinde karısı Allah
Rasûlü'nün (s.a.) kızı Rukiyye de bulunuyordu. Bu ilk hicret edenler 12 erkek,
4 kadından oluşuyordu: Hz. Osman ve karısı, Ebu Huzeyfe ve kansı Sehle bt.
Süheyl, Ebu Seleme ve karısı Ümmü Seleme Hind bt. Ebu Ümeyye, Zübeyr b. Avvâm,
Mus'ab b. Umeyr, Abdurrahman b. Avf, Osman b. Maz'ün, Âmir b. Rabîa ve karısı
Leylâ bt. Ebu Hasme, Ebu Sebra b. Ebu Ruhm, Hâtıb b. Amr, Süheyl b. Vehb ve
Abdullah b. Mes'-ûd.
Kafile, Mekke'den
gizlice çıkıp yola koyuldu. Sahile ulaştıklan saatte Allah'ın tevfıkiyle iki
tüccar gemisiyle karşılaştılar. Tüccarlar onları gemilere bindirip Habeşistan'a
götürdüler. Yola çıkışları Hz. Muhammed'in (s.a ) peygamber olarak
gönderilmesinin beşinci yılındaki Recep ayına rastlamaktadır. Kureyş de
peşlerinden yola çıktılar, denize kadar geldiler. Kafileden hiçbir kimseye
yetişemediler.
Daha sonra, hicret
eden kafileye, Kureyş'in Hz. Peygamber'le (s.a.) uğraşmaktan vazgeçtikleri
haberi ulaşınca döndüler. Gündüz bir vakitte Mekke önlerine yaklaştıklarında
Kureyş'in Allah Rasûlü'ne (s.a.) eskisinden daha şiddetli düşmanlık göstermekte oldukları haberini
aldılar. Emân altında şehre girenler oldu. İşte bu defasında İbn Mes'ûd da
Mekke'ye girmiş, namaz kılmakta olan Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, ama
Hz. Peygamber (s.a.) selâmını almamıştı. Bu durum İbn Mes'ûd'un çok gücüne gitmişti.
Nihayet Hz. Peygamber (s.a.) ona: "Allah, namazda konuşmayın diye yeni
bir emir gönderdi." dedi.[55]
Doğru olan budur. İbn Sa'd ve bir grup (tarihçi) İbn Mes'ûd'un Mekke'ye
girmediğini, Habeşistan'a gen döndüğünü ve ikinci defada gelenlerle birlikte
Medine'ye girdiğini iddia etmişlerdir. Bu iddia şöyle reddedilmiştir: îbn
Mes'ûd, Bedir savaşma katılmış ve yaralanan Ebu Cehil'in işini bitirmiştir. Bu
hicrete katılanlar ise Cafer b. Ebu Tâ-lib ve arkadaşları ile birlikte Bedir savaşından
dört yahut beş yıl sonra Medine'ye gelmişlerdir.
Bu görüşü savunanlar
diyorlar ki: Şöyle bir itiraz ileri sürülürse: Hayır, îbn Sa'd'm söylediği bu
söz Zeyd b. Erkam'ın şu anlattıklarıyla uyum göstermektedir: Biz namazda
konuşurduk. Adam, yanındaki arkadaşıyla namazda konuşurdu. "îhlâslı bir
halde Allah için namaza durun.*' âyeti[56]
gelince bize sükut emredildi ve söz söylemek yasaklandı.[57] Zeyd
b. Erkam, Ensar'dan-dır. Sûre ise Medine'de inmiştir. O halde İbn Mes'ûd
geldiğinde, Hz. Peygamber (s.a.) namazda iken selâm vermiş, Hz. Peygamber
(s.a.) de selâm verip namazdan çıkıncaya kadar onun selâmını almamış ve ona,
söz söylemenin haram kılındığını haber vermiştir. Böylece îbn Mes'ûd hadisi
ile İbn Erkam hadisi aynı noktada birleşmiş oldu.
İtiraza cevap: Bu, îbn
Mes'ûd'un Bedir savaşına katılmış olmasını iptal eder. İkinci hicrete
katılanlar, ancak Hayber savaşının'yapıldığı sene Cafer ve arkadaşları ile
birlikte gelmişlerdir. Şayet İbn Mes'ûd, Bedir savaşından
önce gelenlerden olsa,
onun gelişinden mutlaka söz edilirdi. Habeşistan muhacirlerinin dönüşlerini
anlatan herkes birinci gelişin Mekke'de iken yapıldığını, İkincisinin ise
Hayber savaşının vuku bulduğu sene Cafer'le birlikte yapıldığını kaydetmiştir.
O halde İbn Mes'ûd bu iki kere dışında ne zaman ve kiminle dönmüştür? Bu konuda
İbn îshak da bizim söylediğimiz gibi görüş ileri sürmüştür. Diyor ki:
"Allah Rasülü'nün (s.a.) Habeşistan'a hicret eden arkadaşlarına Mekke
halkının müslüman olduğu haberi ulaştı. Bu haber kendilerine ulaşınca döndüler.
Mekke'ye yaklaştıkları vakit Mekke halkının müslüman olduğu haberinin asılsız
olduğunu duydular. Emânla yahut gizlice girenler dışında hiç kimse şehre
girmedi. Onlardan şehre girenler ve orada kalarak, Medine'ye hicret edip Bedir
ve Uhud savaşma katılanlar şunlardır:..." İbn İshak bunlar arasında
Abdullah b. Mes'ûd'un ismini de kaydetmiştir.
Soru: Peki, Zeyd b.
Erkam hadisini ne yapacaksınız?
Cevap: Bu itiraza iki türlü
cevap vermek mümkündür: Birincisi: Namazda konuşmak Mekke'de iken yasaklanmıştır.
Sonra Medine'de buna izin verildi, sonra yeniden yasaklandı. İkincisi: Zeyd b.
Erkam, sahabenin küçükle-rindendir. O ve bir grup insan alışkanlıkları üzere
namazda konuşurlardı, yasaklama onlara ulaşmamıştı. Yasak olduğu haberi onlara
ulaşınca vazgeçtiler. Zeyd, bu âyet ininceye kadar bütün müsîüman cemaati
namazda konuşurlardı diye haber vermemiştir. Bunu haber verdiği düşünülse bile
bu onun bir yanılgısı demektir. [58]
Kureyş'in Habeşistan
muhacirlerinden geri dönenlere ve diğerlerine karşı yaptığı işkencenin şiddeti
arttı, aşiretleri gemi azıya alıp onlara karşı katı tutum içine girdiler ve
müslümanlar onlardan pek şiddetli işkence gördüler. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) Habeş ülkesine ikinci defa hicret için onlara izin verdi. İkinci
çıkışları onlara daha zor ve daha güç geldi. Kureyş'in pek şiddetli öfkesine
maruz kaldılar ve onlardan işkence gördüler. Kendilerine ulaşan, Necâşî'nin
Habeşistan'a hicret eden müslümanlarla iyi ilişkiler içinde olduğu haberi
müşriklerin pek güçlerine gitti. Bu defa hicret için yola çıkanların sayısı,
şayet Ammâr b.Yâsir de aralarında ise -ki İbn İshâk'ın dediğine göre bu husus
kuşkuludur - 83 erkek, 19 kadındır.
Ben derim ki: Bu
ikinci hicret olayında Osman b. Affan ve Bedir savaşına katılan bir grup
sahabînin İsmi geçmektedir. Bu ya bir yanılgıdır, yahut da Bedir savaşından
önce başka bir gelişleri daha olmalıdır. O zaman üç
kere gelmiş olurlar: 1-
Hicretten önce, 2- Bedir savaşından önce, 3- Hayber savaşının yapıldığı sene.
Bundan dolayı İbn Sa'd ve başka tarihçiler demişlerdir ki: Habeşistan
muhacirleri, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Medine'ye hicret ettiğini duyunca,
aralarından 33 erkek ve 8 kadın geri döndü. Onlardan iki erkek Mekke'de öldü,
yedisi Mekke'de hapsedildi ve 24 erkek Bedir savaşına katıldı. [59]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Medine'ye hicretinin 7. senesi Rabiûlevvel ayında Allah Rasûlü (s.a.)
Necaşî'ye İslâm'a davet mektubu yazdı ve onu Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile
gönderdi. Mektup kendisine okununca Necâşî müs-lüman oldu ve: "Yemin olsun
O'na gitmeye gücüm olsa mutlaka giderdim1." dedi.[60]
Hz. Peygamber (s.a.)
Necaşî'ye, kendisini Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Ha-bibe ile nikahlaması için
mektup yazdı. Ümmü Habibe, kocası Ubeydullah b. Cahş ile birlikte Habeş
ülkesine hicret edenler arasına katılmıştı. Kocası orada hıristiyan oldu ve
öldü. Bunun üzerine Necaşî, Ümmü Habibe ile Hz. Peygamber'in (s.a.) nikâhını
kıydı ve Hz. Peygamber (s.a.) adına Ümmü Ha-bibe'ye mehir olarak dört yüz dinar
verdi. Nikâhda Ümmü Habibe'nin velisi ise Hâlid b. Saîd b. Âs idi.[61]
Allah Rasûlü (s.a.)
Necaşî'ye bir mektup yazarak yanında kalan sahabî-leri gemiye bindirip
göndermesini istedi. O da bu isteği yerine getirdi, sahabî-leri iki gemiye
bindirip Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile birlikte gönderdi. Allah
Rasûlü'nün (s.a.) huzuruna Hayber'de iken
geldiler. O'nu Hayber'i fethetmiş buldular. Allah Rasûlü (s.a.) ganimetin
paylaştınlmasında onları da dahil etmeleri konusunda müslümanlarla konuştu.
Onlar da öyle yaptılar.'[62]
Buna göre îbn Mes'ûd
hadisi ile Zeyd b. Erkam hadisi arasındaki problem ortadan kalkar; İbn Mes'ûd
hicretten sonra ve Bedir savaşından önce aradaki gelişde Medine'ye girmiş, o
vakit Hz. Peygamber'e (s.a.) selâm vermiş, o da selâmım almamış ve Zeyd b.
Erkam'm dediği gibi, konuşma daha yakın zamanda haram kılınmış olur. Bu duruma
göre konuşmanın haram kılınışı Mekke'de değil, Medine'de olmuş olur. İki rekât
olarak farz kılınmışken dört rekâta çıkarılması, kılarken cemaat oluşturmanın
vacipliği gibi namazda hicretten sonra meydana gelen nesih ve değiştirme
gözönüne alınırsa en isabetlisi budur.
İtiraz: Bu ne kadar
güzel ve ne kadar sağlam bir uzlaştırma! Ama Mu-hammed İbn İshak aktardığınız:
"îbn Mes'ûd Habeşistan'dan döndükten sonra Medine'ye hicrete kadar
Mekke'de kaldı, Bedir savaşına katıldı." sözlerini söylememiş olsa! Oysa
bu sözler söyleneni reddeder.
Cevap: Muhammed İbn
İshak bunları söylemişse, Muhammed îbn Sa'd da Tabakalında.: "İbn Mes'ûd,
döndükten sonra biraz bekledi. Sonra Habeş ülkesine döndü." demiştir. Bu
en açık olanıdır. Zira îbn Mes'ûd'un Mekke'de kendisini himaye edecek kimsesi
yoktu. îbn Sa'd'ın rivayeti, İbn İs-hak'ın farkında olmadığı bir ilâveyi
içermektedir. İbn İshak, bunu kendisine kimin aktardığını söylememiştir.
Muhammed İbn Sa'd ise rivayetini Mutta-lib b. Abdullah b. Hantab'a isnad
etmiştir. Böylece hadisler uzlaşmış ve birbirlerini doğrulamış oldu, onlardaki
problem ortadan kalktı. Hamd ve minnet yalnız Allah'a!
İbn İshak,
Habeşistan'a yapılan bu hicrette Ebu Musa el-Eş'arî Abdullah b. Kays'i da
kaydetmiştir. Aralarında Muhammed b. Ömer el-Vâkıdî ve başkalarının da
bulunduğu siyerciler bu konuda ona karşı çıkmışlar ve: "îbn İshak yahut
onun berisindeki râvî bunun nasıl farkına varmamıştır?!" demişlerdir.
Ben derim ki: Bu durum
Muhammed îbn İshak'tan öte, onun berisindeki râvi tarafından bile farkına
varılmayacak bir şey değildir. Ancak yanılgı şundan kaynaklanmıştır: Ebu Musa,
Cafer ve arkadaşlarının Habeşistan'a gittiğini duyunca Yemen'den Habeş
ülkesine, onların yanına hicret etmiş, sonra Sahih'de açık bir şekilde belirtildiği üzere onlarla
birlikte Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına Hayber'e gelmiştir. İşte tbn İshak bunu
Ebu Musa'nın bir hicreti saymıştır. O, Ebu Musa Mekke'den Habeş ülkesine
hicret etti dememiştir ki, ona karşı gelinsin. [63]
Muhacirler, Necaşî
Ashame'nin memleketine emniyet içinde yerleştiler. Kureyş bu durumu öğrenince
peşlerinden Abdullah b. Ebu Rabîa ve Amr b. Âs'ı, şehirlerinden hediyeler ve
armağanlarla yola çıkarıp muhacirleri kendilerine teslim etmesi için Necaşî'ye
gönderdiler. Necaşî, onların bu isteklerini geri çevirdi. Müşrikler ileri gelen
patrikleri araya soktular. Necaşî, onların isteklerini kabul etmedi. Bunun üzerine
ona: "Bunlar İsa hakkında büyük lâf ediyorlar. İsa'nın Allah'ın kulu
olduğunu söylüyorlar." diye muhacirleri jurnal ettiler. Necaşî,
muhacirleri meclisine çağırttı. Liderleri Cafer b. Ebu Tâlib idi. Huzura girmek
istedikleri zaman Cafer: "Allah'ın cemaati senden içeri girmek için izin
istiyor." dedi. (Necaşî) mabeyinciye: "Ona, içeri girmek için
istediği izni tekrar etmesini söyle" dedi. Cafer de tekrarladı.
Neca-şî'nin huzuruna girdikleri vakit Necaşî: "İsa hakkında ne
diyorsunuz?" diye sordu. Cafer, ona Meryem sûresinin baş taraflarını
okudu. Bunun üzerine Necaşî eline, yerden bir çöp alıp: "îsa ne buna, ne
de bu çöpe bir ilâvede bulunmuştur." dedi. Bu sözler üzerine yanındaki
patrikler homurdandılar. Necaşî onlara: "Homurdanırsanız
homurdanınî", muhacirlere de: "Gidin, sizler ülkemde seyûm'sunuz.
Size ilişen cezasını çeker." dedi. -"Seyûm" on-Iann lisanında
"güvencede olanlar" anlamındadır. -Sonra elçilere dönüp: "Bana
bir dağ altın verseniz bunları teslim etmem." dedi. Sonra da emretti, hediyeleri
onlara geri verildi. Perişan bir halde geri döndüler.[64]
Sonra Hz. Peygamber'in
(s.a.) amcası Hamza ve pek çok sayıda insan müslüman oldu. İslâmiyet yayıldı.
Kureyş baktı ki, Allah Rasûlü'nün (s.a.) otoritesi baskın hale gelmeye başladı,
işler durmaz ilerler oldu. Bunun üzerine bir araya gelip kendilerine Allah
Rasûlü'nü (s.a.) teslim edene kadar Hâ-şimoğulları, Abdülmuttaliboğullan ve
Abdimenafoğulları ile ahş-veriş yapmamak, kız alış-verişinde bulunmamak,
konuşmamak ve onlarla birlikte otur-mamak üzere bir anlaşma yaptılar ve bunu
bir sahifeye yazıp Kabe'nin tavanına astılar. Sahife'nin kâtibinin, Mansûr b.
İkrime b. Âmir b. Hâşim olduğu söylenir. Nadr b. Haris olduğu da söylenir.
Doğrusu Bağîz b. Âmir b. Hâ-şim'dir. Allah Rasûlü (s.a.) ona beddua etti, eli
çolak oldu. Hâşimoğulları ile Muttaliboğullarının, Ebu Leheb dışında, mü'mini
-kâfiri bir araya toplandı. Ebu Leheb ise; Allah Rasûlü'ne (s.a.),
Hâşimoğullarına ve Muttalibo-ğullarına karşı Kureyş'i destekledi. Allah Rasûlü
(s.a.) ve beraberindekiler İslâmiyet'in yedinci yılında Muharrem hilâlinin
doğduğu gece, Ebu Tâlib Şi'bi denilen mahalleye hapsolundular. Anlaşmanın
yazıldığı sahife Kabe'nin içine asılmıştı. Müslümanlar üç sene kadar baskı
altında, kendilerine yiyecek-içecek maddelerinin ulaşma yolu kesilmiş, mahbus
bir halde kuşatma altında kaldılar. Öyle ki bu hal dayanılmaz olmuştu.
Mahallenin ötesinden çocuklarınm ağıt sesleri duyuluyordu. Ebu Tâlib meşhur
Kaside-i Lâmiye'sini orada söyledi. Başı şöyledir:[65]
"Allah kinden
ötürü Abd-i Şems ve Nevfel'i
Tehirsiz, acele
tarafından en kötü bir ceza ile hemencecik cezalandırsın." [66]
Kureyş'ten kimileri
bundan hoşnut oluyor, kimileri hoşnutsuzluk gösteriyordu. Hoşnut olmayanlar
sahifeyi yırtmaya çalıştılar. Bu işe kalkışan, Hi-şâm b. Amr b.Haris b. Habîb
b. Nasr b. Mâlik idi. Bu zat, bu konuda Mut'-im b. Adiy ve bir grup Kureyşli
ile gidip görüştü. Onun bu isteğini kabul ettiler. Sonra Allah, Peygamberine,
onların sahifelerinin ne hale geldiğini, o sa-hife üzerine bir ağaç kurdu
gönderdiğini ve bu kurdun sahifede bulunan bütün haksızlık, akrabalık
ilişkisini kesme ve zulüm ile ilgili sözlerin yazılı olduğu kısımları
yediğini, Allah Teâlâ'mn adı yazılı olan kısmı bıraktığını bildirdi. Hz,
Peygamber (s.a.) de bunu amcasma haber verdi. (Ebu Tâlib) Ku-reyş'e çıkıp
yeğeninin şöyle şöyle dediğini haber verdi ve: "Şayet yalancı ise O'nunla
sizin aranızdan çekiliriz. Şayet doğru söylüyorsa siz de bizimle akrabalık ilişkisini
kesmekten, bize zulmetmekten vazgeçersiniz." dedi. Onlar da:
"Haklısın" dediler, sahifeyi asılı olduğu yerden indirdiler. İş,
Allah Ra-sûlü'nün (s.a.) dediği gibi çıkınca küfürleri katmerlendi. Allah
Rasûlü (s.a.) ve beraberindekiler mahalleden dışarı çıktılar.[67] îbn
Abdilber: "Boykot, peygamberimize peygamberlik geldikten on sene sonra
kaldırıldı." diyor. Bundan altı ay sonra Ebu Tâlib, ondan üç gün sonra da
Hz. Hatice vefat etti. Başka tarihler de verilmiştir. [68]
Sahife yırtılıp da
boykot anlaşmasının sona ermesiyle Ebu Tâlib ve Hz. Hatice'nin az bir zaman
aralığı ile ölmeleri bir araya rastlamış; kavminin sefihlerinin Allah
Rasûlü'ne (s.a.) yaptıkları işkence şiddetlenmiş, Peygamberimize karşı
cür'etkâr bir tavırla eziyette bjılunmaya koyulmuşlar ve bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) kendisini barındırırlar, kavmine karşı kendisine yardım ederler
ve onlardan korurlar ümidiyle Taife gitti.
Tâiflileri Allah
Teâlâ'ya davet etti. Ne bir barındıran, ne bir yardımcı gördü. Bununla kalmayıp
O'na en şiddetli işkencelerde bulundular, kendi kavminin yapmadığını yaptılar.
Yanında kölesi Zeyd b.
Harise bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Tâ-iflilerin arasında on gün kaldı.
Eşraftan gidip konuşmadığı hiç kimse kalmadı. "Şehrimizden çık!"
dediler ve ayak takımını O'na karşı kışkırttılar. Hz. Peygamber'in (s.a.)
geçtiği yolun iki kenarında dizilip O'nu taşlamaya başladılar. Hz.
Peygamber'in (s.a.) ayaklan kana bulandı. Zeyd b. Harise ise atılan taşlara
kendi vücudunu siper edip Peygamberimizi korumaya çalışıyordu. Onun da başında
yaralanmalar oldu. [69]
Hz. Peygamber (s.a.)
mahzun bir halde Tâif ten Mekke'ye dönüş için yola koyuldu. İşte bu dönüşü
esnasında "Tâif Duası'* diye meşhur olan şu duayı yaptı:
"Allah'ım! Güçsüz
ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız Sana yakınıyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin
Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bıraktın? Bana saldıran bir uzak
insan eline mi, yoksa işimi kendisine teslim ettiğin bir düşmana mı? Yeter ki,
bir gazabın olmasın bana; aldırmam çektiklerime. Ancak şuna inanıyorum ki,
Senin afiyetin daha geniştir, bana. Gazabına uğramaktan yahut öfkeni haketmekten
karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığmıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana
memnuniyetimi sunuyorum. Güç de Senin, kuvvet de Senin."[70]
Bunun üzerine Rabbi,
"dağlar meleğini" kendisine gönderip şayet isterse Mekke'yi
ortalarına alan iki büyük dağı (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını) Mekke halkı
üzerine geçirmesini emretmiş, o ise: "Hayır. Onlara yumuşak davr anı
İmasını, mühlet tanınmasını istiyorum. Belki Allah, onların sulble-rinden
kendisine ibadet edecek ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkaracaktır."
Demiştir.[71]
Hz. Peygamber (s.a.)
Tâif ten dönüş yolu üzerinde Nahle'de konakladığında gece namaz kılmaya
kalktı. Bir grup cin O'nun bulunduğu yere gönderildi. Cinler Hz. Peygamberin
(s.a.) okuduğu Kur'an-ı Kerim'i dinlediler. Şu âyetler ininceye kadar Allah
Rasûlü (s.a.) onların farkına varmadı:
"Hani biz,
cinlerden bir topluluğu Kur'an dinlesinler diye sana doğru çevirmiştik de,
huzuruna geldiklerinde birbirlerine: 'Susun, dinleyin' demişler; okunması
bitirilince de uyarıda bulunmak üzere kavimlerine dönmüşler ve: 'Ey kavmimiz!
Biz, Musa'dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekile-*ri doğrulayan, hakkı
ve doğru yolu gösteren bir kitap dinledik. Ey kavmimiz! Allah'a çağırana icabet
edin ve O'na inanın ki, sizin günahlarınızın bir kısmını alsın, bağışlasın,
sizi çok elem verici bir azaptan korusun', demişlerdi. Allah'a çağırana uymayan
kimse bilsin ki, Allah'ı yeryüzünde aciz bırakamaz; onlara O'ndan başka dost
da bulunmaz ve işte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler."[72]
Hz. Peygamber (s.a.)
Nahle'de birkaç gün kaldı. Zeyd O'na, Kureyş'i kastederek: "Seni Mekke'den
çıkarmışlarken onların içine nasıl girebileceksin?" diye sordu.
Peygamberimiz: "Ey Zeyd! Görürsün, Allah ummadığın yerden bir kapı açar,
bir çıkış yolu gösterir. Kuşkusuz Allah, dininin yardımcısı ve peygamberinin
destekçisidir." buyurdu. [73]
Mekke'ye vardıklarında
Hz. Peygamber (s.a.) Huzâa kabilesinden bir adamı Mut'im b. Adiy'e gönderip,
"Himayene girebilir miyim?" diye sor-durttu. Mut'im "evet"
cevabını verdi; oğullarını ve kavmini çağırıp: "Silah kuşanın, Kabe'nin
rükünleri yanında olun. Ben, Muhammed'i himayeme aldım." dedi.
Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) yanında Zeyd b. Harise olduğu halde şehre girdi, Mescid-i Haram'a
kadar vardı. Mut'im b. Adiy, devesi üzerinde doğruldu ve: "Ey Kureyş
topluluğu! Ben, Muhammed'i himayeme aldım. Hiç biriniz ona saldırmasın."
diye bağırdı.
Allah Rasûlü (s.a.)
Rükn'e (Hacer-i Esved'e) vardı, onu selâmladı ve iki rekât namaz kılıp evine
döndü. Mut'im ve oğulları, Peygamberimiz evine girinceye kadar silahlı bir
vaziyette O'nun etrafını çevirip koruma altına aldılar.'[74]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) doğru olan görüşe göre bedeniyle, Burak üzerine binmiş olarak Cebrail
(a.s.) eşliğinde geceleyin Mescid-i Haram'dan Beyt-i Makdis'e götürüldü (İsrâ
hâdisesi). Oraya indi ve Peygamberlere imam olup namaz kıldırdı.'[75]
Burak'ı mescidin kapısının halkasına bağladı. Beyt-i Lahm'e indiği ve orada
namaz kıldığı söylenmişse de böyle bir rivayet asla sahih değildir.
Sonra o gece Beyt-i
Makdis'den en yakın semaya yükseltildi. Cebrail, O'nun adına semanın kapısının
açılmasını istedi, ona kapı açıldı. Orada insanlığın babası Hz. Âdem'i gördü, ona selâm verdi. O
da selâmını aldı, "Merhaba = Hoşgeldin, safa geldin." dedi ve
peygamberliğini tasdik etti. Allah Hz. Peygamber'e (s.a.) sağ tarafında
bahtiyarların (cennetliklerin) ruhlarını, sol tarafında bedbahtların (cehennemliklerin)
ruhlarını gösterdi.
Sonra ikinci semaya
yükseltildi. Cebrail, ona semanın kapısının açılmasını istedi. Hz. Peygamber
(s.a.) orada Hz. Zekeriya'nın oğlu Hz. Yahya'yı ve Hz. Meryem'in oğlu Hz.
İsa'yı gördü. Onlarla buluştu ve onlara selâm verdi. Onlar da selâmını aldılar
ve "merhaba" dediler, peygamberliğini tasdik ettiler.
Sonra üçüncü semaya
yükseltildi. Orada Hz. Yusuf'u gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp
"merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra dördüncü semaya
yükseltildi. Orada Hz. îdris'i gördü; ona selâm verdi. O da selâmını alıp
"merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra beşinci semaya
yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Harun'u gördü; ona selâm verdi. O da
selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti.
Sonra altıncı semaya
yükseltildi. Orada İmran oğlu Hz. Musa ile karşılaştı; ona selâm verdi. O da
selâmını alıp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti. Hz.
Peygamber (s.a.) onu geçip gidince Hz. Musa ağladı. Ona: "Niçin
ağlıyorsun?" diye sordular. O da: "Nasıl ağlamayayım! Benden sonra
peygamber olarak gönderilen bir gencin ümmetinden cennete girenler, benim
ümmetimden girenlerden daha çok!" dedi.
Sonra yedinci semaya
yükseltildi, orada Hz. İbrahim ile karşılaştı; ona selâm verdi. O da selâmını
ahp "merhaba" dedi ve peygamberliğini tasdik etti. [76]
Sonra
Sidretü'l-Müntehâ'ya çıkartıldı. Sonra ona Beytü'l-Ma'mür çıkartılıp
gösterildi. Sonra da Cebbar olan Allah'a (c.c) yükseltildi. O'na o kadar
yaklaştı ki, araları iki yay aralığı kadar belki daha yakın oldu.[77]
Allah, kuluna o anda
vahyedeceğini'sjâhyetti. Ona elli vakit namaz farz kıldı. Hz. Peygamber (s.a.)
döndü, Hz. Musa'ya uğradı. Hz. Musa: "Neyle emrolun-dun?" diye sordu.
Peygamberimiz: "Elli vakit namazla" karşılığını verdi. Hz. Musa:
"Ümmetin buna güç yetiremez. Dön, Rabbine; ümmetin için hafifletmesini
iste." dedi. Hz. Peygamber (s.a.) bu konuda istişare edercesine bakışını
Cebrail'e çevirdi. O da: "İstersen, tamam öyle olsun." diye görüşünü
bildirdi. Bunun üzerine Cebrail, onu yükseltti; Cebbar Teâlâ'ya getirdi. O
yerinde idi. -Senedlerin birinde Buhan'nin metni böyledir.- Allah, ondan 10
vakit namazı kaldırdı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) indirildi. Hz. Musa'ya
uğradı, ona durumu haber verdi. Hz. Musa: "Rabbine dön, hafifletmesini
iste" dedi. Böylece Peygamberimiz, Hz. Musa ile Allah Teâlâ arasında gidip
gelmeye başladı. Nihayet Allah namazı beş vakte indirdi. Hz. Musa yine Peygamberimize
dönüp Allah'tan hafifletmesini istemeyi önerdiyse de Hz. Peygamber (s.a.): "Rabbimden
utandım. Ama ben razıyım ve teslimim." dedi. Hz. Peygamber (s.a.)
uzaklaşınca (ardından) bir münadi: "Farzımı artık imzaladım, yürürlüğe
koydum ve kullarımdan (yükümlülüklerini) hafiflettim." diye seslendi.[78]
Sahabe, Hz.
Peygamber'in (s.a.) o gece Rabbini görüp görmediği konusunda görüş ayrılığına
düşmüştür. İbn Abbas'tan gelen sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.) Rabbinİ görmüştür. Yine
ondan gelen sahih bir rivayete göre ise Peygamberimiz, Rabbini kalbiyle
görmüştür.[79]
Sahih bir rivayete
göre Hz. Âişe ile İbn Mes'ûd bunu inkâr etmiş ve: "An-dolsun ki,
Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka inişte O'nu görmüştür." âyetinde[80]
geçen "görme" fiilinin öznesi sadece Cebrail'dir, demişlerdir.[81]
Bir sahih rivayete
göre de Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a.): "Rabbini gördün mü?" diye
sordu; Peygamberimiz de: "Bir nurdur. Onu nerde göreyim!" demiştir.
Yani benim O'nu görmemi bir nur engelledi demek istemiştir. Nitekim bir başka
metne göre: "Bir nur gördüm." demiştir.[82]
Osman b. Saîd
ed-Dârimî, sahabenin, Hz. Peygamber'in (s.a.) Rabbini görmediği konusunda
ittifak etmiş olduklarını nakletmiştir.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye -Allah, ruhunu takdis eylesin- diyor ki: İbn Ab-bas'ın
"gördü" demesi ne bununla ne de "kalbiyle gördü" sözüyle
çatışır. Sahih bir rivayete göre Hz. Peygamber (s.a.): "Ulu ve yüce
Rabbimi gördüm." demiştir.[83]
Ancak bu görme olayı İsrâ hadisesi sırasında olmamış, Medine'de olmuştu. Sabah
namazında sahabîlerin gözünden kaybolmuş; sonra o gece rüyasında ulu ve yüce
Rabbini gördüğünü haber vermişti. İmam Ahmed (r.h.) buna dayanarak: "Evet,
Rabbini gerçekten görmüştür. Zira Peygamberin rüyası gerçektir."
demiştir. Böyle olmalıdır da. Ancak İmam Ahmed (r.h.): "Hz. Peygamber
(s.a.) uyanıkken, baş gözüyle O'nu gördü" dememiştir. Ondan böyle bir söz
nakleden kimse, onu töhmet altında bırakmış olur. Fakat İmam Ahmed bir
keresinde: "O'nu gördü" ve bir keresinde de "O'nu kalbiyle
gördü" demiş; böylece ondan iki rivayet aktarılmıştır. Müntesiple-rinden
birinin tasarrufu olarak ondan bir üçüncü görüş "O'nu baş gözüyle
gördü" görüşü aktanlmışsa da, Ahmed'in söylediği sözler işte ortada; onlar
arasında böyle bir şey mevcut değildir.
İbn Abbas;m:
"O'nu kalbiyle iki kere gördü" sözünün dayanağı eğer Allah'ın önce: "Muhammed'in
gözünün gördüğünü kalbi yalanlamadı." bu-yurup[84]
ardından: "Andolsun ki, bir başka inişte O'nu görmüştür." buyur-ması[85] ise
-ki açıkça görülen dayanağı budur- Hz. Peygamber'den (s.a.)
gelen sahih bir rivayete göre bu görülen
Cebrail'dir; kendisi onu asıl yaratıldığı suretinde iki kere görmüştür. İmam
Ahmed'in "O'nu kalbiyle gördü" sözündeki dayanağı işte İbn Abbas'ın
bu sözüdür. En iyi bilen Allah'dır.
Allah Teâlâ'nın Necm
sûresinde "Sonra yaklaştı; tâ vardı yanına."[86]
âyetinde bildirdiği, isrâ hadisesindeki yaklaşma ve varma olayı değildir. Zira
Necm süresindeki, Hz. Âişe ve îbn Mes'ûd'un dedikleri üzere Cebrail'in yaklaşması
ve yanma varmasıdır. Sözün akışı da bunu göstermektedir. Çünkü Allah:
"O'na çetin güçlere sahip olan öğretmiştir."[87]
buyuruyor ki bu öğretici Cebrail'dir; sonra devamla: "O öğretici
güçlüdür. En yüksek ufukta iken doğrulu vermiş, sonra yaklaşıp tâ yanma
varmıştır, "[88]
buyurmuştur. Bütün buradaki zamirler, bu çetin güçlere sahip güçlü-kuvvetli
öğreticiye gitmektedir. Bu öğretici en yüksek ufukta doğruluvermiş; yaklaşmış,
tâ yanına varmış; Hz. Muhammed'e (s.a.) iki yay kadar, belki daha yakın
olmuştur. İsrâ hadisindeki yaklaşma ve yanına kadar varmasıdır.[89] Necm
sûresinde buna hiç dokunulmamıştır. Aksine bu sûrede Hz. Peygamber'in (s.a.)
onu Sidretü'l-Müntehâ yanında, bir başka İnişte gördüğü kaydediliyor ki, görülen
varlık Cebrail'dir. Hz. Muhammed (s.a.) onu, bir kere yeryüzünde ve bir kere de
Sidretü'l-Müntehâ yanında olmak üzere toplam iki kere asıl suretinde
görmüştür. En iyi bilen Allah'tır. [90]
Sabah olunca Allah
Rasûlü (s.a.) kavmine, Allah Teâlâ'nın kendisine gösterdiği bir kısım en büyük
âyetleri haber verince müşriklerin onu yalanlamaları, ona işkence vermeleri ve
sataşmaları alabildiğine şiddetlendi; ondan kendilerine Beyt-i Makdis'i tasvir
etmesini istediler. Bunun üzerine Allah, ona Beyt-i Makdis'in önünden perdeyi
kaldırdı. Hz. Peygamber (s.a.) ona bakarak, müşriklere özelliklerini saymaya
başladı. Anlattığı hiçbir şeyi reddedemediler.[91]
Hz. Peygamber (s.a.),
geceki seyahat yolu üzerinde ve dönüşünde kavmine ait kervanı gördüğünü ve bu
kervanın ne vakit geleceğini onlara haber verdi. Kervanın önünde hangi devenin
yol aldığını söyledi. İş, onun dediği gibi çıktı.[92] Bu
ise müşriklerin ancak sırt çevirmelerini arttırdı; zalimler inat-laşıp küfürde
direttiler. [93]
İbn İshak'ın nakline
göre Hz. Âişe ve Muaviye: "İsrâ, Hz. Peygamber*-in (s.a.) ruhuyla
gerçekleşmiştir; ama bedenini kaybetmemiştir." demişlerdir. Hasan
Basrî'nin de böyle söylediği rivayet edilmiştir. Ancak "îsrâ uykuda
gerçekleşmiştir." demekle "Bedeniyle değil, ruhuyla
gerçekleşmiştir" demek arasında fark bulunduğu bilinmelidir. İkisi
arasında büyük bir fark vardır. Hz. Âişe ve Muaviye "Uykuda
gerçekleşti" dememişler; "Hz. Peygamber (s.a.) ruhuyla isrâ
hadisesini yaşamıştır, ama bedenini kaybetmemiştir." demişlerdir. Bu ikisi
arasında bir fark vardır. Çünkü kişinin uykuda gördüğü şeyler, bilinen şeyin
(= ma'lûmun) hislerle algılanır suretlerde gösterilmiş olan misalleridir. Kişi
kendisinin göğe çıkarıldığını, yahut Mekke'ye ve yeryüzünün uzak mıntıkalarına
götürüldüğünü görür, ama ruhu yükselmez ve gitmez. Yalnızca rüya meleği, ona,
misal göstermiştir.
"Allah Rasûlü
(s.a.) yükseltildi = miraca çıkarıldı" diyenler iki gruba ayrılmıştır.
Bir grup ruhu ve bedeniyle miraca çıkarıldı derken, diğer grup ruhuyla miraca
çıkırıldı, bedenini kaybetmedi demiştir. Bu ikinci grup mirâc hâdisesi uykuda
gerçekleşti demek istememişlerdir. Onlar sadece demek istemişlerdir ki ruhun
bizzat kendisi isrâ hadisesini yaşadı, gerçekten miraca o çıkarıldı ve
(bedenden) ayrıldıktan sonra temas edeceği cinsten bir temasta bulundu. Bu
esnadaki durumu tıpkı (bedenden) ayrıldıktan sonraki durumu gibidir ki, kat kat
göklere yükseliyor, nihayet tâ yedinci kat semaya varıyor, Allah Teâlâ'nın
huzurunda duruyor, orada Allah dilediğini emrediyor, sonra yeryüzüne iniyor...
Allah Rasûlü (s.a.) için isrâ gecesi meydana gelen durum, bedenden ayrılışında
ruh için meydana gelenden daha mükemmeldir.
Malumdur ki bu,
kişinin rüyada gördüğünden daha üst bir durumdur. Fakat Allah Rasûlü (s.a.),
diri iken karnı yarılıp da bundan elem duymayacak şekilde harikuladelikler
makamında bulunduğundan ötürü öldürülmek-sizin gerçekten bizzat mukaddes
ruhuyla miraca çıkarılmıştır. O'ndan başkaları ise ölmeden ve ruh bedenden
ayrılmadan bizzat ruhu ile göğe çıkma imkânına sahip olamazlar. Peygamberlerin
ruhîan bedenden ayrıldıktan sonra orada yerleşmiş; Allah Rasûlü'nün (r.a.) ruhu
ise hayatta iken oraya çıkmış, sonra dönmüş ve Hz. Peygamber'in (s.a.)
vefatından sonra peygamberlerin ruhları ile birlikte -Allah onlara salât ve
selâm eylesin- Refîk-i A'lâ'ya yerleşmiştir. Maamafıh, O'nun ruhu bedenini
gözetlemede, aydınlatmada ve onunla ilişki kurmadadır. Öyle ki, kendisine selâm
veren kimsenin selâmını almaktadır. [94] İşte
bu ilişki sayesinde Hz. Musa'yı hem kabrinde ayakta namaz kılar vaziyette
görmüş ve hem onu altıncı kat semâda görmüştür. Malumdur ki, Hz. Musa,
kabrinden yükseltilip sonra oraya geri iade edilmiş değildir. Yalnızca bu kat
onun ruhunun makamı ve eğleştiği yerdir. Kabri ise bedeninin, ruhların
bedenlere döndürüleceği güne kadar kaldığı ve eğleştiği yerdir. Böylece Hz.
Peygamber (s.a.) onu hem kabrinde görmüş ve hem de altıncı kat semada
görmüştür. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.), Refîk-i A'lâ'da en yüksek mekânda ve
orada yerleşmiş olduğu halde kabrindeki bedeni kaybolmuş değildir; bir müslüman
ona selâm verdiği vakit Allah, bedenine ruhunu iade eder ve böylece Hz.
Peygamber (s.a.) Mele-i A'lâ'dan ayrılmadan o müslü-manın selâmım alır. İdrâki
kalın ve tabiatı bunu idrak edemeyecek kadar incelikten yoksun olan kimse
güneşe baksın: Menzilinin yüksekliğine rağmen yeryüzüyle nasıl ilişki kuruyor
ve orada nasıl etkisini gösteriyor, bitkiler ve hayvanlar nasıl onunla hayat buluyor? İşte ortada!
Ruhun pozisyonu bunun üstündedir. Ruhun bir pozisyonu, bedenlerin ayrı bir
pozisyonu var. Meselâ, şu ateş, yandığı yerde bulunduğu halde sıcaklığı
kendisinden uzak bir cisimde etkisini gösteriyor. Oysa ruh ve beden arasındaki
irtibat ve ilişki bundan daha güçlü, daha mükemmel ve daha tamdır. Ruhun
pozisyonu da bundan daha üstün ve daha lâtiftir.
Hasta gözlere:
*'Güneşin göz kamaştıran ışığım görüp de gecelerin karanlığını
bürünmeyesin." deyiver. [95]
Musa b. Ukbe,
Zührî'nin: "Allah Rasülü'nün (s.a.) ruhu, Medine'ye hicretinden bir sene
önce Beyt-i Makdis'e götürüldü, oradan da semâya yükseltildi." dediğini
nakleder. İbn Abdilber ve başkalarına göre isrâ ile hicret arasında bir sene
İki ay geçmiştir. [96]
Isrâ yalnız bir kere
gerçekleşmiştir. Birisi uyanıkken, diğeri uykuda olmak üzere toplam iki kere
gerçekleştiği de söylenmiştir. Herhalde bu görüşün savunucuları Şerik
hadisinde geçen: "Sonra uyandım" kısmıyla diğer rivayetler arasını
uzlaştırmak istemişlerdir. Onlardan kimileri "Bu olay ona vahiy gelmeden
önce gerçekleşmişti." şeklinde Şerîk hadisinde geçen bu ifadeden dolayı
bir kere vahiyden önce, diğer hadislerin delâlet ettikleri gibi bir kere de
vahiyden sonra olmak üzere iki kere gerçekleşti derken; kimileri de bir kere
vahiyden önce, iki kere de vahiyden sonra olmak üzere toplam üç kere gerçekleşti,
demektedir. Bunların hepsi rastgele, gelişigüzel söylenmiş sözlerdir. Bu metod,
nakil erbabı Zahirîlerin zayıflarının metodudur; olayda, diğer bazı
rivayetlerde geçen anlatıma aykırı düşen bir söz görseler hemen onu bir başka
defada meydana gelmiş sayıyorlar. Rivayetlerin ihtilaflı olduğunu gördüler mi
vak'aların sayısını artırıyorlar. Nakil imamlarının benimsedikleri doğru olan
görüşe göre isrâ, Hz. Peygambere (s.a.) vahiy geldikten sonra yalnız bir kere
Mekke'de gerçekleşmiştir.
İsrâ hadisesinin
defalarca gerçekleştiğini iddia eden şu insanlara hayret doğrusu! Her defasında
Hz. Peygamber'e (s.a.) elli vakit namaz farz kılınıyor, sonra Rabbi ile Hz.
Musa arasında gidip geliyor, nihayet namaz beş vakit oluyor, sonra bir münadi:
"Farzımı artık imzaladım, yürürlüğe koydum ve kullarımdan hafiflettim."
diye sesleniyor; sonra ikinci defada Allah yeniden namazı elli vakte geri iade
ediyor, sonra onar onar düşürüyor... sanmaları bu kişiler için nasıl mümkün
olmuştur acaba?! Hadis hafızları, isrâ hadisinin birtakım metinlerinde
Şerik'in yanıldığını söylemişlerdir.[97]
Müslim onun bu hadisinden müsned olanını kaydettikten sonra: "Şerik,
metinde arkada olması gereken kimi ifadeleri Öne, önde olması gerekenlerin
kimini de arkaya aldı. Metinde ilâveler ve çıkarmalar yaptı." dedi ve
hadisi tamamen serdetmedi; iyi de etti. Allah ona rahmet eylesin. [98]
Allah'ın, dostları ile
düşmanlarının arasım ayırdığı; dinini aziz kılmak, kulu ve elçisi Hz.
Muhammed'e (s.a.) yardım ve zafer bahşetmek için bir başlangıç kıldığı
hicretin hazırlığı:
Vâkıdî'nin Muhammed b.
Salih aracılığıyla Âsim b. Ömer b. Katâde, Yezîd b. Rûman ve başkalarından
rivayetine göre şöyle anlatıyorlar: Allah Rasûlü (s.a.) peygamberliğinin
başlangıcından itibaren Mekke'de üç sene gizli, saklı bir şekilde yaşadı.
Dördüncü sene peygamberliğini herkese ilan etti. Her sene hac mevsiminde hacca
gelenlerin konakladıkları yerlere gider; Ukâz, Me-cenne ve Zülmecaz
panayırlarının kurulduğu yerlerde toplanan insanlara varır; onları Rabbinden
gelen tebligatı yerine ulaştırabilmesi için kendisini korumaya çağırır ve bu
çağrısını kabul ederlerse kendilerine cennet verileceğini söylerdi. Ama
kendisine yardım edip davetini kabul edecek hiç kimse bulamazdı. Hatta teker
teker her bir kabileyi ve onların oturdukları yerleri sorar ve: "Ey
insanlar! Lâ ilahe illallah = Allah'tan başka^taWıyo1?tur, deyin kurtuluşa
erin, Araplara hükümran olun, Acemler size boyun eğsin. İman ederseniz
cennette krallar olursunuz." derdi. Ebu Leheb ise Hz. Peygamber'in (s.a.)
peşinden: "Ona kulak asmayın! O, kendi dinini bırakmış bir yalancıdır."
derdi. Bunun üzerine onlar da Allah Rasûlü'ne (s.a.) en çirkin bir şekilde
karşılık veriyorlar, ona eziyet ediyor ve: "Ailen, aşiretin seni daha iyi
tanırlar. Onlar sana uymadıklarına göre!" derlerdi. Hz. Peygamber (s.a.)
onları Allah'a çağırmaktan geri durmaz ve
bir yandan da: "Allah'ım! Sen istesen böyle olmazlar." diye
yakınırdı.
Vâkıdî diyor ki: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) gidip davette bulunduğu ve kendisini arzettiği, isimleri
bize bildirilen kabileler: Âmir b. Sa'saa, Muhârib b. Hasafe, Fezâre, Gassân,
Mürre, Hanîfe, Süleym ve Absoğullan; Nadiroğul-ları, Bekkâ, Kinde, Kelb, Haris
b. Kâb ve Uzreoğullan ile Hadramûtlular. Bunlardan hiçbiri Hz. Peygamber'in (s.a.)
davetini kabul etmedi.[99]
Allah'ın Peygamberine
yaptığı bir yardımdır ki, (Medine'nin iki Arap kabilesi) Evs ve Hazrec,
müttefikleri olan Medine yahudilerinden: "Bu zamanda bir peygamber
gönderilecektir, ortaya çıkması yakındır. Biz ona uyacağız, Âd ve îrem
kavimleri gibi sizin kökünüzü kazıyacağız." sözünü işitir dururlardı.
Arapların hac ve ziyaret ettikleri gibi Ensâr da Kabe'yi ziyaret ederdi. Ensâr,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) insanları Allah Teâlâ'ya çağırdığını görünce onun
hallerini iyiden iyiye düşündüler ve birbirlerine: "Ey kavim! Vallahi
biliyorsunuz ki, bu, yahudilerin kendisiyle sizi korkuttukları peygamberdir.
Ona inanmada aman, yahudiler sizi geçmesin." dediler.
Evs kabilesinden
Süveyd b. Sâmit, Mekke'ye gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onu İslâm'a davet etti.
Süveyd ne yanından uzaklaştırdı, ne de davetini kabul etti. Ebu'l-Hayser Enes
b. Rafı', yanında kabilesi Abdüleşhel oğullarından birkaç gençle birlikte
(Hazreclilere karşı Kureyşlilerle) ittifak anlaşması yapmak üzere Mekke'ye
gelmişti. Allah Rasûlü (s.a.) onları İslâm'a davet etti. İçlerinden henüz çok
genç olan İyâs b. Muaz: "Ey kavmim! Vallahi, bu, elde etmek için
geldiğimiz şeyden daha hayırlıdır." dedi. Bunun üzerine Ebu'l-Hayser onu
dövdü ve azarladı. İyâs da sustu. Hem sonra ittifak da sağlayamadan Medine'ye
geri döndüler.[100]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) hac mevsiminde Ensar'dan, hepsi de Hazrec kabilesine mensup şu altı
kişiyle Akabe mevkiinde buluştu: 1- Ebu Ümâme Es'ad b. Zürâre, 2- Avf b. Haris,
3- Râfi' b. Mâlik, 4-Kutbe b. Âmir, 5- Uk-be b. Âmir, 6- Câbir b. Abdullah b.
Riâb. Allah Rasûlü (s.a.) onlan İslam'a davet etti, onlar da müslüman oldular.[101]
Sonra Medine'ye
döndüler. Medine halkını İslâm'a davet ettiler. İslâm orada yayıldı. Öyle ki,
İslâm'ın girmediği hiçbir ev kalmadı. [102]
Ertesi sene olunca
Medineli 12 kişi Mekke'ye geldi. Bunların altısı, Câbir b. Abdullah dışında,
yukarıda adı geçenlerdir. Diğerleri de şunlardır: 1-Yukarıda geçen Avf in
kardeşi Muaz b. Haris b. Rifâa, 2- Zekvan b. Abdül-kays: Zekvan hicrete kadar
Mekke'de kaldı, o da hicret edenlerle birlikte hicret etti. Bu yüzden ona
"Muhâcir-Ensâr" denilir. 3- Ubâde b. Sâmit, 4- Yezîd
b. Sa'lebe, 5- Ebu'I-Heysem b. Teyyîhân,
6- Uveymir b. Mâlik. Toplam 12 kişi.[103]
Ebu'z-Zübeyr'in
rivayetine göre Câbir anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.) Mekke'de on sene kaldı.
Hac mevsimlerinde, Mecenne ve Ukaz panayırlarında konakladıkları yerlerde
insanlara varıp: "Rabbimin tebligatını insanlara ulaştırabilmem için kim
beni barındırır, kim bana yardım eder?" derdi. Ama kendisine yardım edecek
ve barındıracak birini bulamazdı. Öyle ki, bir adam Mudar yahut Yemen'den
kalkıp akrabasını ziyaret için Mekke'ye gelse derhal kavmi o adama gelip ona:
"Kureyşli'den uzak dur, sakın seni yoldan çıkarmasın." derlerdi. Hz.
Peygamber (s.a.) kavminin adamları arasında yürür, onları Allah Teâlâ'ya davet
eder, onlar da kendisine parmakla işaret ederlerdi. Nihayet Allah, Yesrib
(Medine)'den bizi gönderdi. Bizden herhangi biri ona gider, iman eder; Hz.
Peygamber (s.a.) o kişiye Kur'an öğretir ve o da ailesine döner, onun müslüman
Olması sayesinde ailesi de müslüman oluverirdi. Böylece içinde
müslümanlıklarını ortaya koyan bir grup müslüma-nın bulunmadığı hiçbir Ensâr
evi kalmadı. Allah bizi, ona gönderdi. Emrini tuttuk, bir araya geldik ve
birbirimize, "Allah Rasûlü (s.a.) Mekke dağlarında ne zamana kadar
kovulup duracak ve ne zamana kadar korkulu anlar yaşayacak?" dedik. Yola
koyulup hac mevsiminde onun yanına geldik. Bizimle Akabe bîatinda bulunmak
üzere sözleşti. Amcası Abbas kendisine: "Yeğenim! Sana gelen bu topluluğu
tanımıyorum. Oysa ben Yesrib halkını iyi tanırım." dedi. Bunun üzerine
onun yanında birer, ikişer toplandık. Abbas yüzlerimize bakıp: "Bu
topluluğu tanımıyoruz. Bunlar genç insanlar!" dedi. Biz, Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Sana ne üzerine bîat edelim?" diye
sorduk. Peygamberimiz: "Neşeli-neşesiz zamanlarınızda sözlerimi dinleyeceğinize,
emirlerime itaat edeceğinize, darlıkta da, varlıkta da muhtaçlara yardımda
bulunacağınıza; iyiliği buyurup kötülükten sakındıracağınıza, kınayanın
kınamasından çekinmeksizin Allah rızasına uygun söz söyleyeceğinize;
memleketinize vardığımda bana yardım edeceğinize; kendinizi, hanımlarınızı ve
oğullarınızı esirgeyip koruduğunuz şeylerden beni de esirgeyip koruyacağınıza
dair bana söz verip bîatta bulunmalısınız. Bunu yaparsanız size cennet
var." buyurdu. Kalkıp ona bîat ettik. Yetmiş kişinin en küçüğü olan Es'ad
b. Zürâre Hz. Peygamber'in (s.a.) elini tutup: "Yavaş olun, ey
Yesribliler! Biz hayvanlarımızı mahmuzlayip gelmişsek ancak onun, Allah'ın
elçisi olduğunu bildiğimizden geldik. Bugün onu yurdundan çıkarmak, bütün
Araplardan ayrılma, iyilerinizin öldürülmesi ve size kılıçların ilişmesi
demektir.
Dikkat edin, eğer buna
katlanıyorsanız elini tutun. Mükâfaatlandınlmanız Allah'a aittir. Eğer
canlarınıza gelecek bir tehlikeden korkuyorsanız onu bı-rakm. Bu, sizin için
Allah katında daha çok mazeret teşkil eder." şeklinde bir konuşma yaptı.
Bunun üzerine orada bulunanlar: -'Ey Es'ad! Çek elini bizden. Vallahi biz, bu
bîatı ne bırakır, ne de bozmak isteriz." dediler. Bu sözler üzerine
erkekler birer birer Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına vardık. Karşılığında bize
cennet vermek üzere bizden söz aldı ve şart koştu.[104]
Sonra bu bîatta
bulunanlar Medine'ye döndüler. Allah Rasûlü (s.a.) beraberlerinde, müslüman
olanlara Kur'an öğretmek ve (olmayanları da) Allah Teâlâ'ya çağırmak üzere Amr
b. Ümmü Mektûm ile Mus'ab b. Umeyr'i gönderdi. Bu iki sahabî, Ebu Ümâme Es'ad
b. Zürâre'ye konuk oldular. Mus'ab b. Umeyr, Medineli müslümanların imamlığım
yapıyordu. Sayıları kırka ulaştığında Mus'ab onlara cuma namazı kıldırdı.[105] Bu
iki sahabînin aracılığı ile içlerinde Üseyd b. Hudayr ve Sa'd b. Muaz'ın[106] da
bulunduğu pek çok insan müslüman oldu. Bu ikisinin müslüman olmasıyla o gün,
Usayrim Amr b.Sâbit b. Vakş dışında Abdüleşhel oğullarının kadın-erkek tamamı
müsîü-man oldu. Usayrim'in müslüman olması Uhud savaşına kadar gecikti. O gün
müslüman oldu ve savaşa katıldı. Allah'a bir tek secde etmeden öldürüldü.
Bu durum Hz.
Peygamber'e (s.a.) bildirilince: "Az amel işledi, çok sevap kazandı."
Buyurdu.[107]
İslâmiyet Medine'de
arttı ve yaygın hale geldi. Sonra Mus'ab Mekke'ye döndü. O sene müslüman ve
müşrik Medineli pek çok kimse hac mevsiminde hacca iştirak etti. Kafilenin
başkanı Berâ b. Ma'rûr idi. Akabe gecesi, gecenin ilk üçte biri geçince 73
erkek ve 2 kadın Allah Rasûlü'ne (s.a.) gizlice geldiler. Hem kavimlerinden ve
hem de Mekke kâfirlerinden korku duyarak o kadınlarını, oğullarını ve
hanımlarını esirgeyip korudukları şeylerden Hz. Pey-gamber'i (s.a.) de korumak
üzere Allah Rasûlü'ne (s.a.) bîat ettiler. O gece ilk bîat eden Berâ b. Ma'rûr
idi. Onun beyaz eli vardı. Zira bîat akdini iyice pekiştirmiş ve bu konuda
acele etmiştir. Yukarıda geçtiği üzere bîatını sağlamlaştırmak için Allah
Rasûlü'nün (s.a.) amcası Abbas da bîatta hazır bulunmuştu. Daha o vakit henüz
kavminin dini üzere idi.
Allah Rasûlü (s.a.) o
gece bîat edenler arasından 9'u Hazrec, 3'ü Evs kabilesinden olmak üzere 12
temsilci (= nakîb) seçti. Hazrecliler: 1- Es'ad b. Zürâre, 2- Sa'd b. Rabî, 3-
Abdullah b. Ravâha, 4- Râfi' b. Mâlik, 5- Berâ b. Ma'rûr, 6- Câbir'in babası
Abdullah b. Amr b. Haram: O gece müslüman olmuştu. 7- Sa'd b. Ubâde, 8- Münzir
b. Amr, 9- Ubâde b. Sâmit. Evsliler: 10- Üseyd b. Hudayr, 11- Sa'd b. Hayseme,
12- Rifâa b. Abdülmünzir. Bu son temsilcinin yerine Ebu'l-Heysem b. Teyyihan'ın
seçildiği de söylenmiştir.
İki kadın ise: 1- Kâb
b. Amr'ın kızı Umâre Nüseybe: işte Müseylime bu kadının oğlu Habib b. Zeyd'i
öldürmüştü. 2- Amr b. Adiyy'in kızı Esma.
Bu bîat tamamlanınca
bîatta bulunanlar Allah Rasûlü'nden (s.a.) Akabe halkı üzerine kılıçlarıyla
eğilip onları kılıçtan geçirmek için izin istedilerse de Hz. Peygamber (s.a.)
buna izin vermedi. Akabe tepesinden şeytan, işitile-bilecek en nüfuzlu bir
sesle: "Ey Mina'da konaklayanlar! Kara çalınmış
adamla yanında bulunan dinlerinden dönmüş
( = Sâbiî) Medineliler, sizinle savaşmak üzere toplandılar!" diye bağırdı.
Allah Rasûlü (s.a.) yanındakilere: "Bu, Akabe şeytanıdır; alçağın
oğludur." dedikten sonra seslenene de: "Dinle, ey Allah düşmam! Vallahi
işimi bitirince senin hakkından geleceğim!" diye karşılık verdi.[108]
Sonra Hz.Peygamber
(s.a.) herkesin konak yerlerine dağılmalarını emretti. Sabah olunca Kureyş
ululan ve eşrafı Medinelilerin bulundukları yere kadar gelerek: "Ey Hacrec
topluluğu! Kulağımıza geldiğine göre siz bu gece bizim adamla buluşmuş ve
bizimle savaşmak üzere bîat edip sözleşmişsiniz. Allaha yemin olsun ki, Arap
kabileleri arasında sizinle savaşa girmekten duyduğumuz nefret kadar nefret duyabileceğimiz
bir kabile yoktur; sizinle aramızda savaş çıksın istemiyoruz." dediler.
Orada bulunan Hazredi müşrikler derhal: "Böyle bir şey olmadı,
bilmiyoruz." diye Allah adına onlara yemin etmeye başladılar. Abdullah b.
Übey b. Selûl: "Bu asılsızdır. Böyle bir şey olmadı. Kavmim bana böyle bir
şey danışmadı. Yesrib'de iken kavmim benimle danışıp benden emir almadan böyle
bir iş yapmazlardı!" demeye başladı. Bunun üzerine Kureyşliler,
yanlarından ayrıldı.
Berâ b. Ma'rûr
hayvanına binip Medine yolunu tuttu. Batn-ı Ye'cec'e vardı. Müslüman
arkadaşları peşinden yetiştiler. (Olayın gerçek olduğunu haber alan) Kureyş
onları aramaya koyuldu. Sa'd b. Ubâde'ye yetişip ellerini devesinin kolanı ile
boynuna bağladılar. Döve döve, sürükleye sürükleye, saçından çeke çeke
Mekke'ye soktular. Mut'im b. Adiy ve Haris b. Harb b. Ümeyye gelip onu
ellerinden kurtardılar. Medineli müslümanlar onu kaybedince geri dönüp onu
aramak konusunda müşavere ederlerken Sa'd çıkagel-di. Böylece kafilenin tamamı
Medine'ye ulaştı. [109]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye hicret için müslümanlara izin verdi. İnsanlar hemen hicrete
başladılar. Medine'ye gitmek üzere ilk yola çıkan Ebu Seleme b. Abdülesed ile
karısı Ümmü Seleme'dir. Ancak Ümmü Seleme kocasıyla gitmekten engellendi, ona
kavuşmaktan bir sene alıkondu. Bir sene sonra oğlu ile yola çıkıp Medine'ye
hicret etti. Osman b. Ebu Talha ona destek verdi, yardımda bulundu.[110]
Sonra insanlar birbiri
peşinden bölük böîük yola koyuldular. Mekke'de Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ebu
Bekir ve Hz. Ali dışında ve bir de müşriklerin zorla alıkoydukları dışında hiç
müslüman kalmadı.'Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali ise Peygamberimizin emriyle
kaldılar. Allah Rasûlü (s.a.), yol hazırlığı yapıp kendisine hicret emrinin
gelmesini beklemeye başladı. Hz. Ebu Bekir de yol hazırlığını tamamlamıştı. [111]
Müşrikler, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ashabının yol hazırlığı yaptıklarını, yola koyulduklarını,
eşyalarım yüklediklerini, kadınları, çocukları ve malları Evs ve Hazrec
kabilelerine sevkettiklerini görünce, Medine yurdunun korunaklı bir yurt ve
halkının da iyi silah kullanan güçlü, kuvvetli cengaver bir halk olduğunu
bildiklerinden Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara gidip katılarak kendilerine karşı
davasının kuvvet bulmasından korkup telaşa kapıldılar; derhal Dâru'n-Nedve'de
toplandılar. Bu konuyu görüşmek üzere müşriklerin ileri gelen görüş ve fikir
sahiplerinden her biri istisnasız bu toplantıya katıldı.
Dostları ve üstadları
olan İblis de ağır elbiseler giyinmiş Necidli yaşlı bir ihtiyar suretinde
onların bu toplantılarına katıldı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) durumunu
görüştüler. Herbiri bir görüş ileri sürüyor; ihtiyar ise hepsini de reddediyor,
hoşnut kalmıyordu. Nihayet Ebu Cehil: "Aklıma bir fikir geldi. Görüyorum
ki hiçbirinizin aklına bu fikir gelmedi." dedi. "Nedir o?" diye
sordular. Ebu Cehil anlattı; "Kanaatimce Kureyş'in her bir kabilesinden
güçlü-kuvvetli yiğit bir delikanlı alırız, sonra ellerine keskin birer kılıç
veririz, hepsi birden bir tek adam vurmuş gibi vurur onu öldürürler. Böylece
kanı, bütün kabilelere dağılır. Bundan sonra Abdimenâfoğullan ne yapacaklarını
bilemezler, bütün kabilelerin düşmanlığını göze alamazlar. Biz de onlara onun
diyetini öderiz!" Bu sözler üzerine ihtiyar adam: "Aferin şu yiğide!
İşte vallahi, uygun olan görüş budur." dedi. Oradakiler, bu karar üzere
hem fikir olarak ayrıldılar. Cebrail, Rab Teâlâ katından Hz. Peygamber'e (s.a.)
vahiy getirdi, bu durumu kendisine bildirdi ve o gece yatağında uyumamasını
emretti.[112]
Allah Rasûlü (s.a.)
öğle vakti sıcağında hiç gelmediği bir saatte başı örtülü bir vaziyette Hz.
Ebu Bekir'e geldi ve ona: "Yanında kim varsa dışarı çıkar!" dedi. Hz.
Ebu Bekir: "Onlar âilendir, ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yola çıkmak için bana izin verdi." dedi.
Hz. Ebu Bekir: "Sana yoldaşlık etmek var mı ey Allah'ın Rasûlü?" diye
sordu. Allah Rasûlü (s.a.): "Evet" buyurdu. Hz. Ebu Bekir:
"Babam, anam sana feda olsun!
Şu iki devemden birini al." dedi. Allah Rasûlü (s.a.): "Para
karşılığı" dedi.[113]
Hz. Peygamber (s.a.),
Hz. Ali'ye o gece kendi yatağında yatmasını buyurdu. Kureyş'ten sözü edilen
güruh Hz. Peygamber'in (s.a.) evinin etrafında toplandı. Kapının aralığından
bakarak peygamberimizi gözetliyorlar, geceleyin ansızın baskın yapmak
istiyorlar ve hangilerinin en bedbaht olacağını konuşuyorlardı. Allah Rasûlü
(s.a.) karşılarına çıktı, yerden bir avuç kum ve çakıl taşı aldı ve müşriklerin
başlarına saçmaya başladı. Müşrikler, Hz. Peygamber'i (s.a.) görmüyorlardı. Hz.
Peygamber (s.a.) ise: "Biz onların önlerinden bir sed, arkalarından da
bir sed çektik. Onları bu şekilde perdeledik. Artık onlar göremezler."
âyetini'[114] okuyordu. Allah Rasûlü
(s.a.) Hz. Ebu Bekir'in evine gitti. Hz. Ebu Bekir'in evinin küçük kapısından
geceleyin çıkıp yola koyuldular.
Müşrikler,
Peygamberimizin kapısı önünde bekleşirken bir adam geldi, bekleşenleri görünce:
"Ne bekliyorsunuz?" diye sordu. "Muhammed'i" dediler.
Adam: "Eliniz boşa gitti, ziyan ettiniz! Vallahi, yanınıza çıkmış, başınıza
toprak serpmiş gitmiş!" dedi. Müşrikler: "Vallahi onu görmedik!"
dediler ve başlarından toprağı silkmeye koyuldular.
Peygamberimizin
kapısında bekleşenler şunlardı: Ebu Cehil, Hakem b. Âs, Ukbe b. Ebu Muayt, Nadr
b. Haris, Ümeyye b. Halef, Zem'a b. Esved, Tuayme b. Adiy, Ebu Leheb, Übey b.
Halef, Nübeyh b. Haccac ve Müneb-bih b. Haccac.
Sabah olunca Hz. Ali
yataktan kalktı. Müşrikler ona Allah Rasûlü'nü (s.a.) sordular. O da: "Bir
bilgim yok." dedi.[115]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) ile Hz. Ebu Bekir Sevr mağarasına gittiler, içeri girdiler. Bir örümcek
mağaranın kapısına ağını ördü.[116]
Abdullah b. Uraykıt
el-Leysî'yi ücretle tutmuşlardı. Yolu çok iyi bilen bir kılavuzdu. Kavmi
Kureyş'in dini üzere idi. Bu konuda ondan güvence al-dıiar, develerini ona
teslim edip üç gün sonra Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleştiler[117]
Kureyşliler onları
arama işine ciddiyetle sarıldılar. Yanlarına iz takip uzmanları aldılar,
mağaranın kapısına kadar vardılar, orada durdular.
Sahihayn'da rivayet
edildiğine göre, Hz. Ebu Bekir telaşlanarak: "Ey Allah'ın Rasûlü!
İçlerinden biri eğilip de ayağının dibine baksa bizi görür!" dedi.
Peygamberimiz: "Ey Ebu Bekir! İki kişinin üçüncüsü Allah olursa sen,
akibetin ne olacağını sanırsın? Endişe etme, Allah bizimle beraberdir." buyurdu.[118] Hz.
Peygamber (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir: müşriklerin, tepelerinde konuştuklarını
duyuyorlardı. Ama Allah Teâlâ, onları müşriklere görünmez eyledi. (Hz. Ebu
Bekir'in azatlısı) Âmir b. Füheyre tepelerinde Hz. Ebu Bekir'in koyunlarını
otlatır, Mekke'de söylenenlere kulak kabartır; sonra gelip onlara haber
verirdi. Seher vakti olunca da diğer insanlarla birlikte sürüyü otlatırdı. [119]
Hz. Âişe anlatıyor:
Onlara en kolaylarından yolda ihtiyaç duyacakları' şeyler hazırladık ve onlar
için bir dağarcık içine azık koyduk. Hz. Ebu Bekir'in kızı Esma, kuşağından
bir parça kesip dağarcığın ağzını bağladı. Bir parça daha kesip onunla da
kırbanın ağzım bağladı. Bundan dolayı kendisine Hz. Peygamber (s.a.)
tarafından "Zâtü'n-Nıtâkayn - îki kuşaklı" lâkabı verildi.[120]
Hâkim'in Müstedrekinde
rivayetine göre Hz. Ömer anlatıyor: Allah Ra-sûlü (s.a.) beraberinde Ebu Bekir
olduğu halde mağaraya doğru yola çıktı. Ebu Bekir, kâh Hz. Peygamber'in (s.a.)
önünde, kâh arkasında yürümeye başladı. Sonunda Allah Rasûlü (s.a.) durumun
farkına vardı ve sordu. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü! Takib edildiğimiz
hatırıma geliyor, arkanda yürüyorum. Sonra gözetlendiğimiz hatırıma geliyor,
önünde yürüyorum." diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Ebu
Bekir! Bana bir şey olmasın, sana olsun istiyorsun, öyle mi?" diye sordu.
Ebu Bekir: "Seni hakla gönderene yemin olsun ki evet öyle." cevabını
verdi. Mağaraya varıldığında Ebu Bekir: "Sen yerinde kal, ey Allah'ın
Rasûlü! Ben girip senin için mağarayı iyice kontrol edeyim, temizliyeyim."
dedi. İçeri girdi. Mağarayı kontrol edip temizledi. Mağaranın tepesine çıkınca
ini kontrol etmediğini hatırladı. "Sen yerinde kal, ey Allah'ın Rasûlü!
İni kontrol edeyim." dedi. İşini bitirdikten sonra: "Aşağı in, ey
Allah'ın Rasûlü!" dedi. Peygamberimiz de mağaraya indi.[121]
Mağarada üç gece kaldılar. Nihayet takip ateşi sönünce Abdullah
b. Uraykıt, onlara iki deve getirdi.
Onlar da develere bindiler. Ebu Bekir, Âmir b. Füheyre'yi terkisine aldı.
Kılavuz önlerine düştü. Allah'ın gözü onları gözetiyor, desteği onlara yoldaş
oluyor, medet ve inayeti onları indiriyor bindiriyordu.
Müşrikler onları ele
geçirmekten ümit kesince, çınlan getirenlere herbiri-nin diyetini (100'er deve)
vereceklerini ilan ettiler. Bunun üzerine insanlar aramaya dört elle
sarıldılar. Ama Allah, kendi işinin galibidir.
[122]
Hz. Peygamber (s.a.)
ve yanındakiler Kudeyd'den yukarı çıkıp Müdli-coğullan oymağından geçerken
oymaktan bir adam onları gördü. Derhal oymağa gelip ayakta dikildi ve:
"Az önce sahile doğru giden bir karaltı gördüm. Sanırım Muhammed ve
arkadaşları olsa gerek." dedi. Sürâka b. Mâlik işin farkına vardı. Ama
zafer yalnız kendisinin olsun istedi. Oysa onun hesabında olmayan zafer onu
çoktan geçmişti. Sürâka yanındakilere: "Hayır, onlar filan ve filandır.
İhtiyaçları olan bir şeyi aramak için (az önce) yola çıktılar." dedi.
Sonra biraz bekledi. Sonra da ayağa kalkıp çadırına girdi ve hizmetçisine:
"Atı, çadırın arkasından çıkar. Seninle tepenin arkasında buluşalım."
dedi. Sonra mızrağını eline aldı ve (parıltısı göze çarpmasın diye) üst
tarafını aşağı doğru tutup yeri çizerek geldi, atma bindi.
Sürâka, Peygamberimiz
ile yol arkadaşlarına, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Kur'an okuyuşunu işitecek kadar
yaklaştı. Hz. Ebu Bekir, dönüp dönüp arkasına bakıyordu. Allah Rasûlü (s.a.)
ise arkasına bile dönüp bakmıyordu. Hz. Ebu Bekir: "Ey Allah'ın Rasûlü!
İşte bak, Sürâka b. Mâlik bize yetişti!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) ona beddua etti, atının ön ayakları yere gömüldü. Sürâka: "İyice
anladım ki, başıma gelen ikinizin duasıyla geldi. Allah'a dua edin de
kurtulayım. Buna karşılık insanların yüzünü sizden çevireyim." diye
yalvardı. Allah Rasûlü (s.a.) onun için dua etti, serbest kaldı. Sürâka, Allah
Rasûlü'nden (s.a.) kendisi için bir emannâme yazmasını istedi. Peygamberimizin
emri üzerine Ebu Bekir bir deri parçasına bir emannâme yazdı.[123] Bu
emannâme, Mekke fethedildiği güne kadar onun yanında idi. Emannâmeyi
Peygamberimize getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona vefa göstererek: "Bugün
vefa ve iyilik günüdür!" buyurdu.
Sürâka,
Peygamberimizle Ebu Bekir'e azık ve erzak vermek istediyse de: "İhtiyacımız
yok. Sen bizden, takipçilerin yönünü şaşırt, yeter!" dediler. O da:
"Tamam, dediğinizi yaparım." deyip oymağına döndü. İnsanların Peygamberimizle
Ebu Bekir'in peşlerinde olduğunu görünce: "Ben sizin için her tarafı
arayıp taradım, hiçbir yerde bulamadım. Benim aramam da sizin için yeter."
demeye başladı. Günün evvelinde Peygamberimizin ve Ebu Bekir'in üzerine yürüyen
Sürâka, günün sonunda onların koruyucusu kesildi! [124]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) bu yolculuğuna devam etti. Nihayet Ümmü Ma'bed el-Huzâiyye'ye ait iki
çadıra uğradı. Ümmü Ma'bed, faziletçe üstün, güçlü-kuvvetli bir kadındı.
Ellerini dizlerine kemend yapar çadırın önünde oturur, gelen geçenin su ve
yiyecek ihtiyaçlarını karşılardı. Hz. Peygamber (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir ona,
yanında bir şey bulunup bulunmadığını sordular. O da: "Vallahi, yanımızda
bir şey olsaydı misafirperverliğimiz sizi boş çevirmezdi. Koyun otlaktan uzak.
Sene kıtlık senesi." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) çadırın yan tarafından
bulunan bir koyun gördü ve: "Ey Ümmü Ma'bed! Bu koyun nedir?" diye
sordu. O da: "Sürüden, dermansızlıktan dolayı geri kalmış bir koyun."
cevabını verdi. Peygamberimiz: "Süt verir mi?" diye sordu. Ümmü
Ma'bed: "Onda süt verecek derman nerde?" diye cevap verince Peygamberimiz:
"Onu sağmama müsaade eder misin?" diye sordu. Kadın: "Evet,
babam anam sana feda olsun! Süt bulabilirsen sağ!" dedi. Bunun üzerine
Allah Rasûlü (s.a.) eliyle koyunun memesini sığadi, besmele çekip dua etti.
Derhal koyun apışını ayırdı, sütünü gereği gibi akıtıp verdi. Hz. Peygamber
(s.a.) kafileyi kandıracak genişlikte bir kap istedi. İçine süt sağdı, köpük
taştı. Peygamberimiz kabı önce Ümmü Ma'bed'e sundu. O kanasıya içti. Sonra
kabı arkadaşlarına sundu; onlar da kanasıya içtiler. Sonra da kendisi içip
ikinci kere kaba süt sağdı ve kabı doldurdu. Kabı kadının yanına bırakıp
hayvanlara bindiler, yola koyuldular.
Çok geçmeden kadının
kocası Ebu Ma'bed, kınla döküle yürüyen, kemiklerinde ilik, bacaklarında
derman kalmayan arık keçileri süre süre geldi. Sütü görünce şaşırdı ve:
"Bu sana nerden geldi? Koyun otlaktan uzak, evde sağmal hayvan yok!"
dedi. Kadın: "Yok, vallahi! Ancak bize mübarek bir insan uğradı. Şöyîe
şöyle söyledi. Şöyle şöyle yaptı..." diyerek olup biteni anlattı. Ebu
Ma'bed: "Vallahi, kanaatimce o şahıs Kureyş'in aradıkları adam olacak.
Hele onu bana bir anlat, Ey Ümmü Ma'bed!" dedi. O da anlattı: "Dış
görünüşü gayet hoş, yüzü sabah aydınlığı gibi, hilkati yerli yerinde,
ne şişmanlık diye bir kusur ona ilişmiş,
ne baş küçüklüğü; güzel, yakışıklı, gözlerinin siyahı tam siyah, beyazı tam
beyaz, göz kenarları kaşlar ve kirpikler gür; sesinde tizlik, boğukluk;
boynunda uzunluk; göz siyahlığı çok siyah, beyazlığı çok beyaz, doğuştan
sürmeli, kalem kaşlı, kaşlar birbirine yakın, saç gayette siyah; sustuğu zaman
kendisini vakar bürür, konuştuğunda zera-fet bürür; uzaktan en güzel ve en
zarif görünen insan; yaklaşıldığında en iyi ve en tatlı insan. Tatlı dilli,
sözü tane tane, ne çok yavaş, ne çok hızlı. Konuşması sanki dökülen inci
taneleri gibi. Orta boylu. Hiçbir göz onu ne kısalıktan dolayı yere çalar, ne
de uzunluktan dolayı yerer. İki dal arasında bir dal. O, üç kişilik kafilenin
en parlak görünüme, en iyi değere sahip olanı. Yoldaşları var, etrafını
kuşatan. Söz söylese sözünü dinlerler, emretse emrini yapmaya koşarlar. Hizmeti
görülen, etrafında toplanılan bir insan. Ne yüzünü ekşitir, ne kınar." Bu
tanıtım üzerine Ebu Ma'bed: "Vallahi bu zat, Ku-reyş'in, bize yaptığı
şeyleri anlattıkları adamlarıdır. Yemin ederim ona arkadaş olmayı kafamda
kurdum. Bir yolunu bulursam bunu yapacağım." dedi.
Mekke üzerinde yüksek
sesle şu şiirin terennüm edildiği duyuldu; ama söyleyeni gören olmadı:
"Arş'ın Rabbi
Allah Ümmü Ma'bed'in çadırlarında konaklayan iki yoldaşı en iyi şekilde
mükâfatlandırdı.
O iki yoldaş iyilikle
indiler, iyilikle yola koyuldular. Muhammed'in yoldaşı olan kurtuluşa erdi.
Hey, Kusay kabilesi!
O'nun sayesinde Allah, sizden karşılığı görülmeyecek hiçbir cömertliği ve
şerefi uzaklaştırmaz.
Mü'minleri gözetlemek
için genç kızlarının oturdukları yer ve mekân Kâ-boğullarına kutlu olsun!
Kızkardeşinize sorun,
koyununu ve kabını. Eğer sorarsanız koyuna, o da tanıklık eder."[125]
Hzj Ebu Bekir'in kızı
Esma anlatıyor: Allah Rasûlü'nün (s.a.) ne yöne gittiğini bilmiyorduk.
Mekke'nin aşağısından bir cin çikageldi, bu beyitleri okudu. İnsanlar peşine
takıldılar. Sesini işitiyor, ama onu görmüyorlardı. Nihayet şehrin üst
kısmından çıkıp gitti. O cinin söylediğini işitince Allah Rasûlü'nün ne yöne
gittiğini anladık; bildik ki Medine yönüne doğru gitmektedir. [126]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) Mekke'den çıkıp Medine'ye doğru geldiği haberi Ensar'a ulaşınca her
gün, günün evvelinde Harre denilen mevkiye çıkıp onu bekliyorlar, güneşin
sıcaklığı şiddetlenince âdetleri üzere evlerine dönüyorlardı. Peygamberliğin
on üçüncü senesi Rebiulevvel ayının on ikisine rastlayan pazartesi günü olunca
yine âdetleri üzere çıktılar. Güneşin sıcaklığı şiddetlenince döndüler. Bir
yahudi, bir işi için Medine'nin surlarından birine çıktı. Allah Rasûlü (s.a.)
ve yol arkadaşlarının beyazlar giyinmiş, kendilerini serap sürükler bir
vaziyette geldiklerini gördü. En yüksek sesiyle: "Ey Kayleoğul-ları! İşte
adamınız geliyor! İşte beklediğiniz atanız!" diye haykırdı. Ensar, derhal
Allah Rasûlü'nü (s.a.) karşılamak için silaha sarıldı. Amr b. Avf oğullan
oymağında bağrışmalar ve tekbir sesleri duyuldu. Müslümanlar, Hz. Peygamber'in
(s.a.) gelişine sevinçten ötürü tekbir getirdiler, karşılamaya çıktılar. Onu
karşılayıp peygamberlik selâmıyla selâmladılar. Etrafını çevirip kuşattılar.
Hz. Peygamber'i (s.a.) vakar bürümüştü. Kendisine vahiy iniyordu: "Bilin
ki, Allah, onun dostu ve bundan başka Cebrail, iyi mü'minler ve melekler de
yar-dımcısıdır."[127]
Yoluna devam etti. Amr
b. Avf oğulları yurdunda Küba'da konakladı. Gülsüm b. Hidm'in misafiri oldu.
Sa'd b. Hayseme'nin misafiri olduğu söy-lenmişse de birincisi daha sağlamdır.
Amr b. Avf oğullan arasında 14 gece kaldı. Küba mescidini inşa etti. Bu mescid,
peygamberlikten sonra inşa edilen ilk mesciddir.[128]
Cuma günü olunca
Allah'ın emriyle hayvanına bindi, yola kovuldu. Cuma namazının vakti,
Peygamberimizin Salim b. Avf oğullan oymağına vardığında girdi. Vadinin
içindeki mescidde onlara cuma namazını kıldırdı. [129]
Sonra devesine bindi.
Halk, devesinin yularına yapıştı. Sayısız insan kalabalığı, malzeme, silah ve
kuvvet vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Devenin yolunu açınız! O emrini
almıştır." buyurdu. Deve, onu götürmeye başladı. Hangi Ensar evinin
yanından geçse muhakkak Hz. Peygamberin (s.a.) kendilerine konuk olmasını
istiyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.) ise: "Onu bırakın! O, emrini
almıştır." diyordu. Deve yoluna devam etti. Nihayet bugünkü mescidin
bulunduğu yere vannca oraya çöktü. Hz. Peygamber (s.a.) inmeden deve kalktı,
biraz daha yürüdü. Sonra sağa sola baktı. Geri dönüp ilk çöktüğü yere çöktü.
Peygamberimiz deveden indi. Orası Peygamberimizin dayıları Necca-roğullarının
mahallesi idi. Bu, Allah'ın bir tevfikidir. Zira Hz. Peygamber (s.a.)
kendilerine ikram olsun diye dayılarına misafir olmayı arzu etmişti. İnsanlar,
kendilerine misafir olması için Allah Rasûlü (s.a.) ile konuşmaya başladılar.
Ebu Eyyub el-Ensarî, çabucak Peygamberimizin yükünü evine taşıdı. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Kişi, yükünün yanında olmalı." demeye
başladı. Es'ad b. Zürâre geldi, Hz. Peygamberdin (s.a.) devesinin yula-nna yapıştı.
Deve, onun yanında kaldı.[130]
Tıpkı Ebu Kays Sırma el-Ensarî'nin dediği gibi oldu. Ibn Abbas bu zâta gidip
gelirdi; ondan şu şiiri ezberlemiştir:
"Kureyş içinde on
küsur sene kaldı.
Uyuşan bir dosta
kavuşsa öğüt veriyordu.
Hac dönemlerinde
gelenlere kendisini arzediyordu.
Ne barındıracak birini
buldu, ne de bir davetçi.
Bize gelip de menzil
onunla istikrar bulunca,
Mesrur oldu Taybe'de,
hoşnut kaldı.
Ne uzak zalimin
zalimliğinden korkar oldu;
Ne azgın
insanlardan...
Malımızın helâlinden
ona mallar sunduk.
Savaşta ve barışta
canlarımızı yoluna koyduk.
Onun düşmanlarının
hepsine, tamamına;
Halis dostumuz olsa da
düşman oluruz.
Biliyoruz ki,
Allah'tan başka Rab yoktur;
Allah'ın kitabı yol
göstericidir."[131]
İbn Abbas diyor ki:
Allah Rasûlü (s.a.} Mekke'de idi. Kendisine hicret etmesi emredilip şu âyet
indirildi: "De ki: Rabbim! Beni doğruluk girişiyle girdir; doğruluk
çıkışıyla çıkar. Katından beni destekleyecek bir güç ver."[132]
Katâde diyor ki:
Allah, Hz. Peygamber'i (s.a.) Mekke'den Medine'ye doğruluk çıkışıyla çıkardı.
Allah'ın Peygamberi bu emre, güç olmaksızın takat getiremeyeceğini biliyordu.
Bu yüzden Allah'tan destekleyici bir güç istedi. Mekke'de iken Allah Teâlâ ona
hicret edeceği yurdu gösterdi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana
sizin hicret edeceğiniz yurt, iki karataşlık tepe arasında hurmalıkh çorak bir yer şeklinde
gösterildi. "[133]
Hâkim'in,
Müstedrek'inde Ali b. Ebu Tâlib'den rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.)
Cebrail'e: "Benimle birlikte kim hicret edecek?" diye sordu. Cebrail:
"Ebu Bekir Sıddîk." cevabım verdi.[134]
Berâ anlatıyor: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) ashabından bize ilk hicret edenler Mus'ab b. Umeyr ve İbn
Ümmü Mektûm'dur. İnsanlara Kur'an okuturlardı. Sonra Ammâr, Bilâl ve Sa'd
hicret etti. Sonra Ömer İbnü'l-Hattâb (r.a.) yirmi süvari ile hicret etti.
Sonra da Allah Rasûlü (s.a.) hicret etti. Ben insanların, Hz. Peygamber'in
(s.a.) gelişine sevindikleri gibi bir şeye sevindiklerini görmedim. Öyle ki,
kadınların, çocukların ve cariyelerin: "İşte Allah'ın Rasûlü
geliyor" diye sevindiklerini gördüm.[135]
Enes anlatıyor:
Medine'ye girdiği gün Hz. Peygamber'i (s.a.) gördüm. O'nun şehrimiz Medine'ye
girdiği günden daha güzel, daha parlak geçen bir gün kesinlikle hiç görmedim.
Vefat ettiği gün orada bulundum. O'nun vefat ettiği günden daha kötü, daha
karanlık geçen bir gün kesinlikle hiç görmedim.[136]
Hz. Peygamber (s.a.)
odalarını ve mescidini yapıncaya kadar Ebu Ey-yûb'un evinde kaldı. Allah Rasûlü
(s.a.) Ebu Eyyûb'un evinde iken Zeyd b. Harise ile Ebu Râfi'i altlarına iki
deve, ellerine beş yüz dirhem vererek Mekke'ye gönderdi. Bu iki sahabî, Hz.
Peygamber'in (s.a.) kızları Fâtuna ile Ümmü Gülsüm'ü, hanımı Şevde bt.
Zem'a'yı, Üsâme b. Zeyd ile anası Ümmü Ey-men'i alıp Medine'ye getirdiler.
Allah Rasûlü'nün (s.a.) kızı Zeyneb'e kocası Ebu'l Âs b. Rebî hicret etme
müsaadesi vermedi. Hz. Ebu Bekir'in oğlu Abdullah onlarla birlikte, aralarında
Hz. Âişe'nin de bulunduğu Ebu Bekir ailesini yola çıkardı. Bunlar, Medine'ye
gelince Harise b. Nu'man'ın evinde konuk oldular.[137]
Zührî anlatıyor: Hz.
Peygamber'in (s.a.) devesi, mescidinin arsasına çöktü. O vakit bu arsada
müslüman birtakım erkekler namaz kılarlardı. Arsa, Es'ad b. Zürâre'nin
vesayetinde bulunan Sehl ve Süheyl adında, Ensar'dan iki yetim çocuğa ait bir
hurma kurutma yeri idi. Allah Rasûlü (s.a.) burasını mescid yapmak üzere satın
almak için çocuklarla konuştu. Çocuklar: "Hayır, ey Allah'ın Rasûlü!
Burasını sana bağışlıyoruz!" dediler, Allah Rasûlü (s.a.) bunu kabul
etmedi, onlardan arsayı "on dinara satın aldı.
Orası duvarla çevrili
idi; tavanı yoktu. Kıblesi Beyt-i Makdis'e doğru idi. Allah Rasûlü (s.a.)
gelmezden önce orada vakit namazlarını ve cuma namazını Es'ad b. Zürâre
kıldırirdı. Mescidin arsasında sincan dikenleri, harabeler, hurma ağaçları ve
müşrik kabirleri vardı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emriyle kabirler açılıp (başka
tarafa naklolundu); harabeler düzlendi, hurmalar ve yabanî ağaçlar kesilip
mescidin kıble tarafına dizildi.
Hz. Peygamber (s.a.)
mescidin uzunluğunu kıble cihetinden beriye yüz kulaç, genişliğini ise bu kadar
yahut buna yakın yaptı. Temelini de üç kulaca yakın yaptı. Sonra sahabîler
mescidin duvarını kerpiçle ördüler. Allah Rasûlü (s.a.) de onlarla birlikte
mescidin yapımında çalışıyor, bizzat kendisi taş ve kerpici taşıyor ve şu
beyitleri terennüm ediyordu:
"Allah'ım! Dirlik
yalnız ahiret dirliğidir. Ensar ve muhacirlere merhamet buyur."
"Bu yük, Hayber
(in üzüm ve hurma) yükü değil; Rabbimiz! Bu daha hayırlı, daha temiz!"[138]
Sahabîler recez
söyleyerek kerpiç taşımaya koyuldular. Kimileri recezin-de şöyle diyordu:
Peygamber çalışırken
oturursak biz; Elbet bu bizim sapmış (veya kokuşmuş) bir davranışımızda."
Hz. Peygamber (s.a.)
mescidin kıblesini Beyî-i Makdis'e doğru koydu. Mescide üç kapı yaptı: 1-
Gerisinde bir kapı, 2- Bâbu'r-Rahme ( = Rahmet kapısı) denilen kapı, 3- Allah
Rasûlü'nün (s.a.) girmesine mahsus kapı. Direklerini hurma ağacından dikti.
Tavanını yaprakları soyulmuş hurma çubuklarıyla örttü. Kendisine: "Üstünü
örtüp tavan yapsanız!" diye bir öneride bulunuldu ise de: "Hayır,
Musa'nın çatısı gibi bir çaü yetişir." buyurdu. Mescidin bir tarafına
hanımlarına kerpiçten odalar yaptı. Bu odaların tavanlarını yaprakları
soyulmuş hurma çubuklarıyla ve hurma direkleriyle örttü. Bina işini bitirince
Hz. Âişe için mescidin doğu tarafında kıblesine yakın olarak yaptığı odada Hz.
Âişe ile zifafa girdi. Burası şimdi Hz. Peygamber'in (s.a.) kabrinin bulunduğu
odadır. Şevde bt. Zem'a için bir başka oda yaptı.[139]
Sonra Allah Rasûlü
(s.a.) Enes b. Mâlik'in evinde Muhacirlerle Ensar -arasında kardeşlik
sözleşmesi kurdu. Buna katılanlar, yarısı Muhacirlerden
ve yansı da Ensar'dan olmak üzere 90
erkekten ibaretti. Hz. Peygamber (s.a.), aralarında eşitlik esasına göre
kardeşlik ilan etti. Bedir savaşına kadar ölümden sonra birbirlerine
zevi'l-erhamdan[140]
evvel mirasçı oluyorlardı. Allah Te-âlâ: "Zevi'l-erham (akrabalar) miras
hususunda Allah'ın kitabında birbirlerine daha yakındır" âyetini'[141]
indirince birbirine mirasçı olmayı kardeşlik sözleşmesinden evvel akrabalık
bağına çevirdi.[142]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir ikinci kardeşlik sözleşmesi olarak Muhacirleri birbirlerine kardeş
yaptığı ve kendisinin de bu sözleşmede Hz. Ali'yi kardeş edindiği söylenmişse de[143]
birincisi sahihtir. Muhacirler İslâm kardeşliği, yurt kardeşliği ve soy
yakınlığından ötürü kardeşlik sözleşmesine muhtaç değillerdi. Oysa
Muhacirlerle Ensâr'm durumu böyle değildir.
Şayet Hz. Peygamber
(s.a.) muhacirler arasında kardeşlik sözleşmesi yapmış olsaydı kendisine
kardeş olmaya en müstehak olan insan, en çok sevdiği, hicrette yoldaşı,
mağarada arkadaşı, sahabenin en faziletlisi ve O'nun yanında en itibarlıları
olan Hz. Ebu Bekir Sıddîk olurdu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.): "Yeryüzü
halkından birini dost edinecek olsaydım Ebu Bekir'i dost edinirdim. Ancak İslâm
kardeşliği daha üstündür." buyurmuş, hadisin bir metnine göre ise:
"Ancak o benim kardeşim ve arkadaşımdır." demiştir.[144] Bir
hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.) "Kardeşlerimizi görmek isterdim."
buyurmuş, sahabîler de: "Biz senin kardeşlerin değil miyiz?" diye
sormuşlar, Peygamberimiz "Siz benim arkadaşlarınsınız. Kardeşlerim ise
benden sonra gelecek, beni görmedikleri halde bana inanacak olan insanlardır."
cevabını vermişti.[145] Her
ne kadar bu hadisin ifade ettiği üzere bu İslâm kardeşliği umumi ise de Ebu
Bekir Sıddîk bu kardeşliğin en üst basamağında idi. Nitekim sahabîliğin de en
üst basamağında o vardı. Şu halde sahabe kardeşlik ve sahabîlik (arkadaşlık)
meziyetine sahip insanlardır. Hz. Peygamber'in (s.a.) sahabeden sonraki
takipçileri ise kardeşlik özelliğine sahip olan sahabîlik özelliğine ise sahip
olmayan kimselerdir. [146]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'de bulunan yahudüerle sulh anlaşması yaptı. O'nunla yahudiler arasında
bir belge yazılıp İmzalandı. Yahudi hahamı ve âlimi Abdullah b. Selâm kısa süre
içinde İslâm'a girdi.[147]
Yahudilerin umumu küfürde direttiler.
Yahudiler üç kabileden
oluşmaktaydı: 1- Kaynukâoğullan, 2- Nadiri-ğulları, 3- KurayzaoğuIIarı. Hz.
Peygamber (s.a.) üçüyle de savaştı. Kayn^ı-kaoğullanna bir şey yapmadan onları
bıraktı, Nadîroğullarım sürgün etti; KurayzaoğuUannı (savaşabilecek
erkeklerini) idam edip kadınlarıyla çocuji larını esir aldı. Haşr sûresi
Nadîroğullan, Ahzâb sûresi ise KurayzaoğuIIarı hakkında inmiştir. [148]
Hz. Peygamber (s.a.)
namazı, Beyt-i Makdis'i kıble edinerek kılardı. Kıblesinin Kabe'ye
çevrilmesini arzu ederdi. Cebrail'e: "Keşke Allah, yönümü yahudilerin
kıblesinden çevirse!" dedi. O da: "Ben de bir,;kulum. Rabbine dua et,
O'ndan iste." diye tavsiyede bulundu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.)
bunu umarak yüzünü göğe çevirip durmaya başladı. Nihayet Allah: "Yüzünü
göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Seni hoşnut olacağın kıbleye çevireceğiz.
Artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir." âyetini[149]
indirdi. Bu olay, Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden onaltı ay sonra,
Bedir savaşından iki ay önce gerçekleşti.[150]
Muhammed îbn Sa'd'ın
Hâşim b. Kasım yoluyla Ebu Ma'şer'den rivayetine göre Muhammed b. Kâb
el-Kurazî diyor ki: "Hiçbir peygamber kıble ve sünnet konusunda herhangi
bir peygambere asla muhalefet etmiş değildir. Yalnız Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye hicret ettiği vakit onaltı ay Beyt-i Mak-dis'e doğru namaz
kıldı." Muhammed b. Kâb sonra: "Allah, Nuh'a buyurduğu şeyleri size
de din olarak buyurdu. Sana vahyettik ki..." âyetini[151]
okudu.[152]
Allah'ın kıble yönü
olarak Önce Beyt-i Makdis'i tayin etmesinde ve sonra onu Kabe'ye çevirmesinde
büyük hikmetler vardır; müslümanlar, müşrikler, yahudiler ve münafıklar bu
olayla bir imtihandan geçirilmişlerdir:
Müslümanlar, işittik
itaat ettik, demişlerdir. "Ona inandık, hepsi Rab-bimizin kalındandır.
"[153] demişlerdir. İşte
Allah'ın hidayete erdirdiği bunlardır. Bu işi kabullenmek onlara güç de
gelmedi.
Müşrikler ise:
"Kıblemize döndüğü gibi yakında dinimize de döner. Kıblemize dönmüşse
ancak hak bu olduğu için dönmüştür." demişlerdir.
Yahudiler de:
"Kendisinden önceki peygamberlerin kıblesine ters düştü. Şayet peygamber
olsaydı, peygamberin kıblesine doğru namaz kılardı" demişlerdi.
Münafıklar1 da:
"Muhammed, nereye yöneleceğini bilmiyor. Eğer birincisi doğruysa onu
terketti. Yok eğer ikincisi doğruysa demek ki bâtıl üzere idi."
demişlerdir.
Sefih insanların
lâfları çoğaldı. Allah Teâlâ'mn buyurduğu gibi oldu: "Gerçekten bu, i
Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerden başkalarına güç gelecek bir şeydir.'''[154] Bu
olay, Allah'ın, kullarını denediği bir imtihan oldu ve böylece Allah, kimin
Peygambere uyduğunu, kimin topukları üzerinde geri döndüğünü gördü.
Kıble işi ve! onun
durumu büyük olduğundan ötürü Allah Teâlâ, kıblenin Kabe'ye çevrildiğini
açıklamaya geçmeden önce nesih olayını, kendisinin neshetmeye kudreti
yeteceğini ve neshedilenden daha hayırlısını veya onun benzerini getireceğini
açıklayarak söze başladı. Sonra hemen peşinden Allah
Rasûlü'nü (s.a.) sorgulayanları, O'na
itaat etmeyenleri azarladı! Bunun ardından da yahudilerle hıristiyanlann görüş
ayrılıklarını, birbirleri hakkında "Onlar sağlam bir temel üzere
değiller" şeklindeki tanıklıklarını kaydetti. İnanan kullarını onlara
muvafakat etmekten, onların arzularına uymaktan sakındırdı. Sonra onların
inkârlarım, kendisine ortak koşmalarını ve "Allah'ın çocuğu vardır."
sözlerini kaydetti. Allah Teâlâ, onların dediklerinden yücedir. Sonra doğunun
da, batının da kendisine ait olduğunu, kullan yüzlerini ne yöne çevirirlerse
kendisinin yönünün orası olduğunu ve kendisinin her şeyi kapladığını, her şeyi
bildiğini haber verdi. O'nun büyüklüğünden, kuşatı-cılığından ve ihatasından
ötürü kul yönünü ne tarafa çevirirse Allah'ın yüzü o yöndedir.
Sonra Peygamberinin,
ona uymayan ve onu tasdik etmeyen cehennemliklerden sorumlu tutulmayacağını
haber verdi. Ardından peygamberine bildirdi ki, ehl-i kitap yahudiler ve
hıristiyanlar kendilerinin dinlerine uymadıkça Hz. Peygamber'den (s.a.) hoşnut
olmayacaklardır; eğer Hz. Peygamber (s.a.) onlara uyarsa -ki Allah, onu bundan
korumuştur- Allah'tan ona ne bir dost ne bir yardımcı bulunacaktır. Sonra ehl-i
kitaba kendilerine vermiş olduğu nimeti hatırlattı ve kıyamet günündeki
azabından onları korkuttu. Arkasından Beytullah'ı yapan dostu Hz. İbrahim'i
anlattı, onu övdü, medhetti ve onu yeryüzü halkının kendisine uyacağı
"insanlar için bir imam" yaptığını haber verdi. Sonra Beytullah'ı ve
dostunun onu yapışını anlattı. Bunun içeriğinde şu yatmaktadır: Beytullah'ın
yapıcısı nasıl insanlar için bir imamsa, onun yaptığı bina da insanlar için bir
imamdır. Sonra Allah, bu imamın dininden, en sefih insanlardan başkasının yüz
çevirmeyeceğini haber verdi. Sonra kullarına son peygamberine uymalarım; O'na,
Hz. İbrahim'e ve diğer peygamberlere indirilenlere inanmalarını emretti.
Ardından: "Hz. İbrahim ve ailesi yahudi yahut hıristiyandı."
diyenleri reddetti. Bütün bunları kıblenin çevrilmesine bir giriş, bir
hazırlık, bir önsöz yaptı. Maamafih bütün bunlara rağmen bu olay, Allah'ın
hidayete erdirdiği kimseler dışındaki insanlara kabulü güç geldi. Allah Teâlâ
bu emri ardarda üç kere tekrarlamak suretiyle te'kid etti. Peygamberine, olduğu
yerde ve yola çıktığı yerde yüzünü Kabe'ye çevirmesini emretti. Dilediğini
doğru yola ileten Allah'ın onları bu kıbleye çevirdiğini ve bu kıblenin onlara
yaraşır bir kıble, onların da bu kıbleye lây^k insanlar olduklarını haber
verdi. Çünkü bu kıble en vasat, en faziletli kıbledir; onlar da en vasat ve en
hayırlı ümmettir. Bu yüzden en faziletli kıbleyi en faziletli ümmete seçip
ayırmıştır. Nitekim bu ümmete en faziletli peygamberi ve en faziletli kitabı
seçip ayırmış, onları en hayırlı asırda dünyaya getirmiş, şeriatların en
faziletlisini onlara tahsis etmiş, ahlâkın en hayırlısını onlara lütfetmiş,
yeryüzünün en hayırlı bölgesine onları yerleştirmiş, cennetteki
en hayırlı konak yerlerini ve kıyametteki
en hayırlı bekleme yerlerini onlara tahsis etmiştir. Onlar (kıyamette) yüce bir
tepededir; diğer insanlar onların altındadır. Rahmetini dilediğine tahsis eden
Allah her türlü eksiklikten, kusurdan uzaktır. Bu Allah'ın lutfudur,
dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.
Allah Teâlâ, kıbleyi
diğer insanlann müslümanlara gösterecekleri bir delil olmaması için Beyt-i
Makdis'den Kabe'ye çevirdiğini haber verdi. Ancak azgın zalimler müslümanlara
karşı yukarıda zikredilen delilleri ileri sürmektedirler. Dinsizler,
peygamberlere ancak bunlarla ve benzeri bâtıl delillerle karşı korlar.
Peygamberin sözlerine, başka sözleri tercih eden herkesin delili, bu
dinsizlerin delilleri cinsindendir.
Allah Teâlâ, müslümanlara
nimetini tamamlamak ve onları hidayete erdirmek için, böyle yaptığını haber
verdi. Sonra onlara Kitab'ı, hikmeti ve bilmediklerini öğretmek, kendilerini
manevî yönden temizlemek için peygamberlerini göndermek, kitabını indirmek
suretiyle onlara lütfettiği nimetlerini hatırlattı. Ardından kendisini
anmalarını ve kendisine şükretmelerini emretti. Çünkü bu iki şeyle, Allah'ın
nimetlerini tamamlamasına ve fazladan lütfetmesine hak kazanırlar; O'nun
kendilerini anmasını ve sevmesini sağlarlar. Sonra Allah onlara, bunları ancak
kendisi aracılığıyla yardım istemek suretiyle elde edebilecekleri şeyi yani
sabır ve namazı emretti ve kendisinin sabredenlerle beraber olduğunu haber
verdi. [155]
Allah, kıbleyle birlikte
gecede ve gündüzde beş kere ezan okunmasını meşru kılarak müslümanlara
nimetini tamamladı. Öğle, ikindi ve yatsı namazlarının farzları iki rekât iken
ikişer rekât daha ilâve ederek dörder rekâta çıkardı.[156]
Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a.) Medine'ye gelişinden sonra oldu. [157]
Allah Rasûlü (s.a.)
Medine'ye yerleşti; Allah onu, yardımıyla ve inanan Ensâr kullarıyla
destekledi. Ensâr arasındaki kin ve düşmanlığı kaldırıp kalplerini birbirine
ısındırdı; Allah'ın yardımcıları ve İslâm'ın askerleri Hz. Pey-gamber'i (s.a.)
düşmanlardan ve suikasttan korudular, uğruna canlarını koydular, O'nun
sevgisini babaların, oğulların, eşlerin sevgisine tercih ettiler ve Hz.
Peygamber (s.a.) onlar için canlarından daha değerli oldu. İşte bu durumu
gören (müşrik) Araplar ve yahudiler bir yaydan boşanırcasma onlara karşı birlik
olup cephe aldılar, düşmanlık gösterme ve muharebe için paçayı sıvadılar, her
taraftan seslerini yükseltmeye başladılar. Allah Teâlâ ise müs-lümanlara sabrı,
affı ve bağışlamayı emrediyordu. Nihayet müslümanlar kuvvetlenip güçlerine güç
katılınca, Allah o zaman onlar için savaşa izin verdi, ama onlara savaşı farz
kılmadı. Buyurdu ki: "Zulme uğratılarak kendilerine savaş açılan
kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin verildi. Doğrusu Allah, onlara
yardım etmeye elbette muktedirdir."[158]
Bir grup "Bu izin
Mekke'de idi; sûre Mekke'de inen sûrelerdendir" demişse de şu sebeplerden
ötürü bu söz yanlıştır:
1- Allah,
Mekke'de müslümanlara savaşmaları için izin vermemiştir. Hem Mekke'de onların,
savaşabilmeleri için gerekli güçleri de yoktu.
2- Âyetin
gelişi de iznin hicretten ve müslümanlann yurtlarından çıkarılmalarından sonra
gerçekleştiğini göstermektedir. Zira Allah: "Onlar ancak Rabbimiz Allah
dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmışlardır."[159]
buyuruyor ki, bunlar muhacirlerdir.
3-
"İşte Rableri hakkında birbirleriyle mücadeleye giren iki taraf..."
âye-ti[160] Bedir savaşında her iki
taraftan harp öncesi düelloya çıkanlar hakkında inmiştir.[161]
4- Allah, bu
sûrenin son taraflarında, müslümanîara "Ey iman edenler!" diye hitap
etmektedir. Bu şekildeki hitabın hepsi Medine'de inmiştir. "Ey insanlar'*
şeklindeki hitap ise müşterektir (yani hem Mekke'de, hem de Medine'de
inenlerde yer almaktadır).
5- Allah, bu
sûrede elle ve başka şeylerle cihad etmeyi kapsayan cihadı emretmiştir.
Kuşkusuz herhangi bir şeyle kayıtlı olmayan cihad emri, hicretten sonra
gelmiştir. Delillerle cihad etme ise Mekke'de iken: "Kâfirlere uyma ve
onlara Kur'anla büyük bir cihad aç" âyetiyle[162]
emredilmiştir. Bu âyetin geçtiği sûre Mekke'de inmiştir. Mekke'deki cihad ise
tebliğ yapma ve delille karşı koymadır. Hac sûresinde emredilen cihada ise
kılıçla cihad etme de girer.
6- Hâkim,
Müstedrekinde, A'meş -Müslim el-Batîn-Saîd b. Cübeyr senediyle İbn Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet eder: Allah Rasûlü (s.a.) Mekke'den çıkınca Ebu Bekir:
"Peygamberinizi çıkarın- Biz Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz-
elbette helak olacaksınız." dedi. Bunun üzerine Allah Teâ-lâ: "Zulme
uğratılarak kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmalarına izin
verildi" âyetini'[163]
indirdi. Savaş hakkında İnen ilk âyet budur.[164] Bu
rivayetin senedi, Buharî ve Müslim'in Sahih lerinin şartlarım taşımaktadır.
Sûrenin akışı, sûre içerisinde Mekke'de ve Medine'de inen âyetler bulunduğunu
göstermektedir. Çünkü Peygamber'in arzusuna şeytanın vesvese karıştırması olayı
Mekke'de vuku bulmuştur. En iyi Allah bilir. [165]
Sonra Allah
müslümanlara kendilerine savaş açanlarla savaşmayı farz kıldı, savaş açmayanlarla
savaşmayı farz kılmadı. "Allah yolunda size savaş açanlarla savaşın."
Buyurdu.[166]
Sonra müslümanlara,
bütün müşriklerle savaşmayı farz kıldı. Müşriklerle savaş önce haramdı, sonra
onlarla savaşa izin verildi, sonra savaş açanlarla savaşma emredildi, sonra da
bütün müşriklerle savaşmak -iki görüşten birine göre farz-ı ayn, meşhur olana
göre de farz-ı kifâye olmak üzere- emredildi.
Araştırmanın ortaya
koyduğu gerçek şu ki, kalb ile olsun, dil ile olsun, mal ile olsun, el ile
olsun cihad etme farz-ı ayndır. Her müslüman bu türlerden biriyle cihad
etmelidir. Bedenle cihad farz-ı kifâyedir. Mal ile cihadın farz olması
konusunda iki görüş vardır. Doğrusu farz olduğudur. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de
malla ve canla cihad eşit olarak emredilmiştir. Nitekim Allah Te-âlâ buyuruyor
ki: "İster arzu ederek, ister ağırlaşarak olsun hepiniz cihada çıkın.
Mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. "[167]Allah,
cehennemden kurtulmayı, günâhın bağışlanmasını ve cennete girmeyi malla cihad
etmeye bağladı: "Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak
kazançlı bir ticareti göstereyim mi? Allah'a ve Peygamberine inanırsınız, Allah
yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edersiniz. Bilirseniz bu, sizin için
daha hayırlıdır. Böyle yaparsanız Allah günâhlarınızı bağışlar, sizi
altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki hoş meskenlere
koyar. İşte bu, büyük bir kurtuluştur. "[168] Şayet
bu denilenleri yaparlarsa onlara istedikleri yardım ve yakın fethi vereceğini
haber verdi ve: "İstediğiniz bir başka şeyi daha verecektir."[169]buyurdu.
Yani cihad konusunda istediğiniz bir başka şeyi "Allah'tan bir yardım ve
yakın bir fetih" verecektir. Allah: "İnananlardan canlarını ve
mallarını cennet karşılığı satın aldığım"[170]
haber vermiştir. Mallarına karşılık bedel olarak onlara, cenneti vermiştir. Bu
sözleşme ve vaadi gökten indirdiği en faziletli kitapları olan Tevrat, İncil
ve Kur'an'da muhafaza etti. Sonra ahde vefa konusunda, kendisinden daha vefalı
hiç kimse bulunmadığını onlara bildirmek suretiyle bunu pekiştirdi. Ardından
bunu da, sözleşme yaptıkları alış-verişten ötürü sevinmelerini emrederek
pekiştirdi. Sonra onlara, bunun büyük bir kurtuluş olduğunu bildirdi.
Artık Rabbiyle bu
ahş-veriş akdini yapan düşünsün, mertebesi ne kadar muazzam, ne kadar yüce!
Çünkü müşteri, Allah Teâlâ, para ise Naîm cennetleri, Allah'ın rızasını elde
etme ve orada O'nu görmek suretiyle menfaat-lenmedir. Bu akdin elinde
gerçekleştiği kimse meleklerin ve insanların Allah katında en şerefli ve en
değerlileri olan Allah elçisidir. İşte böyle bir ticaret malı, muazzam bir iş
ve büyük bir durum için hazırlanmıştır.
"Seni öyle bir
şey için hazırladılar ki, sen onun farkına varsan başıboş bırakılmış develerle
birlikte otlamaktan nefsini çek oradan uzaklaştır."[171]
Sevginin ve cennetin
mehri, inananlardan can ve mallarını satın alan, sevginin ve cennetin sahibine
can ve malı feda etmektir, îflâs etmiş, yüz çevirmiş korkak bu ticaret malının
ticaretini nerde yapsın! Vallahi bu mal o kadar ayağa düşmedi ki, iflas edenler
onun fiyatını sorsun; o kadar değerini yitirmedi ki züğürtler veresiye satın
alsın! Bu mal, arayıp soranların çarşısında pazara çıkarıldı. Sahibi de bedel
olarak canlan feda etmekten başka bir şeye razı olmamakta! Bu yüzden tembeller
geriledi, âşıklar ayağa kalkıp içlerinden kimin canının mala bedel olmaya
yaraşır olduğunu gözetlemeye koyuldular. Mal aralarında döndü dolaştı.
"İnananlara karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetli"[172]
olanların eline düştü.
Muhabbet iddiasında
bulunanlar çoğalınca davalarının doğruluğuna delil getirmeleri istendi; şayet
insanlara sırf iddia etmekle, iddia ettikleri şey verilecek olsaydı boş adam,
meşgul adamın sanatını iddia ederdi. Davacılar türlü türlü şahitler getirmeye
kalkıştılar. Onlara denildi ki: Bu dava delilsiz ispat edilemez. "De ki:
Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyun ki Allah da sizi sevsin."[173]»
Bunun üzerine bütün halk geriledi; fiillerinde, sözlerinde, tavırlarında ve
ahlâkında Peygamberi izleyenler yerlerinde kaldılar. Bu sefer âdil şahit getirmeleri
istendi ve denildi ki: Adalet ancak "Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayanın kınamasından
çekinmezler." âyetinin[174]
tezkiyesiyle kabul edilir. Bunun üzerine muhabbet iddiasında bulunanların
çoğunluğu geriledi, mücahidler ayakta dikili kaldılar. Onlara denildi ki:
Âşıkların canlan ve malları kendilerinin değildir. Akit konusu olan şeyi teslim
edin. Çünkü Allah, inananlardan canlarını ve mallarım cennet karşılığında satın
aldı. Alışveriş akdi, her iki tarafın da üzerine düşeni teslim etmesini
gerektirir. Tüccarlar müşterinin azametini, bedelin miktarım, ahş-veriş akdi
elinde gerçekleşen zatın kadrinin yüceliğini ve bu akdin yazıldığı kitabın
değerini görünce satışa çıkarılan malın, başka mallarda bulunmayan bir değere
ve özelliğe sahip olduğunu anladılar; bu malı lezzet ve zevki gidecek, geriye
kötü neticesi ve üzüntüsü kalacak sayılı dirhemler karşılığında düşük bir
pahaya satmanın apaçık bir ziyan ve anormal derecede bir aldanma olduğunu ve
bunu yapan kimsenin sefihler grubuna dahil olacağını görüp müşteriyle, geri
dönebilme (muhayyerlik) şartı ileri sürmeksizin isteyerek, gönül hoşluğuyla
hoşnudluk ahm-satımını (bey'atu'r-rıdvânı) gerçekleştirdiler ve: "Vallahi
ne sen istediğin için alış-verişi bozarız, ne de senden bu alış-verişi bozmanı
talep ederiz." dediler. Akit tamam olup satılan malı teslim ettikleri
vakit onlara denildi ki: Canlarınız ve mallarınız bizim oldu. Şimdi onları size
olduğundan daha bol bir şekilde, mallarınıza kat kat mal katarak geri veriyoruz.
"Allah yolunda öldürülenleri ölü sanma. Bilâkis Rableri katında
diridirler, nzıklamrlar."[175]
Biz, sizden canlarınızı ve mallarınızı üzerinizden kâr sağlamak amacıyla istemedik.
Bilâkis kusurlu şeyi kabul edip ona karşılık en yüksek pahayı vermekle
cömertlik ve keremin eseri ortaya çıksın diye böyle yaptık. Sonra bedeli de, o
bedel karşılığı alınan malı da size verdik.
Câbir b. Abdullah
olayını düşün! Hz. Peygamber (s.a.) ondan devesini satın almıştı. Sonra ona
devenin bedelini fazla fazlasına ödedi ve deveyi yeniden ona geri verdi.[176]
Babası, Uhud savaşında Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında şehid düşmüştü. İşte bu
davranışla Hz. Peygamber (s.a.) ona, babasının Allah'la olan durumunu
hatırlattı ve ona haber verdi ki: "Allah babanı diriltti ve onunla karşı
karşıya konuştu: 'Ey kulum! Dile benden, dilediğini* dedi."[177]
Cömertlik ve keremi
muazzam olan Allah'ı yaratıkların ilmi kuşatmaktan uzaktır!
Şu işe bak!
Hem malı verdi,
hem bedeli verdi, hem akdin tamamlanmasını sağladı, hem satılan malı
kusuruna rağmen kabul etti, hem ona en yüksek fiyatı verdi, hem kulunu
kendisinden malı karşılığı satın aldı, hem bedeli ve malı onda topladı, hem de
bu akitten ötürü onu Övdü, medhetti! Oysa kulunu buna muvaffak kılan ve bunu
ondan isteyen de O'dur!
"Haydi koş,
himmet sahibi isen. Arzu sürücüsü seni sürdü. Artık mesafeleri katlayıver.
Onların muhabbet ve
hoşnutluk tellâlları çağırınca ona tam bin kerg'buyur!' de.
Önlerindeki yükseklere
bakma. Şayet yüksek tepelere bakarsan onlar engele dönüverirler.
Yol alırken oturanın
yoldaşlığını bekleme, bırak onu. Çünkü seni sürücü olarak arzu yeter.
Onlardan, onlara
(gitmek için) azık al. Doğru yolu, sevgi yolu üzere git, hedefe ulaşırsın.
Ayakların
(yorgunluktan) atını mahmuzlayamaz hale gelip özgengilere yakın seyrettiği
vakitte onların yadıyla ayak hareketlerini canlandır. Hatırlayış, seni gayrete
getirecektir.
Yorgunluktan korkarsan
ona: "Önünde kavuşma payı var, su kaynakları ara." de.
Onların nurundan bir
kıvılcım yakala. Sonra onunla yoluna devam et. Onların nuru sana rehber olur,
doğruyola iletir; meşaleler değil.
Erâk vadisine koş,
orada öğle uykusuna yat. Belki onları görürsün. Sonra eğer istersen orada.
Yok eğer dilersen
benim yanımda dostların durakladığı Arafat yakınındaki Na'man'da kalırsın,
İstediğin vakit onları ararsın.
Bu da olmazsa geceyi
Müzdelife'de geçirirsin, bunu da kaçırırsan Mi-na'da geçirirsin. Gafil olana
yazıklar olsun!
Adn cennetlerine koş.
Çünkü onlar senin ilk menzillerindir, oralarda konakladın.
Ancak menzillere
ağlayıp tepelerde durduğundan ötürü düşmanlar seni esir aldı.
Ebedîlik cennetindeki
mezîd gününe koş. Feda edeceksen cömertçe canını feda et.
Oraları silik izlerle
bırak. Oralarda hiçbir öğle uykusuna yatılacak yer yoktur. Geç-git o yerleri,
konulacak yer değildir onlar.
Halk sık sık gidip
geldiğinde o izleri sildi. O izlerden nicesi öldürülmüş ve onlar arasında
nicesi de bu halkı öldürmüştür.
Dostlar kervanının şen
bir şekilde üzerinde yolculuk ettiği bu yolun üzerindeki izlerden sağ
taraftakini tut ve de ki:
"Ey nefis, bir
saat sabır göstererek bana yardım elini uzat. Kavuşuldu-ğunda bu sıkıntı da
kaybolur gider.
Yalnız bir saat, o da gelir
geçer. Üzüntü, keder içinde bocalayan kişi de sevinir, rahat nefes alır." [178]
Allah ve esenlik
yurdunun davetçisi, onurlu nefisleri, yüce himmetleri harekete geçirdi. İman
münadisi sağlam bellekli kulağı olanlara davetini duyurdu, dirilere Allah'ı
işittirdi. Kişiyi duydukları, iyilerin makamlarına ulaşmak için can atar hale
getirdi, gittiği yolda şarkılar söyleyip onu coşturdu. Bineği onu ancak
yerleşim (âhiret) yurdunda üstünden indiidi. Allah Rasûlü (s.a.) buyurdular ki:
"Kendisi yolunda
cihada çıkanlara Allah 'Yalnız Bana inandığı ve peygamberimi tasdik ettiği
için cihada çıkan kimseyi elde ettiği mükâfat yahut ganimetle sağ-salim
döndüreceğim yahut da cennete koyacağım' diye garanti vermiştir. Şayet ümmetime
meşakkatli geleceğini bilmeseydim hiçbir seriye-nin ardından yerimde
oturmazdım. Can-ı gönülden arzu ediyorum ki, Allah yolunda öldürüleyim, sonra
diriltileyim. Sonra öldürüleyim, sonra diriltileyim. Sonra
öldürüleyim..."[179]
"Allah yolunda
çarpışan mücahidin hali (gündüz) oruç tutan, (gece) namaz kılan, Allah'ın
âyetlerine itaat eden ve oruç tutmaktan, namaz kılmaktan bıkıp usanmayan
kimsenin hali gibidir. İşte Allah yolunda çarpışan mücahid eve dönünceye kadar
bu durumdadır. Allah, kendi yolunda cihada çıkan mücahidi, vefat ettirip
cennete koymayı yahut da elde ettiği sevap yahut ganimetle sağ-salim evine
döndürmeyi üzerine almıştır."[180]
"Sabahleyin veya
akşamleyin Allah yolunda cihad için yapılan bir yürüyüş dünyadan ve dünyanın
içindekilerden daha hayırlıdır. "[181]
Hz. Peygamber (s.a.),
Rabbinden aktardığı bir kutsî hadiste buyuruyor ki: "Kulanmdan herhangi
bir kul, hoşnutluğumu kazanmak için benim yolumda cihada çıkarsa ona şu
garantiyi verdim: Şayet onu eve döndüreceksem elde ettiği sevap yahut ganimetle
döndüreceğim. Eğer ruhunu alacaksam, bağışlayıp merhamet edeceğim ve cennete
koyacağım."[182]
"Allah yolunda
cihad edin. Zira cihad, cennetin kapılarından bir kapıdır. Allah onun
sayesinde kişiyi endişeden ve tasadan kurtarır."[183]
"Bana inanan,
müslüman olan ve hicret eden kimseye ben, cennetin sinesinde bir köşke ve
cennetin ortasında (ayrı) bir köşke kefilim. Bana inanan, müslüman olan ve
Allah yolunda cihad eden kimseye ise ben, cennetin sinesinde bir köşke,
cennetin ortasında (ayrı) bir köşke ve cennet köşklerinin en âlâları arasında
(başka) bir köşke kefilim. Bunu yapan kimse hayır arzulama için bir kapı ve
serden kaçmayı gerektirecek bir kapı bırakmamıştır. Ölmek istediği yerde
(istediği şekilde) ölür."[184]
"Bir deve sağımı
süresince Allah yolunda çarpışan müslüman bir kimse cenneti hak eder."[185]
"Cennette yüz
derece vardır. Allah onları,kendisi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır.
Her iki derecenin arası yerle gök arası kadardır. Allah'tan dilekte
bulunduğunuzda, O'ndan Firdevs'i isteyin. Çünkü o, cennetin ortası ve cennetin
en alâ yeridir. Onun üstünde Rahman'm Arş'ı vardır. Cennetin 'nehirleri oradan
fışkınr."[186]
Allah Rasûlü (s.a.) Ebu Saîd'e: "Allah'ı
Rab, İslâm'ı (hak) din ve Mu-hammed'i peygamber olarak kabul edip buna razı
olan cenneti hak eder." buyurdu. Bu söz Ebu Saîd'in hoşuna gitti ve:
"Bu sözü bana tekrarla, ey Allah'ın Rasûlü!" diye rica etti. Hz.
Peygamber (s.a.) de tekrarladı ve: "Bir başka iyi amel daha vardır ki,
Allah o amelle kulu, cennette yüz derece yükseltir. Her iki derece arası yerle
gök arası kadardır." buyurdu. Ebu Saîd: "O hangisi, ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Allah yolunda
cihaddır" buyurdu.[187]
"Allah yolunda
iki çift (koyun, altın, gümüş, deve vs.) harcayan kimseyi cennetin kapıcıları
-herbiri ayrı bir kapıdan- "Ey falan! Buraya gel" diye çağırırlar.
Namaza düşkün olan kimse namaz kapısından, mücahidlerden olan cîhad kapısından,
sadaka (zekât) verenlerden olan sadaka kapısından ve oruç ehlinden olan da
Reyyân kapısından çağırılır." Hz. Peygamber (s.a.) bu hadisi söylerken
orada bulunan Hz. Ebu Bekir: "Anam, babam yoluna feda olsun ey Allah'ın
Rasûlü! Bu kapıların birinden çağırılana bir müşkil yoktur. Ama bu kapıların
hepsinden çağrılacak kimse de var mıdır?" diye sordu. Peygamberimiz:
"Evet, vardır. Umarım, sen de onlardansın." cevabını •verdi.[188]
"Allah yolunda
malının fazlasını harcayan kimseye Allah yediyüz misli sevap yazar. Kendisi ve
ailesi için mal harcayan, bir hasta ziyaret eden yahut bir yoldan eziyet veren
şeyi kaldıran kimsenin yaptığı bu şeylere karşı -her iyiliğe on misli sevap
olmak üzere- sevap verilir. Yıpratıp delmedikçe oruç
bir kalkandır. Allah'ın, bedeninde bir
rahatsızlığa mübtelâ kıldığı kimsenin, bu rahatsızlığı onun için günahlardan
bir indirim ohır."[189]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste de şöyle buyuruluyor: "Allah yolunda cihad için bir
harcamada bulunan, ancak kendisi cihada çıkmayıp evinde oturan kimseye
harcadığı her dirhem karşılığında yediyüz dirhem verilir. Allah yolunda bizzat
gazaya çıkan ve Allah rızası için orada harcamada bulunan kimseye harcadığı
her dirhem karşılığında yediyüzbin dirhem verilir." Bunları söyledikten
sonra Hz Peygamber (s.a.): "Allah, dilediğine kat kat artırır."
âyetini[190] okudu.[191]
"Allah yolundaki
bir mücahide yahut borcu konusunda bir borçluya yahut da köleliği konusunda,
efendisi ile belli bir mal getirip hürriyete kavuşma anlaşması yapmış
(mükâteb) köleye yardımda bulunan kimseyi Allah,kendisinin gölgesinden başka
hiçbir gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendirir."[192]
"Ayaklan, Allah
yolunda tozlanan kimseyi, Allah cehenneme haram eder."[193]
"Bir adamın
kalbinde cimrilikle iman bir arada bulunmaz. Bir kulun yüzünde Allah yolundaki
cihadın tozu ile cehennem dumanı birleşmez." Bu hadiste geçen "Bir
kulun yüzünde" ifadesi yerine bir metinde "Bir kulun kalbinde",
bir başka metinde "Bir kişinin karnında" ve bir diğer metinde ise
"Bir müslümanın burun deliklerinde" ifadesi yer almaktadır.[194]
îmam Ahmed'in (r.h.)
rivayet ettiği bir hadiste: "Ayakları, gündüz bir saat, Allah yolunda
tozlanan kimsenin o iki ayağı cehenneme haramdır." buy-rulmaktadır.[195]
Yine İmam Ahmed'in
rivayet ettiği bir başka hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki:
"Allah, bir adamın karnında Allah yolundaki cihadın tozu ile cehennemin
dumanını birleştirmez. Ayaklan Allah yolunda tozlanan kimsenin bedeninin geri
kalan kısmını da Allah cehenneme haram eder. Kim Allah yolunda bir gün oruç
tutarsa Allah, ondan cehennemi dört nala giden süvarinin bin senede varacağı
yer kadar uzaklaştırır. Allah yolunda bir yara alan kimse son nefesinde
şehidlerin mührüyle mühürlenir, şehid olarak gider; kıyamet günü ona ait bir
nur vardır, yarasının rengi safran rengi, kokusu misk kokusudur. Onu önceden
gelip geçenler de, sonradan gelenler de tanır ve: "Bu falandır, üzerinde
şehitlik mührü var" derler. Allah yolunda bir deve sağımı süresince
çarpışan kimse cenneti hak eder." [196]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim Allah yolunda bir yürüyüşe çıkarsa, bu yürüyüşte
üzerine konan toz kadar kıyamet günü misk hak eder." buy rulmak tadır.[197]
îmam Ahmed'in (r.h.)
rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir kimsenin kalbine bir
tasa gelse muhakkak Allah ona cehennemi haram eder." buyrulmuştur.[198]
*'Allah yolunda bir
gün sınırda nöbet tutma, dünyadan ve dünya üstündeki herşeyden daha
hayırlıdır. "[199]
"Bir gün, bir
gece sınırda nöbet tutmak bir ay (gündüzleri) oruç tutup (geceleri) namaz
kılmaktan daha hayırlıdır. Vazifesi başında ölürse yapmakta olduğu ameli sanki
devam etmekteymişçesine sevap elde eder, ona (şehid-lere olduğu gibi) rızkı
devam eder ve kabir fitnesinden emin olur."[200]
"Her ölenin amel
defteri kapanır. Bundan Allah yolunda nöbet beklerken Ölen müstesnadır. Zira
onun ameli, kıyamet gününe kadar artar durur ve o kimse kabir fitnesinden
güvence altına alınır."[201]
"Sınırda Allah
rızası için bir gün nöbet tutmak diğer yerlerde bin gün nöbet tutmaktan daha
hayırlıdır."[202]
İbn Mâce'nin rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim sınırda Allah rızası için bir gece nöbet tutarsa,
(gündüzleri) oruçla ve (geceleri) namazla geçirilen bin gecenin sevabını elde
eder." [203]
"Herhangi
birinizin Allah yolunda bekleyip gözcülük etmesi evinde yaptığı altmış senelik
ibadetten daha hayırlıdır. Dikkat edin, Allah'ın sizi bağışlayıp cennete
koymasını istiyorsanız Allah yolunda cihad edin. Kim Allah yolunda bir deve
sağımı süresince çarpışırsa cenneti hak eder,"[204]
İmam Ahmed'in rivayet
ettiği bir hadiste: "Kim müslümanların sahillerinden birinde üç gün sınır
nöbeti tutarsa bu, bir senelik (karada tutulan) sınır nöbeti yerine
geçer." buyrulmuştur.[205]
Yine İmam Ahmed'in
rivayet ettiği bir hadiste ise: "Allah yolunda bir gece bekçilik etme,
geceleyin namazla gündüzün oruçla geçirilen bin geceden daha
faziletlidir." buyrulmuştur.[206]
"Allah
korkusundan dolu dolu olan yahut ağlayan bir göze cehennem ateşi haramdır.
Allah yolunda uykusuz kalan bir göze cehennem ateşi haram-dır."[207]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Bir sultan kendisini
tutmadan, kim kendi isteğiyle gönülden Allah yolunda müslümanların arkasından
bekçilik ederse yeminde durulmuş olması için gerekli süre dışında o kimsenin
gözleri cehennem ateşini görmeyecektir. Zira Allah: 'Yemin olsun sizden
hiçbiriniz müstesna olmamak üzere muhakkak oraya (cehenneme) uğrayacaksınız.'[208]
buyurmaktadır."[209]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir yolculukları sırasında bütün bir gece akşamdan sabaha kadar atı üzerinde
müslümanlara bekçilik edip nöbet tutan, yalnızca namaz yahut abdest bozmak
için atından inen bir adama: "Cenneti hak ettin. Ancak bundan sonrr amel
etmemen gerekmez." buyurdu.[210]
"Allah yolunda
bir ok atana cennette bir derece vardır."[211]
"Bir kimsenin
Allah yolunda ok atması, bir köle azadına denktir. Allah yolunda bir kimsenin
saçı ağarsa, saçının aklığı kıyamet günü onun için bir nur olur."[212]
Nesâî'nin rivayetinde derece, yüz seneyle tefsir olunmuştur.[213]
"Allah bir tek ok
yüzünden şu üç kimseyi cennete kor: 1) Sanatında hayrı gözeterek oku imal
edeni, 2) Okçuya atması için, yardım maksadıyla oku uzatanı, 3) Oku atanı.
Atıcılık ve binicilik öğrenin. Atıcılık öğrenmeniz bana göre binicilik
öğrenmenizden daha iyidir. Kişinin eğlence için yaptığı her şey bâtıldır
(boştur). Ancak yayı ile ok atması yahut atını eğitmesi ve hanımıyla oynaşması
bundan müstesnadır. Allah'ın kendisine atıcılığı öğrenmeyi müyesser kıldığı
bir kimse onu hiçe sayarak bırakırsa o nimete nankörlük etmiş olur." Bu
hadisi İmam Ahmed ve Sünen sahipleri rivayet etmişlerdir.[214] İbn
Mâce'de hadis "Kim atıcılığı öğrenir, sonra onu terkederse bana isyan
etmiş olur'* şeklinde yer almaktadır.[215]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bana tavsiyede bulun.*'
dedi. O da: "Sana Allah'tan korkmanı tavsiye ederim.
Zira herşeyin başı
odur. Cihad etmeni Öneririm; çünkü cihad, İslâm'ın ruhbanlığıdır. Sana Allah'ı
anmayı (zikri) ve Kur'an okumayı tavsiye ederim. Çünkü bu gökteki ruhun,
yerdeki zikrindir." buyurdu.[216]
"İslâm
şahikasının zirvesi cihaddır."[217]
"Üç kimseye yardım
etmek Allah üzerinde bir haktır: 1) Allah yolunda çarpışan mücahid, 2)
Efendisiyle, belli bir miktar mal getirdiğinde hürriyete kavuşmak üzere
sözleşme yapmış olan ve bunu ödemek isteyen köle, 3) İffetini korumak amacıyla
evlenmek isteyen kimse."[218]
"Bir kimse gaza
etmeden ve gaza etmeyi gönlünden geçirmeden ölürse bir tür nifak üzere
ölür."[219]
Ebu Davud'un rivayet
ettiği bir hadiste: "Bir kimse gaza etmez yahut gazaya çıkan bir gaziyi
donatmaz yahut da gazaya çıkan kimsenin ailesine iyi bakmazsa, daha kıyamet
günü olmadan önce Allah onu bir musibete maruz bırakır." buyrulmuştur.[220]
"İnsanların altın
ve gümüşlere kıyamayıp pintilik ettikleri, îne alış-verişi yaptıkları,
sığırların kuyruklarına yapıştıkları ve Allah yolunda cihad etmeyi bıraktıkları
vakit gelince Allah onların başına bir belâ indirir; artık onlar, dinlerine
dönünceye kadar başlarından bu belâyı kaldırmaz. "[221]
İbn Mâce'nin rivayet ettiği bir hadiste: "Bir
kimse Allah Teâlâ'ya kavuştuğunda üzerinde Allah yolunda (çarpışmadan) hasıl
olan bir iz bulunmazsa kendisinde bir yarık bulunduğu halde Allah'a
kavuşur." buyrulmuştur.[222]
Allah Teâlâ:
"Kendinizi bile bile tehlikeye atmayın." buyurmuştur.[223] Ebu
Eyyub el-Ensârî, kişinin bile bile kendisini tehlikeye atmasını, cihadı
ter-ketmek diye tefsir etmiştir.[224]
Sahih bir hadiste:
"Cennetin kapılan, kılıçların gölgesi altındadır." buyrulmuştur.[225]
Yine sahih bir
hadiste: "Allah'ın sözü (ve dini) üstün olsun diye savaşan kimse, Allah
yolunda savaşmış olur." buyrulmaktadır.[226]
Bir diğer sahih
hadiste: "Cehenneme ilk atılacak kimseler gösteriş ve nam yapmak için ilim
öğrenen âlim, sadaka veren mal sahibi (zengin) ve cihad sırasında öldürülen
kişi." buyrulmuştur.[227]
Bir başka sahih
hadiste: "Dünya malı elde etmek için savaşa çıkan kimseye sevap
yoktur" buyruluyor[228]
Bir başka sahih hadiste
rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Abdullah b. Amr'a buyurmuştur
ki: "Şayet sabredip sevabını Allah'tan bekleyerek savaşırsan; Allah seni,
sabırlı ve sevabı Allah'tan bekleyen olarak diriltir. Şayet gösteriş ve rekabet
için savaşırsan; Allah seni, riyakâr ve rekabet eden olarak diriltir.[229] Ey
Abdullah b. Amr! Sen hangi şekilde savaşır yahut öldürü-lürsen Allah seni o
şekilde, o hal üzere[230]
Hz. Peygamber (s.a.) günün
evvelinde savaşmayı uygun görürdü. Nitekim yolculuğa da günün evvelinde
çıkmayı severdi. Şayet günün evvelinde savaşa başlamazsa;vaşı, güneş tepe
noktadan batıya yönelip rüzgârlar esmeye başlayıncaya ve yardım ininceye kadar
ertelerdi[231]
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdular
ki: "Canım elinde olana yemin ederim ki, Allah yolunda yaralanan herhangi
bir kimse -Allah kendisi yolunda yaralananı daha iyi bilir-, kıyamet günü rengi
kan rengi, fakat kokusu misk kokusu olduğu bir halde gelir."[232]
Tirmizî'nin rivayet
ettiği bir hadiste buyruluyor ki: "Allah'a şu iki damladan yahut iki
izden daha sevimli hiçbir şey yoktur: Allah korkusundan akan gözyaşı damlası,
Allah yolunda akıtılan kan damlası. İzler ise; Allah yolundaki iz ve Allah'ın
farzlarından birinin yapılmasından meydana gelen iz-dir."[233]
Bir sahih hadiste
buyuruluyor ki: "Ölüp de Allah katında bir hayra erişen bir kulu, tekrar
dünyaya dönmesi ve dünya ile dünyadaki şeylerin kendisinin olması sevindirmez.
Yalnız şehitliğin faziletinden dolayı görmekte olduğu şeylerden ötürü bundan
şehid müstesnadır. Çünkü dünyaya dönüp bir kere daha öldürülmek - bir metne
göre de gördüğü iltifattan Ötürü on kere daha öldürülmek - onu
sevindirir."[234]
Oğlu Bedir savaşında
Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında öldürülen Numan'-in kızı Ümmü Harise, kendisine
"O şimdi nerede?" diye sorduğunda Allah Rasûlü (s.a.): "O en
yüksek Firdevs'e erişti." buyurdu. [235]
"Şehidlerin
ruhları yeşil kuşların karınlarındadır. Onlar için Arş'a asılmış kandiller
vardır. Diledikleri zaman cennetten çıkarlar; sonra bu kandillere konarlar.
Rableri onları görür, gözetir, ihsanda bulunur ve: 'Bir arzunuz var ir..?' diye
sorar. Onlar da: 'Ne arzumuz olsun? Dilediğimiz zaman cennetten çıkıyoruz!'
derler. Allah bunu onlara üç kere tekrarlar. Kendilerine bu sorunun
sorulmasından vazgeçilmeyeceğini görünce: 'Ya Rabbi! Senin yolunda bir daha
öldürülmemiz için ruhlarımızı bedenlerimize iade etmeni talep ediyoruz.'
derler. Allah da onların bir ihtiyacı bulunmadığım görünce öylece bırakılırlar.
"[236]
"Şehidlerin Allah
katında elde ettiği birtakım meziyetleri vardır: I) Kanı akmaya ilk başladığı
anda bağışlanması. 2) Cennetteki makamının gösterilmesi. 3) İmanın tadının
tattırılması. 4) Siyahı simsiyah, beyazı bembeyaz olan gözlere sahip hurilerle
evlendirilmesi. 5) Kabir azabından korunması. 6) En büyük korkudan güvencede
olması. 7) Başına vakar tacının konulması - ki bu tacdaki bir yakut tanesi
dünyadan ve dünyadaki şeylerden daha hayırlıdır-, 8) Yetmiş iki huri ile
evlendirilmesi. 9) Akrabalarından yetmiş kişiye şefaat etme hakkının
tanınması." Bu hadisi İmam Ahmed rivayet etmiş ve Tirmizî sahih olduğunu
söylemiştir.[237]
Câbir'e buyurdu ki:
"Sana, Allah'ın babana ne dediğini haber vereyim mi?" Câbir:
"Evet, haber verin" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) anlattı: "Allah,
konuştuğu herkesle mutlaka perde arkasından konuşmuştur. Babanla karşı karşıya
söyleşti. 'Dile benden dilediğini ey kulum! Sana vereyim.' dedi. O da: 'Ya
Rabbi! Beni dirilt, senin yolunda ikinci kez öldürüleyim.' ricasında bulundu.
Allah: 'Daha önce insanlar dünyaya bir daha döndürülmeyecekler diye hükmettim.'
diye buyurdu. O da: 'Ya Rabbi! Öyleyse geride bıraktıklarıma bunu ulaştır.'
diye istekte bulundu. Bunun üzerine Allah Teâlâ: 'Allah yolunda öldürülenleri
ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, n-zıklandırılmaktadırlar.'
âyetini[238] indirdi."[239]
Hz. Peygamber (s.a.)
anlatıyor: Kardeşleriniz Uhud'da şehid edilince Allah, onların ruhlarını yeşil
kuşların karınlarına koydu; onlar cennet nehirlerine gelir, cennet
meyvelerinden yer ve Arş'm gölgesindeki altın kandillere konarlar. Yedikleri ve
içtikleri şeylerin lezzetini, kaldıkları yerin güzelliğini görünce: "Keşke
kardeşlerimiz Allah'ın bize yaptığım bilseler cihaddan kaçınmazlar, harpten
çekinmezler." dediler. Bunun üzerine Allah: "Ben sizin durumunuzu
onlara ulaştıracağım." dedi ve Peygamberine: "Allah yolunda
öldürülenleri ölü sanma." diye başlayan âyetleri indirdi.[240]
Müsned'âz rivayet
edilen bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidler, cennet kapısındaki bir
nehrin göz kamaştıran bir yerinde bulunan yeşil kubbededirler. Sabah akşam
cennetten rızıklan çıkar." [241]
"Daha şehidin
yerdeki kanı kurumadan (huri) iki hanımı, her birinin elinde dünyadan ve
dünyada bulunan şeylerden daha hayırlı birer yeni ve güzel elbise bulunduğu
halde, sanki bitkisiz bir arazide yavrularını kaybetmiş iki kuş gibi koşar ona
gelirler."[242]
Müstedrek'te ve
Nesaî'de rivayet olunan bir hadiste buyuruluyor ki: "Benim için Allah
yolunda öldürülmem, yerleşik hayat süren şehir ve köy ahalisi ile göçebelerin
benim olmasından daha sevimlidir. "[243]
Yine aynı iki kaynakta
yer alan hadiste ise: "Şehid, ölüm anında, sizin herhangi birinizin
karınca ısırmasından duyduğu acıyı duyar." buyurul-maktadır.[244]
Sünen'deki bir hadiste
de: "Şehid, ailesinden yetmiş kişiye şefaat eder.*' buyurulmaktadır.[245]
Müsnetfdt rivayet edilen
bir hadiste buyuruluyor ki: "Şehidlerin en üstünü, (ön) safta düşmanla
karşılaştığında yüzlerini çevirmeyip öldürülenlerdir, îşte onlar cennetin en
âlâ köşklerinde yan gelip yatacaklardır. Rabbin onlara güler. Rabbin dünyada
bir kula güldüğü zaman artık ona hesap so-rulmaz."[246]
Yine aynı kaynakta yer
alan bir başka hadiste buyuruluyor ki: "Şehid-ler dörde ayrılır: 1)
Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla karşılaşır; Allah'a sadakat gösterir
ve öldürülür, tşte insanların kendisine bakmak için boyunlarını kaldırdığı
kimse budur. -Bu sözleri söylerken Allah Rasûlü (s.a.) başını o kadar kaldırdı
ki, başlığı yere düştü-. 2) Mü'min, inancı yerinde bir adam, düşmanla
karşılaşır; derisine sanki dikenle vurulmaktadır, bir serseri ok gelir onu
öldürür. Bu adam ikinci derecededir. 3) Mü'min, inancı yerinde iyi amelle kötü
ameli birbirine karıştırmış bir adam, düşmanla karşılaşır; Allah'a sadakat
gösterir ve öldürülür. İşte bu üçüncü derecededir. 4) Mü'min, ama kendisi
aleyhine pek çok konuda haddi aşmış bir adam düşmanla karşılaşır; Allah'a
sadakat gösterir ve öldürülür. İşte bu da dördüncü derecededir. "[247]
Müsned'de ve İbn
Hibbân'm Sahihinde yer alan bir hadiste buyuruluyor ki: 'Savaşta ölenler üçe
ayrılır: 1) Malıyla, canıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında
onlarla çarpışan ve öldürülen mü'min kimse, îşte Allah'ın Arş'ı altındaki
çadırda imtihan olunan şehid budur. Peygamberler, ondan ancak peygamberlik
derecesiyle üstün gelirler. 2) Nefsine günahlardan, hatalardan pay ayıran, ama
canıyla, malıyla Allah yolunda cihad eden, düşmanla karşılaştığında çarpışan ve
öldürülen mü'min kimse, İşte bu davranışı yalayıp yutucudur; günahlarını ve
hatalarım siler süpürür. Kılıç, hataların silgisidir. Bu kimse cennetin
istediği kapısından girer. Zira cennetin sekiz, cehennemin yedi kapısı vardır.
Bazıları, bazılarından üstündür. 3) Canıyla, malıyla cihad eden münafık kimse.
Düşmanla karşılaştığı zaman Allah yolunda öldürülünceye kadar çarpışır. İşte
bu kimse cehennemdedir. Kılıç, nifakı silmez."[248] . :
Sahih bir hadiste:
"Kâfirle onun katili, cehennemde asla feir ;araya gelmez."
buyurulmaktadır[249]
Hz. Peygamber'e
(s.a.): "Hangi cihad daha üstündür?" diye sordular. "Müşriklerle
malıyla, canıyla çarpışan kimsenin yaptığı cihad." cevabını verdi.
"Hangi ölüm daha güzeldir?" diye sordular. "Allah yolunda kanı
akıtılan ve atı vurulan kimsenin ölümü." cevabım verdi.[250]
İbn Mâce'nin Sünen
İnde yer alan bir hadiste:' 'Zalim sultanın huzurunda söylenen adil söz, en
büyük cihaddandır." buyurulmaktadır.[251] Bu
hadisi Ah-med ve Nesâî, mürsel olarak rivayet etmişlerdir.
Bir sahih hadiste
buyuruluyor ki: "Ümmetimden, kıyamet kopuncaya -bir metne göre ise
sonuncuları Mesih Deccal'le savaşıncaya- kadar hak üzere savaşan bir grup
devamlı bulunacaktır. Ne onlan yardımsız bırakanlar onlara zarar verebilir; ne
de muhalefet edenler;[252]
Hz. Peygamber (s.a.)
harpte firar etmemek üzere ashabından söz alırdı. Bazan onlardan ölüm üzere söz
aldığı da olurdu. îslâm üzere söz aldığı gibi onlardan cihad için de söz
almıştır. Mekke fethinden önce ashabından hicret için söz almıştır. Ayrıca
onlardan tevhid üzere, Allah'a ve Rasûlü'ne itaate sarılmak üzere söz almıştır.
Bir grup ashabından da insanlardan hiçbir şey istememeleri için söz almıştır.
Onlardan birinin
elinden kamçısı düştüğünde hayvanından iner, kendisi yerden alır, hiç kimseye
"Onu bana ver'' demezdi.[253]
Cihad konusunda, düşmanın
durumu hakkında ve (konaklamak için) yer seçimi konusunda ashabının fikirlerini
alırdı. Müstedrek'te Ebu Hureyre'nin: "Allah Rasûlü'nden (s.a.) daha çok
arkadaşlarına danışan bir kimse görmedim." dediği rivayet edilmektedir. [254]
Sefer esnasında
sevkiyat işlerine bakanlar arasında geride kalır, güçsüzlerin ilerlemelerine
yardım eder, yoldan kesilenleri terkisine alırdı. Yol boyunca yol arkadaşlarına
en candan davranan O idi[255]
Bir gazaya çıkmak
istediğinde tevriyeli ifade kullanırdı[256]
Meselâ, Hu-neyn savaşına çıkmak istediği vakit "Necid yolu ve sulan
nasıldır? Oradaki düşmanlar kimlerdir?" gibi sorular sormuştu.
"Harp
hiledir." buyururdu[257]
Düşman hakkında bilgi
toplamak üzere casuslar yollar, öncüler gönderir ve geceleyin muhafızlara
nöbet tuttururdu[258]
Düşmanla karşılaştığı
zaman durur dua eder, Allah'dan yardım dilerdi. Gerek kendisi, gerekse ashabı
çokça Allah'ı zikreder ve seslerini kısarlardı[259]
Orduyu ve savaşı
organize eder; her kanada ona denk bir birlik yerleştirirdi, O'nun emriyle
huzurunda müslümanlarla düşmanlar arasında düello yapılırdı. Harp levazımatını
kuşanırdı. Bazan iki zırhı birbirine geçirip giyinirdi[260]
Sancakları ve bayrakları vardı[261]
Bir kavme galip
geldiğinde onların arazilerinde üç gün kalır, sonra seferden dönerdi[262]
Baskın yapmak istediği
vakit beklerdi. Eğer obada bir müezzinin ezan okuduğunu duyarsa baskın yapmaz,
aksi takdirde hücuma geçerdi[263]'
Kimi zaman düşmana gece baskın düzenler, kimi zaman da gündüzün ansızın baskın
yapardı[264]' |
Perşembe günü sabah
erken vakitte sefere çıkmayı severdi[265]'
Askerler bir yere konakladığı vakit birbirlerine öyle sokulurlardı ki,
üzerlerine bir örtü serilse onların hepsini bürürdü[266]
Safları düzene kor[267] ve
"Filan, sen öne geç! Falan,sen arkaya geç!" diyerek askerleri kendi
eliyle harbe hazır duruma geçirirdi.
Ordusundan her bir
neferin kendi kabilesinin sancağı altında savaşmasını arzu ederdi.
Düşmanla karşılaştığı
vakit: "Kitab'ı indiren, bulutu yürüten, bölük bölük orduları hezimete
uğratan Allah'ım! Şunları da bozguna uğrat. Onlara karşı bize yardım et!"
diye dua ederdi[268]
Bazan da: "Topluluk bozguna uğrayacak, sırtlarını dönüp kaçacaklar.
Hayır, doğrusu kıyamet onların azapla korkutuldukları gündür. Kıyamet ne
korkunç, ne acı bir gündür." âyetlerini okurdu[269]
"Allah'ım!
Yardımım indir." derdi. "Allah'ım! Benim desteğim sensin. Yardımcım
sensin. Senin için savaşıyorum." derdi[270]
Durum iyice şiddetlenip harp kızıştığı ve düşman kendisine yöneldiği vakit
kendisini tanıtır: "Yalan yok, ben peygamberim. Ben Abdülmuttalib
oğluyum" derdi[271]
Harp şiddetlendiği
vakit insanlar Hz. Peygamber'le (s.a.) korunurlardı[272]
Düşmana en yakın olan O'ydu.
Harpde söyledikleri
vakit tanınmaları için ashabına bir parola belirlerdi. Parolaları bir
keresinde "Emit! Emit = Öldür! Öldür" bir keresinde "Yâ Mansur !
ve
bir keresinde def "Hamım Lâ yunsarûn = Hamim.
Yardım alamazlar !di.[273]
Hz. Peygamber (s.a.)
savaşta zırh ve miğfer giyer, kılıç kuşanır, mızrak ve Arap yayı taşırdı.
Kalkan da kullanırdı. Harp esnasında kibirlilik göstermeyi severdi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Bir kısım kibir vardır ki, Allah sever; bir kısım kibir
de vardır ki, Allah buğzeder. Allah'ın sevdiği kibir düşmanla karşılaşma
sırasında ve sadaka verirken gösterilen kibirdir. Allah Teâlâ'nın buğzettiği
kibir ise azgınlık ve övünme yolunda gösterilen kibirdir." buyurmuştur[274]
Bir keresinde
mancınıkla savaştı; mancınığı Tâif halkına karşı kullandı. Savaşta kadınların
ve çocukların öldürülmesini yasaklardı[275]'
Karşı taraftan savaşa katılanlara bakardı: Tüylenmiş görürse öldürür, tüysüz
delikanlıları ise bırakırdı[276]
Bir seriyye gönderdiği
vakit onlara Allah'dan korkmalarım öğütler ve:
"Allah'ın adıyla,
Allah yolunda yürüyün. Allah'a küfredenleri öldürün.| kence yapmayın,
zulmetmeyin, çocuk öldürmeyin." buyururdu[277]
Bir kimsenin yanında
Kur'an'la düşman ülkesine sefere çıkmasını saklardı.
Gönderdiği seriyyenin komutanına
düşmanla savaşmadan önce onları şu şıklardan birini seçmeye davet etmesini
emrederdi: I) Müslüman olup hicret etmeye. 2) Hicret etmeksizin yalnız müslüman
olmaya. Bu durumda müslü-man Araplar gibi olurlar, ancak ganimetten bir pay
alamazlar. 3) Cizye vermeye. Şayet düşmanlar olumlu cevap verirlerse, komutan
onların isteklerini kabul eder. Aksi takdirde Allah'dan yardım dileyip onlarla
savaşa tutuşur[278]
Düşmana karşı zafer
elde edince bir tellâla emreder, bütün ganimetleri bir araya toplatırdı. Önce
düşman askerlerinin üzerinde bulunan elbise ve eşyaları hakedenlere verir;
sonra kalanın beşte birini (humus) ayırır, Allah'ın uygun gördüğü yerlere
sarfeder ve İslâm'ın ve müslümanlann yararına kullanılmasını emrederdi. Sonra
geri kalanlar kadınlar, çocuklar ve köleler gibi ganimetten nasibi olmayanlara
ufak bağışlarda bulunurdu.[279]
Sonra da geri kalanı süvariye üç pay -bir pay kendisi, iki pay atı için- ve
piyadeye bir pay olmak üzere askerler arasında eşit olarak paylaştınrdı[280]'
Hz. Peygamber'-den (s.a.) aktarılan sahih uygulama budur.
Uygun gördüğü fayda
doğrultusunda asıl ganimetten pay ayırır, bağış yapardı. Ganimetten yapılan bu
bağışın beşte birlik (humus) kısımdan olduğu da söylenmektedir. Deniliyor ki,
bu en zayıf görüştür; ganimetten yapılan bağış beşte birin beşte birlik
kısmındendi.
Gazalardan birinde
Seleme b. Ekvâ'ya hem süvari, hem piyade payını birlikte verdi. Böylece o
gazada büyük yararlılık gösterdiğinden ötürü ona dört pay vermiş oldu.[281]
Ganimetten yapılan
bağış istisna edilirse Hz. Peygamber (s.a.) ganimeti zayıf-güçlü ayrımı
gözetmeksizin eşit olarak paylaştırırdı.[282]
Düşman ülkesine ayak
bastığı vakit önden bir seriyye gönderirdi. Onların aldıkları ganimetin beşte
birini ayırır, kalanın dörtte birini bağışta bulunur ve arta kalanı da o
seriye ile diğer askerler arasında paylaştırırdi. Seferden döndüğü vakit de
bunu yapar ve ganimetin üçte birini bağış olarak verir-di.[283]
Böyle olmakla birlikte ganimetten yapılan bağışı hoş görmez: "Güçlü
mü'minler, zayıf mü'minlere iade etsin'* buyururdu.[284]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) ganimetten bir payı vardı ki, buna "safî" denirdi. İster
köle, ister cariye isterse bir at olsun, onu beşte birlik kısımdan önce seçip
alırdı[285]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Hz. Âişe: Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımlarından olan
"Safiye, safîdendir." demiştir.[286]'
Bundan dolayı Züheyr b. Ukayşoğullarına gönderdiği mektubunda şöyle yazmıştır:
"Şayet Allah'dan
başka tanrı
bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şeha-det eder, namazınızı
kılar, zekâtınızı verir ve ganimetten beşte birlik kısmı, Hz. Peygamber'in
(s.a.) payını ve safî payını öderseniz Allah ve Peygamberinin güvencesi
altında emniyette olursunuz." [287]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kılıcı Zülfikâr safîden idi.[288]
Müslümanların yararına
olan bir vazifeden dolayı savaşa katılamayanlara da ganimetten pay ayırırdı.
Nitekim Hz. Osman'a Bedir ganimetlerinden pay ayırmıştı. Oysa Hz. Osman Allah
Rasûlü'nün (s.a.) kızı ve kendi karısı olan Rukiye'nin hasta bakıcılığım
yaptığından ötürü savaşa katılmamıştı. Bu sebepten Hz. Peygamber (s.a.):
"Doğrusu Osman, Allah ve Peygamberinin işi için gitti." buyurup
savaşa katılmış sevabını aldığını belirtti ve ona payını ayırdı[289]
Sahabîler gaza
esnasında O'nun yanında alış-veriş yaparlardı. Onları gördüğü halde alış-veriş
yapmalarını engellemezdi. Adamın biri, benzerini hiç kimsenin elde etmediği bir
kazanç elde ettiğini kendisine haber verdiğinde: "Nedir bu kazanç?"
diye sordu. Adam: "Alış-veriş yaptım, üç yüz ükiyye kâr sağladım."
dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Ben sana, bir kimsenin kazandığı en hayırlı
kazancı haber vereceğim." dedi. Adam: "Nedir o? Ey Allah'ın
Rasûlü?" diye sordu. Hz. Peygamber (s.a.): "Farz namazdan sonra kılınan
iki rekât" cevabını verdi.[290]
Gaza için Ücretle iş
yapanları iki şekilde tutuyorlardı: 1- Bir kimse bizzat gaza için yola çıkar ve
yolculuk esnasında kendisine hizmet edecek ücretli hizmetçi tutardı. 2- Mal
vererek cihada çıkacak insan tutardı. Buna "ceâil" derlerdi. Bu
konuda Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Gazaya çıkan, mükâfatını
elde eder. Birini ücretle harbe gönderen kimse hem bundan dolayı sevap kazanır
ve hem de gazi sevabı elde eder."[291]
Ganimet konusunda da
iki türlü ortaklık kurarlardı. 1- Ebdân şirketi.[292]
2- Bir kimse, devesini
yahut atını, üzerinde savaşması ve elde ettiği ganimetin yansını kendisine
vermesi şartıyla diğer bir kimseye verir; gazinin elde ettiği payı aralarında
paylaşırlardı. Hatta birine okun gövdesi, diğerine ise ucundaki demiri ve
arkasına takılan yelek kısmı düşerdi.
îbn Mes'ûd anlatıyor:
Ben, Ammâr ve Sa'd, Bedir savaşında elde edeceğimiz ganimetler konusunda
ortaklık kurduk. Sa'd iki esir. yakalayıp getirdi, ben ve Ammâr hiçbir şey
getiremedik,[293]
Hz. Peygamber (s.a.)
seriyyeyi bazan süvari, bazan da piyade birliği şeklinde gönderirdi. Fetih
olup bittikten sonra yardımcı kuvvet olarak gelenlere ganimetten pay ayırmazdı.[294]'
Hz. Peygamber (s.a.)
(ganimetin kendisinin tasarruf yetkisine verilen beşte birlik kısmından)
akrabaların payını Hâşimoğullanna ve Muttaliboğullanna verirdi; onların
kardeşleri olan Abdişemsoğullan ile Nevfeloğullarına ise pay ayırmazdı. "
M uttalib oğulları ile Hâşimoğullan aynı soydandır" buyurup parmaklarım
birbirine kenetledi ve: "Onlar bizden ne cahiliye, ne de İslâm döneminde
ayrıldılar." dedi.[295]
Müslümanlar savaşlarda
O'nun yanında bal, üzüm ve çeşitli yiyecek maddeleri ele geçirirler; onları
yerler, ganimetler arasına kaldırmazlardı.[296] Ebu
Davud'un rivayetine göre İbn Ömer diyor ki: "Allah Rasûlü (s.a.) döneminde
bir ordu, ganimet olarak yiyecek ve bal ele geçirdi. Onlardan humus (beşte
bir) alınmadı."[297]
Abdullah b. Mugaffel,
Hayber savaşında tek başına bir yağ tulumu ele geçirdi ve: "Bu gün bundan
hiç kimseye bir şey vermem." dedi. Allah Rasûlü (s.a.) onun bu sözünü
duydu, tebessüm etti, ona hiçbir şey demedi'[298]
İbn Ebî Evfâ'ya:
"Siz, Allah Rasûlü (s.a.) döneminde ele geçirdiğiniz yiyecek maddelerinin
beşte birini verir miydiniz?" diye sorduklarında: "Hayber savaşında
yiyecek maddesi ele geçirdik. İsteyen gelir, ondan kendisine yetecek miktar
alır giderdi." cevabını verdi.[299]
Sahabeden biri diyor
ki: Biz savaşta ele geçirdiğimiz cevizleri yer, pay-laştırmazdık. Hatta
eşyalarımızın yanma tulumlarımız ceviz dolu olduğu halde dönerdik.[300]
Hi Peygamber (s.a.)
savaşlarında yağma ve işkenceyi yasaklardı. "Yağmalayan kimse bizden değildir."
buyurdu[301] ve içlerinde yağma
maldan yemek pişirilen tencereleri emredip döktürdü.[302]
Ebu Davud'un
rivayetine göre Ensâr'dan bir adam anlatıyor: Allah Rasûlü (s.a.) ile birlikte
bir sefere çıktık. İnsanlar şiddetli bir ihtiyaç ve zorluk içine düştüler. Bir
davar sürüsüne rastgeldiler ve sürüyü yağmaladılar. Tencerelerimiz kaynarken
Allah Rasûlü (s.a.) yayını baston gibi kullanıp yürüyerek çıkageldi.
Tencerelerimizi yayı ile ters yüz etti, döktü. Sonra eti toprağa bulamaya
başladı. Sonra da: "Yağma, lâşe yemekten daha helâl değildir -yahut- lâşe
yemek, yağmadan daha helâl değildir." buyurdu.[303]
Herhangi bir kimsenin
ganimet bir hayvanı binek vasıtası olarak kullanıp hayvanı zayıf düşürerek onu
geri iade etmesini ve ganimet bir elbiseyi kullanıp eskiterek geri getirmesini
yasakladı.[304] Ancak savaş sırasında
bunlardan yararlanmayı yasaklamadı. [305]
Ganimet malından çalma
konusunda gerçekten çok "Çalınan o mal, sahibine kıyamet günü ardır,
ateştir vej yururdu.[306]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kölesi Mid'am savaşta vurulup öldürülünce: "Cennet ona mübarek olsun!"
dediler. Peygamberimiz: "Hayır, hayır. Canım elinde olana yemin ederim
ki, Hayber'in fethi günü henüz taksimat yapılmadan ganimet mallar arasından
çaldığı kadife şal onun üzerinde alev alev yanmaktadır." buyurdu. Bunu
işiten bir adam bir -veya iki- nalın tasması getirdi. Peygamberimiz:
"Ateşten bir-veya iki-nalın tasması" buyurdu.[307]
Ebu Hureyre anlatıyor:
Allah Rasûlü (s.a.) aramızda ayağa kalktı ve ganimet malından çalmanın
durumunu anlattı; günahının büyüklüğünü, bu işin korkunçluğunu belirtti. Buyurdu
ki: Sakın kıyamet günü şöyle bir manzarayla karşılaşmıyayım: Birinizin
omuzunda meleyen bir koyun, öbürünüzün omuzunda hım hım eden bir at; bana:
"Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma yetiş!" diye sesleniyorlar, bense her
birine: "Senin için bir şey yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim"
diyorum. Bir diğerinizin omuzunda altın ve gümüş yükü, bana: "Ey Allah'ın
Rasûlü! İmdadıma yetiş!" diyor. Bense ona: "Senin için bir şey
yapamam. Ben sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum. Başka birimizin
omuzunda dalgalanan bir elbise, bana; "Ey Allah'ın Rasûlü! İmdadıma
yetiş!" diye sesleniyor. Bense ona: "Senin için bir şey yapamam. Ben
sana vazifemi tebliğ ettim." diyorum.[308]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) yol ağırlığı olan eşyasına bekçilik eden biri (Kir-kire) ölünce Peygamberimiz:
"O cehennemdedir." buyurdu. Bunu duyan sa-habîler bakmaya gittiler ve
onun eşyaları arasında ganimet malından çaldığı bir aba buldular.[309]
Gazalardan birinde
(Hayber savaşında) sahabîler: "Filan şehiddir. Filan şehiddir." diye
şehidleri saymaya başladılar. Bir adamın başına varıp da: "Ve filan da
şehiddir" dediklerinde Hz. Peygamber (s.a.): "Hayır, hayır. Doğrusu
ben onu ganimetten çaldığı bir bürde -yahut aba- içinde cehennemde
görüyorum." buyurdu. Sonra Allah Rasûlü (s.a.) Hz. Ömer'e dedi ki:
"Git, ey Hattab'ın oğlu! Git, insanlara şunu duyur: Cennete inananlardan
başkası girmeyecektir! "[310]
Bir adam Hayber
savaşında vefat etti. Durumu Allah Rasûlü'ne (s.a.) ilettiler. Hz. Peygamber
(s.a.): "Arkadaşınızın cenaze namazını kılın." buyurdu. Bu söz üzerine
insanların moralleri bozuldu. Hz. Peygamber (s.a.) durumu görünce:
"Arkadaşınız Allah yolunda iken ganimet malından bir şey çaldı."
buyurdu. Sahabîler onun eşyalarını araştırdılar, iki dirhem etmez ya-hudi
imalatı bir boncuk salkımı buldular.[311]
Bir ganimet ele
geçirdiği zaman Bilâl'e insanlar arasında duyuru yapmasını emreder, insanlar
ele geçirdikleri ganimetleri getirirlerdi. Hz. Peygamber (s.a.) beşte birini
alır, geri kalanı taksim ederdi. Ganimet paylaştırıldıktan sonra bir adam
kıldan yapılma bir yular getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) ona: "Bi-lâl'in üç
kere seslendiğini işittin mi?" diye sordu. Adam: "Evet" cevabını
verdi. Hz. Peygamber (s.a.): "Peki, onu getirmekten seni alıkoyan
nedir?" diye sorunca, adam özür diledi. Bunun üzerine Allah Rasûiü (s.a.):
"Bunu kıyamet günü getirmiş ol, yine kesinlikle kabul etmeyeceğim."
buyurdu.'[312]
Hz. Peygamber(s.a.)
ganimet malından çalanın malının yakılmasını ve o kimsenin dövülmesini emretti.
Kendisinden sonra hilâfete geçen iki Râşid Halife (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer)
ganimet hırsızının malını yaktırmışlar-dir.[313]
Kimi âlimler: "Bu uygulama, yukarıda kaydettiğim diğer hadislerle
yürürlükten kaldırılmıştır. Zira bu
hadislerden hiçbirinde yakma meselesi bulunmamaktadır." derken kimileri
de diyorlar ki -doğru olan görüş budur.[314] Bu
iş kamu menfaatine göre uygulanmak üzere devlet başkanlarının ictihad-larına
bırakılmış ta'zîr cezalan ve malî cezalar kabilindendir. Zira Hz. Pey-gamber'in
(s.a.) yaktığı da olmuştur, yakmadığı da. Kendisinden sonra gelen halifeleri de
aynı uygulamada bulunmuşlardır. İçki içen kimsenin üçüncüde yahut dördüncüde
öldürülmesi meselesinde[315]
olduğu gibi. Bu had cezası olmadığı gibi yürürlükten kaldırılmış da değildir.
Yalnızca devlet başkanının içtihadına bağlı bir ta'zir cezasıdır. [316]
Hz. Peygamber (s.a.)
esirlerin bir kısmını karşılıksız salıverir, bir kısmı nı öldürür, bir kısmını
fidye olarak mal alıp bırakır ve bir kısmım da müslü-man esirlerle değîş-tokuş
ederdi. Bunların hepsini maslahat (kamu menfaati) gereği yapmıştır. Bedir
esirlerini mal karşılığı serbest bıraktı ve: "Mut'im b. Adiy hayatta
olsaydı da şu kokuşmuş adamlar hakkında benimle konuşup aracılık etseydi onun
hatırına bunları bırakırdım." buyurdu.[317]
Hudeybiye anlaşması
sırasında seksen silahlı adam gafil avlamak isteyerek Hz. Peygamber'e (s.a.)
baskın yaptı. Peygamberimiz onları esir aldı, sonra fidye almaksızın serbest
bıraktı.[318]
Hanifçoğullarının
reisi Sümâme b. Üsâl'i esir aldı, mescidin direğine bağladı ve sonra serbest
bıraktı. O da müslüman oldu.[319]
Bedir esirleri
konusunda sahabe ile istişare etti. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, düşmanlara karşı bir
güç oluşturmak için onlardan fidye almasını ve onları
bu şekilde serbest bırakmasını ve böylece
belki Allah'ın onları İslâm'a erdireceğini söyledi. Hz. Ömer: "Hayır,
vallahi, olmaz. Ben Ebu Bekir'in görüşünde değilim. Fikrimce, sen bize müsaade
et, onların boyunlarını vuralım. Çünkü bunlar kâfirlerin liderleri ve
asilzadeleridir." dedi. Allah Rasûlü'nün gönlü (s.a.) Hz. Ebu Bekir'in
dediğine yattı, Hz. Ömer'in dediğini arzu etmedi. Ertesi gün olunca Hz. Ömer
geldi, Allah Rasûlü (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir'in ağladığım gördü. Bunun
üzerine: "Ey Allah'ın Rasûlü! Sen ve arkadaşın neden ağlıyorsunuz?
Sebebini söyleyin, ben de ağlayabil i rsem ağlayayım; ağlayamazsam, siz
ağladığınız için ben de ağlar görüneyim!" dedi. Allah Rasûlü (s.a.):
"Senin arkadaşlarının esirlerden fidye alınmasını bana arzetme-lerinden
dolayı ağlıyorum. Onların uğrayacağı azap (yambaşında bulunan bir ağaca işaret
ederek) şu ağaçtan daha yakın bir şekilde bana gösterildi. Allah: "Savaşta
düşmanı yere sermeden esir almak hiçbir peygambere yaraşmaz..." âyetini[320]
indirdi.[321]
Âlimler bu iki görüşten
hangisinin daha isabetli olduğu konusunda tartışmış ve bir grup bu hadisden
dolayı Hz. Ömer'in görüşünü tercih etmiştir. Bir grup da şu sebeblerden ötürü
Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tercih etmiştir: İş Hz. Ebu Bekir'in görüşünde karar
kılmıştır. Onun görüşü fidye karşılığı serbest bırakmanın kendilerine helal
kılınması konusunda Allah'ın daha önce indirdiği âyete uygun düşmektedir.
Ayrıca gazaba galip gelen rahmete de uygun düşmektedir. Bu olayda Hz. Peygamber
(s.a.) Hz. Ebu Bekir'i Hz. İbrahim ile Hz. İsa'ya, Hz. Ömer'i de Hz. Nûh ile
Hz. Musa'ya benzetmiştir.[322] Bu
esirlerin çoğunluğunun müslüman olmasıyla Hz. Ebu Bekir'in görüşü büyük
hayırlara vesile olmuştur. Onların sulblerinden de müslüman ne-siller ortaya
çıkmıştır. Alınan fidye ile müslümanlar kuvvet elde etmişlerdir. Hz. Ebu
Bekir'in görüşüne önce Allah Rasûlü (s.a.), sonra da Allah muvafakat
göstermiştir. Zira iş onun görüşü üzere karar kılmıştır. Sıddîk'ın bakış
açısının derinliği de bir başka sebeptir. Çünkü Allah'ın hükmünün sonuçta, karar
kılacağı noktayı kendisine fikir edinmiş ve rahmet tarafını ceza tarafına
baskın yapmıştır.
Diyorlar ki: Hz.
Peygamber'in (s.a.) ağlaması ise bu işten dünyalık yarar elde etmek
isteyenlere azabın inmesinden dolayı onlara olan merhametin-dendir. Bunu Allah
Rasûlü (s.a.) ve Hz. Ebu Bekir istememiş, sahabenin bir kısmı istemişse de
fitne (azap) yalnızca bunu isteyenlere isabet etmez, umuma isabet eder. Nitekim
Huneyn savaşında içlerinden birinin: "Bugün az bir topluluğa elbette
mağlup oimayız." dediği için[323] ve
onlardan bir kısmının, çokluklanyla böbürlenmelerinden dolayı asker hezimete
uğramıştır. Bir imtihan, bir sınama olsun dîye bu yüzden ordu mağlup düştü.
Sonra işin devamında yardım ve zafer yetişti. En iyi bilen Allah'tır.
Ensar, Hz.
Peygamber'in (s.a.) amcası Abbas'ın fidyesini kendisine bırakmak için izin
istediğinde onlara: "Ondan bir tek dirhemi dahj bırakmayın."
buyurdu.[324]
Hz. Peygamber (s.a.)
Seleme b. Ekva'dan, Hz. Ebu Bekir'in, gazalarından birinde kendisine ganimet
payı olarak verdiği bir cariyeyi bağış yapmasını istedi. O da cariyeyi Hz.
Peygamber'e (s.a.) bağışladı. Peygamberimiz cariyeyi Mekke'ye gönderip bir
grup müslümam esirlikten kurtarmak için onu fidye olarak verdi.[325] İki
müslümam, Ukeyl kabilesinden bir adamla değiş-tokuş etti. Ganimet
paylaştırıldıktan sonra Hevâzin kabilesinin esirlerini onlara geri iade etti
ve ganimetten payı olanların gönüllerini aldı, onlar da O'-nun hatırına
gönüllerini hoş edip paylarını bağışladılar. Bundan hoşnut kalmayanlara bedel
olarak her bir insan karşılığı ganimetten altı hisse verdi.[326]
Esirlerden Ukbe b. Ebî Muayt'ı ve Nadr b. Hâris'i Allah'a ve Rasûlü'ne olan
şiddetli düşmanlıklarından ötürü öldürttü.[327]
İmam Ahmed'in
rivayetine göre İbn Abbas anlatıyor: Esirlerden bir kısmının hiç malı yoktu. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.) Ensar çocuklarına okuma-yazma öğretme karşılığında
onları serbest bırakma kararı aldı.[328]Bu
da gösterir ki, fidye olarak mal almak nasıl caizse emek karşılığı salıvermek
de öylece caizdir.
Esir alınmadan Önce
müslüman olanları köle yapmazdı. Arap olmayan ehl-i kitabı köle yaptığı gibi
Arap esirleri de köle yapardı. Hz. Âişe'nin onlardan alınan esirlerden bir
kadın kölesi vardı. Hz. Peygamber (s.a.): "Onu azat et. Çünkü o, Hz.
İsmail evlâdındandır." buyurdu.[329]
Taberânî'deki bir
hadisde buyuruluyor ki: "Kimin, Hz. İsmail evlâdından bir kölesi varsa
Belanber'den azat etsin."[330]
Mustalıkoğulları
esirlerini paylaştırdığında Hâris'İn kızı Cüveyriye, Sabit b. Kays b.
Şemmâs'ın payına düştü. Cüveyriye kendisini kölelikten kurtarmak için belli
miktar mal karşılığında Sabit ile anlaşma yaptı. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.) kölelikten kurtulması için getirmesi gerekli parayı ödedi ve onunla
evlendi. Hz. Peygamber (s.a.) onunla evlenmesinden dolayı, Allah Rasûlü'nün
(s.a.) yeni kurulan sihri hısımlığından ötürü bir ikram olarak Mustalıkoğulları
ailesinden yüz esir köleyi azat etti.[331]
Cüveyriye halis Araptır. Asr-ı saadette müslümanlar, esir Arap cariyeleriyle
cinsel İlişki kurmak için onların müslüman olmalarını beklemezler, istibrâdan
(yani hamile olmadığı anlaşıhncaya kadar bekledikten) sonra onlarla cinsel
ilişkiye girerlerdi. Allah bunu onlara helal kılmış, cariyenin müslüman
olmasını şart koşmamış ve hatta: "...Evli kadınlarla evlenmeniz de haram
kılındı. Sahip olduğunuz cariyeler müstesna." buyurmuş.[332]
Böylece evli bile olsalar istibrâ için gerekli süre tamam olunca cariyelerle
cinsel ilişki kurmayı mubah kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.), esirlerden payına
düşen Fezareoğullarından bir cariyeyi bağış yapmasını kendisinden istediğinde
Seleme b. Ekva* O'na: "Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi ondan çok hoşlandım.
Ama bir tek elbisesini açmadım." dedi.[333] Şayet
müslüman olmadan cariye ile cinsel ilişki kurmak müslümanlara haram olsaydı bu
sözün bir anlamı olmazdı. Cariye de müslüman olmamıştı. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.) onu, Mekke'de esir bulunan bir grup müslümam kurtarmak için fidye olarak
vermişti. Müslüman fidye olarak verilmez. Özetle, asr-ı saadette cariye ile
cinsel ilişki kurmak için onun müslümanlığının şart koşulduğuna dair sahabeden
gelen haberler arasında bir söze, bir uygulamaya kesinlikle rastlamıyoruz.
Doğrusu Hz. Peygamber'in (s.a.) ve ashabının tatbikatında Arap esirleri köle
yapma ve müslüman olma şartı getirilmek sizin cariyelik mülkiyeti ile, esir
alınan kadınlarla cinsel ilişki kurma yer almaktadır.
Esir anne ile
çocuğunun arasının ayrılmasını yasaklar ve: "Kim anne ile çocuğunun
arasını ayırırsa Allah da kıyamet günü onunla sevdiklerinin arasını
ayırır." buyururdu.[334]
Esirler kendisine getirildiğinde, aralarını ayırmak istemediği için aile
fertlerinin hepsini bir yere verirdi. [335]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir müşrik casusu öldürttüğü sabittir.[336] Öte
yandan kendisi aleyhine casuslukta bulunan Hâtıb'ı öldürtmediği de sabittir.
Hz. Ömer, onu öldürmek için izin istediğinde Hz. Peygamber (s.a.): "Sana
ne oluyor ki? Beiki Allah, Bedir savaşında bulunanları görüp gözetmiş ve onlara:
'İstediğinizi yapın. Ben sizleri bağışlamışımdır.' buyurmuştur." diyerek öldürmesine
engel oldu.[337] Şafiî, Ahmed ve Ebu
Hanife -Allah onlara rahmet eylesin- gibi müslüman casusun öldürülmesini caiz
görmeyenler de; Mâlik, Ahmed'in müntesiblerinden İbn Akıl (r.h.) ve daha
başkaları gibi müslüman casusun öldürülmesini caiz görenler de bu hadisi delil
göstermişlerdir. Caiz görenler diyorlar ki: Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Hâtıb'ın
öldürülme-mesi konusunda başkalarında bulunmayan, öldürmeye engel bir illet
göstermiştir. Müslüman olmak öldürülmesine engel olsaydı, ondan daha hususi
bir illet gösterilmezdi. Zira hüküm daha
genel bir illete bağlanırsa daha hususi olan tesirsiz kalır. Bu görüş daha
güçlüdür. En iyi bilen Allah'tır. [338]
Müşriklerin köleleri
müslümanlar tarafına gelip müslüman olurlarsa Hz. Peygamber (s.a.) onları azad
eder ve: "Bunlar Allah Teâlâ'nm azadhlarıdır." Buyururdu.[339]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) tatbikatına göre bir kimse elinde bulunan bir şeyle müslüman olsa, o şey
ona ait olarak kalırdı. Müslüman olmadan önce o şeyi hangi yolla elde ettiğine
bakmaz, müslüman olmadan önce nasıl idiyse aynı şekilde o mah, o kişinin elinde
bırakırdı. Müşrikler müslüman olduklarında Hz. Peygamber (s.a.) harp sırasında
veya harpten önce onların telef ettikleri müslüman can veya malını onlara
tazmin ettirmezdi. Hz. Ebu Bekir Siddîk, mürted (dinden dönen) muhariplere
müslümanlarm diyetlerini ve mallarını tazmin ettirmeye azmetti. Hz. Ömer buna
karşı çıkarak: "Onlann kanlan Allah yolunda akıtılmıştır. Mükâfatları
Allah'a aittir. Şehide diyet yoktur." dedi. Sahabe, Hz. Ömer'in
söylediğinde ittifak etti. Hem Hz. Peygamber (s.a.), kâfirlerin müslümanlardan
zorbalıkla aldıklan mallan (onlann ellerinde mallar aynen mevcut bulunduğunda
bile), o kâfirler müslüman olduktan sonra onlardan geri alıp müslümanlara iade
etmezdi. Müslümanlar mallarını onların ellerinde görürler, ama peşine düşüp
talep etmezlerdi. İster bu mal akar (gayrimenkul = taşınmaz) olsun, ister menkul
mal olsun durum farketmezdi. Hz. Peygamber'in (s.a.) şüphe götürmez tatbikatı
işte budur.
Hz. Peygamber (s.a.)
Mekke'yi fethettiğinde bir grup Muhacir kendisine müracaat edip müşriklerin el
koyduğu evlerini kendilerine geri vermesini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan hiçbirine
evini geri vermedi. Çünkü onlar bu evleri Allah için terkettiler ve O'nun
rızasını kazanmak için oniar-dan ayrıldılar. Allah da bu evlere bedel onlara
cennette daha hayırlı evler ihsan etti. Allah için terkettikleri şeye dönmeye
haklan yoktur. Hatta bundan daha açıkçası Hz. Peygamber (s.a.) Muhacir'in,
haccını tamamladıktan sonra Mekke'de üç günden fazla kalmasına izin
vermemiştir.[340] Çünkü Muhacir, şehrini
Allah için terkedip oradan hicret etmiştir. Artık orayı vatan edinmek için
geri dönemez olmuştur. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) Sa'd b. Havle'ye
üzüldü; Mekke'de öldü ve oradan hicret etmişken oraya defnedildi diye onu
"zavallı" olarak niteledi.[341]
Sahihtir ki, Hz.
Peygamber (s.a.) Kurayzaoğulları ve Nadîroğullan arazisi ile Hayber arazîsini
savaşa katılan gaziler arasında paylaştırdı. Medine ise, Kur'ân'Ia fethedildi
ve halkı müslüman oldu. Bu yüzden olduğu şekliyle bırakıldı (statüsünde bir
değişiklik yapılmadı). Mekke'yi de Hz. Peygamber (s.a.) savaşarak, zorla
(=anveten) fethetti; ama paylaştırmadı. Mekke'nin savaşla fethedilmesiyle
paylaştınlmadan bırakılmasını uzlaştırmak her bir âlim grubuna problem oldu.
Bir, grup: "Zira Mekke hac ibadetinin yapıldığı bir yurttur; bütün
müslümanlara vakıftır. Müslümanlar Mekke konusunda eşit haklara sahiptirler. Bu
yüzden paylaştırılma imkânı yoktur." demiştir. Sonra bunlardan kimileri
Mekke (arazisi)'nin satımım ve kiraya verilmesini yasak saymış; kimileri
Mekke'de bulunan evlerin satımım caiz, kiralanmalarını yasak saymıştır. Şafiî,
savaşla ele geçirme ile paylaştirmamayı uzlaştırama-yınca: "Mekke sulh
yoluyla fethedildi; bu yüzden paylaştırılmadı. Savaş yoluyla zorla ele
geçirilmiş olsaydı, ganimet olurdu. O zaman da hayvanların ve menkullerin
paylaştırümasında olduğu gibi Mekke arazisinin de paylaştırılması vacip
olurdu." demiş; Mekke evlerinin satımında ve kiraya verilmesinde bir
sakınca görmemiş ve delil olarak da demiştir ki: Mekke arazisi sahiplerinin
mülküdür, o kimselerden miras kalır; ayrıca bu arazi hibe de edilebilir. Allah
Teâlâ da Mekke arazisini, onlara bir mülkün, sahibine nisbeti gibi nisbet
etmiştir. Ömer b. Hattâb, Safvân b. Ümeyye'den bir ev satın almıştır. Hz.
Peygamber'e (s.a.) de (Veda haccında): "Yarın Mekke'deki evinde nereye
ineceksin?" diye sorulduğunda "Akîl, bize ev-bark bıraktı mı
ki?" diye karşılık vermişti.[342]
Akıl, Ebu Tâlib'e mirasçı olmuştu. Şafiî, arazi de ganimetten sayılır,
ganimetlerin paylaştırılması vaciptir; Mekke mülkiyete konu olur ve
alımr-satıhr; buna rağmen evleri, haneleri paylaştınlmamıştır prensibinden
hareket ettiğinden ötürü Mekke'nin sulh yoluyla fethedildiğini söylemekten
başka yol bulamamıştır.
Ancak sahih hadisleri
iyice tetkik edip düşünenler, bunların hepsinin cumhurun görüşüne, yani
Mekke'nin savaş yoluyla zorla fethedildiği görüşüne delil teşkil ettiklerini
görür. Sonra cumhur da kendi aralarında Hz. Peygam-ber'in (s.a.) hangi sebeple
Mekke arazisini paylaştırmadığı konusunda görüş ayrılığına düşmüş ve kimleri:
"Çünkü Mekke hac yurdu ve ibadet mahallidir. Allah'ın, müslüman kullarına
bir vakfıdır." demiş, kimileri de: "Devlet başkam araziyi
paylaştırmakla vakfetmek arasında serbesttir. Hz. Peygamber (s.a.) Hayber'i
paylaştırdı, Mekke'yi paylaştırmadı. Böylece her iki tür uygulamanın da
caizliğini ortaya koymuştur" demişlerdir. Bunlar diyorlar ki: Arazi,
paylaştınlmaları emredilen ganimetler arasına girmez. Ganimetler yalnızca
hayvanlar ve menkul mallardır. Çünkü Allah ganimetleri bu ümmet dışında hiçbir
ümmete helâl kılmamış; bu ümmete ise, kâfirlerin diyarını ve arazilerini helâl
kılmıştır. Nitekim bir âyette buyurmuştur ki: "Hani Musa kavmine: Ey
kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, aranıza peygamberler
gönderdi, size saltanatlar ihsan etti, âlemlerde hiç kimseye vermediğini size
verdi. Ey kavmim! Allah'ın size nasib ettiği Mukaddes Arz'a girin."[343]Firavun'un
ve kavminin diyarı, ülkesi hakkında da: "İşte böyle olup bitti. Biz de o
diyarı İsrailoğullarma miras olarak verdik."[344]
buyurmaktadır. Böylece anlaşılmış oldu ki, arazi ganimetler arasına girmez;
devlet başkanı arazi konusunda maslahat (toplum menfaati) uyarınca hareket
etmekte serbesttir. Allah Rasûlü'nün (s.a.) hem paylaştırdığı, hem de
paylaştırmadığı olmuştur, Hz. Ömer ise paylaştırmamış, olduğu şekliyle bırakmış
ve devamlı surette arazinin rakabesine (= soyut mülkiyetine) bağımlı bulunan ve
savaş için olan haraç vergisi almıştır. İşte arazinin vakfedilmesinin anlamı
budur. Buradaki vakıf, rakabedeki mülkiyeti aktarmayı engelleyen vakıf
anlamında değildir. Ümmetin de uygulamakta olduğu üzere bu arazinin satımı
caizdir. Âlimler bu arazinin mirasa konu olacağında icmâ etmişlerdir. Oysa
vakıf mirasa konu olmaz. İmam
Ahmed (r.h.) bu arazinin mehir olarak verilebileceğini ifade etmiştir. Oysa
vakfın nikâhta mehir olması caiz değildir. Zira vakfın satımının ve
rakabesindeki mülkiyetin naklinin imkânsız olmasının sebebi, böyle bir halde
kendilerine vakıf yapılan kimselerin vakıftan merifaatlen-me haklarını iptal
durumunun söz konusu olmasıdır. Savaş, onlarmi'arazinin haracmdaki haklarıdır.
Haraç araziyi bir kimse satın alsa aynen satıcısının yanında olduğu gibi onun
yanında da haraç arazi (haracıye) olur, Müslümanlardan hiçbirisinin hakkı
nasıl miras, hibe ve mehirle iptal olmuyorsa tıpkı bunun gibi bu satım akdiyle
de iptal oİmaz. Meselâ, mükâteb (efendisiyle, belli miktar mal getirdiğinde
azad edilme sözleşmesi yapmış) kölenin rakabe-sinin satımı da böyledir. Bu satım
sözleşmesinde, mükâteb köle olma sözleşmesi yapmakla hürriyet kazanma sebebi
geçerliliğini korumuştur. Çünkü köle müşteriye, satıcının yanında olduğu gibi
aynen mükâteb olarak intikal eder. Hakkında gerçekleşen azad sebebi, satımıyla
ortadan kalkmaz. En iyi bilen Allah'tır.
Bunun delillerinden
biri de şudur: Hz. Peygamber (s.a.) Hayber arazisinin özellikle yansını
paylaştırmıştır. Eğer arazi, ganimet arazisi hükmünde olsaydı humus (î/5)
çıkarıldıktan sonra kalanın hepsini paylaştınrdı. Sünen'de ve Müstedrek'it
rivayet edildiğine göre: "Allah Rasûlü (s.a.), Hayber'i fethettiğinde
orayı otuz altı pay etti; her bir pay, yüz paydan oluşmaktaydı. Bunun yarısı
Allah Rasûlü'nün (s.a.) ve müslümanların oldu. Arta kalan yarıyı da kendisine
gelen elçilere, devlet işlerine ve insanların başlarına gelen felâketlere
ayırdı." Bu, Ebu Davud'un metnidir. Bir metne göre Allah Rasûlü (s.a.), on
sekiz pay ayırdı ki bu, felâketler ve müslümanların işleri için ayrılan yandır.
Bu payda Vatîh, Küteybe, Sülâlim ve civarları yer almaktadır.
Yine Ebu Davud'daki
bir metne göre Hz. Peygamber (s.a.), Hayber arazisinin yansını, Vatîh, Küteybe
ve havalilerini kendi felâketlerine ve başına gelen işlere ayırdı; diğer
yansını, Şıkk, Netât ve havalilerini de ayırıp müslü-manlar arasında
paylaştırdı. Allah Rasûlü'nün (s.a.) payı Şıkk ve I^etât havalilerinden
düşmüştür.[345]
Mekke'nin savaş
zoruyla fethedildiğini gösteren deliller şunlardır:
1-
Kesinlikle herhangi bir kimse ne Hz. Peygamber'in (s.a.) fetih zamanı
Mekkeliler'le barış anlaşması yaptığını ve ne de Mekke halkından herhangi bir
kimsenin şehre karşılık olmak üzere O'nunla barış anlaşması yapmak üzere
geldiğini rivayet etmiştir. Yalnız Ebu Süfyan Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmiş,
Hz. Peygamber (s.a.) de onun evine girenlere, yahut kendi kapısını kapayanlara,
yahut Mescid'e girenlere veyahut da silahını bırakanlara emân ( = güvence, kurtuluş
garantisi) vermiştir.[346]
Şayet Mekke sulh yoluyla fethedilmiş olsaydı, "Onun evine giren yahut
kendi kapısını kapayan yahut da Mescid'e giren güvencededir." demezdi.
Çünkü sulh, umumi bir güvenceyi icabettirir.
2- Hz.
Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Şüphesiz Allah fil ordusunu Mekke'den
alıkoydu ve oraya Peygamberini ve mü'minleri hükümran kıldı. Doğrusu bu
beldede bana bir günün bir saatinde (sair zamanlarda Mekke'de yapılması yasak
olan şeyler konusunda) izin verdi." Hadisin bir metnine göre de:
"Mekke benden hiç kimse için helâl olmadı, benden sonra hiç kimse için de
helâl olmayacaktır. Yalnızca bir günün bir saatinde bana helâl kılındı."
buyurmuştur.[347] Bir başka metne göre de:
"Şayet Allah Rasûîü (s.a.) burada harbeni diye herhangi bir kimse ruhsat
tarafına kaçacak olursa ona: 'Allah, Peygamberine izin vermiştir, size izin
vermedi* deyiniz. Bana da yalnızca bir günün bir saati içinde izin verdi.
Bugünkü haramlığı dünkü haram-hğa döndü" buyurmuştur.[348] Bu
hadis Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açık bir şekilde ortaya
koymaktadır.
a) Sahih 'te
yer alan bir hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) fetih günü Ha-lid b. Velid'i
ordunun sağ kanadına, Zübeyr'i sol kanadına ve Ebu Ubeyde'-yi zırhsız-miğfersiz
askerlerin başına komutan tayin etti ve vadinin içine doğru gönderdi. Ebu
Hureyre'ye: "Ey Ebu Hureyre! Bana Ensar'i çağır." diye talimat
verdi. Onlar da haberi alınca koşarak geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey
Ensar topluluğu! Kureyş'in günahkârlarını gördünüz mü?" diye sordu.
"Evet, gördük" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Yarın onlarla
karşılaştığınızda onları ekin biçer gibi biçmeye bakın" buyurdu, elini
sıkıp sağını solunun üzerine koydu ve "Benimle buluşma yeriniz
Safâ'dır." buyurdu. O gün karşılarına kim çıktıysa kırıp geçtiler. Allah
Rasûlü (s.a.) Safa tepesine çıktı ve Ensar geldi, Safâ'yı çevirdi. Ebu Süfyan
gelip: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kureyş'in karaltısı yok oldu. Bugünden sonra
Kureyş yok artık!" dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) "Ebu
Süfyan'ın evine giren güvencededir. Silahı bırakan güvencededir. Kapısını
kapayan güvencededir" buyurdu.[349]
b) Ümmü
Hani, bir adama emân verip onu himayesine aldı. Ali b. Ebî Tâlib o adamı
öldürmek istedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Ey Ümmü Hani! Senin
himayene aldığın kimseyi biz de himaye ederiz." buyurdu. Ümmü Hani'den
gelen bir başka metin ise şöyledir: Mekke'nin fetih günü olunca akrabalarımdan
iki adama emân verdim, himayeme aldım. Onları bir eve soktum ve üzerlerine
kapıyı kapadım. Anamın oğlu Ali gelip kılıçla üzerlerine saldırdı. Derhal emân
hadisini (yahut sözünü) ve Hz. Peygamber'in (s.a.): "Ey Ümmü Hani! Senin
himayene aldığın kimseyi biz de himaye ederiz." buyruğunu hatırlattım. Bu
olay Mekke'nin içinde, fetihten sora oldu.[350]
Görüldüğü üzere Ümmü Hani'nin adama emân vermesi, Hz. Ali'nin onu öldürmek
istemesi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Ümmü Hani'nin verdiği emâni geçerli sayıp
devam ettirmesi Mekke'nin savaş zoruyla fethedildiğini açıkça meydana
koymaktadır.
c) Hz. Peygamber (s.a.), Makîs b. Subâbe, İbn
Hatal ve iki cariyenin öldürülmesini emretti. Şayet sulh yoluyla fethedilmiş
olsaydı, halkından hiçbir kimsenin öldürülmesini emretmez ve bunların adının
geçmesi sulh anlaşmasından istisna teşkil edeFdi.
d) Sünen'dç
sahih bir senedle rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'nin fethi
günü gelince: "İki kadın ve dört nefer dışındaki insanlara emân verin.
Onları ise Kabe'nin örtüsüne sarılmış bulsanız bile öldürün." buyurdu [351]En
iyi bilen Allah'tır.
Müslümanın Düşman
Topraklarında Yaşaması:
Allah Rasûlü (s.a.),
hicrete gücü yeten bir müslümanın müşrikler arasında kalmasını yasakladı ve:
"Ben, müşrikler arasında ikamet eden her müs-lümandan uzağım"
buyurdu. "Niçin, ey Allah'ın Rasûlü?" diyi sordular. "Ateşleri
birbirini görmeyecek" cevabını verdi.[352]
Hz. Peygamber (s.a.)
buyuruyor ki: "Müşrikle birleşen ve onunla oturan kimse de onun
gibidir."[353]
Yine buyuruyor ki:
"Tevbe kapısı kapanıncaya kadar hicret kapısı kapanmaz. Güneş batıdan
doğmadan da tevbe kapısı kapanmaz."[354]
Buyurdu ki: "Bir
hicretten sonra bir hicret olacaktır. Yeryüzü halkının hayırlıları Hz.
İbrahim'in hicret ettiği yere en çok tutunup kalanlardır. Yeryüzünde, yeryüzü
halkının kötüleri kalır; onları bulundukları yer dışarı atar, Allah'ın nefsi
onlardan tiksinir, ateş onları maymunlarla, hınzırlarla bir araya
toplar."[355]
Bu bölümde Hz.
Peygamberin (s.a.) eman, sulh, kâfirlerin elçilerine karşı muamele, cizye alma,
ehi-i kitab ve münafıklara karşı muamele konularındaki tatbikatı, Allah'ın
sözünü dinlemek üzere gelen kâfirleri himaye etmesi ve güvence altına alması,
yapılan anlaşmaya sadık kalması ve hiyanetten uzak oluşu anlatılmaktadır. [356]
Sahih bir rivayete
göre Hz. Peygamber (s.a.) buyuruyor ki: "Müslümanların emanı birdir;
statü bakımından en aşağıda bulunan bir müslüman da eman verebilir. Kim bir
müslümamn verdiği emana'tecavüz ederse Allah'ın, meleklerin ve bütün
müsiümanlann laneti onun üzerine olsun. Allah kıyamet günü onun ne bir
farzını, ne de bir nafilesini kabul eder."[357]
Buyuruyor ki:
"Müslümanların kanları birbirine denktir. Onlar başkalarına karşı bir
eldir. Statü bakımından en aşağıda bulunanlarının verdiği eman onların emanı
demektir. Mü'min, kâfire mukabil (kısas edilerek) öldürülmez. Kendisine eman
verilen kimse de eman içinde iken öldürülmez. Kim bir bid'at çıkarırsa kendi
aleyhinedir. Kim de bir bid'at çıkarır yahut bir bid'-atçıyı barındınrsa
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine
olsun."[358]
Sahih bir hadiste
buyuruluyor ki: "Kendisiyle bir kavim arasında anlaşma bulunan kimse,
anlaşmanın süresi doluncaya yahut onlarla eşitlik üzere anlaşmayı bozuncaya
kadar ne bir düğüm çözsün, ne bir düğüm atsın."[359]
Hz. Peygamber (s.a.):
"Kim bir insanın canını teminat altına alır, ona eman verir de sonra onu
öldürürse, ben katilden uzağım." buyurmuştur. Bir metne göre ise:
"Hıyanet sancağını eline tutuştururum." buyurmuştur.'[360] Yine
buyurmuştur ki: "Her hainin kıyamet günü kıçının yanında bir sancak
bulunur, onunla tanınır. Bu filanın oğlu falandır, bu da yaptığı hiyanetidir,
denilir."'[361]
Bir rivayete göre Hz.
Peygamber (s.a.): "Herhangi bir kavim anlaşmayı bozarsa muhakkak
kendilerine karşı,
Düşman yardım
ğörür.buyurmuştur.[362]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye gelince kâfirler O'nun karşısında üç kısma ayrıldılar. Birinci
kısım: Hz. Peygamber (s.a.) bunlarla barış ve mütareke anlaşmaları yaptı.
Şarta göre Hz. Peygamber'le (s.a.) savaşmayacaklar, O'na karşı düşmanlarıyla
işbirliği yapmayacaklar ve düşmanlarına yardımda bulunmayacaklar; ama küfürleri
(inançları) üzere kalacaklar, kan ve mal güvenliği içinde bulunacaklardı.
İkinci kısım: Hz. Peygamberce (s.a.) savaş açıp O'na düşmanlık ilan ettiler.
Üçüncü kısım: Hz. Peygamber'le (s.a.) mütarekede bulundular; O'nunla ne barış
anlaşması yaptılar, ne de O'na savaş açtılar. Bunlar Hz. Peygamber'le (s.a.)
düşmanlarının akıbetlerini beklediler. Bunlardan kimileri içlerinden Hz.
Peygamber'in (s.a.) galip gelmesini, muzaffer olmasını arzuluyor; kimileri
düşmanlarının O'na galip gelmesini ve muzaffer olmasını istiyor ve kimileri de
görünüşte Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında, içte ise O'nun düşmanlarının yanında
yer alıyor ve böylece her iki taraftan da güvence altında olmak istiyorlardı
ki, işte bunlar münafıklardır. Hz. Peygamber (s.a.) bu gruplardan her birine
karşı Rabbinin emrettiği^ kilde davrandı. [363]
Medine yahudileriyle
barış anlaşması yaptı. Hz. Peygamber'le (s.a.) ya-hudiler, aralarında bir
karşılıklı güven belgesi imzaladılar. Medine civarında üç yahudi kabilesi
yaşamaktaydı: 1) Kaynukaoğulları, 2) Nadîroğullan, 3) Ku-rayzaoğullan. [364]
Aralarında barış
anlaşması imzalanmış olmasına rağmen Kaynukaoğul-ları Bedir savaşından sonra
Hz. Peygamber'e (s.a.) savaş açtılar; Bedir galibiyeti güçlerine gitti, bu
sebeple kıskançlık ve çekememezHk gösterdiler. Allah'ın ordusu, başlarmda
Allah'ın kulu ve peygamberi olduğu halde hicretin 20. ayına rastlayan Şevval
ayının ortasında cumartesi günü Kaynukao-ğullannın bulunduğu mıntıkaya doğru
yola koyuldu. Kaynukaoğulları, münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl'ün
müttefikleri ve Medine ya-jhudilerinin en cesurlarıydı. O gün müslümanların
sancağını taşıyan, Abdül-muttalip oğlu Hz. Hamza idi. Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'de yerine. Ebu Lübâbe
b. Abdülmünzir'i vekil bıraktı. Kaynukaoğullarmı, Zilkade ayının hilâli
görülünceye kadar on beş gece kuşatma altında tuttu. Bu kabile, Hz.
Peygamber'in (s.a.) savaştığı ilk yahudi kabilesidir. Yahudiler kalelerinde korundular.
Hz. Peygamber (s.a.) onları en sıkı bir şekilde kuşatma altında tuttu. Allah bir
kavmin rüsvay olmasını ve yenilgiye uğramasını istediği zaman onların üzerine
bir korku indirir ve kalplerine bir korku salar. İşte bu kuşatma esnasında
yahudilerin kaplerine de böyle bir korku saldı. Bunun üzerine yahudiler
canları, malları, kadınları ve çocukları hakkında Allah Rasûlü'nün (s.a.)
hükmüne boyun eğdiler. Hz. Peygamber (s.a.) emredip adamların ellerini
arkalarından bağlattı. Abdullah b. Übey onlar hakkında Allah Rasûlü (s.a.) ile
konuştu ve bu konuda O'na çok ısrarda bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) yahudileri
ona bağışladı ve Medine'den çıkmalarını, Medine'ye yakın yerlere
yerleşmemelerini emretti. Onlar da Şam bölgesindeki Ezriât denilen yere
gittiler. Çok geçmeden orada çoğunluğu öldü. Kaynukaoğulları, kuyumculuk ve
ticaretle uğraşırlardı. Altı yüz kadar savaşçıları vardı. Yurtlan Medine'nin
kenar semtinde idi. Hz. Peygamber (s.a.) onlardan mallarını aldı. Yahudilerin
mallan arasından Allah Rasûlü (s.a.) üç yay, iki zırh, üç kılıç ve üç mızrak
aldı; onlardan ele geçen ganimetin beşte birini ayırdı. Ganimetleri toplama
işiyle Muhammed b. Mesleme görevlendirilmişti.[365]
Sonra anlaşmayı
Nadîroğullan bozdu. Buharî, Urve'den naklen bu olayın Bedir savaşından altı ay
sonra meydana geldiğini söylüyor.[366] Bu
olayın sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a.), Amr b. Ümeyye ed-Damrî'nin
öldürdüğü Kilâb kabilesinden iki kişinin diyeti konusunda kendisine yardımda
bulunmaları için konuşmak üzere bir grup ashabıyla Nadîroğullanna gitti.
Onlar: "Yaparız, ey Ebu'l-Kâsım! Sen burada otur, biz senin ihtiyacım
giderelim." dediler. Bazıları tenha bir yerde kafa kafaya verdiler; şeytan
onlara, üzerlerine yazılmış olan bedbahtlığı şirin gösterdi ve Hz. Peygamber'i
(s.a.) öldürme karan aldılar. "Hanginiz şu değirmen taşıru alıp dama
çıkar ve onun başına atıp kafasını kırar?" diye sordular. En azgınlan olan
Amr b. Cihâş: "Ben" diye cevap verdi. Sellâm b. Mişkem bu adamlara:
"Yapmayın. Vallahi, kurduğunuz bu plan kesinlikle ona haber verilir, bu iş
onunla aramızda mevcut : bulunan anlaşmayı bozma demektir." dedi. Derhal
Rabbinden Hz. Peygam-ber'e (s.a.) vahiy gelip onların hazırladıkları planı
haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) hızla yerinden kalktı, Medine'ye doğru
yöneldi. Yolda ashabı kendisine yetişip: "Kalkıp gittin, farkına
varmadık" dediler. Hz, Peygamber (s.a.) onlara yahudilerin planını haber
verdi.
Allah Rasûlü (s.a.)
yahudilere: "Medine'den çıkın. Burada benimle birlikte oturmayın. Size on
gün süre tanıyorum. Bu süreden sonra Medine'de hanginizi bulursam boynunu
vururum." diye haber gönderdi. Bu haber üzerine birkaç gün kalıp yol
hazırlığı yapmaya başladılar.
Münafık Abdullah b.
Übey onlara: "Yurdunuzdan çıkmayın. Beraberimde, kalenize girip önünüzde
ölecek iki bin kişilik ordum var. Kurayza kabilesi ve Gatafan'dan
müttefikleriniz de size yardım ederler." diye haber gönderdi. Reisleri
Huyey b. Ahtab, onun bu sözlerine tamah etti ve Allah Rasûlü'ne: "Biz
yurdumuzdan çıkmayacağız. Aklına geleni yap!" diye haber gönderdi.
Bunun üzerine Allah
Rasûlü (s.a.) ile ashabı tekbir getirip ona doğru yola koyuldular. Sancağı Ali
b. Ebî Tâlib taşıyordu. İslâm ordusu onların yurduna vannca kalelerinden ok ve
taş atmaya başladılar. Kurayza kabilesi onlardan ayrıldı. îbn Übey ve
Gatafanlı müttefikleri onlara hiyanet ettiler. Bundan dolayı AUah Teâlâ onların
durumunu bir benzetme ile şöyle tasvir etti: "...Tıpkı şeytan gibi.
İnsana: înkâr et! der. O da inkâr edince bu sefer: Ben senden uzağım!
der."[367] Zira Haşr sûresi
Nadîroğullan süresidir; bu sûrede onlann kıssalarının başlangıcı ve neticesi
anlatılmıştır. Allah Rasûlü (s.a.) Nadîro-ğullannı kuşatma altında tuttu,
onlann hurma ağaçlanın kestirip yaktırdı.[368]
Bunun üzerine yahudiler O'na: "Biz Medine'den çıkacağız." diye haber
gönderdiler. Hz. Peygamber (s.a.), silah dışında bir devenin taşıyabileceği
eşyalarım yanlarına almalan, kendi başlarını ve çoluk çocuklarını alıp
çıkmaları şartıyla onları kaleden indirdi. Hz. Peygamber (s.a.) çeşitli mallar
ve silahlar ele geçirdi. Nadîroğullanndan ele geçen bütün ganimetler kendi musibetleri
ve müslümanlann yaran uğruna harcaması için tamamen Allah Rasûlü'ne (s.a.) ait
oldu. Beşte birini alıp gerisini taksim etmedi. Çünkü bu ganimetleri O'na Allah
ihsan etti. Müslümanlar bunları ele geçirmeleri için ne at ne deve koşturdular.
Ama Kurayza gazasından ele geçen ganimetlerin beşte birini ayırıp
geri kalanı taksim etti."[369]
îmam Mâlik diyor ki:
"Allah Rasûlü (s.a.) Kurayza ganimetlerinin beşte birini ayırıp geri
kalanım taksim etti. Ama Nadîroğullanmn ganimeti konusunda bunu yapmadı. Çünkü
müslümanlar Nadîroğullarına karşı at ve deve koşturmadılar. Oysa
Kurayzaoğullarına karşı at ve deve koşturmuşlardır." Hz. Peygamber (s.a.)
Nadîroğullan yahudilerini aralarında reisleri Huyey b. Ahtab da bulunduğu halde
Hayber'e sürgün etti ve silahlarını-ele geçirdi; arazilerine, yurtlarına ve
mallarına el koydu. Silah olarak elli zırh, elli tolga ve üç yüz kırk kılıç
buldu. "Muğîreoğullarının Kureyş içindeki durumu ne ise bunlann da
kavimleri arasındaki durumu odur." buyurdu. Bu olay hicretin 4. senesi
Rebîulevvel ayında cereyan etmiştir.[370]
Kurayza'ya gelince: Bu
kabile Allah Rasûlü'nün (s.a) en azılı düşmanı ve küfürlerinde en katı olan
yahudi kabilesiydi. Bu sebeple kardeşleri olan diğer yahudilerin başına gelmeyen
onların başına geldi.
Onlarla savaşılmasmm
sebebi: Allah Rasûlü (s.a.) Hendek savaşına çıktığında bu kabile O'nunla barış
anlaşması yapmış durumdaydı. Huyey b. Ahtab, Kurayzaoğullannı yurtlarında
ziyaret edip onlara: "Size zamanın izzetini getirdim. Size başlarında
efendileri olduğu halde Kureyş'i ve önlerinde komutanları olduğu halde
Gatafan'ı getirdim. Sizler güçlü kuvvetli, iyi silah kullanan
insanlarsmız.Haydi gelin, Muhammed'le vuruşalım, işini bitirelim." dedi.
Kurayza kabilesi reisi ona: "Hayır, sen bana vallahi zamanın zilletini
getirdi. Sen bana suyunu boşaltmış, içinde yıldırımlar gürleyip şimşekler çakan
bir bulut getirdin!" diye karşılık verdi. Huyey, onu kandırmak için çeşit
çeşit vaadlerde bulunup onu savaşı arzu eder hale getirmeye çalıştı. Nihayet
reis, Huyey'in de kendisi ile birlikte kaleye girmesi ve kendilerinin başlarına
gelecek olanın onun da başına gelmesi şartıyla teklifi kabul etti. O da bu
şartı kabullendi istenileni
yaptı. KurayzaoğuIIan Allah Rasûlü'yle (s.a.) yaptıkları anlaşmayı bozdular ve
açıktan açığa ona sövmeye başladılar. Allah Ra-sûlü'ne (s.a.) haber ulaştı. Hz.
Peygamber (s.a.) durumu öğrenmek amacıyla adam gönderdi. Yahudilerin anlaşmayı
bozmuş olduklarını gördü, tekbir getirdi ve: "Ey müslümanlar! Müjde size."
dedi.
(Hendek savaşından
sonra) Allah Rasûlü (s.a.) Medine'ye dönünce silahım tam çıkarıp koyuyordu ki,
Cebrail çıkageldi ve: "Silahını çıkardın mı? Vallahi, melekler silahlarım
daha çıkarmadılar! Haydi, beraberindekilerle birlikte Kurayzaoğullarına doğru
yola koyul. Ben senin önünden gideceğim, onların kalelerini sarsacağım ve
kalplerine korku salacağım!" dedi. Cebrail, meleklerden oluşan bölüğü ile
yola koyuldu. Allah Rasûlü (s.a.) de onun peşinden, Muhacirlerden ve Ensardan oluşan
bölüğü ile yola çıktı,"[371]
Ashabına o gün: "Hiç kimse KurayzaoğuIIan yurduna varmadan ikindi
namazını kılmasın!" buyurdu. Sahabîler derhal Hz. Peygamber'in (s.a.)
emrini yerine getirmeye koyuldular ve vakit geçirmeden yola çıktılar. Yolda
ikindi vakti girdi. Bazıları: "Emrolunduğumuz gibi ikindiyi ancak
KurayzaoğuIIan yurdunda kılarız." deyip bu namazı yatsıdan sonra
kıldılar. Bazıları ise: "Hz. Peygamber (s.a.) bizden bunu istemedi. O
yalnızca acele yola çıkmamızı istedi." (Jeyip namazı yolda kıldılar. Hz.
Peygamber (s.a.), durum kendisine aktarıldığında gruplardan herhangi birini
ayıplamadı."[372]
Bu iki uygulamadan
hangisi daha isabetliydi? Bu konuda fakihler ihtilâf etmişlerdir. Bir grup
demiştir ki: Tehir edenler isabet etmişlerdir. Biz de onlarla birlikte olsaydık
onlar gibi biz de tehir ederdik. Allah Rasûlü'nün (s.a.) emrine uyarak ve açık
ifadeye aykırı yorumu bir kenara bırakarak bu namazı ancak KurayzaoğuIIan
yurdunda kılardık.
Öteki grup diyor ki:
Aksine namazı vaktinde, yolda kılanlar yarışın liderliğini ele geçirdiler ve
iki fazileti yakalama mutluluğuna erdiler. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) yola
çıkma emrini yerine getirmeye ve namazı vaktinde kılarak rızasını kazanmaya
koştular. Sonra diğer gruba yetişmek için acele ettiler. Böylece hem cihadın faziletim ve hem de
namazı vaktinde kılma faziletini elde ettiler, kendilerinden istenileni iyi
anladılar ve diğerlerinden özellikle de bu namaz konusunda daha fakih oldular.
Zira bu namaz ikindi namazı idi. İkindi namazı ise orta namazdır. Çünkü Allah
Rasûlü'nün (s.a.), red sebebi ve kusuru bulunmayan açık ifadeli sahih hadisi
bunun böyle olduğunu belirtmiştir ve aynı zamanda bu namaza ayrı bir özenle
devam etmenin, bu namazı kılmak için acele davranmanın ve ilk vaktinde
kılmanın Hz. Peygamber'in (s.a.) sünneti olduğu rivayetleri aktarılmıştır.
Ayrıca (hadise göre) bu namazı kaçıran kimsenin malı ve ailesi eksilmiş veya
ameli heder olmuş demektir.[373] Bu
namaz konusunda gelen emir gibi bir emir başka bir namaz konusunda gelmemiştir.
Bu ikindi namazını tehir edenler olsa olsa neticede mazur olurlar. Hatta
hadisin açık ifadesine uyduklarından ve emri.ye-rine getirmeyi amaçladıklarmdan
ötürü bir tek sevap alırlar. Ama haddizatında onların isabet etmiş, namaza ve
cihada koşanların hata etmiş olmaları asla, katiyen düşünülemez. Namazı yolda
kılanlar, delilleri uzlaştırmışlar ve iki fazileti elde etmişlerdir. Bu yüzden
onlar iki sevap kazanırken, diğerleri de sevap kazanmışlardır. Allah onlardan
razı olsun.
Soru: Namazı cihad
için tehir etmek -o zaman caiz ve meşru idi. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.)
Hendek savaşında, ikindiyi en nihayet geceye kadar tehir etmişti. Sahabîlerin
ikindi namazını geceye kadar tehir etmeleri aynen Hendek savaşında Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu namazı geceye tehir etmesi gi-bidirL özellikle de bu,
korku namazı meşru kılınmadan önce böyleydi.
pevap: Bu kuvvetli bir
sorudur. Buna iki yönden cevap verilebilir:
1— Şöyle
denilebilir: Namazın vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin namaz vakitleri
açıklandıktan sonra da caiz olduğu uabit değildir. Bunun tek delili Hendek
savaşında geçen olaydır. Zira bu görüşü savunanlar işte bu olayı delil
göstermektedirler. Oysa bu olayda onlar için delil yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber'in (s.a.) namazı kasten tehir etmiş olduğuna dair bir ipucu mevcut
değildir. Hatta, ihtimal ki Hz. Peygamber (s.a.) unutarak tehir etmiştir.
Olayda da bunu gösteren bir ipucu mevcuttur. Zira Hz. Ömer, O'na: "Ey
Allah'ın Rasûlü! İkindiyi kıldığımda neredeyse güneş batacaktı." dediğinde
Allah Rasûlü (s.a.): "Vallahi, ben onu kılmadım." dedi ve sonra ayağa
kalktı, namazı kıldı.[374] Bu
da gösteriyor ki, Hz. Peygamber (s.a.) içinde bulunduğu meşguliyetten ve
kendisini kuşatan düşmanla ilgilenmesinden ötürü bu na-ma,zı unutmuştu. Buna
göre unutma mazereti ile tehir etmiş oluyor. Nitekim
bir yolculuğu esnasında da uyku
mazeretiyle tehir etmiş, uyandıktan ve hatırladıktan sonra ümmetine örnek
olmak için bu namazı kılmıştır.
2— Namazın
vaktinde kıhnmayıp tehir edilmesinin, namaz vakitleri açıklandıktan sonra da
caiz olduğunun sabitliği düşünülecek olsa bile bu, yalnızca namaz fiillerini
akılda bulundurmaktan ve onları yerine getirmekten alıkoyacak bir dehşet ve
şaşkınlık anında, korku ve çarpışma durumunda söz-konusu olabilir. Sahabe,
Kurayzaoğullan yurduna giderken bu halde değildi. Aksine onların buradaki
hükümleri, düşmana yaptıkları bundan önceki ve bundan sonraki seferleri
hükmündeydi. Malumdur ki, onlar namazı vaktinden tehir etmezlerdi. Kurayza
kabilesi de kaçmalarından endişe edilecek bir kabile değildi. Çünkü onlar
yurtlarında ikamet etmekteydiler. îşte iki grubun bu konuda ayak bastıkları
son nokta budur. [375]
Allah Rasûlü (s.a.)
sancağı Ali b. Ebî Tâlib'e verdi. Medine'de yerine vekil olarak îbn Ümmi
Mektum'u bıraktı. Kurayzaoğullannm kalelerinin karşısına gelip karargâhını
kurdu. Onları yirmi beş gece kuşatma altında tuttu. Kuşatma kendilerine iyice
güçlük çıkarmaya başlayınca reisleri Kâ'b b. Esed, yahudilere şu üç teklifte
bulundu: "Ya müslüman olur Muhammed'in dinine gireriz, ya çocukları ve
kadınları öldürür, kılıçları çeker savaşmak için onun karşısına çıkar, muzaffer
oluncaya yahut hiçbir fert sağ kalmamak üzere öl-dürülünceye kadar vuruşuruz;
ya da cumartesi günü Allah Rasûlü ve ashabına hücum eder onlan sıkıştırırız;
çünkü onlar bugünde kendileriyle savaşmayacağımızdan emindirler."
Yahudiler, reislerinin bu tekliflerinden herhangi birini kabul etmeye
yanaşmadılar. Hz. Peygamber'e (s.a.): "Bize kendisiyle istişare etmemiz
için Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir'i gönder!" diye haber yolladılar. Yahudiler
Ebu Lübâbe'nin geldiğini görünce karşılamak için ayağa kalktılar,
ağlıyorlardı. "Ey Ebu Lübâbe! Ne diyorsun, Muhammed'in.hük-müne razı
olalım mı?*' dediler. O da: "Evet" cevabını verdi ve bunun
boğazlanmak anlamına geldiğini söylemek için eliyle boğazım işaret etti. Sonra
derhal Allah'a ve Rasûlü'ne (s.a.) hiyanet ettiğinin farkına vardı. Başını öne
eğerek oradan çekip gitti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) yanına dönmedi. Doğruca
mescide, Medine mescidine gitti. Kendisini mescidin direğine bağlattı ve Allah
Rasûlü (s.a.) kendi eliyle çözmedikçe ipini çözdürmeyeceğine, Kurayzaoğullan
arazisine ebediyen girmeyeceğine yemin etti. Bu durum AUah Rasûlü'ne (s.a.)
ulaşınca: "Allah tevbesini kabul edinceye kadar onu bırakın." buyurdu.
Sonra Allah tevbesini kabul etti de Allah Rasûlü (s.a.) kendi eliyle onun
ipini çözdü.
Sonra yahudiler Allah
Rasülü'nün hükmüne boyun eğdiler. Evs kabilesi mensupları Hz. Peygamber'e
(s.a.) başvurdular ve: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kay-nukaoğullan hakkında
bildiğin uygulamada bulundun. Onlar, kardeşlerimiz Hazreclilerin müttefiki
idiler. Bunlar ise bizim müttefiklerimizdir. Bunlara iyilikte bulun."
dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar hakkında sizden birinin hüküm
vermesine razı olmaz mısınız?" buyurdu. Onlar da: "Evet, razıyız."
dediler. Peygamberimiz: "Hüküm verme Sa'd. Muaz'a havale edildi."
deyince Evsliler: "Razı olduk." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) gelmesi
için Sa'd b. Muaz'a haber saldı. Sa'd, aldığı bir yaradan dolayı sefere
katılamamış, Medine'de kalmıştı. Onu bir eşeğe bindirdiler. Allah Rasülü'nün
(s.a.) yanına geldi. Yolda etrafını çeviren Evsliler kendisine: "Ey Sa'd!
Müttefiklerine iyilik, güzellik düşün. Onlara iyilikte bulun. Allah Rasûlü
(s.a.), onlara iyilikte bulunasm diye seni hakem tayin etti." diyorlar; o
ise susuyor, onlara herhangi bir karşılık vermiyordu. Evsliler baskılarını
artırdıkları vakit: "Vallahi, Sa'd'ın Allah yolunda hiçbir kınayıcının
kınamasına aldırmayacağı an gelmiştir." dedi. Onun bu sözünü
işittiklerinde bazıları Medine'ye dönüp halka Kurayza yahudilerinin ölüm
haberini ilettiler.
Sa'd, Hz. Peygamber'in
(s.a.) yanına yaklaşınca Hz. Peygamber (s.a.) sahabeye: "Kalkın,
efendinizi karşılayın!" buyurdu. Sa'd'ı yere indirdiler. "Ey Sa'd! Bu
kavim senin hükmüne razı oldu." dediler. Sa'd: "Hükmüm onlara geçerli
mi?" diye sordu. "Evet" dediler. "Peki müslümanlara geçerli
mi?" diye sordu. Yine "Evet" cevabını verdiler. Saygı ve hürmet
olsun diye Allah Rasûlü (s.a.) tarafını işaret ederek ve yüzünü o tarafa
çevirerek: "Peki şurada bulunan zata da geçerli mi?" diye sordu. Hz.
Peygamber (s.a.): "Evet, bana da." cevabını verdi. Bunun üzerine
Sa'd: "Erkeklerin öldürülmesine, kadınların ve çocukların esir alınmasına
ve malların paylaştırılmasına hükmediyorum!" diyerek hükmünü ilan etti.
Allah Rasûlü (s.a.) bu hüküm üzerine: "Sen onlar hakkında Allah'ın yedi
kat gök üstündeki hükmüne uygun hüküm verdin!" buyurdu."[376]
O gece kaleden inmeden
önce bir grup yahudi müslüman oldu. Amr b. Sa'd kaçıp gitti. Nereye gittiği
öğrenilemedi. Anlaşmayı bozanlar arasına katılmamakta diretmişti. Haklarında
bu şekilde hüküm verilince Allah Rasûlü (s.a.) kendilerine ustura dokunan
(ergenlik çağına giren) bütün yahudilerin öldürülmesini emretti. Tüyü
bitmeyenler ise kadınlar ve çocuklar arasına katıldı."[377]
Medine çarşısında onlar için hendekler kazdırdı. Yahudilerin boyunları
vuruldu. 600-700 kişi kadardılar. Bir tek kadın dışında hiç kadın öldürülmedi.
O kadın ise Süveyd b. Sâmit'in başına değirmen taşını atmış ve onu Öldürmüştü.
Adamlar hendeklere grup grup getiriliyorlardı. Reisleri Kâ'b b. Esed'e:
"Ey Kâ'b! Sence Muhammed bize ne yapacak?" diye sordular. O da:
"Hiçbir yerde aklınızı kullanamaz mısınız? Görmüyor musunuz, çağına ara
vermiyor, sizden gidenler dönmüyor. Vallahi bizi katledecekler." dedi.
îbn Kâsım'ın
rivayetine göre Mâlik diyor ki: Abdullah b. Übey, Kuray-zaoğulları hakkında
Sa'd b. Muaz'a: "Onlar benim iki kanadımdan biridir. Üç yüz zırhlı, altı
yüz zırhsız ve miğfersizden oluşmaktalar." dedi. O da: "Sa'-d'm Allah
yolunda hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmayacağı an gelmiştir." dedi.
Huyey b. Ahtab, Hz. Peygamber'in huzuruna getirilince, gözü Peygamberimiz'e
ilişti ve: "Vallahi, sana karşı duyduğum düşmanlıktan ötürü kendimi asla
kınamıyorum. Kim Allah'ı yenmeye çalışırsa yenik düşer." dedi. Sonra
sözlerine şöyle devam etti: "Ey insanlar! Bir sakınca yok, Allah'ın
takdiri! Israiloğullannm yazgısı olan bir ölüm tarzı." Sonra konuşmayı kesti;
boynu vuruldu.
Sabit b. Kays, Allah
Rasûlü'nden (s.a.) Zübeyr (Zebîr) b. Bata ile ailesi ve malının bağışlanması
talebinde bulundu. Hz. Peygamber (s.a.) de onun hatırına onları bağışladı.
Sabit b. Kays, ona: "Allah Rasûlü (s.a.) benim hatırıma seni, aileni ve
malını bağışladı. Onlar senindir." dedi. O da: "Ey Sabit! Kendi
elimle yanında senden beni dostlara kavuşturmanı istiyorum." deyince,
Sabit de onun boynunu vurdu, yahudi dostlarına kavuşturdu.
Bütün bu uygulamalar
Medine yahudileri hakkındadır. Her bir Medine-li yahudi kabilesi ile yapılan
savaş, her bir.büyük savaşı müteakip olmuştur. Kaynukaoğullan ile yapılan savaş
Bedir'i müteakip, Nadîroğulları ile yapı-lan savaş Uhud savaşını müteakip ve
Kurayzaoğulları ile yapılan, savaş Hendek savaşını müteakip yapılmıştır.[378]
Hayber yahudilerinin kıssası —inşallah— az aşağıda anlatılacaktır. [379]
Hz. Peygamber (s.a.)
bir kavimle barış anlaşması yapar da onlardan bazılan anlaşmayı ve barışı ihlâl
eder, diğerleri buna seslerini çıkarmaz, razı olurlarsa; hepsine karşı savaş
açar ve hepsini anlaşmayı bozmuş sayardı. Nitekim Kurayza, Nadîr ve
Kaynukaoğullan hakkındaki uygulaması ile Mekke halkı hakkındaki uygulaması buna
örnektir. Barış yaptığı kimseler hakkındaki uygulaması budur. Buna göre hükmün
zimmîler hakkında da geçerli olması gerekir. Nitekim İmam Ahmed'in
müntesiplerinden olan bir kısım fakıhler ve daha başkaları bunu açıkça
belirtmişlerdir. Şafiî mezhebi âlimleri onlara muhalefet etmişler ve anlaşmayı
bozma hükmünü özellikle anlaşmayı bozanlara has kılmışlar, anlaşmanın
bozulmasına razı olan ve buna ses çıkarmayanları anlaşmayı bozmuş
saymamışlardır. Bu ikisi arasını şöylece ayırmışlardır: Zimmîlik sözleşmesi
daha güçlü ve daha pekiştirilmiştir. Bundan dolayı zamanla sınırlı olmaksızın
yürürlüğe konmuştur. Ama saldırmazlık ve barış anlaşmasında durum böyle
değildir.
Birinciler diyorlar
ki: Bu ikisi arasında bir fark yoktur. Zimmîlik sözleş' mesi zamanla sınırsız
olarak yürürlüğe konmuş değildir. Aksine bu sözleşme, zimmîlerin devamlı
olarak iltizam ettikleri şey çerçevesinde kalmaları ve bu pozisyonlarını devam
ettirmeleri şartıyla konulmuş bir sözleşmedir. Öte yandan bu sözleşme,
sözleşmeye konu olan şeylerin hükümlerinin onlar tarafından iltizam edilmesi
şartıyla saldırmazlık için yapılan barış anlaşması gibidir. Hz. Peygamber
(s.a.) Medine'ye geldiğinde yahudilerle yaptığı barış ve saldırmazlık
anlaşmasını vakitle sınırlamadı; onlar kendisine ilişmedikleri ve O'na savaş
açmadıkları sürece bu anlaşmayı mutlak bıraktı. İşte bu, onların zimmîlik
sözleşmeleri oldu. Ancak şu var ki, cizyenin farz olduğuna dair henüz bir âyet
inmiş değildi. Cizyenin farz olduğunu ifade eden âyet inince bu, anlaşmada
koşulan şartlara eklendi; anlaşmanın hükmünü değiştirmedi ve gereken durum da
ebedilik oldu. Artık bazıları zimmîlik anlaşmasını bo-. zup diğerleri onlara
ses çıkarmaz razı olurlar ve durumu müslümanlara bil-dirmezlerse, bu takdirde
barış anlaşması yapılmış olanların anlaşmayı bozmaları gibi bir duruma
düşerler. Gerek zimmîlik sözleşmesi yapanlar ve gerekse barış anlaşması
yapanlar bu anlamda birbirine eşittirler, bu konuda aralarında bir fark yoktur.
Ancak bir başka yönden birbirlerinden ayrılmaktadır ki, bunu şu mesele
açıklığa kavuşturur: Anlaşmanın bozulmasına ses çıkarmayıp razı olan,
kabullenen kimse her ne kadar bu haliyle zimmîlik sözleşmesinin ve barış
anlaşmasının dışına çıkmış, zimmîlik sözleşmesinden ve barıştan önceki ilk
durumuna dönmüş olursa da eğer zimmîlik sözleşmesi ve barış anlaşması üzerinde
devam etmekteyse onunla savaşmak ve her iki durumda da onu öldürmek caiz
olmaz. Bu konuda saldırmazlık anlaşması ile zimmîlik sözleşmesi arasında durum
farkı yoktur. Peki o halde bu kimse nasil bir yerde (eski) haline dönmüş olur,
bir başka yerde ise dönmemiş olur?Bu iş makul değildir. Bunun açıklaması: O
kimseden cizye alımının yenilenişi, sözleşmeyi bozanlara rıza göstermesi,
destek olması ve muvafakat etmesi yanında o şahsın sözleşmesini yerine
getirmiş olmasını icab ettirmez. Cizye vermemek onun anlaşmayı bozan ve
sözleşmeyi yerine getirmeyen bir hain olmasını icab ettirir. Bunun ise imkânsızlığı
ortadadır.
Bu konuda üç görüş
vardır: 1) Her iki halde de anlaşma bozulur görüşü: Allah Rasûlü'nün (s.a.)
kâfirler hakkındaki uygulaması da bunu göstermektedir. 2) Her iki halde de
anlaşma bozulmamış olur görüşü: Sünnetin gösterdiği yoldan en uzak olan görüş
budur. 3) Bu iki durum arasında ayrım yapmak. Birinci görüş daha isabetlidir.
Başarı Allah'tandır.
Şu olayda
veliyyü'î-emr'e (sultana) bu görüş doğrultusunda fetva verdik: Hıristiyanlar
Şam'da müslümanların mallarını ve evlerini yaktılar. Müslümanların en büyük
camilerini yakmak istediler, hatta caminin minaresini yaktılar bile. Şayet
Allah onları defetmeseydi, neredeyse caminin tamamı yanacaktı. Bu durumu
hıristiyanlardan bilenler oldu. Buna muvafakat ettiler, ses çıkarmadılar, razı
oldular ve veliyyü'l-emr'i haberdar etmediler. Veliyyü'l-emr, huzurundaki
fakihlerden onlar hakkında fetva istedi. Biz de ona bu işi yapan, herhangi bir
şekilde buna yardım eden yahut razı olup ses çıkarmayan kimselerin zimmîlik
sözleşmesini bozduklarına; had cezalarının kesinlikle idam olduğuna; esirde
olduğu gibi burada devlet başkanının herhangi bir seçim yapma hakkının
bulunmadığına; idamın bir had cezası ve cezanın had olması halinde müslüman
olmanın Allah'ın hükümlerini yüklenmiş, zimmîlik sözleşmesi altına girmiş
bulunan kimselerden idam cezasını düşürmeyeceğine; müslüman olan düşman ülkesi
(dârülharb) vatandaşı için bunun söz konusu olmadığına; çünkü müslüman olmanın
o kimsenin kanını ve malını koruma altına aldığına, müslüman olmazdan önce
yapmış olduklarından ötürü idam edilemeyeceğine ve bunun ayrı bir hükmü,
anlaşmayı bozmuş ve sonra müslüman olmuş zimmînin başka bir hükmü olduğuna
fetva verdik. Söylediğimiz bu fetvayı, İmam Ahmed'in ifadeleri ve usulü
icabettirmektedir. Şeyhülislâm İbn Teymiye —Allah ruhunu şâd eylesin— buna
parmak basmış ve birçok yerde bu şekilde fetva vermiştir.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünnet ve tatbikatından biri de, O, bir kabile ile barış ve anlaşma
yapar da o kabileye, onlar dışında Hz. Peygamber'e (s.a.) düşman olan bir başka
kabile katılırsa Hz. Peygamber'le (s.a.) anlaşma yapan kabilenin anlaşmalarına
onlar da dahil olur ve anlaşma yapmış olan kabilenin yanında yer alırlar; Hz.
Peygamber'e (s.a.) daha başka bir kabile katılırsa onlar da O'nun anlaşmasına
dahil olur, O'nun yanında yer alırlar ve O'nun anlaşmasına dahil olup O'nun yanında yer alan
kâfirlere savaş açanlar O'na savaş açmış hükmünde olurlardı. Hz. Peygamber
(s.a.) Mekkelilerie bu nedenle savaşmıştır. Çünkü Mekkelilerie on yıl
savaşmamak şartıyla barış anlaşması yapmıştı; Bekir b. Vâil oğulları ileri
atılıp Kureyş'in anlaşma ve sözleşmesine dahil oldular; Öte yandan Huzâa
kabilesi öne atılıp Allah Rasü-lü'nün (s.a.) anlaşma ve sözleşmesine dahil
oldular. Sonra Bekiroğullan, Huzâa kabilesine saldırıp onlara gece baskını
yaptılar ve kabilenin bir kısmını öldürdüler. Kureyş de gizlice onlara silah
yardımında bulundu. Allah Rasûlü (s.a.) bu hareketlerinden ötürü Kureyş'i
anlaşmayı bozmuş saydı ve müttefiklerine saldırdıklarından ötürü Bekir b. Vâil
oğullarıyla savaşmayı caiz gördü. Bu olay aşağıda —inşallah— anlatılacaktır.
Şeyhülislâm İbn
Teymiye doğu hıristiyanlan ile savaşmaya da bundan ötürü fetva verdi. Zira
onlar her ne kadar bizimle savaşmamış, harp etmemişlerse de müslümanlann
düşmanlarına savaş sırasında yardım ettiler, onlara mal ve silahla destek
oldular. Bu yüzden Üstad, onları zimmîlik sözleşmesini bozmuş olarak gördü.
Nitekim Kureyş de Hz. Peygamber'in (s.a.) müttefikleriyle savaşan Bekir b. Vâil
oğullarına yardım etmekle Hz. Peygamber'in (s.a.) anlaşmasını bozmuşlardı.
Öyleyse zimmîler, müslümanlarla savaşta müşriklere yardım ederlerse ya durum
nice olur? En iyi bilen Allah'tır. [380]
Düşmanlarının
elçileri, aynen düşman olarak huzuruna gelir; ama onlara feveran etmez ve
onları öldürmezdi. Yalancı peygamber Müseylime'nin elçileri Abdullah b.
Nevvâha ve İbn Üsâl huzuruna geldiklerinde Hz. Peygamber (s.a.) onlara:
"Peki siz ne diyorsunuz?" diye sormuş, onlar da: "Müseyli-me'nin
dediği gibi diyoruz." demişlerdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.):
"Elçiler öldürülmez olmasaydı sizin boyunlarınızı vurdururdum."
buyur-du.[381] O'nun tatbikatı böylece
sürmüş, hiçbir elçi öldürülmemiştir.
Yine Hz. Peygamber
(s.a.) elçi kendi dinini seçtiğinde onu yanında alıkoymaz; bu elçinin gidip
kendi kabilesine katılmasına mâni olmaz, hatta onu kabilesine gönderirdi.
Nitekim Ebu Râfi' anlatıyor: Kureyş beni Hz. Peygam-ber'e (s.a.) elçi olarak
gönderdi. O'nun yanına gelince kalbime müslümanlık ateşi düştü, müslüman oldum.
Hz. Peygamber'e (s.a.): "Ey Allah'ın Rasûlü! Onlara dönmeyeceğim."
dedim. O da: "Doğrusu ben anlaşmayı bozamam ve elçileri ahkoyamam. Onlara
geri dön. Eğer şimdi kalbinde olan hâlâ kalbinde ise geri dön." buyurdu.[382]
Ebu Davud diyor ki:
Bu, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Mekkelilerie yaptığı anlaşmada onlardan olup da
kendisinin yanma geleni —müslüman bile olsa— iade etmeyi şart koştuğu süre
İçinde geçerliydi. Bugünse bunun bir geçerliliği yoktur.
Hz. Peygamber'in
(s.a.): "Elçileri alıkoyamam." ifadesi bunun kayıtsız-şartsız
elçilere has bir hüküm olduğunu göstermektedir. Mekkelilerden kendisine geleni
müslüman da olsa onlara İade etmesi ise Ebu Davud'un da dediği gibi, ancak
şart koşulmuşsa geçerli olur. Elçiler için ise daha başka bir hüküm vardır.
Görüldüğü gibi huzurunda: "Biz Müseylime'nin, Allah'ın peygamberi
olduğuna şehadet ederiz." diyen Müseylime'nin iki elçisine iü'şmemiştir.
Düşmanları, ashabından
biriyle kendi nzası alınmaksızın müslümanlara zarar vermeyecek bir anlaşma
yaptıklarında, Hz. Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli sayardı.
Nitekim müşrikler, Huzeyfe ve babası Hu-seyl ile Hz. Peygamber'in (s.a.)
yanında yer alarak kendileriyle savaşmamaları şartıyla anlaşma yapmışlar, Hz.
Peygamber (s.a.) onların bu anlaşmalarını geçerli saymıştır ve Huzeyfe ile
babasına da; "Dönün. Biz onların anlaşmalarına bağlı kalacağız. Onlara
karşı Allah'tan yardım dileriz." buyurdu.[383]
Hz. Peygamber (s.a.)
Kureyş'le on yıl savaşmamak ve onlardan müslüman olup kendisinin yanına gelenleri
onlara geri iade etmek üzere ve kendisinin yanından onlara kaçanları ise
onların iade etmemeleri şartıyla barış anlaşması yaptı.[384]
Metnin ifadesi erkekler ve kadınlar için umumi idi. Allah bunu kadınlar
hakkında yürürlükten kaldırdı, erkekler hakkında ise aynen yürürlükte bıraktı.
Allah, Peygamberine ve mü'minlere gelen kadınları imtihana çekmelerini, şayet
kadının mü'min olduğuna kanaat getirirlerse onu kâfirlere iade etmemelerini
emretti. Öte yandan müslümanlara o kadından istifade imkânını yitirmiş
olmasından dolayı onun kocasına, kadına verdiği mehri geri vermelerini de
emretti. Diğer taraftan müslümanlara, karısı irtidat edip müşriklerin yanına
kaçan adama o kadının mehrini şu şekilde ödemelerini emretti: Müslüman olup
müslümanların yanma hicret eden kadının mehrini geri vermeleri gerektiğinde bir
ceza olarak bu mehri-karısı irtidat eden adama ödeyecekler, müşrik kocasına
geri vermeyeceklerdi. İşte bu bir cezalandırmadır, azabla bir ilgisi yoktur.
Bu olaydan şu sonuçlar
çıkarılmıştır:
1— Kadından
istifade imkânının kocanın mülkiyetinden çıkmasının bir değeri vardır ki, o da
kocanın karısına nafaka olarak harcadığı belirlenmiş miktarla değerlendirilip
kıymetlen dirilmiştir. Yoksa mehr-i misil ile kıymetlendirilmiş değildir.
2—
Kâfirlerin nikâhları da sahihlik hükmü taşır, onların bâtıl olduğuna
hükmolunmaz.
3— Şart
koşulmuş olsa bile hicret edip gelen müslüman kadının kâfirlere iade edilmesi
caiz değildir.
4— Müslüman kadının kâfirle nikâhlanması helâl
değildir.
5— Bir
müslüman erkek hicret edip gelen kadınla, kadının iddet müddeti
tamamlandığında ona mehrini verip evlenebilir.
6— Bu olay
apaçık bir şekilde göstermektedir ki, hicretle ve müslüman olmakla kadından
istifade imkânı kocanın mülkiyetinden çıkmakta ve kadının onunla nikâhı
münfesih (bozulmuş) olmaktadır.
7— Müslüman
kadının kâfirle evlenmesi haram olduğu gibi müslüman erkeğin de müşrik kadınla
evlenmesi haramdır.
Bu hükümler bu iki âyetten[385]
çıkanlmıştır. Bir kısmında icmâ ve bir kısmında da ihtilâf edilmiştir.
Bunların neshini iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü Hz.
Peygamber'le (s.a.) kâfirler arasındaki, müslüman olup Peygamberimizin yanına
gelen kimsenin onlara geri verilmesi yolundaki anlaşma maddesi eğer erkeklere
mahsus idiyse buna kadınlar girmemiştir; şayet erkekler ve kadınlar için umumi
idiyse bu durumda Allah Teâlâ bundan kadınların iadesini çıkarmış ve
müslümanlara kadınları iade etmeyi yasaklamış, ancak bu kadınların mehirierini
geri vermelerini emretmiştir. Öte yandan karısı irtidat edip müşriklere kaçmış
olan müslümanlara karısına vermiş olduğu mehri bu mehirlerden vermelerini
buyurmuş ve sonra haber vermiştir ki, bu O'nun kullan arasında verdiği
hükmüdür; kendi ilim ve hikmetinden çıkmıştır. O'ndan bu hükme aykırı ve bu
hükümden sonra gelen başka bir hüküm gelmemiştir ki, bunu neshedici olsun.
Müşriklerle, erkekleri
geri çevirme üzerinde anlaşma yapınca onların, kendisinin yanma gelenleri alıp
götürmelerine fırsat verir; ama gelen müslümanı dönmeye zorlamaz ve dönmesini
de emretmezdi. Müşriklerden kaçan müslüman bir müşriği öldürse yahut onlardan
(zorla) bir mal alsa ve bu müslüman Hz. Peygamber'in (s.a.) yanından ayrılmış,
ama karşı tarafa da katılmamış olsa Hz. Peygamber (s.a.) onun bu davranışını
yasaklamaz, müşriklere de onun verdiği zararı tazmin etmezdi. Çünkü o müslüman
O'nun otoritesi altında ve avucunda değil; ona bunu Hz. Peygamber (s.a.)
emretmiş de değil. Öte yandan barış anlaşması da yalnızca Hz. Peygamber'in
(s.a.) otoritesi altında ve avucunda bulunanlardan canlara ve mallara
gelebilecek zararlara karşı bir güvenceyi icab ettirmekteydi. Nitekim Halid (b.
Velid)'in telef ettiği Cü-zeymeoğullannın canlarının ve mallarının tazminatını
ödemiş, yaptığı bu davranıştan dolayı Halid'e memnuniyetsizliğini ifade etmiş
ve ondan uzak olduğunu söylemiştir.'[386]
Haîid'in adamlara ilişmesi bir tür şüpheden kaynaklanmıştı; zira adamlar:
"Müslüman olduk" dememişler, "Dinimizi değiştirdik"
demişlerdi ve bu söz açık bîr şekilde
müslüman olduklarını ifade etmiyordu. İşte böyle bir yorum ve şüphe bulunduğu
içindir ki, Hz. Peygamber (s.a.) onların diyetlerinin yarı tazminatını ödedi.
Bu konuda onlara zimmîlik sözleşmesiyle canlarını ve mallarını koruma altına
alan, ama İslâm'a girmeyen ehl-i kitap gibi muamelede bulundu.[387]
Diğer taraftan barış
anlaşması müşriklerle harp eden ve Hz. Peygam-ber'in (s.a.) avucunda ve
otoritesi altında bulunmayan müslümanlara karşı müşriklere yardım etmesini de
icabettirmiyordu. Bu da göstermektedir ki, müslüman olsalar bile İslâm devlet
başkanının otoritesi ve eli altında bulunmayan bir topluluk, kendileriyle
anlaşma yapılmış olanlara savaş açsa İslâm devlet başkamnın bu müslüman
topluluğu onlann başından savması, bu işten menetmesi ve verdikleri zaran
karşılaması gerekmez.
Harple ilgili
İslâm'ın, müslümanların ve İslâm otoritesinin menfaatle-riyle ve siyaset-i
şer'iyyenin icaplarıyla ilgili hükümleri Hz. Peygamber'in (s.a.) siyerinden ve
savaşlarından çıkarmak kişilerin görüşlerini esas almaktan daha iyidir. Bu
başka, o başka bir renk! Basan yalnız Allah'tandır. [388]
Aynı şekilde Hz.
Peygamber (s.a.) Hayberlilerle onları mağlup ettiğinde, onları hayvanlarının
taşıyacağı kadar yanlanna yük alarak oradan sürgün etmek üzere ve altın, gümüş
ve silahların Allah Rasûlü'ne (s.a.) bırakılması şartıyla barış anlaşması
yaptı. Barış sözleşmesinde Hayberlilerin hiçbir şeyi gizlememelerini ve
saklamamalarını şart koştu; eğer böyle bir şey yaparlarsa onların zimmîlik
haklarının kaldırılacağını ve anlaşmanın bozulacağını belirtti.
Ancak yahudiler, içinde
mal ve zinet eşyası bulunan, Huyey b. Ahtab'a ait bir deve tulumunu sakladılar;
Huyey bu tulumu, Nadîr kabilesi sürgün edildiğinde beraberinde Hayber'e
taşımıştı. Allah Rasûlü (s.a.), Huyey b. Ah-tab'm Sa'ye adındaki amcasına:
"Huyey'in Nadîr'den getirdiği tuluma ne oldu?" diye sordu. O da:
"Maişet işleri ve harpler alıp götürdü." dedi. Peygamberimiz:
"Aradan geçen zaman az, mal ise ondan çok fazla!" dedi.
Huyey,
Kurayzaoğullannın maiyetine girdiğinde onlarla birlikte öldürülmüştü. Allah
Resulü (s.a.) onun amcasını konuşturmak üzere Zübeyr'e teslim etti. Zübeyr ona
biraz azap dokundurunca: "Huyey'in şuradaki harabede dolaştığını
gördüm." dedi. Sahabîler gittiler dolaştılar ve harabedeki tulumu buldular.
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.) anlaşmayı bozdukları için biri Huyey b.
Ahtab'ın kızı Safiyye'nin kocası olmak üzere Ebu'l-Hukayk'm iki oğlunu idam
ettirdi, yahudilerin kadınlarını ve çocuklarım esir aldı, mallarım (gazilere)
taksim etti. Onları Hayber'den sürgün etmek istedi. Bunun üzerine adamlar:
"Bırak bizi, bu arazide kalalım. Araziyi ıslah edelim ve yapılması
gerekeni yapalım. Biz bu araziyi sizden daha iyi biliyoruz." dediler. Ne
Allah Rasü-lü'nün (s.a.), ne de ashabımn bu arazinin bakım külfetini yüklenecek
hizmetçileri vardı. Bu sebeple araziden çıkacak meyve olsun, tahıl olsun
herşeyin yarısının Allah Rasûlü'ne verilmesi, diğer yarısının da onlara kalması
ve Allah Rasûlü'nün (s.a.) onları orada istediği kadar tutması şartıyla
araziyi ya-hudilere terketti.[389]
Hz. Peygamber (s.a.)
Kurayza yahudilerine yaptığı gibi Hayber yahudi-lerinin umumi olarak hepsini
idam ettirmedi. Çünkü Kurayza yahudileri anlaşmayı bozmada hemfikir
olmuşlardı. Bunlara gelince; Hz. Peygamber (s.a.), tulumu bilen, onu saklayan
ve eğer ortaya çıkarsa zimmîlik haklarının kaldırılmasını ve anlaşmanın
bozulmasını şart koşanları, kendi canları pahasına şartı kabul etmiş
olmalarından dolayı idam ettirmiş, bu konuda diğer Hay-berlilere ilişmemiştir.
Zira onların hepsinin Huyey'in tulumunu ve onun bir harabede gömülü olduğunu bilmedikleri
kesinlikle malumdur. Aynı şekilde zimmî ve anlaşmalı (muâhed) şahıs da
anlaşmayı bozsa ve bu konuda ona başkası destek olmasa bozma hükmü yalnız ona
mahsus kalır. [390]
1— Hz.
Peygamber'in (s.a.) araziyi yahudilere çıkanın yarısına karşılık
teslim etmesi müsâkat ve müzâraa[391]
akitlerinin caiz olduğuna ve ağacın hurma ağacı olmasının asla bir tesiri
bulunmadığına açık bir delildir. Bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmü
demektir. Eğer bir memlekette ihtiyaç maddesi olan meyve üzüm, incir ve daha
başka meyveler ise o memleket hüküm bakımından ihtiyaç teşkil eden meyvesi
hurma olan memleketin hükmüyle eşittir, arada bir fark yoktur.
2— Tohumun
arazi sahibinden olması şart değildir. Çünkü Allah Rasû-lü (s.a.) çıkanın yarısı
üzerine anlaşma yapmış, ama onlara asla tohum vermemiş ve göndermemiştir.
O'nun böyle davrandığı kesin olarak bilinmektedir. Hatta bazı ilim adamları
demişlerdir ki, tohumun araziyi kiralayandan olmasının şart olduğu söylense bu
görüş, Allah Rasûlü'nün (s.a.) Hayberliler hakkındaki uygulamasına uygun
düştüğünden ötürü, tohumun arazi sahibinden olmasının şart olduğunu ifade eden
görüşten daha güçlü olurdu.
Doğrusu, tohumun
araziyi kiralayandan olması da, arazi sahibinden olması da caizdir; iki taraftan
yalnız birine mahsus olması şart koşulamaz. Tohumun arazi sahibinden olmasını
şart koşanların müzâraa akdini mudarebe şirketine kıyaslanmalarından başka asla
bir delilleri bulunmamaktadır. Diyorlar ki: Mudarebede sermayenin mülkiyet
sahibinden ,işîn de mudaribden (iş yapacak kimseden) olması nasıl şart ise
aynen muzâraada da şarttır; yine aynı şekilde müsâkatta da ağacın tarafların
ikisinden birinden, yapılacak işin de diğer taraftan olması şarttır. Bu kıyas
onlara delil olmaktan, onlar aleyhine delil olmaya daha yakındır. Çünkü
mudarebede sermaye, sahibine ait olur ve geri kalanı ortaklar aralarında
paylaşırlar. Bu müzâraa akdinde şart ko-şulsa onlara göre akit fasit olur.
Tohumu, sermaye mesabesinde görmüyorlar, diğer yeşillikler mesabesinde görüyorlar.
Şu halde onların prensiplerine göre muzâraayı mudarebe gibi düşünmek bâtıldır.
Hem tohum, su ve
menfaatler mesabesindedir. Zira tahıl yalnızca tohumdan meydana gelip
yetişmez. Sulama ve emek harcamayı icab ettirir. Tohum arazide ölür. Allah,
tahılı tohum yanında su, rüzgâr, güneş, toprak ve emek gibi daha başka
parçalardan yaratır. Tohum da bu parçalar hükmündedir.
Öte yandan arazi kırâz
(mudarebe) akdindeki sermaye gibidir, sahibi onu müzâri'e ( — tarlayı
kiralayan) teslim etmiştir. Tohumun ekilmesi, tarlanın sürülmesi ve sulanması
mudarib'in emeği gibidir. Bu da tarla kiracısının mudarib'e benzetilerek tohuma
arazi sahibinden daha münasip olmasını içab ettirir. Sünnetin getirdiği
uygulama şeriatın kıyasına ve usulüne uygun olan doğru uygulamadır. ;
3— Bu olay,
zaman sınırı konmaksızın mutlak surette, hatta İslâm devlet başkanının
dilediği vakte kadar barış anlaşması yapmanın caiz olduğuna delildir. Bundan
sonra da bu hükmü yürürlükten kaldıran herhangi bir şey gelmemiştir. Doğrusu da
bunun caiz ve sahih olmasıdır. Müzenî'nin rivayetine göre îmam Şafiî bunu
açıkça belirtmiştir. Daha başka imamlar da buna parmak basmışlardır. Ancak Hz.
Peygamber (s.a.), anlaşmanın bozulduğunu bilme konusunda kendisiyle
düşmanlarının eşit olması için durumu bildi-rinceye kadar onlara baskın yapıp
savaş açmazdı.
4— Sanığın tâzirle cezalandırılması caizdir ve
bu siyaset-i şer'iyyeden-dir. Zira Allah Teâlâ, vahiy yoluyla Allah Rasûlü'üne
(s.a.) hazinenin yerini bildirmeye kadirdi. Ama ümmete sanıkların
cezalandırılması çığırını açmak ve onlara bir rahmet ve kolaylaştırma olsun
diye hükümlerin yollarını genişletmek istedi.
5— Davanın
doğruluğuna ve yanlışlığına delil getirirken karinelere başvurmanın
geçerliliği bu olayla gösterilmiş oldu. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), malın
tükendiğini iddia eden Sa'ye'ye: "Aradan geçen zaman az, mal ise ondan
çok fazla!" buyurmuştur.
Aynı şekilde Hz.
Davud'un oğlu, Allah Peygamberi Hz. Süleyman da kurdun götürdüğü çocuğun
annesini tayinde karineyi delil olarak kullanmıştır. Kadınlardan her biri o
çocuk ötekinin diye iddia etmiş ve geride kalan çocuğun annesi oldukları
konusunda birbirleriyle mahkemelik olmuşlardı. Hz. Davud, çocuk yaşlı
kadınındır hükmünü verdi. Kadınlar Hz. Süleyman'a çıktılar. Hz. Süleyman:
"Allah'ın peygamberi aranızda ne hüküm verdi?" diye sordu. Onlar da
durumu anlattılar. Bunun üzerine Hz. Süleyman: "Bana bir, bıçak getirin,
çocuğu aranızda paylaştırayım." dedi. Genç kadın atılıp: "Yapma,
Allah sana merhamet eylesin! Çocuk, onun oğludur." dedi. Hz. Süleyman
çocuğun genç kadına ait olduğuna hükmetti.[392]
Genç kadının yüreğindeki merhamet ve şefkat, çocuğun öldürülmesine müsamaha
etmemesi ve diğer kadının da çocuğu kaybetme konusunda kendisine eşit olsun
diye buna müsamaha göstermesi karinelerini delil olarak esas alıp çocuğun genç
kadının oğlu olduğuna hükmetti.
Böyle bir dava bizim
şeriatımızda ortaya çıksa Şafiî, Mâlik ve Ahmed'in müntesipleri —Allah onlara
rahmet eylesin—: "Bu konuda ebenin sözüne göre
işlem'yapılır." derlerdi. Onlar
ebeyi, erkek olsun kadın olsun neseb iddiasında bulunanın tercihi için bir
sebep saymakladırlar.
Arkadaşlarımız
diyorlar ki: Bir müslüman kadınla bir kâfir kadın bir arada doğum yapsalar;
kâfir kadın müslüman kadının çocuğunun kendi çocuğu olduğunu iddia etse aynı
şekilde işlem yapılır. Bu konu İmam Ahmed'e soruldu, ama çekimser kaldı. Ona:
"Ebenin sözünü geçerli görür müsün?" dediler. O da: "Ne iyi
olur!*' cevabını verdi. Ebe bulunmaz da aralarında bir hâkim Hz. Süleyman'ın
verdiği şekilde hükmederse elbet isabetli olur. Bu hüküm kur'a çekmekten daha
iyidir. Zira iki dava birbirine her yönden eşit olup da ikisinden birisi
diğerine baskın gelmezse ancak o zaman kur'a çekimine gidilir. Ama eşlerden her
birinin ev eşyası ve kaplardan kendisine elverişli olan şeyleri iddia etmesi;
iki sanatkârdan her birisinin kendi sanatının âletlerini iddia etmesi; başında
sarık bulunmayan bir kimsenin, elinde bir sarık ve başında başka bir sarık
bulunan ve aynı zamanda düşmanca şiddet gösteren bir kimsenin sangını iddia
etmesi... vb. gibi halin, kişinin doğruluğuna muvafakati yahut hasmın yemin etmekten
çekinmesi yahut levs[393]
gibi açık bir karine veya zilyedlikle veyahut bir tek şahitle iki taraftan
biri diğerine baskın gelse bütün bunlar kur'a çekimine tercih edilir.
Ebu Abdurrahman
en-Nesâî, Hz. Süleyman kıssasını rivayet ettiği bölüme "Gerçeğin kendisi
sayesinde anlaşılması için gerçeğe aykırı düşüldüğü kuruntusunu veren hüküm
bölümü" başlığım koymuştur. Hz. Peygamber (s.a.) bu kıssayı bize gece
sohbeti edinelim diye anlatmadı, hükümlerde bu bize ibret olsun diye anlattı.
Hatta kasâme[394] ile hükmetme ve katil
davasında bulunanların yeminlerini tercih etme açık karinelere dayanılarak
verilen bu tür hükümlerdendi. Hatta ve hatta koca mülâanede[395]
bulunduğu halde bundan kaçman ve mülâanede bulunmayan kadının recmedilmesi de
bundandır. Şafiî ve Mâlik —Allah onlara rahmet eylesin— kocanın mülâanede
bulunması ve kadının bundan kaçınmasından ortaya çıkan açık levs'e dayanarak
sırf kocanın mülâanede bulunmuş olması ve kadının da bundan kaçmmasıyla kadına
idam cezasının verileceğini söylemişlerdir. Allah Teâlâ'run bu kabilden olarak
bize meşru kıldığı şeylerden biri de ehl-i kitabın yolculuk sırasında (vefat
eden bir müslümanın yaptığı) vasiyet konusunda müslümanlara yaptıkları şahitli-
ğin kabul olunmasıdır.
Ölünün velilerinden ikisi vasilerden ( = vasiyeti yerine getirmekle ölü
tarafından görevlendirilenlerden) bir hiyanete muttali olsalar, bunların.yemin
ederek, üzerine yemin ettikleri şeyi istihkak etmeleri caiz-dir.[396] Bu
malî konulardaki bir levsdir ve kanla ilgili davalardaki levsin benzeri olup
caizlik bakımından ondan daha önde gelir. Buna göre malı çalınan bir kimse
hırsızlığı malum bir hainin elinde malının bir kısmına muttali olsa ve o adamın
bu malı başkasından satın aldığı ortaya çıkmadan malı çalınan kimsenin, işi
açıklığa kavuşturan ve aydınlatan karinelere ve bu açık levse dayanarak malının
geri kalan kısmının da o adamın yanında bulunduğuna ve adamın hırsız olduğuna
yemin etmesi caizdir. Bu kasâme davasında, öldürülenin velilerinin: "Onu
falan öldürdü." diye yemin etmelerine benzemekte
olup onunla aynıdır.
Hatta malî konular daha basit ve daha hafiftir. Bu sebeple kanla ilgili
davaların aksine maîî davalar bir şahit - bir yemin, bir erkek - iki kadın
şahit, dava ve yemin etmekten kaçınma ile sabit görülüp karara bağlanır. Kanla
ilgili davaların levs ile isbatı caiz olduktan sonra malî davaların bu yolla
isbatı daha da önde gelir ve daha da uygundur.
Kur'an ve sünnet hem
buna, hem ona delâlet etmektedir. Kur'an'm delâlet ettiği şeyin neshedildiğini
iddia edenlerin hiçbir delilleri yoktur. Çünkü bu hüküm Mâide sûresinde yer
almaktadır. Bu sûre ise Kur'an'ın en son inen sûrelerindendir. Ebu Musa
el-Eş'arî gibi Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabı, ken-: dişinden sonra, bunun
icabına göre hüküm vermiş, sahabe de onun bu hük-i münü kabullenmiş ve ses
çıkarmamışlardır.
Allah Teâlâ'nın Hz.
Yusuf kıssasında hikâye ettiği şahid'in delil getirişi] olayı da bu
kabildendir. Arada şahitlik yapan adam gömleğin arkadan yırtıl-p mış olması
karinesini esas alarak Hz. Yusuf'un doğru ve kadının ise yalan söylediği
sonucuna varmış ve şöylece izah etmiştir: Hz. Yusuf arkasını dönmüş kaçarken
kadın onun arkasından yetişip onu kendine doğru çekti ve bu esnada gömleğini
arkadan yırttı. Bu açıklamadan sonra kadının kocası ve orada bulunanlar Hz.
Yusuf'un doğru söylediğini anladılar, bu hükmü kabul ettiler; günahı kadının
günahı saydılar ve ona tevbe etmesini emrettiler. Allah Teâlâ da bu olayı bize
hükmü inkâr edici olarak değil, kabullenici olarak aktarmıştır. Bu ve
benzerlerinde örnek alınacak kısım Allah'ın onu kabullenip inkâr etmemesidir.
Yoksa sırf onu hikâye etmesi değildir. Zira Allah'ın onu kabullenerek ve onu
yapanı övüp methederek haber vermesi ondan razı olduğunu, onun kendi hikmet ve
rızasına uygun düştüğünü gösterir. Burası iyi düşünüle! Zira gerçekten
faydalıdır. Şayet Kur'an'da, sünnette ve Allah Ra-sûlü (s.a.) tle ashabının
uygulamasında buna dair örnekleri araştıracak olsak söz uzar. Belki bu konuda
-inşaallah- şifa veren müstakil bir eser yazarız. Maksadımız Hz. Peygamberin
(s.a.) tavırlarına tenbih etmek ve O'nun siretin-den, savaşlarından ve başına
gelen hadiselerden hükümler iktibas eylemektir. [397]
Allah Rasûlü (s.a.)
Hayber halkını arazilerinde bırakınca her sene onların meyvelerinin ne kadar geleceğini
tahmin edecek adam[398]
gönderir; bunların ne kadarının olgunlaşacağına bakar, Hayberlilere
müslümanlann payım ödettirir ve öylece artık adamlar meyvelerden tasarrufta
bulunurlardı. Bir tek tahminci göndermekle
Bu uygulamadan şu
hükümler çıkartılmıştır:
1- Hurma
ağacının meyvesi gibi olgunlaştığı iyice belli olan meyvelerin önceden göz
kararı ile tahmin edilmesi caizdir.
2- Meyvelerin
hurma ağacı üzerinde göz kararı ile tahmin edilerek paylaştırılması caizdir.
Her ne kadar gelişip büyüme yararından dolayı henüz kesinkes ayrılıp
belirginleşmemiş bile olsa iki ortaktan birinin payı belli olmuş olur.
3-
Paylaştırma bir alım satım akdi değil, bir ayrım işlemidir,
4- Bir tek tahminci ve bir tek paylaştırıcı ile
yetinmek caizdir.
5- Meyveler
elinde bulunan kimsenin tahmin işleminden sonra onlarda tasarruf yetkisi vardır
ve o kimse kendisi için göz kararı ile tahminde bulunan ortağının payını
tazmin eder.
6- Hz. Ömer
devrinde oğlu Abdullah Hayber'deki malına gitti. Hayber-liler ona saldırdılar,
onu bir evin damından aşağı attılar ve kolunu kırdılar. Bu olay üzerine Hz.
Ömer onları oradan Şam'a süTgün etti ve arazilerini Hu-deybiye anlaşmasında
hazır bulunanlardan olup da Hayber savaşma katılanlar arasında paylaştırdı. [399]
Zimmîlik akdi ve cizye
alma konusundaki tatbikatına gelince; hicretin 8. yılında Berâe (Tevbe) sûresi
ininceye kadar kâfirlerin hiçbirinden cizye almadı. Cizye âyeti inince
mecusilerden,[400]' ehl-i kitaptan ve
hıristiyanlardan cizye aldı. Muaz'ı (r.a.) Yemen'e gönderdi ve Yemen
yahudilerinden müslü-man olmayanlarla zimmîlik akdi yaptı ve onlara cizye
bindirdi. Hayber yahudilerinden cizye almadı. Yanılan ve hata edenlerden
bazıları bunun Hayberlilere mahsus bir hüküm olduğunu, diğer ehl-i kitaptan
alınsa bile onlardan cizye alınmayacağını sandılar. Bu onların siyer ve
megaziyi anlamamalarından kaynaklanmaktadır. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.) onlarla
savaştı ve onları dilediği kadar memleketlerinde tutma şartıyla barış anlaşması
yaptı. Cizye âyeti henüz inmemişti. Bu sebeple onlarla yapılan barış anlaşması
ve onların Hayber arazisinde bırakılmaları cizye âyetinin inmesinden önceye
rast-
lamış oldu. Sonra
Allah Teâîâ, Hz. Peygamber'e (s.a.) ehl-i| kitapla, onlar cizye verinceye kadar
savaşmasını emretti. O zaman Hayber1 yahudileri bu hükme dahil olmadı. Çünkü
onlann orada bırakılmaları ve çıkanın yansı kendilerinin olması kaydıyla
arazide işçi olarak çalışmaları şartıyla Hz. Peygamber (s.a.) ile onlar
arasında yapılan anlaşma daha önce gerçekleşmişti. Bu yüzden onlardan bundan
başka bir şey talebinde bulunmadı. Ama Necran hıristiyanlan, Yemen yahudileri
ve daha başkaları gibi kendisiyle onlar arasında daha önce bir anlaşma
bulunmayan Hayberliler dışındaki ehl-i kitaptan cizye anlaşmasında bulunma
gibi bazı şeyler taleb etti. Hz. Ömer, Hayber yahudilerini Şam'a sürgün edince
Hayber arazisinde bırakılmalarını içeren
0 anlaşma bozulmuş ve
onlar da diğer ehl-i kitap hükmüne geçmişlerdir.
Sünnet ve sünnetin
işaretleri kapalı kalan devletlerin birinde Hayber yahudilerinden bir grup bir
belge ortaya koydu. Belgeci eski göstermek için yıpratmışlar ve bir takım
yalanları süsleyip yaldızlamışlar, doğru göstermek için imza taklit etmişlerdi.
Bu belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) Hayber yahudilerinden cizyeyi kaldırmıştı
ve buna Ali b. Ebî Tâlib, Sa'd b. Muaz ve bir grup sahabî —Allah onlardan razı
olsun— şahit olmuşlardı. Allah Rasûlü'-nün (s.a.) sünnetim, savaşlarım ve
siyerini bilmeyen bazı cahiüerce bu belge revaç buldu. Onlann aklına
olabileceği kuruntusu geldi. Hatta doğruluğunu sandılar da bu sahte belgenin
hükmüne göre hareket ettiler. Nihayet belge Şeyhülislâm İbn Teymiye'ye —Allah
ruhunu şâd eylesin— iletildi ve ondan bu belgenin yürürlüğe konmasına ve
gereğince işlem yapılmasına yardım etmesi talebinde bulunuldu. Üstad, belgeye
tükürdü ve onun sahte olduğunu on noktadan ortaya koydu. Bazıları:
1. Belgede
Sa'd b. Muaz'ın şahitliği yer almaktadır. Oysa Sa'd kesinlik-le Hayber'in
fethinden önce vefat etmiştir.
2. Belgeye
göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan cizyeyi kaldırmıştı. Oysa cizye âyeti daha
henüz inmemişti ve o vakit sahabe cizye nedir bilmiyordu. Çünkü cizye âyeti
Hayber fethinden üç sene sonra, Tebük savaşının yapıldığı yılda inmişti.
3. Yine
belgeye göre Hz. Peygamber (s.a.) onlardan vergileri ve angaryaları
kaldırmıştır ki bu imkânsızdır. Zira O'nun zamanında ne onlardan ne de
başkalarından alman ne vergi ve ne de angarya vardı. Allah gerek O'nu Ve
gerekse ashabını vergi ve angarya almaktan korumuştur. Bunlar zalim hükümdarların
koydukları ve o şekilde devamedegelen vergilerdendir.
4. Farklı branşlara mensup ilim adamlarından hiçbiri bu
belgeden söz t; âlîlite hiri. ne hadis ve sünnet âlimle-
rinden biri, ne fıkıh
ve fetva âlimlerinden biri ve ne de tefsircilerden biri bundan söz etmiştir.
Yahudiler böyle bir belgeyi selef devrinde ortaya çıkaramamışlardır; çünkü
biliyorlardı ki, eğer öyle bir sahte belge düzenleseler onlar o belgenin
asılsız ve sahte olduğunu hemen anlarlar. Fitne zamanında ve sünnetin bir
bölümünün gizli kaldığı dönemde devletlerden birini hafife alıp böyle bir sahte
belge düzenlediler, onu süsleyip yaldızladılar ve ortaya çıkardılar. Onların
yaptıkları bu şeye Allah'a ve Rasûiü'ne hiyanet eden bazı kimselerin
tamahkârlıkları müsaade etti. Ama bu sürekli olmadı, çok geçmeden Allah, onun
gerçek yüzünü gösterdi. Peygamberlerin halifeleri (yani âlimler) onun
asılsızlığını ve sahteliğini ortaya koydular.
Cizye âyeti inince Hz.
Peygamber (s.a.) şu üç kısımdan cizye aldı: 1) Me-cusiler, 2) Yahudiler, 3)
Hıristiyanlar. Putperestlerden cizye almadı. Bir görüşe göre Hz. Peygamber'in
(s.a.) alıp almama konusundaki tatbikatına uyarak bunlar dışında ve bunların
dinini benimseyenler dışındaki herhangi bir kâfirden cizye almak caiz
değildir. Diğer bir görüşe göre ise hem ehl-i kitaptan ve hem de Arap olmayan
putperestler gibi ehl-i kitap dışındaki kâfirlerden cizye alınır; ama Arap putperestlerinden
alınmaz. Birinci görüş İmam Şafiî'nin (r.h.) ve iki rivayetten birine göre
İmam Ahmed'in görüşüdür. İkincisi ise İmam Ebu Hanîfe'nin (r.h.) ve diğer
rivayete göre de İmam Ahmed'in (r.h.) görüşüdür.
İkinci görüşü
savunanlar diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) Arap müşriklerinden cizye
almamıştır; çünkü cizyenin farz oluşunu ifade eden âyet Arap yarımadası
müslüman olduktan sonra inmiştir. O vakit orada müşrik kalmamıştı. Zira bu
âyet Mekke'nin fethinden ve Arapların Allah'ın dinine akın akın girmelerinden
sonra inmiştir. O zaman Arap memleketinde müşrik kalmamıştı. Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a.) fetihden sonra Tebük gazasına çıkmıştır. Oranın halkı
hıristiyandı. Şayet Arap memleketinde müşrikler bulunsaydı onlar Hz.
Peygamber'i (s.a.) takip ediyor olurlardı. Uzaktakiler-İe savaşmaktansa onlarla
savaşmak daha münasip olurdu.
Siyeri ve İslâm
savaşlarını iyi tetkik eden işin böyle olduğunu anlar. Kendisinden alınacak
kimse bulunmadığından ötürü onlardan cizye alınmamıştır. Yoksa onlar cizye verecek
kimse olmadıklarından cizye alınmamış değildir. Bu görüş sahipleri devamla
diyorlar ki: Hz. Peygamber (s.a.) ehl-i kitap olmadıkları halde mecusilerden
cizye almıştır. Onların kitapları olduğu sahih değildir. Bu konuda Hz.
Peygamber'e (s.a.) bir hadis nisbet edilmişse de böyle bir hadis sabit ve
senedi de sahih olmaz.[401]
Ateşe tapanlarla puta
tapanlar arasında bir fark yoktur. Hatta putperestlerin halleri
ateşperestlerin hallerinden daha yakındır. Onlar bazı konularda Hz. İbrahim'in
dinini izlerlerdi; ateşperestlerde ise böyle bir şey yoktu. Aksine
ateşperestler Hz. Halil İbrahim'in düşmanıdırlar. Onlardan cizye alındığına
göre putperestlerden alınması daha da yerindedir. Buna Allah Rasû-îü'nün (s.a.)
sünneti de delâlet etmektedir. Nitekim Sahih-i Müslim'de yer alan bir hadisine
göre bir komutanına: "Müşrik düşmanlarınla karşılaştığın zaman onları şu
üç şeyden birine çağır; hangisine olumlu cevap verirlerse onlardan bunu kabul
et ve onlara ilişme." buyurduktan sonra ona düşmanları müslüman olmaya, ya
da cizye vermeye çağırmasını, (bunları kabul etmezlerse) onlarla savaşmasını
emretti.[402]
Muğîre, İran
hükümdarının görevlisine: "Peygamberimii bize, si; lah'a ibadet edinceye
yahut cizye verinceye kadar sizinle savaşmamızı eı ti." dedi.[403]
Allah Rasûlü (s.a.)
Kureyş'e: "Kendisi sayesinde Arabın size boyun eğeceği ve acemlerin size
cizye vereceği bir kelimeniz olsun istemez misiniz?" buyurdu. Onlar da:
"Nedir o?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.): "La ilahe illallah =
Allah'tan başka tanrı yoktur, sözü" buyurdu.[404] '
Hz. Peygamber (s.a.)
Tebük seferinden dönerken süvarileri Dümetü'l-Cendel hükümdarı Ükeydir'i
yakaladılar. Peygamberimiz onunla cizye yermesi şartıyla barış anlaşması yaptı
ve canını ona bağışladı.[405]
Necranlı
hıristiyanlarla bir anlaşma yaptı. Anlaşmaya göre Necranlılar, yarısı safer
ayında, diğer yansı recep ayında olmak üzere müslümanlara iki bin takım elbise
ödeyecekler; eğer Yemen'de bir savaş veya bir hıyanet söz konusu olursa oraya
savaş için gidecek müslümanlara ödünç olarak otuz zırh, otuz at, otuz deve ve
her sınıf silahtan otuzar adet silah verecekler, müslü-manlar telef olanları
tazmin edecek ve geri kalanları iade edecekler; hiçbir kiliseleri yıkılmayacak;
hiçbir keşişleri dışarı çıkarılmayacak ve herhangi bir yaramazlıkta
bulunmadıkları yahut faiz yemedikleri sürece dinlerinden dönmeleri için
zorlamlmayacaklardır.'[406]"
Bu anlaşma metni
göstermektedir ki, şayet şart koşulmuşsa yaramazlık çıkartmak yahut faiz
yemekle zimmîlik sözleşmesi bozulmaktadır.
Muaz'ı Yemen'e gönderirken
ona ergenlik çağına girmiş herkesten bir dinar yahut onun değerinde meâfirî
denilen Yemen mamulü kumaş almasını emretti.[407]
Bu da gösteriyor ki,
cizyenin cinsi ve miktarı belirlenmiş değildir. Müs lümanların ihtiyaçlarına ve
kendisinden alınacak kimsenin dayanabüirliliği-ne, zenginlik durumuna ve sahip
olduğu mala göre cizyenin kumaş, altın ve takım elbise olması da, daha çok-daha
az olması da caizdir.
Gerek Allah Rasûlü
(s.a.) ve gerekse halifeleri cizye hususunda Arap ile Arap olmayan arasında fark
gözetmemişlerdir. Allah Rasûlü (s.a.) hıristiyan Araplardan cizye aldığı gibi
Hecer mecusilerinden de almıştır. Bunlar Arap idiler. Araplar aslında hiç
kitaplan bulunmayan bir millettir ve onların her bir kolu, komşuları olan
milletlerin dininde idi. Bahreyn Araplan, İran, Te-nûh ve Bühre'ye komşu
olduklarından mecusi; Tağliboğullan Bizans'a komşu olduklarından
hıristiyan; Yemen'deki bir
takım kabileler Yemen yahudilerine komşu olduklarından yahudi idiler. Allah
Rasûlü (sLa.) cizye hükümlerini yürürlüğe koydu ve atalarına, onların ehl-i
kitap dinine ne zaman girdiklerine bakmadı. Onlar bu dine, yürürlükten
kaldırıldıktan ve değiştirildikten önce mi, sonra mı girmişlerdi? Bu dini
nereden biliyorlardı? Bu nasıl sağlam şekilde belirlenebilir ve bunun delili
nedir? Bütün bu soruları dikkate almadı. Siyer ve megazide sabit olduğu üzere
Hz. İsa'nın şerîati yürürlükten kaldırıldıktan sonra Ensardan bazılarının
oğulları yahudi olmuş ve babalan onları müslüman olmaya zorlamışlardı. Bunun
üzerine Allah Teâlâ: "Dinde zorlama yoktur." âyetini'[408]
indirdi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Muaz'a: "Ergenlik çağma giren herkesten bir dinar al!"
buyurması cizyenin çocuklardan ve kadınlardan alınmayacağına delildir.
Soru: Peki, şu hadisi
ne yapacaksınız? Abdürrezzak'm Musannef'inde ve Ebu Ubeyd'in et-Emvâl'de
rivayetlerine göre Hz. Peygamber (s.a.) Muaz b. Cebel'e, Yemen'de her bir
ergenlik çağına girmiş kadın ve erkekten cizye almasını emretti. Ebu Ubeyd:
"Adam başı bir dinar yahut onun değerinde meâfirî kumaş olmak üzere...
köle yahut cariyeden..." kısmını ilâve etmiştir[409]' Bu
hadise göre Hz. Peygamber (s.a.) gerek erkek ve kadından, gerekse hür ve
köleden cizye almıştır.
Cevap: Bu hadisin
mevsul olarak rivayeti sahih değildir, hadis munka-tı'dır. Bu ilâve kısım ise
ihtilaflıdır; diğer raviler tarafından zikredİlmemiş-tir. Herhalde râvilerden
birinin yorumu olsa gerektir. İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbn Mâce
ve daha başkaları bu hadisi rivayet etmişler; ama yalnızca "Hz. Peygamber
(s.a.) ona ergenlik çağma girenden bir dinar almasını emretti." kısmını
aktarmışlar ve bu ilâveyi anmamışlardır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) kendilerinden cizye aldığı kimselerin çoğunluğu hiristiyan, yahudi ve
mecusi Araplardı. Onlardan hiçbirinin dinine ne zaman girdiğini araştırmadı.
Onları babalarına göre değil dinlerine göre değerlendirirdi. [410]
Allah Teâlâ'mn, Hz.
Peygamber'e (s.a.) vahyettiği ilk emri, "Yaratan Rabbinin adıyla
oku!" emriydi. Bu, peygamberliğinin başlangıcındaydi. Allah Teâlâ, kendi
kendisine okumasını emretmişti; o zaman henüz tebliğ etmesini emretmemişti.
Sonra "Ya eyyuhe'l-müddessir= Ey örtüye bürünen! Kalk da uyar." [411]
âyeti inmiştir. Allah Teâlâ, O'nu "Oku!" emriyle nebî, "Ya
eyyuhe'l-müddessir" âyetiyle de rasûl tayin etmiştir. Bundan sonra yakın
akrabalarını uyarmasını, sonra kavmini, sonra civarlarındaki Arapları, sonra da
bütün Arapları, en sonunda da bütün insanları uyarmasını emretmiştir.
Peygamber oluşundan sonra on küsur sene savaşmaksızın ve cizye almaksızın
İslâm'a çağırma görevini yerine getirmiştir. Kendisine bu süre içinde;
(kâfirlerin yaptıklarına) aldırmaması, sabretmesi ve affetmesi emrediliyordu.
Sonra hicret etmesine
ve savaşmasına izin verildi. Daha sonra da Allah Teâlâ, kendisine savaş
açanlarla savaşmasını ve kendisinden uzak durup sa-vaşmayanlara ilişmemesini
emretti. Nihayet, din tamamıyla Allah'ın oluncaya kadar müşriklerle savaşması
emredildi. Cihad emrinden sonra, O'na göre kâfirler üç gruba ayrılmış oldu:
1- Barış ve ateşkes yapılanlar,
2- Savaşılanlar,
3- Zimmîler.
Anlaşma ve banş
yapılanlara karşı anlaşma müddetini tamamlaması ve sâdık kaldıkları sürece
anlaşmaya bağlı kalması; ihanet etmelerinden korkârsa, onlara karşı
anlaşmalarını bozması, ancak anlaşmayı bozduğunu karşı tarafa bildirinceye
kadar onlarla savaşmaması emredildi. Bu arada anlaşmasını bozanlarla savaşması
da ayrıca emrolundu.
Berâe (Tevbe) sûresi,
işte bütün bu hallerin hükmünü açıklamak için indi. Bu sûrede Allah ehl-i
kitabtan olan düşmanlarla, cizye vermelerine ya da İslâm'a girmelerine kadar
savaşmasını; kâfirlerle ve münafıklarla cihad etmesini, bunlara sert ve
şiddetli davranmasını emretti. O da kâfirlere karşı kılıç ve mızrakla,
münafıklara karşı da delille ve dille cihad etti.
Adı geçen sûrede,
kâfirlerle yaptığı anlaşmalara uyması ve (gerekirse) onlara karşı
anlaşmalarını bozması emredildi. Yine Allah burada, anlaşma yapılanları da üçe
ayırdı:
1-
Savaşilmasmı emrettikleri. Bunlar, anlaşmalarım bozup anlaşma doğrultusunda
hareket etmeyenlerdir. Hz. Peygamber (s.a.) onlarla savaştı ve onlara galip
geldi.
2- Süre
tayin edilmiş bir anlaşma yapıldıktan sonra anlaşmayı bozup da O'nun
düşmanlanna yardım etmeyenler. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) bunlar için
anlaşma süresini tamamlamasını emretmiştir.
3-
Aralarında herhangi bir anlaşma olmayan ve Hz. Peygamber (s.a.) ile
savaşmayanlar veya mutlak bir anlaşmaya sahip olanlar. Allah Teâlâ Ra-sûlü'ne
(s.a.) bunlara dört ay süre tanımasını emir buyurmuştur. Bu dört haram ay
çıkınca onlarla savaşmıştır. Bu dört ay, Allah Teâlâ'nın şu âyet-i kerimesinde
sözettiği aylardır: "Yeryüzünde dört ay daha dolaşm."[412] Bu
dört ay ise, şu âyette geçen haram aylardır: ('Haram aylar çıktığında,
müşriklerle savaşınız."[413]
Burada sözü edilen haram aylar, tesyîr aylandır[414]
Başlangıcı Allah
Rasülü'nün (s.a.) insanlara tebliğ günü olup o da Zil-hicce'nin onuncu günüdür,
ki bu konunun insanlara tebliğ edildiği en büyük hac günüdür. Sonu da
Rabîulâhir'in onuncu günüdür. Bu aylar, şu âyette sözü edilen dört ay değildir:
"Allah'a göre ayların sayısı, gökleri ve yeri yarattığı günde takdir
ettiği gibi on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır."[415]
Sözkonusu dört aydan biri tek olarak, üçü birbirinin peşisıra gelir: Recep,
Zilkade, Zilhicce, Muharrem. Müşrikler bu dört ayda gezip dolaşamadılar, çünkü
mümkün değildi. Zira bu dört ay peşpeşe gelmiyordu. Allah Teâlâ, onlara ancak
dört ay süre tanıdı ve peşinden bu ayların çıkışından sonra Ra-sûlü'ne (s.a.)
müşriklerle savaşmasını emretti. Rasûlullah (s.a.) da anlaşmasını bozanla
savaştı, anlaşması olmayana veya dört aylık mutlak (şartsız) anlaşması olana
süre verdi ve anlaşmasına bağlı kalanların anlaşma süresini tamamlamasını
emretti. İşte bunlann tamamı müslüman oldu; tanınan süreye kadar küfürleri
üzere kalmadılar. Zimmîlere de cizye koydu.
Berâe (Tevbe)
sûresinin inişinden sonra artık kâfirler O'nun nazannda, şu üçünden biri olarak
kesinleşmiş oldu:
1- O'nunla
savaşanlar,
2- Barış yapılanlar,
3- Zimmîler.
Sonra, anlaşma ve banş
yapılanlar İslâm'a döndü ve onlar da ik: oldular:
1- Savaşanlar,
2- Zimmîler.
Peygamber (s.a.) ile
savaşanlar O'ndan (s.a.) korkuyorlardı
Böylece Hz. Peygamber
(s.a.) açısından dünyada yaşayanlar üçe mış oluyordu:
1- Kendisine inanan müslümanlar,
2- Kendisiyle anlaşıp, emân sahibi olanlar,
3- Kendisinden korkup savaşanlar.
Münafıklara karşı
tutumu ise şöyleydi: Rasûlullah (s.a.), münafıkların dışa vurduklarını ve
açıkladıklarını kabul etmekle, gizlediklerini ve sırlarını Allah'a havale
etmekle, onlarla ilim ve delille cihad etmekle emrolundu. Allah Teâlâ,
Rasûlü'ne (s.a.), onlardan yüz çevirmesini ve onlara karşı sert davranmasını,
kendilerine güzel ve fasih ifadelerle tebliğde bulunmasını emretti; onların
cenaze namazlarını kılmasını, kabirleri başında durmasını yasakladı. Ve Allah
Teâlâ, Rasûlullah (s.a.) münafıklar için istiğfar etse de kendisinin onları
affetmeyeceğini haber verdi. İşte, düşmanı olan kâfir ve münafıklara karşı
Allah Rasûlü'nün (s.a.) tutumu bu idi. [416]
Dostlarına ve kendi
grubuna ilişkin tutumuna gelince; Allah (c.c), Rasûlü'ne (s.a.), gece gündüz
Rabblerine dua edip cemâlini (rızasını) isteyenlere kendisini adamasını ve
gözlerini onlardan ayırmamasını emretti. Yine onları bağışlamasını, onlar için
istiğfarda bulunmasını, her işte onlarla istişare etmesini ve onların cenaze
namazlarını kılmasını emretti.
îsyan edip emrini
yerine getirmekten geri duranlardan, onlar tevbe edip itaat altına girinceye
kadar ayrı kalmasını, onlara küs durmasını emretti. Nitekim (savaşa çıkılacağı
sırada emrini dinlemeyip) geri kalanlara darılmış, onlardan uzak durmuştu.
Had gerektiren birşey
yapana hadleri uygulamasını; ve bu hususta soyluların ve sıradan insanların
O'nun (s.a.) yanında eşit olmasını emretti.
Düşmanları olan insan
şeytanlarını en güzel metodla savuşturmasını ve kendisine kötülük yapanın
kötülüğüne iyilikle karşılık vermesini, cahilliğine hilmle (yumuşaklıkla), zulmüne
affetmekle, alâkasını kesene bağlantı ve ilişki kurmakla karşılık vermesini
emir buyurdu. Allah (c.c), Rasûlü'ne (s.a.) şayet böyle yaparsa, düşmanının
candan ve sıcak bir dosta dönüşeceğini de haber verdi.
Düşmanları olan
şeytânlarını da, onlardan Allah'a (c.c.) sığınmak suretiyle savuşturmasını
emretti. Bu iki emri Kur'an'da üç yerde, A'râf, Mü'mi-nûn ve Fussilet
sûrelerinde topladı. A'râf sûresinde: "Sen af volunu tut. basışla!
Ma'rûfu emret ve
cahillerden yüz çevir (onlara aldırış etme). Şeytan seni dürtecek olursa
Allah'a sığın. Şüphesiz ki O, işiticidir, bilicidir."[417]
buyurdu. Burada Allah (c.c), Rasûlü'ne cahillerin şerrinden, onlardan yüz
çevirerek; şeytanın şerrinden de ondan Allah'a sığınarak korunmasını emretmiş
ve güzel ahlâkın ve huyların hepsini bu âyette toplamıştır. Zira devlet
başkanının tebaasına karşı üç tavrı vardır: 1) Elbette O'nun (s.a.) tebaası
üzerinde, tebaasının mutlaka yerine getirmesi gereken bir hakkı, 2) Tebaasına
karşı bir emir yetkisi vardır. 3) Tebaasının, onun bu hakkında aşırılığa ve
düşmanlığa düşmeleri kaçınılmazdır. Tebaası üzerindeki hakkından, onların
itaat edebilecekleri, kendilerine hafif gelecek, kolaylarına gidecek ve güç
gelmeyecek olanım tercihle emrolundu. Bu onun sarf etmekle onlara herhangi bir zarar
ve güçlük vermeyecek olan "afv"dir. Ayrıca Rasûlullah tebaasına örfü
emretmekle emrolundu. Örf, selim akılların ve doğru fıtratın (yaratılışın)
tanıyıp güzelliğini ve yararını kabul ettiği ma'ru'f olan şeydir. Bunu
emrettiğinde; sertlikle ve kabalıkla değil, iyilikle emrederdi. Yine Allah
Teâlâ, Rasûlullah'a (s.a.) onların içerisindeki cahillerin cahilliğine,
misliyle değil, yüz çevirmek suretiyle karşılık vermesini emretmiştir ki
böylece onların şerrinden korunmuş olurdu.
Mü'minûn sûresinde
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "De ki: Rabbim! Onların tehdîd olundukları
şeyi bana mutlaka göstereceksen, o zaman beni zâlim milletin içinde bulundurma
ya Rabbi!
Biz onlara
vadettiğimizi sana elbette gösterebiliriz. Sen kötülüğü en iyisi ile (en iyi
bir biçimde) savuştur. Onların nitelendirdikleri şeyleri Biz daha iyi biliriz.
De ki: Rabbim; şeytanların kışkırtmalarından Sana sığınırım. Rabbim; yanımda
bulunmalarından da Sana sığınırım."[418]
Fussilet sûresinde ise
şöyle buyurmuştur: "İyilik ve kötülük bir değildir. Sen fenalığı en güzel
şekilde savuştur (karşıla). O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kişinin
yakın bir dost gibi olduğunu görürsün. Bu ancak sabredenlere vergidir; bu
ancak o büyük hazzı tadanlara vergidir. Şayet şeytan seni dürtecek olursa Allah'a
sığın! Doğrusu O işitendir,bilendir"[419]
îşte Rasûlullah'm
(s.a.) bütün yeryüzünde yaşayanlara karşı; insanlara, cinlere, mü'minlere ve
kâfirlere karşı tutumları böyle idi. [420]
Rasûlullah'ın
(s.a.) bağladığı ilk sancak, hicretten sonra 7. ayın başlarında, Ramazan'da
Hamza b. Abdülmuttalib'e verdiği sancaktı. Sözkonusu sancak beyaz bir sancaktı.
Sancağı, Hz. Hamza'nın müttefiki Ebu Mersed Kennâz b. Husayn el-Ganevî
taşıyordu. Hz. Peygamber (s.a.) Hz. Hamza'yı özellikle Muhacirlerden seçtiği 30
mücahidin başında, Şam'dan gelen ve Ku-_ reyş'e ait Ebu Cehil b. Hişâm'm komuta
ettiği 300 kişinin bulunduğu bir kervanın önünü kesmek için gönderdi. Birlik
îs dolaylarındaki Sîfu'I-Bahr'e vardı. İki taraf karşılaştılar ve savaşmak için
saf tuttular. îki grubun da, hem bu tarafın hem o tarafın müttefiki olan Mecdî
b. Amf el-Cühenî, aralarını ayı-nncaya kadar gidip geldi; ve savaşmadılar[421]
Sonra Ubeyde b. Haris
,b. el-Muttalib'i, bir seriyyenin başında hicretten
sonra 8. ayın başlarında Şevval ayında
Râbiğ vadisine gönderdi. Ona da beyaz bir sancak verdi. Sancağı Mistah b.
Üsâse b. Abdülmuttalib b. Abdime-nâf taşıyordu. 60 muhacirden ibarettiler,
aralarında Ensar'dan bir tek kimse yoktu. Râbiğ vadisinde, 200 kişiye komuta
eden Ebu Süfyan b. Harb'le, Cuh-fe'den 10 mil uzaklıkta karşılaştılar.
Aralarında bir ok atımı mesafe vardı. Kılıç çekmediler, savaşmak için saf da
tutmadılar. Ancak karşılıklı ok ve mızrak attılar. Müslümanlar arasındaki Sa'd
b. Ebî Vakkâs, Allah yolunda ilk ok atan kişi oldu. Sonra her iki taraf da
birliklerine döndüler.
îbn İshak, karşı tarafın
komutanı İkrime b. Ebî Cehil'di, demiş ve Ubeyde seriyyesinin Hz. Hamza
seriyyesinden önce oldğunu söylemiştir. [422]
Daha
sonra Rasûlullah (s.a.) Sa'd b. Ebî Vakkas'ı hicretten sonra 9. ayın başlarında
Zilkade ayında Harrâr'a gönderdi. Ona da beyaz bir sancak verdi. Sancaktar
Mikdad b. Amr'di. Kureyş'e ait bir kervanı vuracak 20 süvari idiler. Rasûlullah
(s.a.) Harrâr'dan ileri gitmeyeceklerine dair söz aldı. Yürüyerek yola
çıktılar. Gündüz gizlenip gece yürüyorlardı. Nihayet perşembe sabahı oraya
vardılar. Ancak kervanın akşamleyin oradan geçtiğini öğrendiler.[423]
Sonra
Hz. Peygamber (s.a.), bizzat kendisi Ebvâ gazasına çıktı. Bu gazaya Veddân da
denir. Sözkonusu gaza, Rasûlullah'm (s.a.) bizzat çıktığı ilk gazadır.
Hicretten sonra 12. ayın başlarında Safer ayında olmuştur. Sancağını Hamza b.
Abdülmuttalib taşıyordu ve beyaz renkteydi. Medine'de Sa'd b. Ubâde'yi vekil
bıraktı. Kureyş'e ait bir kervanı vurmak üzere özellikle Muhacirlerin başında
gazaya çıkmıştı. Ancak savaş olmadı. Bu gazada Hz. Peygamber (s.a.), o zaman
Damraoğullarımn başkanı olan Muhşî b. Amr ed-Damrî ile; Damraoğullanna
saldırmamak, Damraoğullan da kendisine saldırmamak ve O'na (s.a.) karşı adam
toplamamak ve düşmanlık yapmamak üzere anlaşma yaptı. Aralarında bir anlaşma
yazıldı. Rasûlullah (s.a.) bu gaza sebebiyle Medine'den 15 gece ayrı kalmıştı.[424]
Rasûlullah (s.a.), hicretten sonra 13. ayın başlarında, Rebîulevvel'de Bu-vât'a, gaza için yola çıktı. Sancağını Sa'd b. Ebî Vakkâs taşıyordu. Sancak beyaz renkteydi. Medine'de vekil olarak Sa'd b. Muaz'ı bıraktı. Rasûlullah (s.a.) ashabından 200 kişiye komuta ediyordu. Kureyş'e ait ve Ümeyye b. Halef el-Cümahî'nin başkanlık ettiği, 100 Kureyşlinin ve 2500 yük devesinin bulunduğu bir kervanın önünü kesecekti. Rasûlullah (s.a.) Buvât'a vardı. Orası iki dağdan ibaretti ki bunlar, Şam yolu yönünde Cüheyne dağının uzantılarıydı. Buvât'la Medine arasında yaklaşık dört konaklık bir mesafe vardı. Herhangi bir çatışma çıkmadı. Rasûlullah (s.a.) da geri döndü.[425]