Bu gaza, Evtâs gazası diye de
isimlendirilmiştir. Huneyn[1] ve
Evtâs, Mekke île Tâif arasında iki bölgenin adıdır. Bu gaza, cereyan ettiği
yere nisbetle bu adlarla anıldığı gibi RasûîuUah (s.a.) ile savaşmak için
gelen Hevâ-zin kabilesine nisbetle Hevâzin gazası diye de anılmaktadır. [2]
îbn îshak der ki:
Hevazin kabilesi, Rasûlullah'a (s.a.) ait haberleri, özellikle Mekke'nin
fethinin gerçekleştiğini duyunca Mâlik b. Avf en-Nasrî'nin[3]
davetiyle bir toplantı yaptı. Sakîfliler de bu toplantıya katıldı. Bunlara
Mu-dar ve Cüşem kabilelerinin tamamı, Sa'd b. Bekr oğullan ile Hilâloğulların-dan
bir grup insan katıldı. Kays b. Aylan kabilesinden de ancak bir grup katılmıştı.
Hevâzin'den olan Kâ'b ve KilaboğuUan ise toplantıya katılmamıştı. Cüşemliler
arasında Düreyd b. es-Sımme adında çok yaşlı biri vardı, ama yaşlılığı
sebebiyle, ancak görüş ve tecrübesinden istifade ediliyordu. Çok cesur ve
tecrübeli birisiydi. Sakîflilerin iki komutanı vardı. Müttefiklerde ise, Kârib
b. el-Esved, Mâlikoğullarından Subey' b. el-Hâris ile kardeşi Ahmer brdı.
Hepsinin komutanı Mâlik b. Avf en-Nasrî idi.
Mâlik b. Avf,
Rasûlullah'in (s.a.) üzerine yürümeye karar verince, savaşa katılanlara
yanlarına mallarım çocuklarını ve hanımlarını da almalarım emretti. Evtâs
denilen mevkiye gelince, aralarında Düreyd b. es-Sımme'nin bulunduğu topluluk
bir araya geldi. Düreyd: "Siz hangi vadidesiniz?" diye sordu,
"Evtâs'ta" dediler. Bunun üzerine Düreyd: "At koşturmaya ne kadar
uygundur; ne keskin taşları olan bir tepelik, ne de toprağı yumuşak olan bir
düzlüktür." dedi. Sonra: "Neler oluyor? Deve böğürmeleri, eşek anırmaları,
çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri duyuyorum." diye sordu. Dediler
ki:"Mâük b. Avf herkesin karısını, hayvanını ve çocuğunu da yanında
getirdi." Düreyd: "Mâlik nerede?" diye sordu. "İşte
Mâlik!" denildi ve çağırıldı. Düreyd, Mâlik'e: "Ey Mâlik! Bugün sen
kavminin reisi oldun. Bugünün yarınları da olacaktır. Neler oluyor ki deve
böğürmeleri, eşek anırmaları, çocuk ağlamaları ve kuzu melemeleri
duyuyorum?" dedi. Mâlik: "Herkesin karısını, çocuklarını ve
hayvanlarını da beraber getirdim." dedi. Düreyd: "Niçin?" diye
sordu. Mâlik: "Her bir adamın arkasında ailesi ve malı bulunsun ki, onları
müdafaa için savaşsınlar." diye cevap verdi. Bunun üze-
"rine Düreyd:
"Davar çobanı! Bozguna uğrayan askeri ne durdurabilir? Şayet savaş
lehinde cereyan edecekse bu, adamlarının kılıcı ve "mızrağı sayesinde
olacaktır, şayet aleyhine dönecekse malını ve aileni rezil edeceksin."
dedi. Sonra da: "Kâ'boğulları ve Kilâboğullan ne yaptı?" diye sordu.
"Hiç biri gelmedi." dediler. Düreyd: "Hareket, sürat ve ciddiyet
kalmadı. Eğer bugün şeref ve yükseliş günü olsaydı, Kâ'bda Kilâb da geri
durmazdı. İsterdim ki siz de Kâ'boğulları ile Kilâboğulları'mn yaptığını
yapsaydınız." dedi ve: "Sizlerden kimler katılıyor?" diye sordu.
"Amr b. Âmir ve Avf b. Âmir." diye cevap verdiler. Düreyd:
"Âmir'in o iki yavrusunun ne faydası ne de zararı olur. Ey Mâlik! Sen,
Hevâzin topluluğunu atların boyunlarına sürmekle iyi bir iş yapmadın. Onları
beldelerinin sağlam sığınaklarına ve kavimlerinin yanlarına götür, sonra
sâbiîleri (müslümanlan[4] at
üzerinde karşıla. Şayet savaş lehinde cereyan ederse geride kalanlar sana
ulaşır, eğer aleyhine dönecek olursa hiç değilse aileni ve malını korumuş
olursun." dedi. Fakat Mâlik: "Vallahi dediklerini yapmayacağım! Sen
yaşlandın, akim da kocamış. Ey Hevâzin topluluğu! Vallahi, ya bana itaat
edeceksiniz ya da şu kılıcın üzerine kapanacağım ve ucu sırtımdan
çıkacak!" diyerek hiddetlendi. Düreyd'in sözüne ve görüşüne itibar
edilmesini istemedi. Hevâzinliler, bu durum karşısında: "Sana itaat edeceğiz."
dediler. Düreyd ise: "Bugün, hem içinde buluii-duğum, hem de şahit
olmadığım bir gündür." dedikten sonra şu şiiri söyledii
"Keşke genç ve
dinç olsaydım da orada yürüseydim ve koşsaydım.
Sanki iri yarı
olmayan, çok zayıf da sayılmayan bir dağ keçisini andıra n uzun yeleli bir atı
yediyorum."
Sonra Mâlik
oradakilere: "Onları gördüğünüz zaman kılıçlarınızın kınlarını kırınız,
sonra tek bir adamın saldırışı gibi yek vücut saldırınız." diye hitapta
bulundu. Bu arada da etrafa gözcüler gönderdi. Bu gözcüler döndüklerinde
uzuvları parçalanmış vaziyetteydi. Mâlik: "Yazıklar olsun size, bu haliniz
ne?" dedi. Dediler ki: "Benekli atlara binmiş beyaz adamlar gördük.
Allah'a yemin olsun ki onlara ilişir ilişmez gördüğün felâket başımıza geldi.
Vallahi bu durum bile azmettiği niyeti üzere yürümekten onu döndüremedi." [5]
Allah'ın Peygamberi
(s.a.), onların haberini duyunca Abdullah b. Hadred el-Eslemî'yi onlara casus
olarak gönderdi, aralarına girmesini, haklarında yeterli biigi elde edinceye
kadar orada kalmasını ve sonra haberlerini kendisine getirmesini emretti. îbn
Ebî Hadred gitti, aralarına girdi. Rasûlul-lah (s.a.) ile harb etmek için ne
gibi hazırlıklar yaptıklarını duydu ve öğrendi. Mâlik'in ve Hevâzin'in durumu
hakkında konuşulanları işitti. Sonra döndü ve bütün haberleri Rasülullah'a
(s.a.) bildirdi.
Hz. Peygamber (s.a.)
Hevâzin üzerine yürümeye karar verince, Safvân b. Ümeyye'nin yanında çok sayıda
zırh ve silah bulunduğu bildirildi. Rasû-lullah (s.a.) o gün müşrik olan
Safvan'a adam gönderdi ve çağırttı. Gelince ona: "Ey Ebu Ümeyye! Şu
silahlarım bize ödünç olarak ver, yarın düşmanımızla karşılacağız." dedi.
Safvan: "Ey Muhammed! Gasb olarak mı?" diye sordu. O zaman Rasûlullah
(s.a.): "Bilâkis onları sana geri verinceye kadar garanti edilmiş bir
emanet olarak." buyurdu[6]
Safvan: "O halde bir beisyok, olabilir." dedi ve yüz zırh ve bu
zırhlara yetecek kadar da silah verdi. İddiaya göre Rasûiuİlah (s.a.) ondan
silahların taşınmasını istemiş, o da taşımıştır.
Sonra Rasûiuİlah
(s.a.), iki bin kişi Mekkelüerden, on bin kişi de, Allah'ın Mekke'nin fethini
ellerinde nasip ettiği ashabından olmak üzere toplam on iki bin kişiyle çıktı,
Attâb b. Esîd'i Mekke'ye vali olarak tayin edip kendisi Hevâzinlilerle
karşılaşmak üzere yola koyuldu. [7]
İbn îshak, Âsim b.
Ömer b. Katâde—Abdurrahman b. Câbir—babası Câbir b. Abdillah yoluyla yaptığı
bir nakilde der ki: Huneyn vadisine yönelince Tihâme vadilerinden birinin
geniş çukurlarından durmadan iniyor, iniyorduk. Sabahın alaca karanlığı idi.
Onlar bizden önce vadiye gitmişler ve vadinin çeşitli yerlerinde
gizlenmişlerdi. Biz daha henüz yokuştan aşağı iniyorduk ki, vallahi iyice
hazırlanmış olarak birlikler halinde yek vücut üzerimize saldırdılar. Kimse
kimseyi beklemeden herkes dönerek kaçışıyordu. Rasûiuİlah (s.a.) sağ tarafa
dönerek: "Ey insanlar! Nereye? Bana geliniz, ben Allah'ın elçisiyim, ben
Abdullah'ın oğlu Muhammed'im!" diyordu. Yanında Muhacirler'den, Ensar'dan
ve ehl-i beytinden bir avuç insan kalmıştı. Muhacirlerden yanında kalan Ebu
Bekir ve Ömer (r.a.), ehl-i beytinden Ali, Ab-xbas, Ebu Süfyan b. el-Hâris ve
oğlu, Fadl b. Abbas, Rabîa b. el-Hâris, Üsâ-me b. Zeyd ve Eymen b. Ümmü Eymen
idi. Eymen, o gün öldürülmüştü.
Hevâzinlilerden bir
adam kırmızı bir devenin üzerinde, elinde uzun bir mızrağın ucuna takılmış
siyah bir bayrak olduğu halde Hevâzinlilerin önüne düşmüş, onlar da arkasında,
birini yakalarsa mızrağı ile vuruyor, önünde kimse yoksa yürüyor,
arkasındakiler de onu takip ediyorlardı. Adam bu şekilde ilerlerken, Hz. Ali
ve Ensar'dan bir sahabî bu adama doğru fırladılar. Hz. Ali arkasından geldi ve
devenin topukları üzerindeki sinirlere vurdu, deve arkası üzerine düştü.
Ensar'dan olan sahabî adamın üzerine atlayıverdi ve ona öyle bir darbe indirdi
ki, ayağı baldırının yarısıyla birlikte vücudundan ayrıldı ve devesinden yere
yuvarlandı. Bu hâdise üzerine kaçanlar döndüler ve savaş başladı. Allah'a
yemin olsun ki, hezimetlerinden kaçıp sonra dönenler, döndükleri zaman
esirleri Rasûlullah'ın (s.a.) yanında elleri bağlı olarak buldular.[8]
İbn İshak der ki:
Müslümanlar ilk hamlede hezimete uğrayınca, Rasû-; îullah'ın (s.a.) yanında
bulunanlardan bu vaziyeti gören bazı Mekkeli şahıslar içlerinde olan kin ve
nefreti gizleyemedüer. Ebu Süfyan b. Harb: "Bu boz-n gunuii sonu denize
dayanmadan gelmez!" dedi. Ebu Süfyan, fal oklarını da okluğu içinde yanına
almıştı. Cebele b. Hanbel de şöyle bağırıyordu: —İbn Hişâm bu kişinin Kelede
olduğunu söyler— "Bugün sihir bozuldu!" Ana bir kardeşi olan ve o gün
henüz İslâm'a girmemiş bulunan Safvan ona: "SusJ dili tutulasıca! Vallahi,
Kureyş'ten bir zatın bana hükmetmesi, Hevazin'djhı birinin hükmüne girmekten daha
güzeldir."[9] dedi.
îbn Sa'd, Şeybe b.
Osman el-Hacebî'den şu nakli yapmaktadır: Mekke'nin fethedildiği sene
Rasûiuİlah (s.a.) Mekke'ye girdi. Kendi kendime dedim ki: Kureyşle birlikte
Huneyn'de Hevâzinlilere giderim, belki o savaş karışıklığında bir fırsatını
bulur, Muhammed'i ele geçirir ve O'ndan intikamımı alırım. Ve böylece bütün
bir Kureyşin intikamını alan şahıs da ben olurum. Daha önceleri, "Arap ve
Acemler'den Muhammed'e tâbi olmayan hiç kimse kalmasa da ben yine O'na tabi
olmaz,.:i3inini kabul etmezdim." derdim. Beni bu yola çıkaran maksat için
fırsat kolluyordum ve bu halim de benim kuvvetimi arttınyordu. Bozgun sonucu
herşey karışmıştı. Rasûlulîah (s.a.) katırından inmişti. Kılıcımı kınından
sıyırdım, niyetimi gerçekleştirmek düşüncesiyle yaklaştım, kılıcımı kaldırdım,
nerdeyse işini bitirdiğimi hisseder gibiydim ki yıldırımı andıran bir ateş
yalımı peyda oldu, korkumdan elimle gözümü kapadım. Rasûhıllah (s.a.) bana
döndü ve bağırdı: "Ey Şeybe, bana yaklaş!" Ben de yaklaştım. Eliyle göğsümü
sıvazladı ve: "Allah'ım! Sen onu şeytandan koru." dedi. Allah'a
yemin olsun ki, o dakikada Rasûiuİlah (s.a.) bana gözümden, kulağımdan ve öz
nefsimden daha sevimli geldi. Allah, kalbimdeki nefret duygularını giderdi.
Sonra Rasûiuİlah (s.a.) bana: "Yaklaş ve savaş!" dedi. Önüne geldim,
kılıcımı düşman üzerine sallamaya başladım. Allah biliyor ki O'nu, canım
pahasına da olsa herşeye karşı korumak istiyordum. O anda hayatta olsa da
babam karşıma çıksaydı, ona da kılıcımı indirirdim. Bozgun anında Rasûiuİlah
(s.a.) ile birlikte kalanlar arasında ben de vardım. Sonra müslümanlar dönüp
yek vücut halinde bir hücum yaptılar. Ra-sûlullah'a (s.a.) katırı getirildi,
üzerine bindi, kaçanları takip için peşlerine düştü. Sonra ordugâhına döndü.
Çardağına girdi, ben de yanına girdim. Yüzünü görmek ve bu sevinci, hissetmek
istiyordum. Benden başka kimse yoktu. Bana dedi ki: "Ey Şeybe! Allah'ın,
senin için dilediği şey, senin kendi nefsin için dilediğinden daha
hayırlıdır." Sonra içimde sır olarak saklayıp tek kişiye bile söylemediğim
bütün sırlarımı birer birer sayıp döktü. Dedim; ki:
"Ben şehadet
ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen de Allah'ın Rasû-lü'sün!"
Sonra dedim ki: "Benim için Allah'tan mağfiret dile." Rasûlullah
(s.a.) bunun üzerine: "Allah seni mağfiret etsin." buyurdu.[10]
İbn tshak der ki:
Zührî—Kesir b.el-Abbâs yoluyla gelen rivayete göre Ke-sîr'in babası Abbâs b.
Abdülmuttalip şöyie anlatmıştır: Ben, Rasûlullah (s.a.) ile beraberdim ve beyaz
katırının gemini tutuyordum. İri yapılı ve gür sesi olan birisiydim. Rasûlullah
(s.a.), insanların bozgun sebebiyle kaçıştıklarını görünce: "Nereye ey
insanlar!" diyordu. Kimsenin döndüğünü görmedim. Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) bana: "Ey Abbas; 'Ey Ensar topluluğu! Ey Semüre ağacının altında
bîat etmiş olanlar!' diye bağır." buyurdu. Ben böyle bağırınca herkes bir
taraftan: "Buyur, buyur." diye cevap veriyor, devesinin yönünü
çevirip geri dönmek istiyor, güç yetiremiyor, zırhlarını çikanp develerinin
boyunlarına geçiriyorlar, kılıcını, kalkanını, okunu alan deveden inip sesin
geldiği tarafa doğru koşuyor ve Rasûlullah'ın (s.a.) yanına varıyorlardı. Yüz
kişi kadar insan toplanınca düşmana karşı savunmaya geçip, savaşmaya
başladılar. İlk çağrı, "Ey Ensar topluluğu!" diye oldu, daha sonra
da: "Ey Hazreç topluluğu!" şeklinde yapıldı. Bu kabileler, harp
sırasında düşmana karşı çok dayanıklı ve sebatkâr idiler. Rasûlullah (s.a.)
üzengilerinin üstünde savaşa tutuşanlara baktı ve: "İşte, şimdi tandır tutuştu,
savaş kızıştı!" dedi.[11]
Bazıları Rasûlullah'ın (s.a.) bu sözüne, şu ilâveyi de yapmışlardır:
"Ben Peygamberim,
yalan yok. Ben AbdülmuttaUb'in oğluyum."
Sahih-i Müslim 'de şu
rivayet vardır: Sonra Rasûlullah (s.a.) birkaç çakıl alarak kâfirlerin üzerine
attı ve: "Muhammed'in Rabbine yemin olsun, bozguna uğradılar!" dedi.
Çakılları onlara atar atmaz kuvvetlerinin zayıfladığını, işlerinin
gerilediğini gördüm, durdum.[12]
Müslim'in bir başka
rivayeti şöyledir: Rasûlullah (s.a.) katırından indi, sonra yerden bir avuç
toprak aldı ve yüzlerine karşı dönerek: "Bu yüzler kahrolsun!"
buyurdu. Artık onlardan Allah'ın yarattığı hiç bir insan yoktu ki gözlerini
toprak doldurmasın. Az sonra savuşup gittiler.[13]
İbn İshak, Cübeyr b.
Mut'im'in şöyle dediğini nakleder: Hevâzin daha bozguna uğramamış, çarpışma
devam ediyordu. Tam o sırada, bizimle Hevâzin arasına düşen siyah örtülü bir
şey gördüm. Dikkatlice baktım. Bir de ne göreyim, bütün bir vadiyi simsiyah
karıncalar sarmış. Hemen akabinde Hevâzin perişan oldu. O gelenlerin melekler
olduğu hususunda hiç şüphe etmedim. [14]
' İbn İshak der ki:
Müşrikler yenilince bir kısmı doğruca Taife geldiler. Mâlik b. Avf onlarla
beraberdi. Bir diğer grup Evtâs'a, bir üçüncü grup da Nahle'ye yöneldi.
Rasûlullah (s.a.), Evtâs'ta bulunanları takip etmek için Ebu Âmir el-Eş'arî'yi
gönderdi. Ebû Âmir, bozgundan kaçanların bir grubuna yetişti ve savaşmaya
başladılar. Kendisine isabet eden bir ok sonucu şehit oldu. Sancağı kardeşinin
oğlu olan Ebu Musa el-Eş'arî aldı ve savaşmaya devam ettiler. Allah, Ebu
Musa'ya zafer ihsan eyledi. Bu arada Ebu Âmir'in katili de öldürüldü.
Rasûlullah (s.a.) "Allah'ım; Ubeyd Ebu Âmir ve ailesini mağfiret et. Onu
kıyamet gününde bir çok mahlukatından daha üstün derecelere ulaştır." diye
dua etti. Aynı zamanda Ebu Musa'ya da mağfiret diîedi.[15]
Mâlik b. Avf, yoluna
devam etti ve Sakîf kalesine sığındı. [16]
Rasûlullah (s.a.)
esirlerin ve ganimetlerin toplanmasını emretti, hepsi bir araya getirilerek
toplandı. Esirleri ve ganimetleri Cirâne'ye doğru yönelttiler. Altı bin esir,
yirmi dört bin deve, kırk binden fazla koyun ve dört bin okka da gümüş ganimet
olarak alınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün ganimetleri taksim etmeden,
belki Hevâzinliler gelir, müslüman olurlar ümidiyle bekledi.
Sonra ganimetleri
taksim etmeye başladı. İlk önce müellefe-i kulûba verdi. Ebu Süfyân b. Harb'e
kırk okka gümüş ve yüz tane deve verdi. Ebu Süfyân, oğlu Yezîd için de pay
istedi. Rasülullah (s.a.): "Ona da kırk okka gümüş ve yüz adet deve
veriniz." buyurdu. Diğer oğlu Muâviye için de istedi. Rasû-lullah (s.a.):
"Onun için de kırk okka gümüş ve yüz adet deve veriniz." buyurdu.
Sonra Hakîm b. Hizâm'a yüz deve verdi, isteği üzerine ona yüz deve daha verdi.
Nadr b. Haris b. Kelede'ye yüz deve ve Alâ b. Harise es-Sakafî'ye elli deve
vermiş, bunlar 'yüzlükler' ve 'ellilikler' diye anılmışlardır. Abbas b.
Mirdâs'a kırk deve verdi, ancak bu konuda söylediği bir şiir üzerine onun
payını yüz deveye tamamladı.
Sonra Zeyd b. Sâbit'e,
ganimetleri ve insanları saymasını emretti. Sayım işi bittikten sonra
ganimetleri paylaştırdı. Kişi başına dört deve ve kırk koyun düşmüştü.
Süvarilere on iki deve ve yüz yirmi koyun verildi. [17]
İbn İshâk, Âsim b.
Ömer b. Katâde—Mahmud b. Lebîd ve Ebu Saîd el-Hudrî yoluyla şu rivayeti
zikretmektedir: Hz. Peygamber (s.a.), Kureyş'e ve diğer Arap kabilelerine
ganimetlerden paylarını —yukarıda belirtildiği ölçüde— verince ve Ensar'a da
pay ayırmayınca Ensar, nefislerinde bir hoşnutsuzluk hissetti. Bu konuda
söylenenler çoğaldı. Hatta içlerinden biri: "Rasülullah (s.a.) artık
kavmine kavuşmuştur." dedi. Sa'd b. Ubâde Rasûlullah'ın (s.a.) yanına
girerek: "Ya Rasûlalîah! Ensar'm bir kısmı, elde ettiğin gani-metlerdeki
tasarrufundan dolayı hoşnutsuzluk hissediyorlar. Kendi kavmine pay ayırdın,
Arap kabilelerine muazzam ihsanlarda bulundun, ama Ensar'm bu kısmına hiçbir
şey düşmedi." dedi. Rasülullah (s.a.): "Sen ne düşünüyorsun, ey
Sa'd?" diye sorunca, o da: "Ya Rasülallah! Ben de kavmimden bir'
" kişiyim." dedi. Bunun üzerine Rasülullah (s.a.): "Bana
şuradaki boş arsada kavmini topla." emrini verdi. Muhacirlerden bazıları
da oraya geldiler ve girmelerine izin verildi, başkalarının girmesine engel
olundu. Sonra Sa'd, Rasû-lullah'a (s.a.) gelerek: "Ensar sizin için
toplandı ya Rasülallah!" diyerek haber verdi. Hz. Peygamber (s.a.) geldi,
Allah'a hamdetti, O'nu lâyık olduğu şekilde övdü ve sonra: "Ey Ensar
topluluğu! Nefislerinizdeki hoşnutsuzluk ve bunun sonucu söylediğiniz sözler
bana ulaştı. Ben sizi dalâlette bulmadım mı? Allah sizi, benim vasıtamla
hidayete erdirmedi mi? Fakir bulduğum halde Allah sizi benim vasıtamla zengin
kılmadı mı? Birbirinize karşı düşmanlar idiniz de, Allah benim vasıtamla
kalplerinizi birbirine kaynaştırmadı mı?" diye hitap etti. Ensar da:
"Allah Rasûlü'nün ihsanı ve fazileti pek büyüktür." diyerek karşılık
verdiler. Sonra Hz. Peygamber şöyle devam etti: "Ey Ensar topluluğu! Bana
cevap vermeyecek misiniz?" Bunun üzerine Ensar: "Nasıl cevap verelim
ya Rasülallah? İhsan ve faziletler Allah ve Rasülünden-dir." dediler.
Rasülullah (s.a.) da devamla: "Vallahi, siz isteseniz bana şu (aşağıdaki)
sözleri söyler ve hem doğru söylemiş olursunuz, hem de sizi dinleyenler bu
sözleri doğrularlar: Kavmin seni yalanlamış olarak bize geldin, biz seni tasdik
ettik; perişandın, sana yardım ettik; kovulmuştun, seni aramızda barındırdık;
fakir olarak geldin, malımızı seninle paylaştık. Ey Ensar topluluğu! Sizin
müslümanlığmızdaki samimiyet ve ihlâsa güvenerek, yeni müs-lüman olanların
kalplerini kazanmak için onlara vermiş olduğum geçici ve hükümsüz birkaç parça
dünyalık için bana yakıştırmalarda bulundunuz. Ey Ensar topluluğu! Herkes
develer ve koyunlarla buradan dönerken, sizler Rasülullah ile dönmek istemez
misiniz? Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin ölsün ki sizin
beraberinizde götürdüğünüz şey, onların beraberinde bulunanlardan daha
hayırlıdır. Hicret olmasaydı, mutlaka Ensar'-dan bir nefer olurdum. Ensar bir
vadiye girse, diğer insanlar da başka bir vadiye girseler, ben Ensar'ın girdiği
vadiye ve mahalleye girerdim. Ensar bizzat cesede temas eden iç gömlek, diğer
insanlar onun üzerine giyilen dış gömlektir. Ya Rabbi! Ensar'a, Ensar'ın
evlatlarına ve Ensar'm evlatlarının evlatlarına rahmet eyle." Bunun
üzerine orada bulunan herkes sakallan ıslamn-caya kadar ağladılar ve
"Nasip ve pay yönünden Allah ve Rasûlü'ne razı olduk." dediler. Daha
sonra Rasülullah (s.a.) orayı terketti ve herkes dağıldı.[18]
Şeymâ bt. Haris b.
Abdüluzzâ, Hz. Peygamber'in (s.a.) süt kızkardeşi İdi. Rasûlullah'a (s.a.)
geldi ve dedi ki: "Ya Rasülallah! Ben senin süt kız-kardeşinim."
Rasülullah (s.a.): "Bunun alâmeti, delili nedir?" diye sordu. O da:
"Ben seni arkamda taşırken sırtımı ısırmıştın." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) alâmeti tanıdı, hemen ridasını serdi, üzerine oturttu ve: "İstersen
benim yanımda izzet, ikram ve sevgi ile kalabilirsin; eğer istersen sana mal
vereyim, kavmine dön." diyerek onu muhayyer bıraktı. O da: "Bana
biraz mal ver ve kavmime gönder." diye tercihini bildirdi. Allah Rasûlü
(s.a.) de öyle yaptı. Sa'doğuHanmn iddiasına göre, Rasûluilah (s.a.) Şeymâ'ya
Mekhûi adında bir köle ve bir câriye vermiş, Şeymâ da bu köle ile cariyeyi
evlendirmiş olup, hâlâ nesilleri
devam etmektedir. Ebu Ömer (ibn Abdilber), Şeymâ'nın müslüman olduğunu,
Rasûlullah'm (s.a.) ona üç adet köle ve cariye. bunun dışında koyunlar ve başka
mallar da verdiğini, adının Huzâfe, lakabının Şeymâ olduğunu kaydetmektedir[19]
Hevâzin heyeti on dört
kişi olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Başlarında Züheyr b. Surad, içlerinde de
Hz. Peygamber'in (s.a.) süt amcası Ebu Bür-kân vardı. Rasûlullah'tan (s.a.),
mallarını ve esirleri iade etmesini istediler. Rasûlullah (s.a.): "Benim
yammdakiler, işte şu gördüklerinizdir. Bana en sevimli gelen söz, en doğru
olandır. Sizin için evlatlarınız ve kanlannız mı, yoksa mallarınız mı daha
sevgili?" dedi. Onlar da: "Biz, hiçbir şeyi soyumuza eş
tutmayız." dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ben öğle
namazını kıldığım zaman kalkınız ve: 'Biz Rasûlullah'ı müslümanlara,
müslümanları da Rasûlullah'a şefaatçi olarak esirlerimizin geri verilmesini
istiyoruz,' deyiniz." dedi. Öğle namazını kılınca kalktılar, isteklerini
böyle söylediler ve hemen Rasûluîlah (s.a.): "Bana ve
Abdülmuttaliboğulları'na düşen mallar ve esirler sizindir, diğerlerinden de
sizin adınıza istekte bulunacağım." dedi. Muhacirler ve Ensar, Rasûlullah'm
(s.a.) bu isteğini: "Bizim malımız Rasûlullah'm (s.a.) malıdır."
diyerek olumlu bir şekilde karşıladılar. Akra' b. Habis: "Ben ve
Temîmoğulları geri vermiyoruz." dedi. Uyeyne b. Hısn: "Ben ve
Fezâreo-ğulları geri vermiyoruz." dedi. Abbas b. Mirdâs: "Ben ve
Süleymoğullan geri vermiyoruz." dedi. Fakat Süleymoğullan: "Bizim
malımız Rasûlullah'a (s.a.) aittir." dediler. Bunun üzerine Abbas b.
Mirdâs, Süleymoğullan'na hitaben: "Beni ayağa düşürdünüz." dedi. Daha
sonra Rasûlullah (s.a.) "Bu kavim müsmman olarak bize geldi. Esirlerini
paylaştırmadan önce beklemiştim. (Sonra bana geldiler) ben de onları, mallan
ile kadın ve çocukları arasında muhayyer bıraktım; kanlan ve çocuklarıyla
hiçbir şeyi değişmediler. Kimin yanında kadın ve çocuk varsa ve gönül hoşluğuyia
geri verirse, buyursun. Kim de hissesini hakkı olarak elinde tutarsa, Allah'ın
bize ihsan edeceği ilk ganimet malından ona altı hisse vaadediyorum."
dedi. Oradakiler: "Gönlümüzden koparak Rasûlü'nün (s.a.) hatırı için
bağışlıyoruz." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.): "Biz razı
olanınızı ve olmayanınızı bilemeyiz. Gidiniz, temsilcileriniz gelip durumu bize
bildirsin." buyurdu. Bu söz üzerine kadınİarını ve çocuklarını iade
ettiler[20]
Uyeyne b. Hısn'ın dışında herkes ellerin-; dekini verdiler. Uyeyne b. Hısn ise
payına düşen ihtiyar bir kadım iade jetmemekte ısrar etti. Daha sonra o da iade
etti. Rasûlullah (s.a.) esir kadınlara elbiseler satın alıp giydirmişti. [21]
1— Allah
Teâlâ Rasûlü'ne, Mekke'yi fethettiği zaman insanların gruplar halinde dinine
gireceğini ve Arapların tamamının boyun eğeceğini vaa-detmişti. —O, vaadini
tutan, vaadinden dönmeyendir.— Mekke'nin fethi tamamlanınca Allah Teâlâ'nın
hikmeti Hevâzin kabilesi ile o kabileye tâbi olanların kalbini İslâm'a
yönelmekten alıkoydu. Allah Rasûlü'ne ve rnüslüman-lara karşı harbetmeye
azmettiler ki, Allah'ın Peygamberine ihsan ettiği nimeti tamamlansın,
Peygamberinin izzet ve şerefi ve dinine olan yardımı, iyice açığa çıksın, elde
ettikleri ganimetler Mekke fethine katılanlar için bir teşekkür mahiyetinde
olsun. Bütün bunları Allah (c.c). Rasûlü'ne ve kullarına göstermek için, daha
önce hiç karşılaşmadıkları ölçüde muazzam bir güçle karşılaşıp onları perişan
ettikten sonra Araplar arasında daha hiç mukavemet yüzü görmemesi için bunlar
ve bunların dışında, düşünüp akıl yoranların bilebileceği ve görebileceği
engin hikmetler gereğince bu hâdiseler böyle gelişmiştir.
Allah Teâlâ'nın
hikmeti, müslümanların sayılarının ve mühimmatlarının çokluğuna ve
morallerinin yüksekliğine rağmen önce mağlubiyetin acısını tatmalarını
gerektirmiştir. Tâ ki Mekke'yi fethetmekle yükselen başlar al-çalsın ve
Allah'ın haram beldesine o şekilde girmesinler. Rasûlullah (s.a.) Mekke'ye
girerken tevazudan ve Rabbma karşı duyduğu tevazu hissinden ötürü
atının üzerine o kadar eğilmişti ki,
neredeyse çenesi eğerine değiyordu. Haram olan o beldeyi ilk ve son olarak,
yalnızca kendisine helâl kılan Rabbının azamet ve izzeti karşısında bu hale
gelmişti. Aynı zamanda Allah Teâlâ, "Bugün az değiliz, mağlup olmayız.'*
diyenlere, yardımın ancak Allah katından olabileceğini, O'nun yardım ettiğini
hiç kimsenin mağlup edemeyeceğini, O'-nun perişanlığa mahkûm ettiğine de hiç
kimsenin yardım edemeyeceğini açıklamak istemiştir. Onlara:
"Peygamberi'nin ve dininin muzafferiyetini üstlenen, bizzat Allah
Teâlâ'dır, sizin hoşunuza giden kalabalığınız değil. Kalabalık oluşunuz hiç
işinize yaramamış, gerisin geri dönüp kaçmıştınız." nüktesini iyice
hazmettirmek istemiştir. Artık kalpleri kırık olarak bu mânayı hakkıyla
anlayınca da zafer müjdesini gönderdi: "Bozgundan sonra Allah, Peygamberine
ve mü'minlere güvenlik verdi ve görmediğiniz askerler indirdi."[22]
Allah'ın hikmeti gereği zafer müjdeleri ve mükâfatlar kalbi kırılmış, yıkılmış,
perişan olmuş zümrelerin üzerine boşanır. "Biz memlekette güçsüz sayılanlara
iyilikte bulunmak, onları önderler kılmak, onları varis yapmak, memlekete
yerleştirmek, Firavun, Hâmân ve her ikisinin askerlerine çekinmekte oldukları
şeyi göstermek istiyorduk."[23]
2— Allah
Teâlâ, Mekke'yi fetheden askeri, Mekke'nin ganimetini almaktan menetmişti. Ebu
Davud'un Vehb b. Münebbih'ten rivayet ettiği gibi altın, gümüş, mal, esir veya
arazi olarak hiçbir ganimet almamışlardı.[24] Halbuki
on bin kişilik bir ordu, atlı ve yaya Mekke'yi fethetmişler di. Onlar da bir
ordunun ihtiyaç duyduğu herşeye muhtaç İdiler. Allah (c.c.) müşriklerin
kalbine, mallarım, develerini, koyunlarını, aile ve çocuklarını beraberlerinde
savaş alanına getirmek ve müslümanlarla savaşmak fikrini attı. Böylece O, Allah
askerlerine bir ikram ve bir ziyafet takdim etmiş ve Allah'ın hükmünün
tamamlanması için onları zafer kazanmaya arzulu kılmak, galibiyetin prensiplerini
göstermek suretiyle onlara verdiği değeri tamamlamış olsun. Peygamberine ve
sevdiği kullarına zafer ihsan edince, ganimetler de sahiplerini bulup Allah ve
Rasûlü'nün payları ayrılınca: "Sizin ne kanınıza, ne malınıza, ne de
kanlarınıza ihtiyacımız var." denildi. Allah (c.c), Hevâzinliler'in kalbine
tevbeyi ilham etti ve hepsi İslâm'ı kabullendiler. Onlara: "İslâm'ı kabul
etmeniz ve buraya kadar gelmeniz adına, bir teşekkür olarak karılarınızı, çocuklarınızı
ye esirlerinizi geri veriyoruz." dediler. "Allah kalplerinizde bir
iyilik bulursa, size, sizden almanın daha hayırlısını verir, sizi bağışlar.
Allah bağışlayandır, merhamet edendir." [25]
3— Allah
Teâlâ, Araplarla yapılan savaşları Bedir harbiyle başîatmiş v Huneyn savaşıyla
bitirmiştir. Bu sebepten bu iki savaşın adı beraber zikredilir; aralarında
yedi sene gibi bir zaman bulunsa da "Bedir ve Huneyn" diyj; yanyana
anılırlar. Bu savaşların her ikisinde de melekler harbe iştirak etmişler,
Rasûlullah (s.a.) müşriklerin suratlarına toprak serpmiş ve her iki harri-ten
sonra da Arapların Rasûlullah'a ve müslümanlara saldırma ateşleri söri-müş,
birincisi onları korkutmuş, kuwe-i maneviyelerini sarsmış, ikincisi mevcut
bütün kuvvetlerini dışarı dökmüş, herşeylerini tüketmiş, onları zillete düşürmüş
ve artık Allah'ın dinine girmekten başka çare bulamamışlardır.
4— Allah Teâlâ bu savaş sebebiyle Mekke
halkının gönlünü almış, elde ettikleri ganimet ve zaferle de onları
sevindirmiştir. Bu zafer ve ganimetler onların kınlan haysiyetleri için bir
ilâç yerini tutmuştur. Hevâzinliler'in şerrinin bertaraf edildiğini bilmeleri
bu nimetin tamamlanması demekti. Çünkü onlara karşı koyacak güçleri yoktu.
Müslümanlar sayesinde onlara galip geldiler. Şayet onlarla tek başlarına harbe
kalkışsalardı, düşmanları onları yer, bitirirdi. Bu savaş için, bu ve benzeri
—tamamını ancak Allah'ın bileceğî-r-sayısız hikmetler sıralamak mümkündür. [26]
Bu savaştaki fıkhî
meselelere gelince:
1— Devlet
başkanının savaş sırasında casuslarım düşman saflarının arasına sokup olup
biteni haber alması gerekir. Düşmanının maksadını ve hazırlığını öğrenirse,
karşı koyacak gücü de varsa-oturup beklemez, bilakis Rasû-lullah'ın (s.a.)
Huneyn'de Hevâzinlilerle karşılaşıncaya kadar yürüdüğü gibi düşman üzerine
yürür.
2— Devlet başkanı, düşmanlarıyla savaşmak
için-müşriklerden ödünç silah ve diğer teçhizatı alabilir. Rasûlullah (s.a.) o
gün müşrik olan Safvan'-dan çok sayıda zırhı ödünç almıştı.
3— Allah'a
tevekkülün tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için, o konuda yapılması gereken her
işi yapmak ve bütün sebeplere sarılmak lâzımdır. Hz. Peygamber (s.a.) ve
ashabı, tevekkül bakımından da insanların en mükemmeli oldukları halde, bütün
silahlarla donatılmış olarak düşmanlarının karşısına çıkıyorlardı. Rasûlullah
(s.a.), "Allah, seni insanlardan koruyacaktır." şeklinde Allah
Teâlâ'jnn teminatına rağmen Mekke fethinde oraya girerken başına miğferini
koymayı ihmal etmemiştir.
İslâmî ilimlerin
künhüne vâkıf olamayan bazı sathî âlimler bu konuyu çeşitli yorumlara boğmuşlar;
bazan Rasûlullah'ın bu davranışının yalnızca ümmetini eğitmeye yönelik
olduğunu, bazan da yukarıda zikri geçen âyet-i kerimenin o zaman henüz nâzjil
olmadığını söylemişlerdir. Halbuki bir ülkede emirlerden birinin sormuş olduğu
bir meseleye cevap verilirken, Ebu Kasım b. Asâkir'in et-Tarihu'l-Kebîr adlı
eserinde şu hadis zikredilmiştir: "Rasûlullah (s.a.) bir yahudi kadının
kendisine zehirli koyun ikram etmesinden sonra, ev sahibi yemeğe başlamadan o
yemekten yemezdi."
Bazı âlimler, bu
hadiste, sultanlar için güzel bir örnek bulunduğunu söylemişlerdir.
Bu konuya şöyle bir
itirazda bulunulmuştur: Allah Teâlâ'nın: "Allah, seni insanlardan
koruyacaktır." âyetiyle sizin söylediklerinizi bir arada nasıl
düşünebiliriz? Allah Teâlâ, O'nu korumayı garanti etmişse, O da kesinlikle
bilir ki hiç kimse kılına bile dokunamaz.
Bu itiraza cevaplar
aranırken bazıları yukarıdaki hadisin zayıf olduğunu, bazıları da bu âyet
ininceye kadar Rasûlullah'ın (s.a,) öyle davrandığını, bu âyet-i kerimenin
inmesinden sonra o âdetini terkettiğini söylemişlerdir. Halbuki onlar, Allah
Teâlâ'nın teminat vermesi ile Rasûlullah'ın (s.a.) sebeplere sarılmasının
birbirine zıt şeyler olmadığını düşünselerdi, zorlama sonucu yaptıkları
açıklamalara hiç gerek kalmayacaktı. Allah Teâlâ, İslâm dinini bütün dinlere
üstün kılacağını haber verdiği halde; Rasûlû'ne de savaşmayı, düşmanına karşı
kuvvet ve mühimmat hazırlamayı, onlara karşı uyanık olmayı, harp sanatının
gerektirdiği bütün tedbir, dikkat, ciddiyet ve gizlilik prensiplerine uygun
hareket etmeyi emretmekten de geri durmamıştır. Çünkü bütün bunlar, Allah
Teâlâ' mn hangi sebeplere yapışıhrsa hangi sonuçlara varılacağı hususunda
haber vermesi demektir. Rasûlullah (s.a.) Rabbım en iyi bilen, O'nun emirlerine
en sıkı sarılan bir kimse olarak, Allah Teâlâ'nın hikmeti icabı, zafer
kazanmayı, dinini diğer dinlerin üzerine çıkarmayı ve düşmanına galip gelmeyi
kendisine dayandırdığı sebeplere yapışmayı- ihmal etmemiştir. Aynen bu konuda
olduğu gibi Allah Teâlâ tebliğini tamamlayabilmesi ve dinini açığa çıkarmak
için Rasûlü'nün hayatını garanti etmiştir. Ama Rasûlullah (s.a.) normal bir
insanın hayatını sürdürebilmesi için muhtaç olduğu yemek, içmek, giyinmek ve
barınmak gibi tedbirlerin hepsini almıştır.
Bu husus birçok
kimseyi yanıltmaktadır. Hatta bazı kimseler duayı bile terketme noktasına
gelmiştir. Çünkü onlara göre şayet istenen şey ezelde takdir edilmişse, zaten
kendiliğinden olacaktır; yoksa dua etmek sonucu değiştirmeyecektir.
"Öyleyse dua ile uğraşmanın faydası nedir?" diye bir soru yöneltmişler,
sonra da âkılâne bir cevapla: "Dua etmek ibadettir." demişlerdir. O
zaman yanlışı doğruya karıştıran bu adama denir ki: Bir kısım daha kaldı. O da
şudur: Bir kimseye, belli bir sebebe yapışması sonucu isteğine ulaşması takdir
edilmişse, bu demektir ki, sözkonusu sebebe yapışırsa arzusuna nail olacak,
yoksa olmayacaktır. Yanılgı içindeki bu adam aynen: "Karnımın doyması
takdirde varsa, yemek yesem de yemesem de doyarım. Şayet doymam takdir
edilmediyse, yemek yesem de yemesem de doyamam. O halde yemek yemenin ne
faydası var?" diyen kimseye benzer. Bütün bunlar ve bunun gibi düşünceler,
Allah'ın hikmetini ve şeriatının ruhunu yok etmektir. Başarı Allah'tandır.
4—
Rasûlullah (s.a.), Safvân'dan ödünç mal alırken teminat vermiş ve: "Bilâkis
garanti edilmiş bir ödünçtür." buyurmuştur. Acaba bu söz şeriatın, âriye
(ödünç) hakkındaki hükmünü haber vermek, Allah'ın bu konudaki hükj münü
belirtmek, gasbediien eşyanın bedelinin ödenmesi gibi, âriyenin de be-j delinin
ödenmesinin mümkün olduğunu bildirmek için midir? Yoksa âriyedtj bedelin
geçersiz olduğunu, ödünç alınan eşyanın bizzat kendisinin verilmesinin
lüzumunu haber vermek için midir? Bu sözün mânası: "Ben bunu geri vermeyi
garanti ediyorum. Bu malın aynını sana getireceğim." mi demektir? Fakihler
bu konuda ihtilâf etmişlerdir:
İmam Şafiî ve Ahmed,
birinci görüşü benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan mal'telef olursa
tazmin edilir." demişlerdir. İmam Ebu Hanife ile Mâlik de ikinci görüşü
benimsemişler ve: "Ödünç olarak alınan malın bizzat kendisini geri vermek
gerekir." demişlerdir. Bu-konuda Mâliki mezhebinde şöyle bir tafsilat
vardır: Ödünç alınan mal, hayvan veya akar gibi gizlenmesi mümkün olmayan
cinsten ise, ödünç alan kimsenin yalan söylediği ortaya çıkmadıkça, telef
olması sebebiyle tazmin edilmez. Altın, gümüş v.s. gibi saklanması mümkün olan
cinsten ise, telef olduğu isbat edilmediği müddetçe ta;-min edilmesi (bedelinin
ödenmesi) mecburidir. Mâlikî mezhebinin konuya bz-kışı şöyledir: Âriye'nin —Ebu
Hanife'nin dediği gibi— tazmini gerekmez. Ar -cak gerçeğe aykırı beyan da
geçersizdir. Bu yüzden İmam Mâlik âriye'yi, saklanabilir ve saklanamaz olarak
iki kısma ayırmıştır.
Bu meselenin esası Hz.
Peygamber'in (s.a.) Safvân'a: "Bilâkis teminât altına alınmış, garanti
edilmiş bir âriyedir," sözüdür. Acaba Rasûlullah (s.a.) bu sözüyle,
yalnızca âriyenin aynısının geri verilmesinin mi, yoksa telef olursa bedelinin
de geri verilmesininin mi lüzumunu anlatmak istemiştir? Yani bu hadisin mânası:
"Telef olursa bedelini öderim mi demektir, yoksa, aldığım bu ödüncü geri
getirip iade etmeyi garanti ediyorum" mu demektir? Her iki şekilde de
anlaşılması mümkün olan bu hadisin, şu üç sebepten dolayı alınan malı geri
iade etme şeklinde anlaşılması daha doğrudur:
a) Sözkonusu hadisin bir başka rivayetinde:
"Bilâkis geri verilen — verilecek olan— bir ödünçtür." denilmekte ve
bu rivayetten de geri verilmesinin teminat altına alındığı anlaşılmaktadır.
b) Safvân,
malının telef olması halinde ne olacağını sormamış, ancak bu malın kendisinden
zorla mı gasbedileceğini, yani o vermek istemese de zorla mı elinden
alınacağını sormuş ve Rasûlullah (s.a.) bu sorunun cevabı olarak: "Bilâkis
geri vermek üzere aldığım bir ödünçtür." buyurmuştur. Şayet: "Telef
olduğu zaman ne olacak, korkarım ki bu mal elimden çıkar?" diye sorsaydı,
cevap olarak: "Telef olursa bedelini ödemeyi garanti ediyorum."
demesi daha münasip olurdu.
c) Ödeme
sıfatı, bizzat âriye (Ödünç mal) için kullanılmıştır. Şayet telefin teminatı
kastedilseydi; o durumda ödeme, âriye için değil, âriyenin bedeli için olurdu.
Bu hadiste ödeme (teminat, garanti, tazmin etmek) âriyenin sıfatı olunca, mana
da: "Âriyenin bizzat geri verilmesi " şeklinde olmuştur.
Soru: Bu hadisin
devamında anlatıldığına göre bazı zırhlar kaybolmuş, Hz. Peygamber (s.a.) de
bedelini ödemeyi teklif etmiş, fakat Safvân: "Ben bugün İslâm'ı daha çok
istiyorum." diyerek bu teklifi geri çevirmiştir. Acaba Rasûlullah'm
(s.a.) bu teklifte bulunması vacip mi idi, yoksa yapılması daha evla olan
müstehab bir iş, bir üstün ahlâk örneği ve İslâm şeriatının güzelliklerinden
bir lütuf rnu idi?
Cevap: Allah
Rasûlü'nün (s.a.) tazminat ödemeyi teklif etmesi, yani ikinci şıkkı tercih
etmek mümkün olabilir. Çünkü ödemesi vacip olsaydı, teklifte bulunmadan hemen
gerekli meblağı öder ve: "Bu, senin hakkındır." derdi. Tıpkı ödünç
aldığı mal telef olmasaydı, geri verip vermemeyi teklif etmeden doğrudan
doğruya âriyeyi götürüp iade edeceği gibi. Bu noktayı iyi düşün.
5— Savaş
halinde şayet lüzum görülürse, düşman askerinin bindiği at veya devenin ayaklarının
kesilmesi caizdir. Hz. Ali'nin (r.a.) kâfirlerin bayrağını taşıyan askerin
bindiği devenin ayaklarım kesmesi bu kabildendir. Zaruret hali sözkonusu
olduğu için hayvana işkence etmek kabilinden —ki Allah Teâlâ bunu
nehyetmiştir— sayılmaz.
6— Hz. Peygamber (s.a.), kendisini öldürmeye
yeltenen kimseyi affetmiş, onu hemen cezalandırmamış, bilâkis ona dua edip
göğsünü sıvazlamış ve cok yakın ve samimi bir dost gibi davranmıştır.
7— Bu gazada
Hz. Peygamber'in (s.a.) Nebî ve Rasûl olduğuna dair birçok mucizeler ve
alâmetler ortaya çıkmıştır. Şeybe'ye, kalbinden geçirdiklerini haber vermiş,
bütün ordu bozguna uğrayıp kaçışırken Rasûlullah (s.a.) sebat gösterip hiç
kımıldamamış, müşrik askerleri karşısında hücuma kalkarken şöyle demiştir:
"Ben Peygamberim,
yalan yok, Ben Abdülmuttalib'in oğluyum."
8— Attığı
bir avuç toprak kâfirlerin gözlerine kadar ulaşmış ve bütün küffârın gözlerini
dolduracak kadar da bereketlenmiştir. Bunların dışında miı'-minlere yardımda
bulunmak için melekler inmiş, kâfirler ve bazı müslüman-lar bunu açıkça
görmüşlerdir.
9— Devlet
başkanı, kâfirlerin İslâm'a girerek itaatta bulunmasını beklemek maksadıyla
ganimetlerin paylaştırılmasını geciktirebilir. Daha sonra da esirlerini ve
ganimetlerini iade edebilir. Huneyn gazasında cereyan eden bu olay,
"Ganimete, paylaştırıldıktan sonra mâlik olunur, yalnızca istilâ edip ele
geçirmekle değil." diyenlere delil teşkil etmiştir. Çünkü şayet yalnızca
ele-geçırmekle ganimete sahip olunsaydı Rasûlullah (s.a.), —İslâm'a girerlerse^
onlara geri vermek için beklemezdi. Buna göre payına ganimet düşecek bjir
asker, ganimetin paylaştırılmasından önce vefat ederse, onun payı diğer askerlere
verilir, ölenin mirasçılarına kalmaz. Ebu Hanife'nin mezhebi bu görüşü kabul
etmiştir. Ganimet ele geçirilir, ama taksim edilmeden ölürse mirasçısı bir şey
alamaz, taksimden sonra ölürse ona düşen pay mirasçısına kalır.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) Kureyşlilere ve müellefe-i kulûba (kalpleri İslâm'a ısındırılmak
istenenlere) vermiş olduğu mallar asıl ganimet malından mıydı, yoksa ganimetten
çıkarılan beşte birlik paydan mı idi, yoksa sözkonusu beşte birin beşte biri
miydi? İmam Şafiî ve Mâlik (r.h.) demişlerdir ki: Beşte birlik kısmın beşte
birindendir. Bu oran, Allah tarafından Rasûlü (s.a.) için ayrılan bir pay ve
O'na tanınan bir haktır. Safiy (ganimet mallarından devlet başkanına verilen
hususî pay) ve ganimetten alacağı pay bunun dışındadır. Çünkü Rasûlullah
(s.a.) bu mallan verirken, savaşa katılan ve ganimetten pay almaya hak
kazananlardan izin istememiştir. Şayet verdiği mallar ganimetin aslından
olsaydı, onlardan izin istemesi gerekirdi. Çünkü, artık bu malların mâliki
durumundadırlar. Beşte birlik kısımdan olduğu da soylenemeî;ji; çünkü daha
sonra ganimet beş hisseye taksim edilmiştir. O halde beşte bil lik kısmın beşte
birindendir. İmam Ahmed ganimetin, beşte dörtlük paydan /eriteceğini söylemiş,
Kureyşlilere ve müellefe-i kulûb'a verilen malların bu paydan olduğunu
belirtmiştir. Rasûlullah (s.a.) kabile reislerini ve mensup oldukları kavimleri
İslâm'a kazanmak için ihsanda bulunmuştur. Bunun böyle olması, ganimetin beşte
biri çıkarıldıktan sonra onun üçte birinin veya dörtte birinin verilmesinden
evlâdır. Çünkü bu ihsanda, İslâm'ın ve müs-lümanların kuvvetlenmesi ve
düşmanlarının kendi saflarına çekilmesi gibi muazzam faydalar vardır. Nitekim
bazılarının: "Rasûlullah (s.a.) yeryüzündeki insanlar içinde en çok nefret
ettiğim bir insan iken, bana ihsanda bulundu ve bu ihsanı devam etti, sonunda
benim için bütün insanların en sevimlisi oldu." şeklindeki sözleri bu
hakikata işaret etmektedir. İslâm'a ve müslüman-lara kuvvet ve ihsan
kazandıran, küfrü ve kâfirleri zillete dûçâr eden, kızdıkları zaman bütün
tebaalarının kızdığı, hoşnut oldukları zaman da tebaalarının hoşnut kaldığı,
müslüman olduğu zaman kendisine tâbi olanların tamamının müslüman olduğu
aşiret ve kabile reislerini İslâm safına çeken bir ihsanın makamı ve mevkii ne
muazzamdır ve bu ihsan, İslâm ve ehl-i İslâm için ne kadar faydalı ve
yararlıdır!
Şu husus herkesçe
bilinmektedir: Ganimetler, Allah'a ve Rasûlü'ne aittir. Allah Rasûlü (s.a.) bu
ganimetleri, Allah'ın emrettiği şekilde taksim eder, bu emrin dışına çıkmaz.
Ganimetlerin tamamını söz konusu şahıslara verseydi bile adaletten, hikmete ve
maslahata uygun hareket etmiş olmaktan uzaklaşmış sayılmazdı. Zül'I-Huveysıra
et-Temîmî ve benzerlerinin gözleri körle-şip bu maslahatı göremez hale gelince
Rasûlullah'a (s.a.): "Adaletle hareket etmedin, âdil ol!", bir
başkası: "Bu taksimde Allah'ın nzası gözetilmiş değil!" gibi sözler
söyleyebilmişlerdir. Allah'a yemin olsun ki bu şahıslar, Ra-sûlullah'ı tanıma,
O'nun Rabbını tanıması, Rabbına itaat etmesi, Allah için vermesi ya da
vermemesi gibi konularda bütün yaratıkların en cahilleridirler. Ganimetleri
dilediği gibi taksim etmek Allah'ın hakkıdır. Dilerse Mekke'nin fethinde olduğu
gibi bütün mücahidleri ganimetten meneder, halbuki onlar süvari ve piyade
olarak Mekke'ye girmiş ve orayı fethetmişlerdi. Dilerse gökten ateş yağdırarak
bütün ganimetleri yok eder. O, bütün bu tasarruflarında adaletlilerin en âdili
ve hikmet sahiplerinin en hakimidir. Yaptığı bu işlerin hiçbiri boş ve abes
değildir. Bilâkis bütün bu tasarruflar maslahat, hikmet, ada^t ve rahmetin
bizzat kendisidir. Kaynağı da ilminin, izzetinin, hikmet ve rahmetinin
kemâlidir. O, kendilerini Rasûlullah'ın (s.a.) beraberliğinde ve önderliğinde
yuvalarına döndürdüğü kavim (Ensâr) üzerine nimetini tamamlamıştır. Bu nimetin
kıymetini takdir edemeyenleri de koyun ve deve ile hoşnut etmiştir. Bu tıpkı
küçük bir çocuğa akimin ve bilgisinin erdiği kadarını
vermek, aklı başında
jâlgun bir insana da durumuna göre ihsanda bulunmak gibidir. Bu durum Allah'ın
fazlından ve keremindendir. Allah (c.c.) mahlu-kâtından hiç kimsenin kontrolü
ve baskısı altında değildir ki onlar akıllarına göre bazı şeyleri Allah'a
vacip, bazı şeyleri de haram kılsınlar. Peygamber'i (s.a.) ise O'nun
emirlerinin uygulayıcısıdır.
Soru: Bir vakit gelse
ve devlet başkam düşmanlarına karşı da böyle dkv-ranmak (ihsanda bulunmak)
zorunda kalsa, bu onun için caiz olur mu?
Cevap: Devlet başkanı
bütün müslümanlann vekilidir, onların maslahatı ve dinin ayakta durması için
çalışır. Şayet o, İslâm'ı ve İslâm beldelerini müdâfaa etmenin İslâm
düşmanlarının başkanlarının gönlünü kazanarak müs-lümanlan şerlerinden
korumanın bu yolla mümkün olacağına kanaat getirirse böyle davranması caiz
olur, hatta başka türlü davranamaz. Şeriat da bundan başkasına cevaz vermez.
Çünkü onlara ihsanda bulunmamak bir fesada sebep olacaksa, başka türlü hareket
etmek düşünülemez. İslâm şeriatında muhtemel bir fesat, düşmanın kalbinin
ısındırılması fırsatının kaçırılmasından daha büyük bir şer olarak kabul
edilir. Şeriat, küçük fesada tahammül göstererek daha büyüğünü defetmek ve
küçük maslahatların eiden çıkmasını göze alarak daha büyük maslahatlar temin
etmek esaslarına dayanır. Hatta din ve dünya maslahatları bile bu iki temel
üzerinedir. Başarı Allah'tandır.
10—
Peygamberimiz (s.a.): "Kim gönüi hoşluğu ile vermezse, bundan sonra
Allah'ın bize ihsan edeceği ganimet malından altı hisse vaadediyorum." buyurmuştu.
Rasûlullah'in (s.a.) bu sözünde, köle ve hayvanların kendi cinsleri karşılığı
satışlarında vâde ve fark uygulanmasının caiz olduğuna delil vardır.
Sünen'dt Abdullah b.
Amr hadisinde şöyle denilmektedir: Rasûlullah (s.a.) ona (Abdullah b. Amr'a) orduyu
techizatlandırmasını emretti. Bu arada yeterli sayıda deve bulamadılar.
Rasûlulfah (s.a.) zekât develerinden ödenmek üzere deve temin etmesini
emretti. (Bu emir üzerine) zekât mevsimi zekât olarak gelecek develerden iki
deve vermek üzere bir deve alıyordu.[27]
Yine Sünen'de İbn
Ömer'den, Rasûlullah'ın (s.a.) bir hayvanı diğer hayvan karşılığında vadeli
olarak satmaktan menettiği rivayet edilmiştir. Tirmizî bu hadisi, Hasan—Semüre
yoluyla rivayet etmiş ve sahih olduğunu söyle-miştir.[28]
Sünen-i Tirtnizî'de
Haccâc b. Ertât —Ebu'z-Zübeyr—Câbir yoluyla Ra-sûlullah'ın (s.a.) şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Bir hayvanı iki hayvan karşılığında
vadeli olarak vermek uygun olmaz, peşin olursa beis yoktur." Tirmizî;
"Bu hadis hasendir." demektedir.[29]
Bu hadislerde
zikredilen konu hakkında İslâm âlimleri dört ayrı görüş belirtmişlerdir. Bu
görüşlerin tamamı İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir:
1) Farklı
veya eşit miktarda, vadeli veya peşin, her halükârda bu alışveriş caizdir. Ebu
Hanife ve Şafiî'nin (r.h.) mezhebi budur.
2) Farklı miktarda ye vadeli olursa caiz
değildir.
3) Vâde ve
miktar farkı aynı alışverişte yanyana gelirse haram olur. Sadece vâde farkı
veya sadece miktar farkı bulunursa caizdir. Bu görüş İmam Mâlik'e (r.h.)
aittir.
4) Aynı
cinsten olduğu takdirde miktar farkı caiz, vâde farkı haramdır. Cinsler
değiştiği zaman vâde farkı da miktar farkı da caiz olur.
Yukarıda zikredilen
hadisler ve aralarını telif etme hususunda üç yol vardır:
Birinci yol:
Hasan—Semüre yoluyla gelen hadis zayıftır. Çünkü ondan yalnızca iki hadis
gelmiştir. Bu hadis o iki hadisten biri değildir. Haccâc b. Ertât hadisi de
zayıftır.
İkinci yol:
Hadislerden hangisinin önce hangisinin sonra vârid olduğu bilinmemekle beraber
birinin diğerini neshettiği iddia edilmiştir.
Üçüncü yol: Hadisler
muhtelif hallere hamledilmiş, bu da şöyle olmuştur: Bir hayvanı diğer bir
hayvan karşılığı vadeli olarak satmanın nehyedil-mesi, vadeli satıldığı zaman
faize yol açacak mallarda da aynı uygulamaya gidilmesini önlemek içindir. Satıcı, bu çeşit satışta
kâr gördüğü zaman sadece o cins malların satışıyla yetinmeyecek, kâr etme
arzusu onu, vadeli satıldığı zaman faiz kabul edilecek satışlara da
yöneltecektir. Bu durumu önlemek için Hz. Peygamber (s.a.), ancak peşin satışa
izin vermiş, vadeli satışı menet-mistir. (Haram olduğu için değil de) harama
vesîle olduğu için yasaklanan şeyler, tercih edilen bir maslahat sözkonusu
olunca mubah olur. Tıpkı arâyâ satışında müzâbenenin'[30] bu
gerekçe ile mubah kılınması, bu sebeple ihtiyaç duyulan şeyin de mubah olması
gibi. Yukarıda zikredilen kıssadaki bir hayvanın başka bir hayvan karşılığında
vadeli olarak satılmasının mubah kılınması da bu sebeptendir. İbn Ömer hadisi,
savaş sırasında ve müslümanların asker teçhizatına ihtiyaç duydukları bir
zamanda vârid olmuştur. Askerî tec-hizatlandırmakdaki maslahatın, bir hayvanı
diğer bir hayvan karşılığı vadeli olarak satmadaki mefsedetten daha üstün
olduğu bilinmektedir. İslâm şeriatı üstün bir menfaati daha düşük derecedeki
bir menfaat yüzünden menet-mez. Savaşta iken ipek elbise giymenin ve mütekebbir
bir tavır takınmanın caiz olması, hep aynı sebebe dayanmaktadır. Çünkü harbte
bunların menfaati daha üstündür. Hz. Peygamber'in (s.a.) Eyle krah tarafından
hediye edilen ipek cübbeyi bir müddet giyip, böylece hediye edenin gönlünü hoş
edip ondan sonra çıkarması da bu kabildendir. Bu hâdise ipek giymenin müslü-man
erkekler için yasaklanmasından sonradır. Biz bu soruyu, et-Tahyîr fima Yahillu
ve Yahrumu min Libâsi'l-Harîr adlı kitabımızda bütün tafsilatıyla açıklamış ve
orada bu hâdisenin hicretin 9.yılı olan "elçiler senesi"nde
vukûbuî-duğunu belirtmiştik. İpek elbise giymenin yasak edilmesi bu seneden
önce idi. Rasûlullah'ın (s.a.) Hz. Ömer'e vermiş olduğu ipek elbiseyi giymesini
yasaklaması, Hz. Ömer'in de o elbiseyi müşrik olan kardeşine giydirmesi
belirttiğimiz hususun delilidir. Bu olay Mekke'nin fethinden önce idi. Rasûlullah'ın
(s.a.) Eyle kralı tarafından hediye edilen ipek cübbeyi giymesi Mekke'nin
fethinden sonra idi. Yine Hz. Peyamber'in (s.a.) güneş doğmadan önce (yani
sabah namazından sonra) ve ikindi namazından sonra namaz kılmayı yasaklaması
da kâfirlere benzeme yolunu tıkamak gibi bir sebebe dayanır. Ancak farz veya
sünnet namazların kaza edilmesi, cenaze namazı ve tahiyyetü'l-mescid namazının
kılınması gibi üstün maslahatların bulunduğu hallerde sözkonusu vakitlerde
namaz kılmayı mubah kılması da aynı kabildendir. Çünkü bu durumlarda namaz
kılmayı gerektiren maslahat, namaz kılınmasını engelleyen mefsedetten daha
üstündür. En iyi bilen Allah'tır.
11— Bu olay
akidlerde, (alışverişte) her iki tarafın (satıcı ve müşterinin) karşılıklı
ittifakları ve rızaları, olduğu takdirde (malın bedelinin ödenmesi için)
herhangi bir vakit belirlememelerinin caiz olduğuna delil teşkil etmektedir.
İmam Ahmed b. Hanbel, kendisinden yapılan bir rivayette muhayyerlik müddetinin,
sınırsız olmasının caiz olduğunu söylemiştir. Kesin kararların;, verinceye
kadar bu müddetin devam etmesi caizdir. Tercih edilen görüş budur. Çünkü bunda
bir mahzur yoktur. Alıcı ve satıcıdan herbiri bilerek ve sözleşmenin gereğini
anlayarak karar vermişlerdir. Her iki tarafın bu konudaki bilgisi eşittir.
Birinin diğerine üstünlüğü sözkonusu değildir, bu sebeple de ortada herhangi
bir haksızlık yoktur.
12— Bu gazada RasûluIIah (s.a.): "Kim bir
kâfiri öldürür, onu öldürdüğüne dair delil de getirirse; ölenin üzerinden
çıkan eşyaya (seleb)sa.hip olur."[31]
buyurmuştur. Bundan önceki gazada da aynısını söylemişti. Fakih-ler, bu hadisin
ifade ettiği hüküm üzerinde ihtilâf etmişlerdir. Acaba bu eşya komutanın şartı
ile mi, yoksa şeriatın hükmüyle mi ona ait olur? İmam Ah-med'in her iki şekilde
de fetva verdiği rivayet edilmiştir.
Birincisi: Bu eşya
şer'an kâfiri öldüren mücahidindir. Devlet başkanı ve komutanın şart koşup
koşmaması önemli değildir. İmam Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.
İkincisi: O mücahid,
komutanın şartı olmadan bu eşyaya sahip olamaz. İmam Ebu Hanîfe bu görüşü
benimsemiştir. İmam Mâlik ise şöyle demiştir: Komutanın şart koşması ve bu
şartın da savaştan sonra olması kaydıyla bu eşyayı almaya hak kazanır. Savaştan
sonra şart koşsa caiz olmaz. İmam Mâlik der ki: Benim bildiğim, Rasûlullah'm
(s.a.) bu sözü sadece Huneyn gazasında söylediğidir. Hz. Peygamber (s.a.)
ganimet taksimini savaş bittikten sonra yapmıştı.
Bu ihtilâfın kaynağı
şudur: RasûluIIah (s.a.), devlet başkanı, hâkim, müftü ve peygamber idi. Bazan
peygamber olarak hüküm veriyor ve bu hükümler, kıyamet gününe kadar yürürlükte
kalacak umumî kanunlar oluyordu. Meselâ: "Her kim bizim şu dinimizde,
ondan olmayan bir şey icad ederse, o (icad) reddohmmuştur."[32]
"Kim, başkalarının tarlasına sahihlerinin izni olmadan ekim yaparsa, o
tarlanın mahsûlünden hiç bir şey alamaz. Ancak masrafları ödenir."[33]
hadisleri bu kabildendir. Bir şahit ve bir yeminle[34]
hüküm vermesi ve taksim olunamayan şeylerde şüf'a hakkına[35]
hükmetmesi yine bu kabildendir.
Bazan müftü olarak
fetva veriyordu. Meselâ: Ebu Süfyan'm karısı Hind bt. Utbe Rasûlullah'a (s.a.)
kocasının cimriliğinden şikâyetçi olmuş, kendisi-, ne yetecek miktarı
vermediğini söylemiş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onun malından
mâruf veçhile (zulme ve israfa kaçmadan) sana ve oğullarına yetecek kadar
al!" buyurmuştur[36] Bu
bir fetvadır, bir hüküm değildir. Çünkü Allah Rasülü (s.a.) ne Ebu Süfyan'ı çağırmış,
ne de hakkındaki iddiayı cevaplandırmasını istemiştir. Hind bt. Utbe'den de
iddiasını isbatlamâsı-nı talep etmemiştir.
Bazan da devlet
başkanı sıfatıyla o vakitte, o yerde ve o durumda İslâm ümmetinin maslahatı
istikametinde konuşuyordu. Kendinden sonra gelen devlet başkanlarının zaman,
mekân ve durum olarak Rasûlullah'm (s.a.) maslahat gördüğü hususları
gözetmeleri gerekmektedir. Rasûlullah'tan (s.a.) haber vârid olan bu tür
konuların çoğunda imamların ihtilâfa düştüğünü görmekteyiz. Meselâ: "Kim
bir kâfiri öldürürse, üzerindeki eşyası onundur." hadisini devlet başkanı
sıfatıyla mı söylemiştir ki bu sözün hükmü devlet başkanları ile ilgili olsun?
Yoksa Nebî ve Rasûl sıfatıyla mı söylemiştir ki o durumda umûmî bir kanun
hükmüne geçsin? Aynı şekilde: "Kim, ölü bir araziyi ihya ederse (tarıma
elverişli hale getirirse); orası onundur."[37]
buyurması, devlet başkanının izni olsun olmasın herkes için bu hakkı isbat eden
umumî bir kanun mu sayılmaktadır? Yoksa konu, devlet başkanına bırakılmış, onun
izni olmadan kimse o araziye sahip olamaz mı? İmam Şafiî ve Ahmed'in mezheplerinde
birinci görüş daha çok kuvvet kazanmıştır.
İkinci görüşü Ebu
Hanife (r.h.) benimsemiştir. İmam Mâlik ise ihya edilen araziyi, 1) Konumu
itibariyle kimsenin ilgilenmediği ve yerleşme yerlerine çok uzak bölgeler, 2)
Herkesin sahip olmak istediği yerler, olarak ikiye ayırmıştır. Bu bölgelerin
ilki için devlet başkanının izninin gerekmediğini, ama ikincisi için bu iznin
şart olduğunu söylemiştir.
13—
Rasûlullah'ın (s.a.): "Onu öldürdüğüne dair delil getirirse..." sözü,
iki meseleye işaret etmektedir:
Birincisi: Kâfiri
öldüren kimsenin, yalnızca böyle bir iddiada bulunması onu maktulün eşyası
üzerinde hak sahibi kılmaz.
İkincisi: Bu iddianın
isbatı için bir şahit ve bir yemin yeterlidir. Buharî ve Müslim'in
Sc/iz/îlerinde, Ebu Katâde'den şöyle bir rivayet yer almaktadır: Huneyn
(harbi) yılında Rasûllah (s.a.) ile birlikte (gazaya) çıktık. İki ordu
karşılaşınca müslümanlarda bir bozulma oldu. Derken müşriklerden bir adam
gördüm ki müslümanlardan birini alt etmişti. Hemen ona dönerek arkasından
yanma geldim ve boynunu vurdum, ama bana dönerek beni öyle bir sıktı ki ölümün
kokusunu duydum. Sonra can vererek beni bıraktı. Akabinde Ömer b. Hattâb'a
yetiştim. O: "Bu insanlara ne oldu?" dedi. Ben de: "Allah'ın
emri!" dedim. Sonra cemaat döndü. Rasûluliah (s.a.) da oturdu ve:
"Bir kimse birini öldürür de onu öldürdüğüne dair delili de bulunursa,
ölenin üzerindeki eşyası onun olur." dedi. Bunun üzerine ayağa kalktım ve:
"Bana kim şahitlik eder?" dedim ve oturdum. Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) aynı sözleri tekrarladı. Ben de tekrar ayağa kalktım ve: "Bana kim
şahitlik edecek?" dedim. Rasûluliah (s.a.) üçüncü defa aynı sözleri
söyledi, ben yine ayağa kalktım, fakat Rasûluliah (s.a.): "Sana ne oldu ey
Ebu Katâde?" diye sordu. Ben de olanları kendisine anlattım. Bunun üzerine
cemaattan bir adam: "Doğru söyledi yâ Rasûlallah! Onun öldürdüğü şahsın
üzerindeki eşyası bendedir. Hakkından dolayı Ebu Katâde'yi razı ediver (de
bende kalsın)." Ebu Bekir Sıddîk ise: "Hayır, vallahi bu olmaz. Hz.
Peygamber (s.a.), Allah ve Rasuiü'nün yolunda cenk eden Allah arslanlanndan bir
arslanın hakkını çiğneyerek onun eşyasını sana vermez.'* dedi. Bunun üzerine
Rasûluliah (s.a.): "Doğru söyledi. Bunu ona ver." buyurdu ve bana
verdi. Sonra zırhı sattım da onunla Selemeoğullan toprağında bir bahçe satın
aldım. İşte İslâm'da ilk edindiğim mal budur.[38]
Bu meselede üç görüş
vardır: Yukarıda zikredilen husus birincisidir ve İmam Ahmed'in mezhebinin bir
açıklamasıdır. İkincisi: Mutlaka bir şahit ve yemin gerekir. İmam Ahmed'in bu
görüşü de benimsediği rivayet edilmiştir. Üçüncüsü: —İmam Ahmed'e nisbeti en
sağlam olan görüş budur— mutlaka iki şahit gerekir. Çünkü bu, bir öldürme
iddiasıdır, iki şahit olmadıkça bu iddia kabul edilmez.
14— Bu
olayda bir başka meseleye de delil bulunmaktadır. O da şahitlikte,
"şahitlik ederim ki" sözünün söylenmesinin şart olmadığıdır. Her ne
kadar Hanbelî mezhebindeki âlimler nezdinde meşhur olan görüş bu sözün
söylenmesinin şart koşulması İse de, İmam Ahmed'den gelen rivayetlerin en
sahihine göre şart değildir. Mâliki mezhebinde de böyledir. Üstadımız
(İbn-Teymiye) demiştir ki: "Sahabî veya tabiinden şehadet sözünü şart
koşan bir kimse
bilinmemektedir." İbn Abbas (r.a.) dedi ki: "Yanımda sözüne güvenilir
bazı kimseler şahitlik yaptılar. Hz. Ömer (r.a.) de onlara muvafakat etti ki
Rasûluliah (s.a.) ikindi ve sabah namazlarından sonra nafile namaz kılmayı
yasakladı." Bu şahısların "şahitlik ederim" sözünü, yalnızca
haber vermek manasında kullandıkları bilinmektedir. Mâiz hadisinde de:
"Dört defa kendi aleyhinde şahitlik yapınca, onu recmetti." denilmiş
ve buradaki şahitlikten, sadece haber verme mânası kastedilmiştir. Aynı
şekilde Allah Teâlâ'nın: "Allah'la beraber başka tanrılar bulunduğuna gerçekten
siz mi şahitlik ediyorsunuz? de. Ben şahitlik etmem! de."[39]
"Kendi aleyhimize şahitlik ederiz, derler. Dünya hayatı onları aldattı ve
kendilerinin kâfir olduklarına yine kendileri şahitlik ettiler. "[40],
"Fakat Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile
indirmiştir. Melekler de şahitlik ederler. Ve şahit olarak Allah kâfidir."[41]"İkrar
edip bu ahdi kabul ettiniz mi? Ve bu hususta ağır ahdimi üzerinize aldınız mı?
demişti. Kabul ettik! demişlerdi de: 'O halde şahit oiun, ben de sizinle beraber
şahitlerdenim.' demişti."[42]
"Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti. Melekler ve
adaleti yerine getiren ilim sahipleri de O'ndan başka tanrı olmadığına şahitlik
ettiler. "[43] âyetleri ile bunlardan
başka birçok âyet ve hadis "şahitlik" sözünün haber vermek mânasında
kullanıldığını göstermektedir.
İmam Ahmed ve Ali b.
el-Medînî cennetle müjdelenen on kişi hakkında konuşuyorlardı. AH b. el-Medînî:
"Ben; 'Onlar cennettedir' derim. 'Şahitlik ederim ki onlar cennettedir'
demem." dedi. Bunun üzerine İmam Ahmed: "Ne zaman onlar cennettedir,
dersen —bu sözüne— şahitlik etmiş olursun." dedi. İmam Ahmed'in bu sözü,
şahitlik sırasında "şahitlik ederim" lafzının kullanılmasının şart
olmadığını açıklamaktadır. Ebu Katâde hadisi bu konudaki delillerin en
açığıdır.
Şayet, "Eşyanın
yanında olduğunu haber veren kimsenin bu sözü ikrar —ve itiraf— sayılır,
şehadet sayılmaz" denirse, şöylece cevap verilir: "Doğru söyledi.''
demesiyle bu söz, ikrar ve şahitlik manalarının her ikisine de şamil olmuştur.
O kâfiri öldürdüğüne şehadet ederken: "Eşyası yanımda" sözüyle de
itirafta bulunmuş olmaktadır. Rasûluliah (s.a.) eşya hakkındaki hükmünü şahid
(delil)den sonra vermiştir. O adamın Ebu Katâde'yi tasdik etmesi şahit
(delil)tir.
15_ Hz.
Peygamber'in (s.a.): "Üzerinden çıkan eşya ona aittir." buyurması,
bu eşyanın tamamının ona ait olduğuna delildir. Seleme b. Ekvâ'-birini
öldürünce, onun için: "Üzerinden çıkan eşyanın hepsi ona aittir." buyurmak
suretiyle bu hususa tamamen açıklık getirmiştir.
Bu meselede üç görüş
vardır ve yukarıda zikri geçen husus bu görüşlerden birincisidir.
İkincisi: Bu eşya da
ganimet malı gibi beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutulur. Evzaî ve Şamlı
âlimler bu görüşü benimsemişlerdir, tbn Abbas da sözkonusu eşyanın, ganimet
âyetinde beirtilen sınırlar içine girdiği gerekçesiyle bu görüştedir.
Üçüncüsü: Devlet
başkanı eşyanın miktarını çok bulursa beşte birinin çıkarılmasına tâbi tutar,
az bulursa tutmaz, tshak bu görüşü benimsemiş, Hz. Ömer de böyle yapmıştır.
Saîd b. Mansûr, Sünen'indç İbn Sîrîn'den şu rivayeti zikretmektedir: Berâ b.
Mâlik, Bahreyn'de, düşman ordusunun başko-mutanıyla düelloya çıktı ve hasmını
yaralayıp belini kırdı. Üzerindeki iki bileziği aldı. Hz. Ömer (r.â.), öğle
namazını kılınca Berâ'nın evine geldi ve: "Biz selebi —ölenin üzerinden
çıkan eşyayı— tahmis etmiyorduk (beşte birini çıkarmıyorduk); fakat Berâ'nm
seiebi çok büyük bir meblağa ulaştı, ben onu tahmis edeceğim." dedi.
İslâm'da tahmis edilen ilk seleb, Berâ'nınki oldu ve miktarı otuz bine ulaştı.
(Bu üç görüş içerisinde) en sahihi birincisidir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) selebi
tahmise tâbi tutmayıp "tamamı ona aittir." buyurmuştur. Rasûlullah'in
(s.a.) ve daha sonra Hz. Ebu Bekir Sıddîk'ın sünneti bu minval üzere devam
etmiştir. Hz. Ömer'in (r.a.) uygulaması ise onun kendi içtihadıdır.
Bu hadis, selebin
ganimetin aslından sayıldığına delâlet etmektedir. Rasûlullah (s.a.) selebin,
öldürene ait olduğuna hükmetmiş; miktarına, kıymetine ve beşte birlik kısmın
beşte birinden çıkarıldığına itibar etmemiştir. İmam Mâlik ise selebi beşte
birin beşte birinden saymıştır. Yine aynı hadis ganimet taksiminden pay almaya
hak kazanan ya da kadın, çocuk, köle ve müşrik gibi ganimette pay hakkı olmayan
herkesin, selebi almaya hakkı olduğunu göstermektedir. İmam Şafiî, iki
görüşünün birinde, ganimetten pay alamayanın seiebi de alamayacağını
söylemiştir. Çünkü ona göre köle, çocuk, kadın ve müşrik, üzerinde icmâ edilen
ganimet payında hak sahibi olamazlarsa selebde de olmamaları daha evlâdır.
Fakat hadisin lafzı, genel ifade olduğu için birinci görüş daha sahihtir. Çünkü
seleb, devlet başkanının: "Kim şöyle şöyle yaparsa veya bir kaleye giden
yolu gösterirse ya da bir kelle getirirse, ona şu mükâfat vardır." sözünün
hükmüne göre geçerlilik kazanır ve bu sözde cihada teşvik vardır. Halbuki
ganimet payı, hiçbir şey yapmasa bile sadece savaşa katılmakla da hak edilir. Seleb ise yapılan bir
iş mukabili hakkedilir. Böyle olunca da ceâle (ödül)[44]'
gibi değerlendirilir.
Yine bu hadis, bir
mücahidin, sayıları ne kadar olursa olsun öldürdüğü bütün kâfirlerin selebini
üstündeki (eşyalarını) almaya hak sahibi olduğuna delâlet etmektedir. Ebu
Davud, Huneyn savaşında Ebu Taiha'nın yirmi kişi* yi Öldürdüğünü ve hepsinin
eşyasını aldığını zikretmektedir[45]
Hicrî 8. senenin
Şevval ayında vukubulmuştur. Bu konuda İbn Sa'd şu rivayeti nakleder: Hz.
Peygamber (s.a.) Tâif üzerine yürümek isteyince Tu-feyl b. Amr'ı, Amr b. Humeme
ed-Devsî'nin putu Zü'1-Keffeyn'i yıkmaya gönderdi. Bu hususta kabilesinden
yardım istemesini, onların da Taife gelmelerini emretti. Tufeyl b. Amr,
süratle kabilesine geldi ve akabinde Zü'l-Keffeyn'i yıkıp ateşe verdi. Putun
yüzünü alevler sardığında şöyle diyordu:
"Ey Zü'1-Keffeyn!
Ben sana ibadet edenlerden değilim. Doğumumuz senin doğumundan öncedir. Ben
senin —görüldüğü gibi yüzünü değil— kalbini ateşe verdim."
Tufeyl b. Amr ile
beraber kabilesinden dört yüz kişi, Rasûlullah'ın (s.a.) Taife gelişinden dört
gün sonra oraya geldiler. Debbâbe[46] ve
mancınık da getirilmişti. [47]
İbn Sa'd der ki: Hz.
Peygamber (s.a.), Huneyn'den Taife doğru yola çıktığında Halid b. Velid ordunun
başındaydı. Sakîf kabilesi kalelerini tamir etmişler, bir yıllık ihtiyaçlarım
da depolamalardı. Evtâs vadisinde hezimete uğrayınca, kalelerine girip kapılan
kapatarak savaş için hazırlandılar. Daha sonra müslümanlan ok yağmuruna
tuttular. Çok sayıda müslüman yaralandı. Bunun yanısıra on iki kişi de şehit
oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bugün Tâ-if Mescidi'nin bulunduğu yere çıktı.
Yanında hanımlarından Ümmü Seleme ve Zeynep vardı. Her ikisi için birer çardak
kuruldu. Rasûlullah (s.a.) Tâif kuşatması boyunca namazım bu iki çardak
arasında kılmaktaydı. Kuşatma on sekiz gün sürdü.[48] İbn
İshak'a göre ise yirmi küsur gece devam etmiştir.
Kaleyi döğmek için
mancınık kurulmuştu. İslâm tarihindeki ilk mancınık buydu.
İbn Sa'd der ki:
Mekhûl'ün rivayetine göre Rasûlullah (s.a.), Tâifliler üzefine kırk gün
mancınıkla atış yapmıştır.[49]
İbn İshak'm rivayeti
ise şöyledir: Tâif surlarının dibinde hücuma kalkıldığı gün, Hz. Peygamber'in
(s.a.) ashabından bir grup, Debbâbe altına siper alarak Tâif surlarından içeri
girip surları yakmak istediler, ancak Sakîfîiler kızgın demir parçaları atarak
onları siperlerden çıkartıp ok atmaya başladılar ve bir çoğunu öldürdüler.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) Sakîf kabilesine ait üzümlerin kesilmesini
emretti. Ordakiler de hemen kesime başladılar.
îbn Sa'd, olayın
devamını şöyle nakleder: (Sakîfîiler) Allah rızası ve akraba hatırı için
kesimden vazgeçmelerini istediler. Hz. Peygamber (s.a.) "Allah rızası ve
akraba hatırı için vazgeçtim." buyurdu ve görevlendirdiği biri şöyle
bağırmaya başladı: "Hangi köle, kaleden çıkıp bize gelirse hürdür."
Bunun üzerine on küsur kişi kaleden çıktı, aralarında Ebu Bekre de vardı.
Rasûlullah (s.a.) bunların hepsini hürriyetine kavuşturup her birini bir
müs-lümana vererek barınak ve yiyecek gibi zaruri ihtayaçlarmı karşıladı. Bu durum
Tâif halkına çok zor geldi.
Herşeye rağmen henüz
Tâif'in fethi tamamlanmamıştı..Rasûlullah (s.a.) Nevfel b. Muâviye ed-Dîlî'ye
görüşünü sordu. O da dedi ki: "Tilki ininde-dir, istersen yakalarsın,
şayet terkedersen sana zararı dokunmaz." Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.)
Hz. Ömer'e yola çıkılacağının duyurulması emrini verdi. Bu emir ashab arasında
gürültüye ve hoşnutsuzluğa sebep oldu. "Tâif fethedilmeden gidecek
miyiz?" diye söylendiler. Rasûlullah (s.a.): "Öyleyse haydi
savaşa!" buyurdu. Hücuma kalkıldı ve birçok müslüman yaralandı. Hz. Peygamber
(s.a.): "Yarın inşaallah yoia çıkıyoruz." buyurdu. Bu haberi herkes
memnuniyetle karşılayıp yola koyulduğunda Rasûlullah (s.a.) gülüyordu. Or-dan
ayrıldıklarında şöyle demelerini emretmişti: "Dönüyoruz, tevbe ediyoruz,
Rabbımiza ibadet ve hamdediyoruz." Bu arada, "Ya Rasûlallah! Sakîf
kabilesine beddua ediniz." denildi. Allah Rasûlü de: "Ya Rabbi!
Sakîf'e hidayet ver, onları bize getir." diye dua etti.[50]
Tâif'te Hz.
Peygamber'in (s.a.) ordusundan bir grup sahabî şehit oldu. Sonra Rasûlullah
(s.a.) Tâif ten çıktı. Cirâne'ye geldi. Orada umre niyetiyle ihrama girip daha
önce yapamadığı umreyi kaza etti ve Medine'ye döndü. [51]
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) Tebük'ten Medine'ye Ramazan ayında geldi. Bu ay içinde Sakîf
kabilesinden bir heyet O'nu ziyaret etti. Olay şöyle olmuştu: Rasûlullah (s.a.)
Tâif'ten ayrılınca, Urve b. Mes'ud O'nu takip etmiş ve Medine'ye girmeden önce
O'na yetişmişti. Müslüman olup, Hz. Peygamber'den (s.a.) kendisini kavmine
göndermesini, onları İslâm'a davet etmek istediğim bildirdi. Rasûlullah (s.a.):
"Onlar seni öldürürler." buyurdu. Zira Allah'ın elçisi, onların
İslâm'a girmelerine engel olan bir tekebbür içinde olduklarını biliyordu. Bunun
üzerine Urve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onlar beni evlatlarından çok
severler." Gerçekten sevilen ve kendisine itaat edilen birisiydi. Bu
durumundan dolayı karşı konulmayacağını ümid ederek
kavmini İslâm'a davet etmek için çıktı.
Kendisine ait olan köşkün üzerinde bu daveti yaptı ve müslüman olduğunu açıkladı.
Bunu duyar duymaz ok yağmuruna tuttular ve isabet eden oklardan biri ölümüne
sebep oldu. Urve'ye: "İntikamını almamız için ne yapmamızı istersin?"
diye sorulduğunda cevaben şöyle demişti: "Bu, Allah'ın bana ihsan ettiği
bir şeref ve bana nasıp ettiği bir şehitliktir. Benim durumum Rasûlullah
(s.a.) ile beraber savaşırken şehid olanlardan farklı değildir. Beni onlarla
beraber defnediniz." Vasiyet yerine getirildi ve onlarla birlikte
defnolundu. Rasûlullah'ın (s.a.) Urve hakkında: "Onun, kavmi ile arasındaki
durumu, Yasin sahibinin kavmi ile arasındaki gibidir. "[52]
buyurduğu ileri sürülmüştür. [53]
Urve'nin ölümünden
sonra birkaç ay daha dayanan Sakîf kabilesi, aralarında bir toplantı yaptı.
Etrafındaki Araplarla savaşacak güçte olmadıklarını görüp, bîat ederek
müslüman olmayı kararlaştırdılar. Daha önce Urve'-yi gönderdikleri gibi birini
RasûluUah'a (s.a.) gönderme konusunda ittifak ettiler. Abdi Yâleyl b. Amr b.
Umeyr'e meseleyi açtılar. Urve b. Mes'üd'un yaşında olan bu zat Urve'ye
yapılanın kendisine de yapılmasından korktuğu için ilk anda teklifi reddetti ve
şöyle dedi: "Benimle beraber birkaç kişi daha gön-dermezseniz isteğinizi
yerine getirmem." Bunun üzerine müttefiklerden iki ve Mâlikoğulları'ndan üç
kişi gönderilmesi hususunda sözbirliği ettiler. Böylelikle altı kişilik bir
heyet oluştu. Diğer beş kişi şunlardı: Hakem b. Amr b. Vehb, Şurahbil b. Gîlan,
Mâlikoğulları kabilesinden Osman b. Ebi'l-Âs, Evs b. Avf ve Nümeyr b. Hareşe.
Hep beraber yola çıktılar. Medine'ye yaklaştıklarında bir hendekte konaklarken
Muğîre b. Şu'be ile karşılaştılar. Muğî-re'ye, bu haberi müjdelemek çok zor
geldi. Yolda Ebu Bekir (r.a.) ile karşılaşıp durumu ona bildirdi. Hz. Ebu
Bekir, Muğîre'ye: "Allah aşkına, benden önce davranıp Rasûlullah'a (s.a.)
bu konuyu ben açıncaya kadar sen bir şey söyleme." dedi. Muğîre de
denileni yaptı. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Rasülul-lah'ın (s.a.) yanma girdi ve
heyetin geliş haberini verdi. Sonra Muğîre yolda rastladığı arkadaşlarının
yanına gelerek öğleyi beraber geçirdiler ve onlara Ra-sûlullah'ı (s.a.) nasıl
selâmlayacaklarını öğretti. Onlar ise Cahiliye selâmında ısrar ettiler. Hz.
Peygamber'in (s.a.) yanma geldiler. Peygamberimizin, mescidin bir köşesinde
onlar için bîr çadır Kurdurduğu söylenir.
Halid b. Sâid b.
el-Âs, Hz. Peygamber (s.a.) ile heyet arasında anlaşma metni yazılıncaya kadar
gidip geldi. Metni yazan Halid idi. Rasûlullah (s.a.) tarafından gönderilen
yemeği bile Halid'siz yemiyorlardı. Bu hal İslâm'ı kabul etmelerine kadar
devam etti.
Rasûlullah'a (s.a.)
yönelttikleri istekleri arasında büyük putları Lât'ın yıkılmasını üç sene
sonraya bırakması da vardı. Hz. Peygamber (s.a.) bu tekliflerini reddetti. Hiç
değilse iki sene, daha sonra bir seneliğine tehirinde ısrar ettiler. Kabul
edilmeyince Taife varışlarından itibaren bir aylığına tehirini istediler, ama
Rasûlullah (s.a.) bu konuda hiçbir teklifi kabul etmedi. Bundan maksatları,
putun yıkılmasının, kadınlar, ayak takımı ve çocuklar arasında sebep
olabileceği taşkınlığın şerrinden korunmaktı. Aynı zamanda bu yıkım hadisesiyle
kavimlerinin korkutulmalarmı hoş görmüyorlar, bu yüzden müslümanhğı kabul
etmelerine kadar tehirini istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.) bu düşüncelerine
rağmen tekliflerini reddetti ve Ebu Süfyan b. Harb ile Muğîre b. Şu'be'yi
yıkımı gerçekleştirmesi için gönderdi.
Bir diğer teklifleri;
kendilerinin namaz kılmaktan affolunması, bu hususta kendilerine bir istisna
getirilmesi ve putlannı kendi elleriyle kırmamalarını istemeleriydi. Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Sizi, putlarınızı ellerinizle kırmamanız konusunda
mazur görebiliriz. Namaza gelince, biliniz ki namazın olmadığı bir dinde hayır
yoktur."
Tâifliler müslüman
olunca Rasûlullah (s.a.) onlara bir yazı yazdı. Osman b. Ebi'1-Âs'ı da onlara
emîr olarak tayin etti. Yaşça en küçükleri olmasına rağmen İslâm'ı anlamaya ve
Kur'an'ı öğrenmeye en azimlisi o idi.[54]
Heyetin elçilik görevi
bitip beldelerine doğru yola çıkınca Rasûlullah (s.a.), Ebu Süfyan b. Harb ile
Muğîre b. Şu'be'yi de onlarla birlikte, Lâfı kırmaları için gönderdi. Taife
vardıklarında Muğîre b. Şu'be, Ebu Süfyan'ı öne geçirmek istedi. Ebu Süfyan
bunu kabul etmedi ve ona: "Kavminin yanına önce sen gir." dedi. Ebu
Süfyan, Zi'1-Harem'deki mülkünde kaldı. Muğîre b. Şu'be, geldiğinde putun
üzerine çıkıp künkle vurmaya başladı. Muattiboğul-ları da yanlarında bekliyor,
Urve'nin başına gelen bunların da başına gelmesin diye tedbir alıyorlardı.
Sakîf kadınları çıkmışlar perişan bir halde ağlaşı-yorlardı. Muğîre balyozu
puta indirirken Ebu Süfyan: "Bravo sana, bravo sana" diyordu. Muğîre
yıkımı bitirince putun üzerindeki eşyaları ve süsleri
aldı ve altın, gümüş,
kolye ne varsa hepsini Ebu Süfyan'a gönderdi.
Ebu Müleyh b. Urve ve
Kârib b. Esved, Urve öldürüldüğü zaman daha Sakîf kabilesinin heyeti gelmeden
önce Rasûlulîah'a (s.a.) gelip Sakîf ten ayrılmak istediklerini, onlarla bir
araya hiç gelmeyeceklerini söylediler ve müs-Iüman oldular. Rasûlullah (s.a.)
onlara: "Kimi isterseniz velî olarak tanıyınız." deyince onlar:
"Allah ve Rasûlü'nü velî kabul ediyoruz." diye cevap verdiler. Sonra
Rasûlullah (s.a.) onlara: "Dayınız Ebu Süfyan b. Harb, veliniz
olsun" teklifinde bulundu, onlar da "Dayımız Ebu Süfyan"
karşılığını verdiler.
Tâifliler müslüman
olunca, Urve'nin oğlu Ebu Müleyh, babasına ait olan borcun kınlan puttan elde
edilen maldan ödenmesini Hz. Peygamber'den (s.a.) istedi, O da muvafakat etti.
Bunun üzerine Kârib b. Esved: "Esved'in borcunu da öde ya
Rasûlallah." dedi. —Urve ve Esved, ana-baba bir öz kardeştir.— Rasûlullah
(s.a.): "Esved, müşrik olarak öldü." diyfc cevap verdi. Kârib b.
Esved: "Ya Rasûlallah; iyi ama borcun ucu ona yakın olan bir müslü-mana
dayanıyor." diye karşılık verdi. Bu sözüyle kendisini kastediyordu.
"Borç bana düşer, benden istenir." dedi. Rasûlullah (s.a.) Ebu
Süfyan'a, Urve ve Esved'in borçlarının puttan temin edilen maldan ödenmesini
emretti. O da bu emri yerine getirdi.
Rasûlullah'ın (s.a.)
onlara hitaben yazmış olduğu mektupta şöyle deniliyordu:
"Bismillahirrahmanirrahim, Allah'ın Peygamberi Muhamrried'den
mü'minlere: Vecc vadisinin
ağacı kesilmez, av hayvanları avlanmaz, kim böyle bir şey yaparken görülürse,
sopa ile cezalandırılır, elbisesi çıkarılır, ikinci defasında yakalanır,
Peygamber Muhammed'e (s.a.) götürülür. Bu Allah'ın Ne-bîsi Muhammed'in (s.a.)
emridir."
Halid b. Saîd,
Allah'ın elçisi Muhammed b. Abdillah'm (s.a.) emriyle yazdı: "Kimse bu
emri çiğnemesin. Yoksa Allah'ın elçisi Muhammed'in (s.a.) emrettiği hususlarda
kendi nefsine zulmetmiş olur."[55]
İşte Sakîf kabilesinin
baştan sona kıssası bu. Onu olduğu gibi naklettik. Her ne kadar Tâif seferiyle
Sakîf kabilesinin müslümanlığı kabul etmeleri arasında Tebük seferi ve başka
seferler varsa da biz kıssayı kesmemeyi, bir bütün olarak nakletmeyi tercih
ettik ki, kıssa ile ilgili fıkhî meseleler ve hükümler bir arada bulunabilsin. [56]
Bu olayda fıkıhla
ilgili olarak şu hükümler bulunmaktadır:
1— Haram
aylarında savaşmak caizdir, önceden haram olan bu hüküm neshedilmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.), Medine'den Mekke'ye doğru hareket ettiğinde Ramazan ayının
sonlarıydı, yani Ramazan'dan on sekiz gün geçmişti. Bunun delili ise Ahmed b.
Hanbel'in Müsnedm&e İsmail—Halid el-Hazzâ'—Ebu Kılâbe—Ebu'l-Eş'as
aracılığıyla Şeddâd b. Evs'ten naklettiği şu hadistir: Hz. Peygamber (s.a.) ile
birlikte fetih yılında Bakî' denilen yerde Ramazan'ın on sekizinci günü hacamat
yapan bir adama rastlamıştık. Rasûlullah (s.a.), elimi tutarak: "Hacamat
yapan ve yaptıranın orucu bozulur." buyurdu.[57] Bu
rivayet, Ramazanın onuncu günü çıkıldığını bildiren rivayetten daha sahihtir
ve bu rivayetin isnadı Müslim'in şartlarına göredir. Müslim bu isnadla rivayeti
"Muhakkak ki Allah ihsanı herşeyde farz kılmıştır." hadisinde
zikretmiştir[58]
Peygamberimiz (s.a.)
Mekke'de on dokuz gün kalmış ve namazlarını kısaltarak kılmıştır. Sonra
Hevâzin üzerine yürümüş, daha sonra da Tâif üzerine yönelmiştir. İbn İshak'a
göre yirmi küsur gün, İbn Sa'd'a göre ise onse-kiz gün Tâif'İ kuşatma altında
tutmuştur. Mekhûl, kuşatma süresinin kırk gün olduğunu söyler.[59]
Düşünüldüğünde görülecektir ki, kuşatmanın bir kısmının mutlaka Zilkade ayında
olması gerekir. Fakat şöyle de düşünülmesi mümkündür: Savaşa ancak Şevval
ayında başlanmış, daha sonra haram ayı olan Zilkade ayı girdiği halde savaş
kesilmemiştir. Böyle de olması mümkün iken, savaşın haram ayında başladığını
nereden biliyorsunuz? Bir konuya başlamakla, başlanmış bir işi devam ettirmek
arasında fark vardır.
2— Mü'min
bir erkek hanımıyla savaşa gidebilir. Zira Hz. Peygamber (s.a.), bu seferde
hanımlarından Ümmü Seleme ile Zeyneb'i de yanma almış-
3— Savaşa
fiilen iştirak etmeyen kadınların ve çocukların ölümüne se-"bebiyet verse
bile, kâfirlere karşı mancınıkla atış yapmak caizdir.
4—Kâfirleri
maddeten ve manen çökerteceği anlaşıldığı takdirde onlara ait ağaçlan kesmek
caizdir. Zira onları en çok kahreden bu davranıştır.
5— Müşriklerden kaçıp müslümanlara sığınan köle
hürriyetine kavuşmuş sayılır. Saîd b. Mansûr, İbn Abbas'tan naklettiği bir
hadiste şöyle demektedir: "Rasûlullah (s.a.) köieler efendilerinden önce
geldikleri zaman onları azad ederdi. "[60]
Yine Saîd b.
Mansûr'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.), köle ve efendisi hakkında
iki şekilde hüküm vermiştir: Birincisi: Köle, efendisinden önce dârulharbden
çıkmış ise, onu azad etmiştir. Sonradan efendisi dâ-rulharbden çıkıp gelse de
köleyi ona iade etmemiştir. İkincisi: Efendi önce çıkar, köle de daha sonra
çıkarsa köle efendisine iade edilirdi.
Şâ'bî, Sakîf
kabilesinden birinin şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygam-ber'den (s.a.) Ebu
Bekre'yi bize iade etmesini istedik. Ebu Bekre bizim köle-mizdi ve Rasulullah
(s.a.) Taîf'i kuşatırken gelip müslüman olmuştu. Rasulullah (s.a.) onu bize
geri vermeyi reddetti ve dedi ki: "O, önce Allah'ın, sonra Rasûlü'nün
azathsıdır."[61]
İbn Münzir der ki:
"İlim erbabının tamamı bu görüştedir."
6— İmam
(kumandan) bir kaleyi kuşatıp fethine muvaffak olamazsa ve müşlümanların
maslahatını da geri çekilmekte görürse, çekilebilir, kuşatmaya devam etmesi
gerekmez. Ancak kuşatmanın devamında daha büyük maslahat söz konusuysa o
durumda sabredip dayanmaları gerekir.
6—
Rasulullah (s.a.) Mekke'ye girmek niyetinde olduğu için Cirâne'de umre
niyetiyle ihrama girmiştir. Böylelikle Tâif'ten veya daha sonra gelen
(Ci-râne'den önceki) yerlerin birinden yola çıkan kimsenin Cirâne'de ihrama girmesi
sünnet olmuştur. İlimden nasip almamış birçok kimsenin Mekke'den çıkıp
Cirâne'de umre niyetiyle ihram giymesi konusuna gelince, bu durum Rasulullah
(s.a.) ve ashabından hiç birinin yapmadığı, ilim erbabından hiç kimsenin de
hoş karşılamadığı bir husustur. Bunu ancak avam sınıfı yapmış ve bu
hareketleriyle de Rasûlullah'a (s.a.) uyduklarım iddia etmişlerse de bu iddialarında
yanılmışlardır. Zira O Tâif'ten Mekke'eye girerken ihrama girmiştir, yoksa
ihrama girmek niyetiyle Mekke'den çıkıp Cirâne'ye gitmemiştir. Bu iki durum
birbirinden tamamen farklıdır. Başarı Allah'tandır.
8— Allah
(c.c), Peygamberinin (s.a.) Sakîf kabilesini hidayete ulaştırması hususundaki
duasını kabul buyurmuştur. Halbuki onlar Rasûlullah'a (s.a.) karşı savaşmışlar,
ashabından bir grubu öldürmüşler, aynı zamanda onları Allah'ın dinine davet
etmesi için gönderdiği elçisini de öldürmüşlerdi. Ama bütün bunlara rağmen Hz.
Peygamber (s.a.) onlara dua etmiş, beddua etmemiştir. Bu, tamamiyle O'nun
sınırsız merhameti ve sonsuz muhabbetinin ke-mâlindendir.
9— Ebu Bekir
Sıddîk'm (r.a.) Rasûlullah'a (s.a.) duyduğu sevginin kemâli, her vesileyle
O'na yakınlaşmayı hedef alması ve mümkün olan her yolla O'na duyduğu muhabbeti
duyurması. Bu yüzdendir ki, Hz. Ebu Bekir, Mu-ğîre'den Tâif'ten gelen heyetin
geliş müjdesini Rasûlullah'a (s.a.) götürmeyi kendisine bırakmasını, böylece
O'nu müjdeleyen ve dolayısıyla sevindirenin kendisi olmasını istemişti. Bu
hâdise; bir'kişinin mü'min kardeşinden, kişiyi Allah'a (c.c.) yaklaştıracak fiillerden
birini yapma hususunda kendisine öncelik vermesini isteyebileceğini,
kardeşinin de diğerini kendi nefsine tercih ederek önceliği ona vermesinin
caiz olduğunu ortaya koyar. Bazı fakihlerin; "İtaat ve ibâdet kasdıyla
yapılan işlerde başkalarını öne geçirmek, onları kendi nefsine tercih etmek
caiz değildir." şeklindeki sözleri doğru değildir. Hz. Aişe (r.a.), evinde
Rasûlullah'ın (s.a.) yanma defnedilmesi hususunda Ömer b. Hat-tâb'ı kendi
nefsine tercih etmiştir. Hz. Ömer bunu istemiş ve ne onun istemesi, ne de Hz.
Âişe'nin ikramda bulunarak hakkını ona vermesi mekruh görülmüştür. Bu duruma
göre bir mü'min diğerinden mescidde birinci saftaki yerini kendisine vermesini
isterse, ne onun istemesi, ne de diğerinin vermesi mekruhtur. Buna benzeyen
diğer konularda da hüküm böyledir. Kim sahabe-i kiramın hayatım öğrenir ve
üzerinde düşünürse, onların bu konuda hiçbir hoşnutsuzluk göstermediğini ve
böyle bir teklif karşısında çekingen davranmadıklarını görecektir. Bu bir
kerem ve bir cömertlikten, rnü'min kardeşini sevindirmek, kadrini yüceltmek,
kendinden isteneni vermek ve onu hayra teşvik etmek için nefsine en sevimli
gelen konularda bile onu kendisine tercih etmekten başka ne olabilir?
Muhtemeldir ki şu saydığımız güzel huylardan her birinin sevabı, işlenecek o
taat ve ibadetin sevabından daha fazladır. Bu durumda başkasını kendisine
tercih eden bir (mânevi) ticarette bulunmuş, tâat ve ibadet hakkını verip
karşılığında kat kat fazlasını almıştır. Bu esasa göre yanında suyu bulunan bir
kimsenin bu suyu abdest alması için arkadaşına verip, (ikisinden biri teyemmüm
yapacaksa) kendisinin de teyemmüm yapmasında bir mâni yoktur. O, bu durumda
kardeşini kendi nefsine tercih etmiş ve böylece hem o güzel davranışının
sevabını kazanmış, hem de toprakla temizlik sağlamanın faziletini elde
etmiştir. Bu durumu ne Kur'an, ne sünnet, ne de üstün ahlâk prensipleri men
eder. Yine bu esasa göre, bir grup arasında susuzluk had safhaya gelmiş, ölümü
yakînen hissetmeye başlamışken, bazılarının yanında bulunan bir parça suyu bir
diğerine vererek kardeşini kendi nefsine tercih ederken kendisi vefat etmişse
bunda bir beis yoktur ve o kimseye "nefsinin katili oldu, haram fiil
işledi" denemez, bilakis bu davranış, cömertliğin ve lütufkârlığın
zirvesidir. Cenab-i Hakk'ın da buyurduğu gibi: "Kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile onları öz canlarına tercih ederler."[62]
Böyle bir olay bizzat ashabtan bir grubun, Şam'ın fethi sırasında başından
geçmiş ve bu onların faziletlerinden sayılmıştır. Üzerinde ittifak edilmiş veya
âlimler arasında ihtilâf olunmuş bir ibadetin sevabım ölüye hediye etmek, bağışlamak,
sevabından istifade hususunda ona öncelik vermek, onu kendi nefsine tercih
etmek değil midir? İşte bu, aynen tâat ve ibadette başkasını kendi nefsine
tercih gibidir. Bir fiili yapmak hususunda başkasını kendisine tercih etmek
ile, o fiili yapıp sevabım başkasına bağışlamak suretiyle onu kendi nefsine
tercih etmek arasında ne fark vardır? Başarı Allah'tandır.
10— Yıkmaya
ve ortadan kaldırmaya muktedir hale geldikten sonra şirkle ve tâğutlarla ilgili
herhangi bir yeri bırakmak caiz değildir. Çünkü onlar küfrün şiarı, sembolü,
İslâm'da hoş görülmeyen şeylerin en büyüğüdür. Böyle yerleri yıkmaya gücü
yetecek birinin yıkmayıp öylece bırakması kesinlikle caiz değildir. Kabirlerin
üzerine yapılan, insanların Allah'ı (c.c.) terkedip onları tapılacak putlar ve
tâğutlar olarak kabul ettikleri yerlerin de hükmü budur. Tazimle ve bereket
umarak yanına varılan, adak adanan, öpülen taşlardan da herhangi birini yıkmaya
kudreti bulunduğu halde onu yeryüzünde bırakmak caiz değildir. Bu çeşit
taşların çoğu eski putlardan Lât, Menât ve üçüncüleri olan Uzzâ'nm yerini
tutmuşlardır. Bunların sebep oldukları şirk ise daha-büyüktür. Yardım
Allah'tandır.
O günkü putlara
tapanlardan hiç kimse, o putların yaratan, rızık veren, öldüren ve dirilten
varlıklar olduklarına inanmıyorlardı. O putların yanında ve putlara karşı
yaptıkları şey, bugünkü müşrik kardeşlerinin kendi putlarının yanında
yaptıklarından ibaretti. Böyle yapanlar kendilerinden öncekilerin sünnetine
tâbi olmuş, onların yolunu adım adım izlemiş ve her konuda karış karış, kulaç
kulaç onlara uymuşlardır. İlmin ortadan kalkması, cehaletin açığa çıkması
yüzünden şirk, bir çoklarına galip gelmiştir. Bunun sonucu maruf münker olarak,
münker de mâruf olarak, sünnet bid'at diye, bid'at da sünnet diye kabul edilir
olmuştur. Küçükler böyle bir ortamda büyüyor, büyüklerse aynı ortamda
ihtiyarlıyorlar. İsiâmî sembollerin nuru söndü ve İslâm'ın garipliği daha da
arttı. Âlimlerin sayısı azaldı, sefîh ve âdi insanlar çoğaldı. Her türlü şer
yeşerdi, sıkıntılar şiddetlendi. İnsanların elleriyle yaptıkları ve
kazandıkları şeyler yüzünden karada ve denizde fîtne-fesat açığa çıktı. Fakat
herşeye rağmen Hakk'a tâbi olan Muhammedi bir cemaat da bugün hâlâ mevcuttur,
bunlar kıyamete kadar şirk ve bid'ata karşı cihadlannı sürdüreceklerdir.
11— Devlet
başkanımı,, putlara ve tâğutlara ait mallan cihad için ve müs-lümanların
menfaati uğrunda sarfetmesi caiz, hatta kendisine getirilen bu mallan alıp
askerleri ve İsiâmî maslahatlar için harcaması vaciptir. Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber (s.a.), Lâfın mallarım almış, kalbini kazanmak maksadıyla Ebu
Süfyan'a vermiş; Urve ve Esved'in borçlarını, o maldan ödemiştir. Kabirlerin
üzerlerine yapılan türbelerin de yıkılıp yerlerinin ya ıktâ yoluyla mücahitlere
verilmesi, ya da satılıp elde edilen meblağın müslümanlarm yararına harcanması
gerekir, [63] O türbelere ait
vakıfların hükmü de böyledir. Zira o vakıflar İslâm'a göre geçersizdir, malları
yok hükmündedir, kamu yararına sarfedilmesi gerekir. Vakıf, ancak Allah'a
ibadet ve Rasûlü'ne itaat kasdıyla tesis edildiği takdirde sahih olur. Türbe
adına vakıf tesis etmek sahih değildir. Kabirlerin süslenmesi, onlara azamet
ve ululuk izafe edilmesi, adak adanması, ziyaret kasdıyla gidilmesi, yegâne
mabud terkedilerek ibadet olunması, tapılacak putların yerine konulması da
sahih değildir. Bu konuda müslümanlarm imam olarak kabul ettikleri ilim
adamları arasında ve onların yolundan giden âlimler arasında herhangi bir
ihtilâf sözkonusu değildir.
12—; Vecc
vadisi (Tâif'te bulunan bir vadinin adıdır) haram bölgedir, o bölgede avlanmak
ve ağaç kesmek haramdır. Ancak fakihler bu konuda ihtilâf etmişlerdir.
Fakihlerin çoğu demişlerdir ki: Yeryüzünde Mekke ve Medine'nin dışında hara^n
bölge yoktur. Ebu Hanıfe, Medine'nin haram bölge olması konusunda diğer
fakihlere muhalefet etmiştir. Şafiî'den ise bu konuda iki görüş
nakledilmiştir. Bu görüşlerinden birinde: Vecc vadisi haram bölgedir, avlanmak
ve ağacını kesmek haramdır, demiştir. Bu görüşüne delil olarak iki hadis
zikretmiştir. Birincisi daha önce naklettiğimiz hadistir. İkincisi: Urve b.
Zübeyr'in babasından naklettiği hadistir ki, orada şöyle buyurulmak-tadır:
"Hz. Peygamber (s.a.) buyurmuştur ki: Vecc vadisinin avını avlamak ve
ağacını kesmek haramdır, Allah için haram kılınmıştır." Bu hadisi İmam
Ahmed ve Ebu Davud rivayet etmişlerdir[64] Bu
hadis Muhammed b. însân yoluyla bilinmekte, o ise Urve'ye dayanan bu hadisi
babasından nakletmektedir. Buharı, Tarihinde, (bu şahıs hakkında): "Ona
uyulmaz." demiştir.
Ben derim ki: Urve her
ne kadar babasını görmüşse de ondan hadis dinlediği şüphelidir. Allah, en iyi
bilendir. [65]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye geldiğinde ve hicretin 9. senesi girince, zekât toplamaları için
zekât memurlarım Araplara gönderdi. Ibn Sa'd der ki: Sonra Allah Rasûlü (s.a.)
zekât memurlarını gönderdi. Diyorlar ki: Rasûlul-lah (s.a.) 9. sene Muharrem ayının
hilâlini görünce, [66]
Arapların zekâtlarım toplamak için memurlarını gönderdi. Bunlardan Uyeyne b.
Hısn'ı Temîmo-ğullarına, Yezîd b. Husayn'ı Eşlem ve Gıfâr kabilelerine, Abbâd
b. Bişr el-Eşhelî'yi Süleym ve Müzeyne kabilelerine, RâfT b. Mekîs'i Cüheyne
kabilesine, Amr b. Âs'ı Fezâreoğullarına, Dahhâk b. Süfyân'ı Kilâboğullarına,
Bişr b. Süfyân'ı Kâ'boğullarına, İbnü'l-Lutbiyye el-Ezdî'yi Zabyanoğullarına
gönderdi. Rasûlullah (s.a.) zekât memurlarından, alacakları malın orta halli
olmasına, sahibinin elindeki malların en iyilerini almamalarına dikkat etmelerini
istedi.[67]
Denilir ki: "İbnü'l-Lutbiyye görevini tamamlayıp geldiği zaman
Peygamberimiz (s.a.) ondan hesap vermesini istedi."[68]
Peygamberimizin (s.a.) bu davranışında, memurlardan ve
mûtemedlerden hesap vermelerini istemenin caiz olduğuna, şayet ihanet
ettikleri açığa çıkarsa, onları azledip yerlerine daha güvenilir başka
görevlileri tayin etmenin gerekli olacağına delil vardır.
İbn İshak der ki:
Peygamberimiz (s.a.) Muhacir b. Ebî Ümeyye'yi San'-a'ya gönderdi. O oradayken
el-Ansî (Hz. Peygamber'e) karşı isyan etmişti. Ziyâd b. Lebîd'i Hadramut'a,
Adiy b. Hâtem'i Tayy ve Esedoğullarına, Mâlik b. Nüveyre'yi Hanzalapğullarına
gönderdi. Sa'doğullarınm zekâtını toplama görevini iki kişiye verdi: Zibirkân
b. Bedr'i kabilenin bir tarafına, Kays b. Âsim'ı öbür tarafına gönderdi. Alâ b.
Hadramî'yi Bahreyn'e, Hz. Ali'yi de —Allah hepsinden razı olsun— Necran'a
göndererek o bölgelerin zekâtlarını ve cizyelerini toplamakla görevlendirdi.[69]
Uyeyne b. Hısn
el-Fezârî komutasında bir seriyye bu senenin Muharrem ayında Temîmoğullan
üzerine yola çıktı. Hz. Peygamber (s.a.) onu bu seriyye ile, içlerinde Muhacir
ve Ensar'dan kimsenin bulunmadığı elli kişilik bir süvari birliğinin başında
onlarla savaşmak için göndermişti. Askerî birlik gece yürüyor, gündüz
gizleniyordu. Temîmoğullarına vardıklarında, bir grup insan sahrada
hayvanlarını otlatırlarken onlara hücum ettiler. Çobanlar da gelen kalabalığı
görünce bırakıp kaçtılar. Orada bulunan on bir erkek, yirmi bir kadın ve otuz
çocuk tutuklanarak Medine'ye getirildi ve Remle bt. Hâ-ris'in evine
konuldular. [70]
Bunların arkalarından
Utârid b. Hâcib, Zibirkân b. Bedr, Kays b. Âsim, Akra' b. Habis, Kays b. Haris,
Nuaym b. Sa'd, Amr b. Ehtem ve Rebâh b. Haris gibi Temımoğullarımn ileri
gelenlerinden oluşan bir heyet Medine'ye geldi. Kadınlarını ve çocuklarını
görünce ağladılar ve sabırsızlanarak Hz. Pey-gamber'in (s.a.) kapısına
geldiler, "Ey Muhammedi Dışarı çık!" diye bağırdılar. Rasülullah
(s.a.) dışarı çıktı. Bilâl (r.a.) namaz için kamet getirdi. Bu arada heyet
üyeleri Rasülullah (s.a.) ile konuşmak istiyorlardı. Peygamberimiz bir müddet
onların yanında durdu, sonra geçip öğle namazını kıldırdı. Daha sonra mescidin
avlusunda oturdu. Heyet üyeleri, Utârid b. Hâcib'i öne çıkardılar. Utârid,
heyet adına bir konuşma yaptı. Allah Rasülü (s.a.) de Sabit b. Kays b.
Şemmâs'a, cevaben bir konuşma yapmasını emretti. Allah (c.c), heyeti teşkil
edenler hakkında şu âyet-i kerimeleri indirdi: "(RasûFüm) Sana odaların
arkasından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, sen yanlarına
çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah
çok bağışlayan, çok esirgeyendir."[71]Hz.
Peygamber (s.a.) esirleri geri verdi. Temîmoğuiiarımn şairi Zibirkân kalktı ve
övünerek şu şiiri söyledi:
"Bizler kerim
insanlarız, bize denk olacak bir kabile yoktur. Krallar bizden çıkar, mabedler
bizimle imar olunur.
Ganimet toplama
sırasında kabilelerin çoğunu mağlup ettik. İzzetin -ve kuvvetin- faziletine
tâbi olunur.
Biz öyle kimseleriz ki
kıtlık vakti, yağmur yağmadığı zaman, İkramda bulunanlarımız -başkalarım- et
kebabıyla doyurur.
Şu gördüğün şeylerle,
insanların efendileri her bir yöreden bize süratle-gelirler, biz de -getirilen
şeyleri yemek olarak- hazırlayıp Allah yolunda in-fak ederiz.
Asaletimizden
kaynaklanan bir cömertlikle gelenler İçin semiz, iri hör-güçlü, hastalıksız develeri
keseriz ve yiyenlerin hepsi doyarlar.
Herhangi bir kabileye
karşı övündüğümüzde, bu övünmeden yararlandıklarını, nasiplerini aldıklarım
görürsün.
Bu konuda bize karşı
övünenleri tanırız ve kavmimiz çeşitli haberler dinlerken geri dönerler.
Biz herkese karşı
dururuz ama kimse bize karşı duramaz. Aynı zamanda kendimizi överken
yüceliriz."
islâm şairi Hassan b.
Sabit kalktı ve irticâlî olarak cevaben şu surem:
"Fihr ve
kardeşlerinin önde gelen kişileri, insanlara uyacaktan bir âdeti açıkladılar.
Kalbinde Allah'a karşı
takva duygusu bulunanlar ve her türlü hayrı işleyenler bu âdeti memnuniyetle
kabul ederler.
O öyle bir kavimdir ki
savaştıkları zaman düşmanlarını zarara sokar, taraftarlarına da faydalı olmaya
çalışırlar ve olurlar da...
Bu onların cevherlerinde
mevcut olan bir haslettir. Biliniz ki hasletlerin en kötüleri sonradan ortaya
çıkanlardır.
Diğer insanlardan
onların önüne geçenler olursa, onların bu geçişi o kavmin -yani bizim- en
basit geçişimizin gerisinde kalır.
İnsanlar savunma
sırasında ellerinin tahrip ettiği şeyleri tamir etmezler, tamir ettiklerini de
tahrip etmezler.
Eğer başkalarıyla
müsabakada bulunurlarsa onları geçerler. Ya da en şerefli kimselerle boy
ölçüşürlerse onlara da galip gelirler.
Çok iffetlidirler.
Onların bu iffeti hakkında vahy nazil oîdu. Hiç bir pisliğe bulaşmazlar.
Dünyaya düşkünlükleri de onları kirletmez.
Komşularına ikram ve
ihsanda bulunmak hususunda cimrilik etmezler. Dünya hırsından bir pislik de
onlara bulaşmaz.
Bir kabileye karşı
düşmanlığımızı açığa vurduğumuz zaman, biz o kabileye doğru, yavrusunun yaban
ineğine doğru yürüdüğü gibi yürümeyiz.
Harbin pençeleri bize
ulaştığı ve karşımızdaki ödlekler bu pençelerin tırnaklarından irkildiği zaman
biz yüceliriz.
Düşmanlarım
kahrederlerse bundan dolayı böbürlenmezler. Kendileri bir felâkete uğrarlarsa
bundan dolayı da zillete düşüp paniğe kapılmazlar.
Sanki onlar harpte,
ölüm karşılarında çok cılız bir mahluk gibi âcizle-şen, ayaklarının bağ
yerlerinde eğrilik bulunan Hüye'deki (Yemen'de arslan-larıyla meşhur bir yer)
arslanlar gibidirler.
Gazaplandıkları zaman
kendiliğinden sana geleni al. Sakın vermek istemedikleri şeyi almaya
kalkışma.
Onlara düşmanlığı
terket. Çünkü onlarla savaşmakta üzeri ze hirli otlarla kaplanmış bir şer vardır.
Arzular ve taraftarlar
farklılık arzettikleri zaman sen Rasûlullah'ın kendilerine taraftar olduğu
kavme ikramda bulun.
Bu övgümü onlara,
sevdiği şeyleri vasfetmede gergef işler gibi mahare
olan bir dilin kendisine yardımcı olduğu
dil hediye etti.
Onlar bütün
kabilelerin en faziletlisidirler, ister ciddi olarak konuşsu: ı-lar, isterse
alay etsinler (bu hüküm değişmez.)"
Hassan şiirini
bitirince Akra' b. Habis dedi ki: 'Bu adam hakikaten başarılı birisi,
konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de şairimizden daha kudretli, sesleri
de sesimizden gür çıkıyor." Daha sonra oradakilerin hepsi müslüman oldu.
Rasûlullah (s.a.) da en güzel hediyeler takdim ederek onları
mükâfatlandırdı.
îbn İshak der ki:
Temîmoğullan heyeti gelince mescide girdiler ve heyöt-tekiler: "Dışarı çık
ey Muhammedi" diye bağırdılar. Bu şekilde bağırmaları Rasûlullah'ı (s.a.)
rahatsız etmişti, daha sonra yanlarına gelince de şöyle dediler: "Seninle
Övünme yarışı yapmaya geldik, şairimize ve konuşmacımıza izin ver." Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Evet, konuşmacınıza izin verdim, haydi
kalksın." karşılığını verince, Utârid b. Hâcib kalktı ve şöyle bir konuşma
yaptı: "Bizlere ihsanda bulunan ve bizleri kral yapan Allah'a hamdolsun. O
bize hayır işlerde kullandığımız pek çok servet vermiştir. O bizi şark
milletlerinin en azizi, en kalabalığı ve savaş için en -kısa zamanda
hazırlananı kılmıştır. İnsanlar arasında kim bizim gibidir? İnsanların reisleri
ve fazilet sahibi olanları biz değil miyiz?.Kim bizimle övünme yarışını göze
alabilecekse bizim saydığımız meziyetlerin benzerlerini saysın bakalım! İsteseydik
daha çok şeyler söyleyebilirdik fakat biz, bize ihsan olunan nimetler üzerine
sözü uzatmaktan utanırız. Bu sözleri, bizimkine benzer bir sözünüz, işimizden
üstün bir işiniz varsa getiresiniz diye söylüyorum." Böylece sözünü
bitirip oturdu. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) Sabit b. Kays b. Şemmâs'a:
"Kalk ve cevap ver." diye emretti. O da kalktı ve şöyle dedi:
"Gökleri ve yeri yaratan Allah'a hamdolsun. Göklerde ve yerde hükmünü
yürüten O'-dur. İlmi, kürsîsini kuşatmıştır. Herşey O'nun ihsânındandır. Sonra
bizi hükümran kılması da O'nun kerem ve ihsânındandır. O, mahlukatın en
hayırlısını Peygamber olarak seçmiştir. O Peygamber ki, baba tarafından
insanların en şereflisi, insanların en doğru sözlüsü ve ana tarafından en
üstünüdür. Allah (c.c.) O'na kitabını indirmiş ve kullan üzerine emîn
kılmıştır. O, bütün âlemlerin en hayırlısıdır. Sonra O, bütün insanları
Allah'a iman etmeye çağırmış,
ilk olarak bu davete karşılık vererek iman edenler Muhacirler olmuştur. Onlar
kendi kavminden ve akrabasındandirlar, insanların soyca en şereflisi» simaca en
güzeli, iş bakımından en hayırlısı di rlar. Daha sonra Allah'ın Rasûlü davet
ettiği zaman, yaratıklar içinde bu davete ilk icabet eden biz olduk. Bizler
Allah'ın yardımcıları ve Rasûlü'nün her bakımdan destekçileri olduk, insanlar
imana kavuşuncaya kadar onlarla harbe devam edeceğiz. Kim Allah'a ve Rasûlü'ne
iman ederse, malı ve kanı korunmuştur. Kim küfrüne devam ederse, onunla Allah
yolunda sonuna kadar savaşırız. Öylelerini katletmek bize göre çok kolaydır.
Bu sözümü söyler, erkek-kadm bütün müslümanlar için Allah'ın mağfiretini niyaz
ederim. Size selâm olsun."
Daha sonra İbn İshak,
Zibirkân'ın şiir okumasını ve Hassân'ın daha önce naklettiğimiz beyitlerle ona
cevap vermesini zikreder. Hassan sözünü bitirince, Akra' b. Haâbis dedi ki:
"Bu adamın konuşmacısı bizim konuşmacımızdan, şairi de bizim şairimizden
daha kudretli, sözleri bizim sözlerimizden daha yüce." Daha sonra
Rasûlullah (s.a.), herbirine en güzel şekilde ikramda bulundu. [72]
Seriyyenin gidişi
hicrî senenin Safer ayında idi. İbn Sa'd, bir rivayetinde der ki: Rasûlullah
(s.a.), Kutbe b. Âmir M yirmi kişilik bir birlikle Tebâle taraflarında
Has'amhlar'ın bulunduğu bölgeye gönderdi ve onlara baskın yapmalarını emretti.
Binmek için yanlarına on deve alıp yola çıktılar. Yolda birini yakaladılar ve
sorguya çektiler, ama hiçbir bilgi alamadılar. Aynı adam, az sonra orada
bulunanlara bağırıp uyarmak istedi, bu yüzden boynunu vurdular. Gecenin
yaklaşıp oradakilerin uyumasını beklediler, sonra da baskın yapıp şiddetli bir
çarpışmaya başladılar. Her iki tarafta da çok sayıda yaralı vardı. Kutbe b.
Âmir, öldürebildiğini öldürdü. Ele geçirdikleri deve, davar ve kadın cinsinden
ganimetleri, Medine'ye getirdiler. Bu rivayette şu bilgi de vardır: Has'amlılar
toplanıp, hayvanlarına binip müslüman birliği takip etmek istedi. O sırada
Allah (c.c.) büyük bir sel gönderdi ve bu sel Has'amlılar ile müslüman birliğin
arasında öyle bir engel oluşturdu ki, müslümanlar deve, davar ve esirleri
sürüp götürürken oniar bakıp duruyor, ama selden karşıya gecemi yor Iardı.
Müslüman birlik gözden kayboluncaya kadar bu hal böyle devam etti.[73]
Dahhâk b. Süfyân
el-Kİlâbî seriyyesiirin, hicretin 9. senesi Rabîule1 ayında Kilâboğullarına
gönderilmesi.
Nakledildiğine göre
Rasûlullah (s.a.) Kilâboğullarına bir askeri birlik gönderdi. Başlarında Dahhâk
b. Süfyân b. Avf et-Tâî vardı. Beraberinde de Asyad b. Seleme bulunmaktaydı.
Züccü Lâve denilen mevkide kilâboğullarına rastladılar ve onları İslâm'a davet
ettiler, reddetmeleri üzerine de onlarla savaşıp mağlup ettiler. Asyad, babası
Seleme'yi yakaladı. Seleme o esnada Zücc'de bir nehirde atının üzerindeydi.
Asyad onu İslâm'a davet edip kendisine eman verdi. Fakat o, hem oğluna hem de
oğlunun dinine sövdü. Bunun üzerine Asyad babasının atının iki bacağını kılıçla
vurdu. At arkası üstü düşünce Seleme de suya düştü ve oğlu mizrağıyla
bastırarak onu suda tuttu ve bir başkası gelip öldürdü. Asyad (edebinden
dolayı) babasını kendi eliyle öldü rmemişti.[74]
Alkame b. Mücezziz
el-Müdlîcî seriyyesinin, hicretin 9. yılı RabîuieVvel ayında Habeşliler üzerine
gönderilmesi.
Nakledildiğine göre,
Hz. Paygamber'e (s.a.) bir grup Habeşlinin Cidde-liler tarafından görüldüğü
haberi ulaştığında, Alkame b. Mücezziz'i üç yüz kişilik bir askeri birlikle
üzerlerine gönderdi. Birlik denizde bir adaya varmıştı, ancak dalgaların
kabarmasından korkup geri döndüler. Bu arada bazıları ailelerinin yanma dönmek
için acele ediyorlardı. Bunun için Alkame'-den izin istediler. Alkame de
bunlara izin verdi ve aralarında bulunan Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî'yi
başlarına emîr olarak tayin etti. Abdullah, şakacı bir şahıstı. Bir aralık
yolda konaklamış ve ısınmak için ateş yakmışlardı. Abdullah: "Şu ateşe
atılmanızı kesinlikle emrediyorum." dedi. İçlerinden bir grup ayağa kalktı
ve hazırlandı. Oradakiler ateşe atılacaklarını sandılar. Bu arada Abdullah:
"Oturunuz, ben size şaka yaptım." dedi. Bu olayı Rasülul-lah'a (s.a.)
anlattıklarında buyurdular ki: "Kim size günah işlemenizi emrederse, ona
itaat etmeyiniz."
Ben derim ki: Buharı
ve Müslim'in Sahih'ler'mde Hz. Ali'den şöyle bir rivayet nakledilmektedir: Hz.
Peygamber (s.a.), bir askerî birlik gönderdi. Başlarına Ensar'dan birini
komutan tayin etti. Birliktekilere de, başlarında bulunan şahsın sözünü
dinlemelerini ve kendisine itaat etmelerini emretti. Bir ara komutanı
kızdırdılar. O da: "Odun toplayıp bana getirin." dedi. Topladılar.
"Ateş yakın." diye emrettikten sonra: "Rasûlullah (s.a.) size,
beni dinlemenizi emretmedi mi?" diye sordu. Onlar da: "Evet, emretti."
dediler. Bunun üzerine: "Öyleyse girin şu ateşe!" dedi. Oradakiler
birbirlerine bakakal-dılar ve dediler ki: "Biz Allah Rasûlüne (s.a.)
ateşten kurtulmak için sığınmıştık." Sonunda öfkesi geçinceye kadar bu
vaziyette kaldılar ve ateş söndürüldü. Medine'ye döndüklerinde bu olayı Allah
Rasûlü'ne (s.a.) anlattılar. O da buyurdu ki: "Eğer ateşe girselerdi, bir
daha ondan çıkamazlardı." Ve yine buyurdu ki: "Allah'a isyan
sözkonusu olan hususlarda başkasına itaat edilmez; itaat ancak iyi olan, meşru
olan şeyler hususundadır."[75]
Hz. Ali'nin bu
rivayeti, yukarıda bahsi geçen komutanın Ensar'dan olduğunu; Alkame tarafından
değil, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından tayin edildiğini ve öfkelenmesinin onu
bu işe sevkettiğini açıklığa kavuşturmaktadır.
Ahmed b. Hanbel'in
Müsneef inde İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, "Ey inananlar! Allah'a
itaat edin, Peygamberce ve sizden olan buyruk sahiplerine itaat edin."[76]
âyet-i kerimesi, Abdullah b. Huzâfe b. Kays b. Adiy hakkında nazil olmuştur.
Allah Rasûiü (s.a.) onu bir askerî birliğin başında göndermişti.[77] Bu
duruma göre yukarıdaki rivayetler, iki ayn olaydan bahsetmektedir. Şayet öyle
değil de aynı olaya işaret ediyorlarsa Hz. Ali'nin (r.a.) rivayeti daha
güvenilir gözükmektedir. Allah (c.c.) en doğrusunu bilendir. [78]
Nakledildiğine göre
Rasûlullah (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i (r.a.) Ensar'dan toplanan ve yüz kişisi
develi, ellisi atlı olmak üzere toplam yüz elli kişilik bir kuvvetle, yanlarına
da siyah bir bayrak ve beyaz bir sancak vererek Tayy kabilesinin putu olan
Füls'ü yıkmaya gönderdi. Fecir vakti Hatim ailesinin konakladığı bölgeye
baskın yaptılar. Putu yıktılar ve çok sayıda esir, davar ve deveyi ganimet
olarak ele geçirdiler. Esirler arasında Adiy b. Hâtim'in kız-kardeşi de vardı.
Adiy'in kendisi Şam'a kaçtı. Deposunda üç kılıç ve üç zırh
buldular. Hz. AH, esirlerin başına Ebu
Katâde'yi, deve ve davarlar ile diğer ganimet mallarının başına da Abdullah b.
Atîk'i görevlendirdi. Yolda ganimetler taksim edildi. Hz. Peygamber'in (s.a.)
hissesi ayrıldı. Hatim ailesinden alınan esirler Medine'ye gelinceye kadar
taksim dışı bırakıldı.[79]
İbn İshak, Adiy b.
Hâtim'in şöyle dediğini nakletmektedir: Rasülullah'-ın (s.a.) adini duyduğum
zaman, Araplar içinde O'na benden daha çok nefret duyan kimse yoktu. Ben
hiristiyandım ve şerefli bir insandım. Kavmimde ganimetlerin dörtte birini
alırdım. Dindar bir insandım. Kabilemin reisi idim. Hz. Peygamber'in (s.a.)
haberini alınca nefret duydum. Develerimi otlatan Arap bir uşağım vardı. Ona
dedim ki: "Develerimden semiz ve uysal olanları hazırla ve bana yakın bir
yerde beklet. Muhammed'in askerlerinin bu beldeye ayak bastığını duyar duymaz
bana haber ver." Dediklerimi yaptı. Daha sonra bir sabah bana geldi ve
dedi ki: "Muhammed'in süvarileri seni kuşattığı zaman ne yapacak idiysen
hemen onu yap! Ben bayraklar gördüm ve ne olduklarını sordum. Bunlar
Muhammed'in askerleri, dediler." Uşağıma: "Develerimi
yaklaştır." dedim, yaklaştırdı. Ailemi ve oğlumu bindirdim. Sonra dedim
ki: "Şam'da hıristiyan dindaşlarımın yanına varırım." Hâtim'in kızını
geride, kabilede bıraktım. Şam'a gelince orada kaldım. Benden sonra
Ra-sûlullah'ın (s.a.) süvarileri gelmişler. Hâtim'in kızı da esirler
arasındaydı ve Tayy kabilesinden esir alınanlar Allah Rasûlü'ne (s.a.) takdim
edildi. Benim Şam'a kaçtığım haberi Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaşmıştı.
Rasûlullah (s.a.) bir gün Hâtim'in kızının yanına uğramıştı. Hâtim'in kızı Hz.
Peygamber'e (s.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Ziyaretçi kalmadı, babam
gitti, ben yaşlı bir kadınım. Benden herhangi bir hizmet de beklenmez. Sen
bana bir iyilik yap. Allah da sana ikramda bulunsun." Rasûlullah (s.a.):
" Ziyaretçin kim?" diye sordu. "Adiy b. Hatim." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.): "Allah ve Rasûlü'-nden kaçan mı?" dedi. Hâtim'in
kızı: "Bana iyilik yap." dedi. Rasûlullah (s.a.) geri döndüğünde
yanında birinin olduğunu farketti ve bir de baktı ki, yanındaki Ali. Hz. A1İ,
Hâtim'in kızma: "O'ndan bir binek iste." dedi. Hâtim'in kızı der ki:
"Ben de istedim". Hz. Peygamber (s.a.) ona bir binek yerilmesini
emretti.
Adiy der ki:
Kizkardeşim bana geldi ve dedi ki: "O bana öyle bir iyi( yaptı ki, baban o
yaptığını yapamaz. İstesen de istemesen de O'na gitmeiis Falan ve falan O'na
geldiler, şu şu ihsanları aldılar."
Adiy der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) mescidde oturuyorken yanına vardım. Oradakiler: "İşte bu
Adiy b. Hâtim'dir." dediler. Ne bir eman, ne bir mektup getirmiştim.
Rasûlullah'ın (s.a.) yanına itildiğimde elimden tuttu. Daha önce O şöyle
demişti: "Umarım ki Allah, ellerimizi tutuşturur." Benim İçin ayağa
kalktı. Bu sırada yanında çocuğu olan bir kadın geldi ve: "Sana ihtiyacımız
var." dediler. Rasûİuüah (s.a.) kalktı, onlarla beraber gitti ve ihtiyaçlarını
giderdi. Sonra elimden tutup beni evine götürdü. Bir çocuğun getirdiği mindere
oturdu. Ben de önüne oturdum. Allah'a hamd ve senada bulundu. Sonra:
"Seni kaçmaya sevkeden sebep nedir, yoksa o sebep: Lâilâhe illallah demek
midir? Sen Allah'tan başka bir ilâh tanıyor musun?" dedi.
"Hayır" dedim. Sonra bir müddet konuştu ve dedi ki: "Sen yalnız
Allahü Ekber denilmesinden kaçıyorsun, Allah'tan daha büyük bir şey biliyor musun?"
"Hayır," dedim. Allah Rasûlü (s.a.): "Yahudiler Allah'ın
gazabına uğramışlar, hıristiyanlar da sapıklığa düşmüşlerdir." buyurdu. Adiy
devamla diyor ki: "Ben Hanîf dini üzere bir müslümanım." dedim.
Hatim anlatmaya devam
ediyor: Ben bu sözü söyleyince Hz. Peygamberdin (s.a.) yüzü sevinçli bir hal
aldı. Sonra Ensar'dan birinin evinde misafir olmamı emretti. Sabah-akşam yanma
gidip gelmeye başladım. Bir gün ben yanındayken, siyah-beyaz çizgili yün
kıyafetler içinde bir grup geldi. Namaz kılıp ayağa kalktı, onları teşvik edici
şeyler söyledi ve sonra dedi ki: "Ey insanlar! Bir ölçek vermek suretiyle
de olsa iyilikte bulununuz. Hatta yarım ölçek, bir kabza, hatta daha azıyla da
olsa iyilik yapınız. Sizden biriniz yüzünü cehennem ateşinden bir hurma
tanesi, hatta yansıyla koruyabilir. Bunu da bulamazsanız güzel bir sözle...
Herhangi biriniz Allah'a kavuştuğunda, şu anda size söyleyeceklerimi
söyleyecektir: "Sana mal ve çocuk vermedim mi?" O kimse:
"Evet." diyecek. Allah: "Kendin için hazırlayıp gönderdiklerin
nerede?" buyuracak. O kişi önüne bakacak, sonra arkasına, sağma, soluna
bakacak ve cehennem ateşinden yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamayacaktır.
Sizden biriniz yüzünü cehennem ateşinden, yarım hurma tanesiyle de olsa
korusun, onu da bulamazsa güzel bir sözle... Ben sizin adınıza fakirlikten
korkmuyorum. Allah size, öylesine yardım edecek ve ihsanda bulunacaktır ki,
devesinin hevdecinde bir kadın Medine ile Hîre arasında (Allah'tan başka hiçbir
şeyden korkmadan) yolculuk yapacaktır. Devesi için hırsızlardan da
korkmayacaktır." Adiy der ki: "Kendi kendime, 'Tayy'ın hırsızları
nerdeler?' dedim."[80]
Bu hâdise Hz.
Peygamber'in (s.a.) Tâif ten dönüşüyle Tebük gazvesi arasında cereyan
etmiştir.
İbn İshak der ki:[81]Rasûlullah
(s.a.) Tâif ten geldiğinde Büceyr b. Zü-heyr kardeşi Kâ'b'a mektup yazarak,
Rasühıllah'ın (s.a.) Mekke'de kendisini hicveden ve bu yolla kendisine eziyet
eden birkaç kişiyi öldürttüğünü, geri kalan Kureyş şairlerinden İbn Ziba'râ ve
Hübeyre b. Ebî Vehb'in de sağa-sola kaçtıklarını haber verdi. "Hayatına
ihtiyacın varsa koş gel Allah Rasû-Iü'ne. (s.a.) O, tevbe edip müslüman olarak
kendisine gelen hiç kimseyi öldürmüyor. Eğer bunu yapmazsan başının çaresine
bak!" Kâ'b şöyle demişti:
Benden Büceyr'e bir
mektup iletiniz, (ve orda deyiniz ki) Dediğin şeye senin ihtiyacın yok mudur?
Eğer bunu yapacak
değilsen bize bildir. Seni bundan başkasına yönelten nedir?
Babanın ve annenin
sahip olmadığı bir ahlâka (seni iten nedir?) O hususta kendine bir kardeş de
bulamazsın. Şayet sen dediğimi yapmazsan hiç üzülmem,
Ve de ayağın sürçerse,
geçmiş olsun demem.
O Me'mun (Peygamberimizin
Kureyş kabilesi içindeki lâkabı) sana kana kana bir kâse içirdi.
Sonra ikinci defa yine
içirdi."
Bu mektubu kardeşi
Büceyr'e gönderdi. Mektup kendisine ulaşınca onu Rasûlulİah'tan (s.a.)
gizlemeyi hoş bulmadı ve mektuptaki bu şiiri O'na okudu. Rasûlullah (s.a.):
"Me'mun sana içirdi" mısraını duyunca: "O, her ne kadar çok
büyük bir yalancıysa da bunu doğru söylemiş." buyurdu. "Babanın ve
annenin sahip olmadığı bir ahlâk" sözünü duyunca da: "Evet, ne anası
ne de babasını o ahlâk üzere buldu." dedi. Sonra Büceyr Kâ'b'a şu
mısraları gönderdi:
"Kâ'b'a kim
iletecek (ve soracaktır) ki, Kınadığın şeyde bir bâtıl olan bir durum mu
vardır, diye. .
Senin o kınadığın şey
sadece sımsıkı Allah'a bağlar. Lâfa, Uzza'ya değil! Kurtuluş istiyorsan
müslüman olur ve kurtulursun.
insanlardan hiç
kimsenin kaçıp kurtulamayacağı bir günde Yalnızca kalbi temiz olan müslüman
kurtulacaktır.
Züheyr'in dini benim
için hiçbir şey değildir. Ebu Sülmâ'nın dini ise bana haram kılınmıştır."
Bu mektup Kâ'b'a
ulaşınca, dünya kendisine dar gelmeye başladı. Hayatından endişe ediyordu.
Kabilesindeki bazı düşmanları da onu korkuttular ve: "Kâ'b
öldürülecektir." dediler. Başka çıkar yol kalmadığını görünce Allah
Rasûlü'nü (s.a.) öven kasidesini söyledi. Bu kasîdede, korkusunu ve iftiracı
düşmanlarından duyduğu endişeyi dile getirdi. Sonra yola çıktı ve Medine'ye
geldi. Bana anlatıldığına göre, aralarında Cüheyne'den tanışıklık bulunan bir
adamın yanına misafir oldu. O adam da Kâ'b'ı sabah namazını kılmak üzereyken
alıp Rasülullah'a (s.a.) götürdü. Adam Hz, Peygamber (s.a.) ile birlikte
namazını kıldı. Sonra Kâ'b'a Allah Rasûlü'nü (s.a.) göstererek: "İşte bu
Rasülullah'tır (s.a.), kalk ve emân dile!" tavsiyesinde bulundu. Bana
anlatıldığına göre Kâ'b kalktı, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına oturdu, elini
eline aldı. Rasûlullah (s.a.) kendisini tanıyordu. Sonra dedi ki: "Ey
Allah'ın Rasûlü! Kâ'b b. Züheyr tevbe edip müslüman olarak senden eman diliyor,
ben onu size getirirsem kabul eder misiniz?" Allah Rasûlü (s.a.):
"Evet." dedi. Bunun üzerine: "Ben, Kâ'b b. Züheyr'im yâ
Rasûlallah!" dedi.
İbn İshak der ki: Âsim
b. Ömer b. Katâde'nin bana anlattığına göre En-sar'dan bir kişi, o anda Kâ'b'in
üzerine atılmış ve: "Bırak şu Allah düşmanının boynunu vurayım!"
demiş, fakat Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak onu, tevbe etmiş ve eski halini
terkederek gelmiştir." dedi. Kâ'b, bu davranış sebebiyle o adamın mensup
olduğu Ensar kabilesine kızdı. Muhacirlerden hiç kimse Kâ'b hakkında hayırdan
başka bir şey söylememiştir. Daha sonra devesini ve sevgilisini övdüğü Kasîde-i
Lâmiyye'sini söylemiştir ki başlangıcı şöyledir:
"Suat benden
uzaklaştı, bugün kalbim yaralıdır. O'nun peşinde esaretten kurtulamamış,
zillete düşmüştür.
Fesatçılar etrafında
koşuşturuyor ve: 'Ey Ebu Sülma'nın oğlu, sen öleceksin' diyorlar.
Böyle zamanlarda
desteğini umduğum bütün dostlar: Seninle meşgul olacak vaktimiz yok, dediler.
Onlara: Yoluma
durmayın, sizi önemsemiyorum. Rahman'ın takdir ettiği şey mutlaka
gerçekleşecektir.
Sağlıklı ve huzuru
demleri ister uzun, ister kısa olsun. Herkes birgün tabuta konulup
taşınacaktır.
Bana haber verildiğine
göre Rasûlullah (s.a.) beni tehdid etmiş, -buna rağmen- afvetmesi her zaman
umulabilir.
Biraz mühlet ver.
İçinde öğütler ve hak-batıl arasını ayıran (âyetler) bulunan Kur'ân'ı sana
veren, hidayetini arttırmıştır.
Jurnalcilerin
iftirasına bakarak beni cezalandırma, hakkımda çok şeyler söylendiyse de
hakikatte günahsızım.
Öyle bir makamda
bulunuyorum ki, bu makamda benim görüp işittiklerimi bir fil duysa,
Rasûlullah'tan (s.a.)
bir teminat yoksa, korkar, titrerdi.
Sözü dinlenen, emri
geçerli olan bir zatın eline elimi koydum ve hiçbir konuda onunla tartışmayı
düşünmüyorum.
Kendi kendime
konuştuğum zaman söylemediğim bir çok şeylerin bana nisbet edilmesi ve o
sözlerden benim sorumlu tutulmam...
Sık ağaçlardan meydana
gelmiş ve içinde yartıcı hayvanların bulunduğu bir ormandaki heybetli bir
arslandan daha çok korku vericidir.
O arslan, sabah vakti
avlanmaya çıkar ve parçalanmış insan etleriyle başka iki arslanın da karnım
doyurur.
Dayanıklı bir arsîana
saldırdığı zaman onu yere sermeden bırakmaz.
Cev denilen bölgenin
yırtıcı hayvanları ondan uzak durur ve onun vadisinde erkek cemaatler
barınamazlar.
Onun vadisinde
güvenilir kişiler eksik değildir. (Görülen), parçalanmış silahlar ve elbiseler
o aslanın azığından arta kalanlardır.
Peygamber (s.a.)
kendisiyle aydınlanılan bir nur, Allah'ın yalın kılıçlarından bir hint
kılıcıdır.
Kureyş'ten bir cemaat
sözcüsü, onlar müslüman olduğu zaman -Mekke'den Medine'ye- intikal ediniz dedi.
Onlar intikal ettiler
ancak zayıflar, savaşta kalkanı olmayanlar, silahsızlar ve ata binemeyenler
kaldılar.
Beyaz erkek develer
gibi yürürler, kısa siyah adamlar firar ettikleri zaman bir darbe onlan korur.
Onlar yüksek burunlu
kahramanlardır, harpteki elbiseleri zırh ve zırh gibi gömleklerdir.
O zırhlar beyaz,
parlak, halkaları diken gibi birbirine geçmiş vaziyette sağlam yapılıdırlar.
Süngüleri
düşmanlarının göğsüne saplansa sevinmezler, kendileri de aynı duruma düşseler
üzülmezler.
Onlar ancak
boğazlarından yaralanabilirler ve de hiçbir zaman savaş meydanlarından uzak
kalmazlar."
İbn İshak, Âsim b.
Ömer b. Katâde'den şu rivayette bulunur: Kâ'b: "Kısa siyah adamlar firar
ettikleri zaman" deyince, bu sözüyle Ensar topluluğunu kasdetti, çünkü
onlar, Kâ'b'a ilk gelişinde hakaret etmişlerdi ve övgüsünü yalnızca Muhacirlere
yöneltmişti. Bunun üzerine Ensar gazaplandı. Kâ'b, Müslüman olduktan sonra (bu
hatasını telâfi için) Ensâr'ı medheden bir kasidesinde şöyle demişti:
"Kim şerefli bir
hayat sürmek isterse, Ensar'ın salihlerinin oluşturduğu bir toplulukta yaşasın.
Onlar üstün ahlâkı
atadan ve ecdattan miras aldılar ve onlar, hayırlı kimselerin evlatları olan
hayırlı insanlardır.
Savaş günü saldırılar
yapılırken canlarını Peygamberleri uğrunda feda edenlerdir.
Titreyen süngüler ve
Meşârif kılıçlarıyla insanları dinlerinden tardeden-lerdir.
Boğaz boğaza gelindiği
gün ölmek için canlarını Peygamberlerine satan kimselerdir.
Kâfirlerin kanlarından
bulaşan pislikleri temizler ve bunu da kendileri için bir ibadet sayarlar.
Seni korumaları için
yanlarına gittiğin zaman kendini dağ keçisinin (ulaşılması, imkânsız) yerinde
gibi (emin olarak) sabahlarsın.
Onlar, yıldızların
düştükleri gecede kendilerine gelenler için aşe$|jfazi-fesi gören bir
kavimdir."
Kâ'b b. Züheyr, en
büyük şairlerdendir. Kâ'b, babası, oğlu Ukbe, oğlunun oğlu Avvâm b. Ukbe,
bunların hepsi büyük şairlerdir. Kâ'b'ın beğenilen bir şiiri şöyledir:
"Eğer bir şeye
hayret edecek olsaydım, kaderi kendisine kapalı (geleceği hakkında hiçbir şey
bilmeyen) bir gencin koşuşturmasına hayret ederdim.
O genç ulaşamadığı
şeylerin peşinde koşup duruyor, kendisi tek bir fert ama her yana dağılmış bir
yığın işi var.
Yaşadığı sürece
insanın uzun boylu emelleri vardır. Ecel dolmadan gözün (herşeyde hevesi
olması) bitmez."
Yine Kâ'b'ın, Hz.
Peygamber (s.a.) hakkında söylediği, beğenilen beyitlerinden biri de şöyledir:
"O, cübbeîere
bürünülmüş olarak esmer develerin ışığı altında sürüldüğü bir ay gibidir.
Hırkasının ve
cübbesinin altındaki takva ve cömertliğin ölçüsünü Allah
bilir. [82]
Hicretin 9. yılı, Recep ayında vuku bulmuştur.[83]lbn
İshak der ki: Te-bük gazvesi; insanların çok büyük bir sıkıntı içinde olduğu,
beldelere kuraklığın hâkim olduğu bir zamanda vuku bulmuştur. Ürünler
olgunlaşmış, insanlar ürününün başında ağaçlarının gölgesinde kalmayı arzu
ediyorlar. Bu vaziyette bir yerden başka bir yere gitmeyi istemiyorlar. Hz.
Peygamber (s.a.) bir sefere çıkacağı zaman genellikle onu gizlerdi, zamanın elverişsiz
oluşu ve meşakkatlerin had safhada bulunuşu yüzünden bu seferde öyle yapmadı.
Rasûlullah (s.a.),
hazırlıklarını sürdürürken, bir gün SelemeoğuHarından Ced b. Kays'a dedi ki:
"Ey Ced! Bu yıl Ben? Asfar (Bizanslılar) ile savaşa gelmez misin?"
Ced cevab olarak şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bana izin versen de
günaha sokmasan daha iyi olmaz mı? Allah'a yemin olsun ki, bütün kavmimin de
bildiği gibi kadınlara benden daha çok düşkün kimse yoktur. Korkarım ki Benî
Asfar'ın kadınlarını görürsem sabredemem, günaha girerim." Hz. Peygamber
(s.a.) "Sana izin verdim" diyerek ondan yüz çevirdi.
Şu âyet-i kerime onun
hakkında indi: "İçlerinden öylesi var ki: 'Bana izin ver, beni fitneye
düşürme' dcr."[84]
Bir grup münafık birbirine
dedi ki: "Bu sıcakta sefere çıkmayın." Cenâb-i Hak onlar hakkında da
şu âyet-i kerimeyi indirdi: "Sıcakta sefere çıkmayın, dediler. "[85]
Daha sonra Rasûlullah
(s.a.) sefer hazırlıklarını yoğunlaştırdı, ashab-ı kirama da hazırlanmalarını
emretti. Zenginleri, Allah yolunda bağışta bulunmak için teşvik etti. İmkânı
olanlar ellerinde avuçlarında olanları, sevabını Allah'tan umarak getirdiler.
Bu seferde en büyük bağışı Hz. Osman b. Af-fan yaptı. Kimse onun yaptığı ölçüde
bağışta bulunamadı.
Ben derim ki: Hz.
Osman'ın bağış miktarı: Çulu ve semeriyle üç yüz deve ve bin dinardı[86]
İbn Sa'd nakleder ki:
Rasûlullah'a (s.a.) Şam'da büyük bir kalabalığın toplanmakta olduğu, onların
yıllık ihtiyaçlarının Heraklius tarafından karşılandığı, Lahm, Cüzam, Âmile ve
Gassân gibi kabileleri yanına aldığı ve öncü birliklerinin Belkâ'ya ulaştığı
haberi geldi. Bu arada yedi kişi ağlayarak Hz. Peygamber'e (s.a.) geldiler ve
O'ndan kendilerini teçhizatlandınp savaşa göndermesini istediler. Allah Rasûlü
(s.a.) de buna yetecek imkân bulunmadığını söyleyince, bağışta bulunmaya güç
yetirememekten dolayı duydukları hüznün tesiriyle gözyaşı dökerek dönüp
gittiler. Bu yedi kişi: Salim b. Umeyr, Uîbe b. Zeyd, Ebu Leylâ el-Mâzinî, Amr
b. Aneme, Seleme b. Sahr ve Irbâz b. Sâriye idi. Bazı rivayetlere göre:
Abdullah b. Mugaffel ve Ma'kıl b. Yesâr da bu zümrenin içindeydi. Bazılarına
göre ise Tebük seferine katılamayacağı için ağlayanlar, Müzeyne kabilesinin
Mukarrinoğullanndan yedi kişiydi.[87] İbn
İshak, Amr b. Humâm b. el-Cemûh'u da bu kişiler arasında saymaktadır.
Arkadaşları, Ebu
Musa'yı Hz. Peygamber'e (s.a.) göndererek, O'ndan kendilerine binit tedârik
etmesini istediler. Bu arada RasûluUah (s.a.) öfkeli olarak geldi ve:
"Vallahi ben sizi bir şeye bindiremem, sizi bindirecek bir şey bulamıyorum."
dedi. Daha sonra Allah Rasûlü'ne (s.a.) birkaç deve geldi ve
onları Ebu Musa ve
arkadaşlarına gönderdi ve şöyle dedi: "Sizi bindiren ben değilim. Fakat
Allah sizleri bindirdi. Allah'a yemin ederim ki ben bir konuda yemin eder de
aksini daha hayırlı görürsem, o hayırlı olanı yapar ve yeminimden dolayı
keffâret veririm."[88]
Ulbe b. Zeyd, gece
yarısı kalktı, namaz kıldı ve ağlayarak şöyle dua etti: "Allah'ım! Sen
cihad etmeyi emrettin ve onu teşvik ettia, sonra bana Rasü-lün ile birlikte
cihada çıkacak gücü ve imkânı vermedin. Rasûlü'nün eline de beni
techizatlandıracak imkân vermedin. Ben de malıma, bedenime ve iffetime
dokunarak bana sıkıntı veren ve benim Allah katında mükâfatlandırıl-mama sebep
olan her hâdisenin sevabını her bir müslümana bağışlıyor, ta-sadduk
ediyorum." Herkesle birlikte sabahladı. Hz. Peygamber (s.a.): "Bu
gece tasaddukta bulunan, Allah için sadaka veren nerde?" diye seslendi.
Kimse kalkmadı. Sonra tekrar: "Nerede o sadaka veren, kalksın ayağa!"
diye seslenince, Ulbe ayağa kalktı. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
"Müjdeler olsun, Muhammed'in nefsi kudret elinde bulunan (Allah)'a yemin
olsun ki senin sadakan, Allah katında kabul edilen sadakalardan yazıldı."[89]
Araplardan bir grup
sefere çıkmamak için mazeret ileri sürdüler ve kendilerine izin verilmesini
istediler. Rasûlullah (s.a.) mazeretlerini kabul etmedi. İbn Sa'd, bunların
seksen iki kişi olduklarını söyler. Abdullah b. Übey b. Selûl, yahudi ve
münafık müttefikleriyle birlikte karargâhını Seniyyetü'l-Vedâ'da kurdu.
Denildiğine göre askerlerinin sayısı diğerlerinden daha az değildi. Rasûlullah
(s.a.) Medine'de, Ensar'dan Muhammed b. Mesleme'yi yerine vekil olarak tayin
etti. İbn Hişâm, Sibâ' b. Urfuta'nm vekil tayin edildiğini söylerse de birinci
rivayet daha kuvvetlidir. [90]
RasûluUah (s.a.) yola
çıkınca, Abdullah b. Übey ve bebarerindeki diğer münafıklar geri kaldılar. Bu
arada müslümanlardan da bir grup geri kaldı.
Bunlar arasında: Kâ'b
b. Mâlik, Hilâl b. Ümeyye, Mürâre b. Rebî', Ebu Hay-seme es-Sâlimî ve Ebu Zer
de bulunmaktaydı. Ebu Hayseme ile Ebu Zer son-radanNyola çıkıp Rasûlullah'a
(s.a.) yetiştiler. Allah Rasûlü (s.a.) bu savaşa 30.000 asker ve 10.000 at ile
hazırlandı. Yirmi gün boyunca namazlarım kısaltarak kıldı. Heraklius o
günlerde Humus'ta idi. [91]
İbn İshak der ki: Hz.
Peygamber (s.a.) yola çıkarken Ali b. Ebî Tâlib'i ailesinin yanma bıraktı.
Münafıklar bu durumu fırsat bilerek fitne uyandırmak istediler ve dediler ki:
"Rasûlullah (s.a.) bu ağır sefer meşakkatini ona yüklememek, onun yükünü
hafifletmek için geriye bıraktı." Bunun üzerine Ali (r.a.) silahım alıp
yola çıktı ve Curf[92]
denilen mevkide Allah Rasûlü'ne (s.a.) yetişti ve dedi ki: "Ey Allah'ın
Peygamberi! Münafıklar beni koruduğun için geri bıraktığını iddia
ettiler." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Yalan
söylüyorlar, ben seni, yalnızca geride bıraktıklarıma bakman için bırakıyorum.
Geri dön, hem kendi ailen, hem benim ailem için bana vekâlet et. Bana nisbetle
sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi olmak istemez misin? Ancak benden sonra nebî
gelmeyecektir."[93]Bunun
üzerine Hz. Ali Medine'ye döndü. [94]
Hz. Peygamber (s.a.)
yola çıkıp günlerce yürüdükten sonra idi. Ebu Hayseme, sıcak bir günde
ailesinin yanına dönmüştü. İki hanımını da, bostanı % içindeki çardaklarında,
etrafı sulayarak serinletmiş olarak buldu. Kendisi için ' de su temin etmişler
ve yemek hazırlamışlardı. Bostana girince çardağın ka- L, pısmda durdu,
hanımlarına ve kendisi için hazırladıkları şeylere baktı ve kendi -kendine dedi
ki: "Allah'ın Rasûlü güneş altında, fırtınalar ve sıcakla boğu- şuyor. Ebu Hayseme serin gölgelikte, yemeği
hazırlamış, güzel bir kadınla b malının yanıbaşında oturuyor. Bu, insaf
değil." Sonra şöyle dedi: "Allah'a yemin olsun ki, Rasûlullah'a
(s.a.) yetişinceye kadar hiçbirinizin çardağına girmeyeceğim. Hemen yol azığımı
hazırlayın.1* Kadınlar denileni yaptılar. Sonra devesine bindi ve Hz.
Peygamber'i (s.a.) aramaya başladı ve O Tebük'e varıp ordugâhını kurduğunda
O'na yetişti. Ebu Hayseme Rasûlullah'ı (s.a.) ararken yolda Umeyr b, Vehb b.
el-Cumahî ile karşılaşmış, Tebük'e yakla-şıncaya kadar birbirlerine refakat
etmişlerdi. Ebu Hayseme, Umeyr b. Vehb'e dedi ki: "Ben, günahkârım, Rasûlullah'm
(s.a.) yanına varıncaya kadar benden ayrılma." Allah Rasûlü (s.a.)
Tebük'e inerken her ikisi de O'na yaklaşıyorlardı. Oradakiler dediler ki:
"Yolda bu tarafa doğru gelen birisi var." Rasülullah (s.a.) da bunun
üzerine: "Ebu Hayseme olmalı." dedi ve oradakiler: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Vallahi o, Ebu Hayseme!" dediler. Devesini çökertip indi ve Hz.
Peygamber'e (s.a.) selâm verdi. Rasülullah (s.a.) da ona: "Bu, senin için
daha hayırlı Ey Ebu Hayseme!" dedi. Ebu Hayseme, o ana kadar olanların
hepsini anlattı. Rasülullah (s.a.) onu dinledikten sonra hayırlar diledi ve
hayır duada bulundu[95]
Hz. Peygamber (s.a.),
Semûd kavminin bulunduğu bölgedeki Hıcr mevkiinden geçerken dedi ki:
"Buranın suyundan içmeyiniz, namaz için abdest almayınız, o su ile
yoğurduğunuz hamurlan develere yediriniz, siz o hamurdan yemeyiniz, arkadaşsız
dışarı çıkmayınız." Herkes denileni yaptı, ancak Sâideoğullanndan iki
kişi, biri ihtiyaç dolayısıyla, diğeri de devesini aramak için dışarı
çıkmışlardı. İhtiyacı için çıkan (cin tarafından) çarpıldı. Devesini aramak
için çıkan da fırtınaya kapılıp Tayy kabilesinin dağlarına kadar sürüklendi.
Bu durum Rasûlullah'a (s.a.) haber verildiği zaman: "Tek başınıza
çıkmaktan sizi men etmedim mi?" buyurdu. Daha sonra dua etti ve çarpılan
şahıs iyileşti; diğerini de, Hz. Peygamber (s.a.) Medine'ye döndükten sonra
Tayylılar getirdiler.[96]
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim*'de rivayet edilen Ebu Humeyd hadisi şöyledir: Hareket ettik ve Tebük'e
kadar geldik. Rasülullah (s.a.): "Bu gece şiddetli bir rüzgâr esecek, hiç
biriniz kalkmayın, devesi olanlar devesinin dizini
bağlasın." buyurdu. Şiddetli bir
rüzgâr esti. Bir kişi kalkmış (dışarı çikmiş)tı. Rüzgâr onu sürükleyip Tayy
kabilesinin iki dağına götürdü,[97]
İbn Hişâm, Zührî'nin
şöyle dediğini nakleder: Hz. Peygamber (s.a.) Hıcr'a vardığında elbisesini
yüzüne örttü, devesini hızlandırdı ve sonra şöyle dedi: "Kendi nefislerine
zulmedenlerin yurtlarına, ancak ağlayarak girin ki, onlara isabet eden musibet
size de isabet etmesin.[98]
Ben derim ki: Sahih-i
Buharı've Sahih-i Müslim'de İbn Ömer'den şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah
(s.a.) buyurmuştur ki: "Azaba uğrayan şu kavmin yurtlarına ancak
ağlayarak giriniz. Ağlamıyorsanız, girmeyiniz ki onların uğradığı musibete
uğramayasımz."[99]
Sahih-i Buhar?deki
rivayette, Allah Rasûlü'nün (s.a.) ashabına, yoğur-dukları hamuru yemeyip
atmalarını emrettiği kaydedilmektedir.[100]
Sahih-i Müslim'de de,
Rasûlullah'ın (s.a.) onlara, hamuru develere yutturmalarını, suları
dökmelerini ve onun yerine sularını develerin su içmek için geldikleri kuyudan
almalarını emrettiği kaydediImektedir.[101]Bu
rivayet Bu-harî'de de vardır. Ancak bu hadisi nakledenler, Buharî'deki
"hamurun atılması" hadisini nakledenlerin akıllarında tutamadıkları
bir çok şeyi ezberleyip akıllarında tutmuşlardır.
Beyhakî ise ashabın
arasında bir münâdînin bağırarak toplanmaları için uyanda bulunduğunu,
toplanınca da Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle buyurduğunu zikreder:
"Allah'ın gazap ettiği bir kavmin yurduna ne diye girersiniz!" Bir
kişi bağırarak dedi ki: "Merak ediyoruz, Ey Allah'm Rasûlü!" Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Size bundan daha çok merak edeceğiniz
bir haber vereyim mi? İçinizden biri size, daha önceden olan ve daha sonra da
olacak olayları haber veriyor. Dürüst olunuz ve istikamet üzere bulununuz.
Şüphesiz Allah (c.c.) sizlere azab etmek için vesile aramaz. İlerde Allah öyle
bir kavim yaratacak ki onlar Allah'ın azabına karşı korunmak için hiçbir şey
yapmayacaklar. "[102]
sûlü'ne (s.a.)
şikâyette bulundular. Hz. Peygamber (s.a.) dua etti. Allah âlâ bulut gönderdi,
herkes kana kana içip yanlarındaki kapları da doldurun • caya kadar yağmur
yağdı.[103]
Sonra Hz. Peygamber
(s.a.) yürüdü, biraz yol aldıktan sonra, devesi kay j! boldu. Münafıklardan
Zeyd b. Lusayt dedi ki: "Nebî olduğu iddiasında d&İ ğil mi? Sizlere
gökyüzünün haberlerini bildirmiyor mu? Nasıl olur da devesi nin nerede olduğunu
bilmez?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir adam şov le şöyle
söylemekte..." diyerek onun söylediği sözleri zikretti ve dedi ki:
"Ali* lah'a yemin olsun ki ben, Allah'ın (c.c.) bana bildirdiğinden
başkasını bil[j mem. Allah Teâlâ devenin nerede bulunduğunu da bana
bildirmiştir. O f lanca vadide ve falanca bölgede. Yularının takıldığı bir ağaç
onu bırakm makta, gidiniz ve onu getiriniz." Bu söz üzerine gittiler ve
deveyi getirdiler.[104]
Yine bu yolda Hz.
Peygamber (s.a.) bir kadının bahçesindeki hurimi]ıj on vesk[105]
olarak tahmin etti.[106]
Sonra Rasûlullah
(s.a.) yoluna devam ediyor, bu arada bazıları geri kaÜ yor, sefere
katılmıyorlar ve: "Filan geri kaldı, falan gelmedi" diyorlardı. Ra
sülullah (s.a.) da bunlara diyordu ki: "Bırakın, eğer o kimsede bir hayır
vat! sa, Allah onu size ulaştıracaktır, şayet öyle değilse Allah ondan (onun
şerrin den) sizi rahata ve selâmete çıkarmıştır." [107]
Ebu Zer'in (r.a.)
devesi ayak diretip yavaşlayınca, Ebu Zer eşyasını tına aldı ve yürüyerek Hz.
Peygamber'in (s.a.) izini takibe başladı. Rasûlül-lah (s.a.) bir ara
konaklamıştı. Müslümanlardan biri "Ey Allah'ın Rasûlü! Surda bir adam tek
başına yürüyor." dedi. Rasûlullah (s.a.) da: "Ebu Zer olmalı."
diye karşılık verdi. Biraz daha bakıp kim olduğunu anlayınca, oradakiler:
"Ey Allah'ın Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki o, Ebu Zer'dir." dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah, Ebu Zer'e
rahmetiyle muamele etsin! O tek başına yürür, tek başına ölür ve yalnız olarak
diriltilir."[108]
tbn İshak, Abdullah b.
Mes'ûd'dan şu rivayette bulunur: Hz. Osman, Ebu Zer'i Rabeze'ye sürünce, orada
öldü. O esnada yanında, yalnızca hanımı ve uşağı vardı. Ölmeden önce hanımına
ve uşağına kendisini yıkamalarını, kefenlemelerini sonra cesedini yolun
ortasına bırakmalarını ve. ilk geçecek kafileye: "Bu Rasûlullah'ın
sahabesi Ebu Zer'dir, defni için bize yardım ediniz." demelerini vasiyet
etti. Ölünce vasiyetini yerine getirdiler, onu yolun ortasına bıraktılar.
Abdullah b. Mes'ûd, Iraklılara ait bir kafileyle umreye giderken çıkageldi.
Yol üzerindeki cenaze onlan korkuttu ve neredeyse deve, cesedini çiğneyecekti.
Ebu Zer'in uşağı kalktı, yanlarına vardı ve dedi ki: "Bu cesed,
Rasûlullah'ın (s.a.) sahabesi Ebu Zer'indir. Defnedilmesi için bana yardımcı
olunuz." Abdullah b. Mes'ûd, ağlamaya ve şöyle konuşmaya başladı:
Rasûlullah (s.a.) doğru söyledi. "O, tek başına yürür, tek başına ölür ve
yalnız olarak diriltilir." Sonra Abdullah b. Mes'ûd ve kafiledeki
arkadaşları inip Ebu Zer'i defnettiler. Daha sonra Abdullah b. Mes'ûd
oradakilere, Tebük seferinde Hz. Peygamberin (s.a.) Ebu Zer hakkında söylediği
sözü nakletti.[109]
Ben derim ki: Bu
kıssanın sıhhatinde şüphe vardır. Zira Ebu Hatim îbn Hibbân, Sahik'inâe ve
diğer eserlerinde Ebu Zer'in vefatı olayını anlatmış ve Ümmü Zer'in şöyle
söylediğini nakletmiştir: Ebu Zer'in vefatı yaklaşınca ben ağladım. Ebu Zer:
"Niçin ağlıyorsun?" dedi. "Niçin ağlamayayım? Sen bu şekilde
çöllerde vefat edeceksin, yanımda ne seni kefenleyecek bir kumaş parçası, ne de
defnedebilecek bir imkân var." dedim. Bunun üzerine deki ki: "Ağlama
sana bir müjdem var! Ben Rasûlullah'ın (s.a.) benim de içinde bu-lunauğum bir cemaata
şöyle dediğini işitmiştim: 'Sizden biriniz çölde vefat edecek ve müslüman bir
topluluk onun vefatında hazır bulunacaktır.' O cemaatta bulunanların her
biri,ya bir köyde veya bir topluluk içinde vefat etti. Rasûllullah'ın (s.a.)
işaret ettiği kimse benim. Allah'a yemin olsun ki ben, ne yalan söyledim, ne de
söylediğim bir söz yalanlandı. Sen yolu gözetle." Dedim ki: "Nasıl
olur? Hacılar gitti, yolcu kalmadı." Dedi ki: "Sen git ve
gözetle." Daha sonra Ümmü Zer şöyle dedi: Bir kum yığınına yaslanmış
olarak yolu gözetliyordum. Bazan da gelip Ebu Zer'in hastalığıyla ilgileniyordum.
Biz bu vaziyette iken bineklerinin üzerinde kartallar gibi yükselen bir grup
insan gördüm. Onlara işaret ettim, hızla bana gelip durdular ve dediler ki:
"Hayrola, neyin var?" "Bir müslüman ölmekte, onu kefenlememiz
gerekecek" dedim. "Kim o?" diye sordular. "Ebu Zer."
dedim. "Rasûlullah'ın (s.a.) sahabesi mi?" dediler. "Evet"
dedim. "Anamız babamız ona feda olsun!" diyerek süratle yanına
geldiler. Ebu Zer onlara dedi ki: "Müjdeler olsun size! Ben Rasûlullah'ı
(s.a.) benim de içinde bulunduğum bir topluluğa şöyle derken işittim: 'Sizden
biriniz çölde vefat edecek ve mü'min bir topluluk onun vefatında hazır
bulunacaktır.' O cemaatte bulunanlardan her biri, bir topluluk arasında (bir
yerleşim merkezinde) ölmüştür. Allah'a yemin olsun ki ben ne yalan söyledim,
ne de bir sözüm yalanlandı. Yanımızda bana ya da kanma ait bir kumaş parçası
bulunsaydı ondan, başkasıyla kefen-lenmezdim. Allah aşkına sizden şunu
istiyorum. İçinizden emîr, arîf (emir yardımcısı), berîd (posta tatarı) veya
nakîb olarak görev yapan biri varsa beni kefenlemesin!" Ensar'dan bir
genç dışında herkes buna benzer görevlerde bulunmuşlardı. O genç dedi ki:
"O sözünü ettiğin kişi benim amcacığım. Seni, şu üzerimdeki örtü ve annemin
dokuduğu heybemin kumaşlarıyla kefenleyeyim." Ebu Zer ona: "Beni,
sen kefenle." dedi. Ensardan olan genç kefenledi, hep beraber namazını
kıldılar ve defnettiler. Bu topluluğun tamamı Yemenli idi.[110]
Tekrar Tebük kıssasına
dönelim.
Münafıkların grubunda Amr b. A'vf oğullarının kardeşi Vedîa b. Sabit ve
Selemeoğuüarımn müttefiki Eşca' kabilesinden Mahşiy b, Humeyyir adında bir adam
vardı. Birbirlerine şöyle diyorlardı: "Rumlarla savaşmayı Araplarla
savaşmak gibi mi sanıyorsunuz? Vallahi biz sizi yarın mü'minleri korkutmak ve
paniğe kaptırmak için iplere bağlanmış olarak görüyoruz." Mahşi; b.
Humeyyir de dedi ki: "Vallahi şu sözlerinizden ötürü hakkımızda Kur'ar
âyeti inmesindense, her birimize yüzer sopa vurulmasına hükmedilmesini da ha
çok yeğlerdim." Rasûlullah (s.a.) Ammâr b. Yâsir'e dedi ki: "Şu kavmi
yetiş, mahvoldular. Sor bakalım ne söylediler? Şayet inkâr ederlerse onlari de
ki: İnkârınızın aksine şöyle şöyle sözler söylediniz." Ammâr yanlarına
gitti kendisinden isteneni yerine getirdi. Onlar da gelip Rasûlullah'tan
(s.a.özür dilediler. Vedîa b. Sabit dedi ki: "Biz lâfa dalmış
eğleniyorduk." Bunun üzerine Allah haklarında: "Eğer onlara soracak
olursan 'Andolsun ki biz, sadece lâfa dalmış, şakalaşıyorduk!' derler."[111]
âyetini indirdi. Mahşiy b. Humeyyir dedi ki: "Ya Rasûlallah! Beni adım ve
babamın adı geriletti." Mahşiy, yukardaki âyette affolunduğu
bildirilenlerdendi. Daha sonra Abdur-rahman adını aldı ve Allah'a, şehid olarak
ölmek ve yerinin bilinmemesi için dua etti. Yemâme savaşında şehid oldu ve
izine rastlanmadı.
İbn Âiz, Megazîadh
eserinde şöyle bir hâdise nakleder: Rasûlullah (s.a.) Tebük'te su kaynağının
azaldığı bir sırada oraya varmıştı. Kaynak suyundan bir avuç ağzına aldıktan
sonra tekrar geri boşaltır boşaltmaz su kaynadı. Şu ana kadar da kaynamaya
devam etmektedir.
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim'de, Rasûlullah'ın (s.a.) kaynağa gelmeden önce şöyle dediği
nakledilmektedir: "İnşaallah siz, yarın Tebük suyu kaynağına
varacaksınız. Kuşluk vaktine kadar oraya yanaşmayınız. Kim oraya varırsa, ben
gelinceye kadar suyuna el sürmeyiniz." Dediler ki: "Kaynağa geldik,
iki kişi daha önceden oraya gelmişti. Su, ayakkabı bağcığı gibi incecik
akıyordu." Hz. Peygamber (s.a.) o iki kişiye: "Suya el sürdünüz mü?**
diye sordu. Onlar da: **Evet," dediler. Rasûlullah (s.a.) onlara, biraz
ağır konuştu. Sonra suyu avuçlarıyla bir yere topladılar. Allah Rasûlü (s.a.),
o suyla yüzünü ve ellerini yıkadı, tekrar kaynağına boşalttı ve kaynaktan bol
bir şekilde su akmaya başladı. Sonra Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Ey
Muaz, sana uzun bir hayat nasip olsaydı çok geçmeden buraların bahçelerle
dolduğunu görürdün." [112]
Hz. Peygamber (s.a.)
Tebük'e gelince, Eyle kralı yanına geldi. Sulh yaptılar. Eyleliler cizye
verdi. Cerbâ ve Ezruh halkı da cizye ödediler. Rasûlullah (s.a.) da onlara emân
verildiğini bildiren bir yazı yazdı. Eyle kralına yazdığı yazı şöyle idi:
"Bismiîlahirrahmanirrahim. Bu Allah'tan ve Allah'ın Peygamberi
Muhammed'den Yuhanna b. Ru'be ve Eyle halkına verilen bir emandır. Karadaki ve
denizdeki vasıtaları, (ve bu vasıtalardaki Eyleliler) Ey lehlerle birlikte
bulunan Şam ve Yemen halkıyla sahilde bulunanlar da Allah'ın ve Mu-hammed Peygamber'in himayesindedirler. Onlardan
kim bir kötülük işlerse, onun malı korunmayacaktır ve o mal alan
kimseye aittir. Su almak isteyeni ve karada, denizde yolculuk etmek isteyeni
engellemek helâl de-ğildir.[113]
İbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'i Dûmetü'l-Cendel'de Ükeydir b. Abdilmelik'e
gönderdi. Ükeydir, Kindeliler'den olup hıristiyandı ve Dümetü'l-Cenderin kralı
idi. Rasûlullah (s.a.) Halid b. Velid'e dedi ki: "Onu yaban sığın avlarken
bulacaksın." Halid (r.a.) yola çıktı. Mehtaplı ve berrak bir gecede
Ükeydir'in kalesine gözle görülebilecek kadar yaklaştılar. İTerasta karısıyla
beraberdi. O sırada bir yaban öküzü gelip boynuzlarıyla sarayın kapısını tırmalamaya
başladı. Karısı Ükeydir'e dedi ki: ^"Daha önce hiç böylesini görmüş
müydün?" O da: "Hayır, vallahi görmedim." dedi. Karısı:
"Kim bunu yakalamadan bırakır?" dedi. Ükeydir: "Hiç kimse."
diye karşılık verdi. Sonra aşağı indi, atı eğerlendi. Ükeydir atma bindi,
yanında aralarında Hassan adındaki kardeşinin de bulunduğu ailesinden bir grup
vardı. Hep beraber atlarına binip yaban öküzünü kovalamaya başladılar. Hz. Peygamber'in
(s.a.) süvarileri Ükeydir'i yakaladılar, kardeşini de öldürdüler. Üzerinde atlastan
yapılmış ve altınla işlenmiş bir cübbe vardı. Halid, bu cübbeyi alıp kendisi
gitmeden önce Rasûlullah'a (s.a.) gönderdi. Sonra Ükeydir'i Hz. Peygamber'e
(s.a.) getirdi. Allah Rasûlü (s.a.) Ükeydir'in kanını bağışladı. Onunla cizye
ödemesi şartıyla sulh yaptı ve sonra serbest bıraktı, o da ülkesine döndü. [114]
İbn Sa'd der ki:
Rasûlullah (s.a.), Halid'i dört yüz atlıyla birlikte gönderdi. Sonra (İbn
İshak'ın naklettiği) olayları zikrettikten sonra dedi ki: Halid b. Velid,
Ükeydir'e, Dûmetü'l-Cendel'in kapısını açması şartıyla, Rasûlullah'a (s.a.)
gelinceye kadar eman verdi. Ükeydir teklifi kabul etti ve iki bin deve, sekiz
yüz at, dört yüz zırh ve dört yüz mızrak vermeyi kabul ederek barış anlaşması
yaptılar. Ganimetten, Rasûlullah'ın (s.a.) hakkı ayrılıp, beşte biri de
çıkarıldıktan sonra geri kalanı mücahidler arasında taksim edildi ve her bir
mücahide beş hisse düştü.
İbn Âiz, bu habere şunu da ilâve eder:
Ükeydir, yaban öküzü ile ilgili olarak dedi ki: "Vallahi bu hayvanın bize
geldiğini dün geceye kadar hiç görmemiştim. İki üç gündür aklımdan
geçiriyordum. Allah böyle takdir etmiş."
Musa b. Ukbe der ki:
Yuhanna, Rasûlullah'ın (s.a.) yanmdayken Ükey-dir'İe bir araya geldiler.
Rasûlullah (s.a.), her ikisini de İslâm'a davet etti, fakat yanaşmadılar, cizye
ödemeyi kabul ettiler. Rasûlullah (s.a.) bu iki kişiyle Dûmetü'I-Cendel,
Tebük, Eyle ve Teymâ üzerine sulh anlaşması yaptı ve onlara bu konuda yazı
yazdı[115]
Tekrar Tebük kıssasına
dönelim: îbn İshak der ki: Hz. Peygamber (s.a.) on küsur gün Tebük'te kaldı.
Sonra Medine'ye doğru yola çıktı. Yolda Mü-sakkak vadisinde, kaya kovuğundan
çıkan ve ancak bir, iki en çok üç kişinin susuzluğunu gideren bir kaynak vardı.
Rasûlullah (s.a.): "Kim bizden önce suya varırsa, biz gelinceye kadar
kimse ondan içmesin." dedi. Münafıklardan bir grup, önceden gidip sudan
içtiler. Allah Rasûlü (s.a.) suyun başına geldiğinde sudan bir eser görmedi ve:
"Bizden önce suya kim geldi?" diye sordu. "Filan filan gedi ya
Rasûlallah!" denildi. Rasûlullah (s.a.): "Ben gelinceye kadar su
içmelerini men etmemiş miydim?" dedi ve onları lanetleyip beddua etti.
Sonra inip elini kaynağın ağzına koydu. Eline bir miktar su dökülmeye başladı,
sonra o sudan kaynak yerine serpti ve elini oraya sürdü ve bir süre dua ve
niyazda bulundu, akabinde öyle bir su fişkırdı ki —duyanların söylediğine göre—
suyun sesi yıldırımların sesini andırıyordu. Herkes kana kana içti ve her türlü
ihtiyaçlarını giderdiler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Şayet
yaşarsanız, ya da sizden biriniz sağ kalacak olursa bu vadinin, kendinden
önceki ve sonraki vadilerden daha münbit olduğunu duyacaksınız."
Ben derim ki: Sahih-i
Müslim'de şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) onlara dedi ki:
"İnşallah siz, yarın Tebük suyuna varacaksınız. Kuşluk vakti olmadan yanma
yaklaşmayın, kim yanına varırsa suyuna el sürmesin." Bu hadis daha önce de
geçmişti.
Şayet burada bir olay
sözkonusuysa Müslim'in hadisi daha güvenilir sayılır, iki ayrı olay cereyan
etmiş olması da mümkündür.
Muhammed b. İbrahim b.
H|ris et-Teymî, Abdullah b. Mes'üd'un şöyle anlattığını nakletmektedir: Ben
Tebük gazasında Rasûlullah (s.a.) ile beraberken bir gece yarısı kalktım ve
ordugâh tarafında bir ateş yandığını gördüm ve ateşi izlemeye başladım. Baktım
ki Rasûlullah (s.a.), Ebu Bekir ve Ömer oradalar ve duydum ki Abdullah
Zü'lbicâdeyn el-Müzenî vefat etmiş, kabrini kazmışlar, Allah Rasûlü (s.a.)
kabre inmiş. Ebu Bekir ve Ömer cesedi O'na doğru gönderirken Rasûlullah (s.a.):
"Kardeşinizi bana yanaştırınız." diyor, onlar da gönderiyorlardı. Yan
üstü yatırmaya hazırlanırken de: "Ya Rabbi; ben bu kişiden razıyım, Sen de
ondan razı ol." diye dua etti. Abdullah b. Mes'ûd dedi ki: "Keşke o
kabrin sahibi ben olsaydım".[116]
Hz. Peygamber (s.a.),
Tebük seferinden dönerken dedi ki: "Medine'de öyle kavimler vardır ki,
yürüdüğünüz her yerde, aştığınız her vadide onlar sizlerle beraberlerdi."
Oradakiler: "Onlar Medine'de bulundukları halde mi, bizimle
beraberlerdi?" dediler. "Evet, mazeretleri sebebiyle
kalmışlardı."[117]
dedi. [118]
Hâkim ve ed-Delâil'de
Beyhakî, Ukbe b. Âmir'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Rasûlullah (s.a.)
ile birlikte Tebük seferine çıkmıştık. Hz. Peygamber (s.a.) bir gece uyumamış,
ertesi gece istirahata çekilmişti. Güneş bir mızrak boyu yükselinceye kadar
uyanamadı. Uyandıktan sonra: "Ey Bilâl! Ben sana, sabah namazını bekle
demedim mi?" Bilâl dedi ki: "Ya Rasûlallah! Seni kendinden geçiren
uyku beni de geçirdi." Daha sonra Rasûlullah (s.a.) bulundukları yerden
fazlaca uzaklaşmadan namazını kıldı, günün geri kalan kısmında ve geceleyin,
Tebük'e varıncaya kadar hiç durmadan yola devam etti. Tebük'te, Allah'a lâyık
olduğu veçhile hamd ve senada bulundu ve sonra dedi ki:
"Sözlerin en
doğrusu, Allah'ın kitabıdır. Yapışılacak en sağlam kulp takvadır. Dinlerin en
hayırlısı İbrahim'in (a.s.) dini (İslâmiyet)dir, sünnetlerin en hayırlısı
Muhammed'in sünnetidir. Sözlerin en şereflisi Allah'ı zikretmektir. Kıssaların
en güzeli şu Kur'an'dır. İşlerin en hayırlısı Allah'ın farz kıldıkları, en
şerlileri de sonradan ortaya çıkan, bid'at olanlarıdır. En güzel yol
peygamberlerin yolu, en şerefli ölüm
şehitlerin ölümü, en koyu körlük hidayete erdikten sonra dalâlete düşmektir.
Çalışmaların en hayırlısı faydalı olanı, doğru yolun hayırlısı uyulanı,
körlüğün en şerlisi kalp gözünün kör olmasıdır. Veren el, alan elden üstündür.
Yeterli miktardaki az mal, oyalayıcı ve aldatıcı çok maldan hayırlıdır. Mazeret
ileri sürmelerin en şerlisi ölüm geldiğinde yapılandır. En kötü pişmanlık
kıyamet günündekidir. Bazı insanlar cumaya en son geliyorlar ve Allah'ı çirkin
bir şekilde zikrediyorlar. Hataların en büyüğü, dilin çok yalan söylemesidir.
Zenginliğin en hayırlısı kalb zenginliği, azıkların en hayırlısı, takvadır.
Hikmetin (her hayrın) başı Allah'tan (c.c.) korkmaktır. Kalpte bulunan en
hayırlı şey yakîn derecesindeki imandır. Şüphe küfür alâmetidir. Ölü için
bağırarak ağlamak cahiliye âdetlerindendir. (Ganimet mallan ve diğer
hususlarda) hıyanet cehennem korlanndandır. Sarhoşluk cehennem ateşidir. Şiir
İblisin işidir. İçki bütün kötülükleri bir araya toplar. En kötü yiyecek yetim
malıdır. Mutlu kişi başkasının halinden ibret alandır. Şakî, anasının karnındayken
şakı olandır. Her birinizin gidişi kabre doğrudur, işi âhirete kalır. Yapılan
işlerde esas olan sonuçlardır. Düşüncelerin en kötüsü yalan düşüncelerdir. Her
gelecek yakındır. Mü'mine sövmek fâsık-Iık, onu öldürmek küfürdür. Mü'minin
etini yemek (dedikodusunu yapmak, hakkında gıybet etmek) Allah'ın emirlerine
karşı gelmektir. Mü'minin malı da kam gibi haramdır. Yalan yere Allah'a yemin
eden kişiyi Allah yalancı çıkarır. Kim bağışlayıcı, affedici olursa Allah da
onu bağışlar ve affeder. Kim öfkesini yenerse Allah onu mükafatlandırır. Kim
herhangi bir zarara uğrar da sabrederse Allah o zararın karşılığını verir.
Gösteriş yapmak isteyeni Allah cezalandınr. Sabırlı davranmaya çalışanı güçlü
kılar ve Allah'a isyan edeni de azaba düçâr eder." Hutbesini bitirdikten
sonra Hz. Peygamber (s.a.) üç defa istiğfarda bulundu.[119]
Ebu Davud, Sünen'inde
İbn Vehb'den şu hadisi nakleder: Muâviye'nin Saîd b. Gazvân'dan naklettiğine
göre, Saîd'in babası Gazvân, hacca giderken Tebük'e uğramıştı, kötürüm bir
adam gördü ve ona ne olduğunu sordu. Adam dedi ki: Sana ne olduğunu
anlatacağım, ama benim hayatta olduğumu bildiğin sürece kimseye bundan
bahsetmeyeceksin: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'te bir hurma ağacının yanına geldi
ve: "İşte bu ağaç bizim kıblemiz."
dedi, sonra o ağaca
doğru namaz kıldı. Ben de koşup oynayan bir çocuktum, koşarak O'na doğru gittim
ve O'nunla ağacın arasından geçtim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.):
"Namazımızı kesti, Allah da onun izini (yani iz bırakan ayaklarım)
kessin." dedi. Bu güne kadar bir daha ayaklarım üstünde duramadım. [120]
Sonra Ebu Davud,
Vekî'—Saîd b. Abdülaziz—Yezîd b. Nimrân'ın kölesi senediyle Yezîd b.
Nimrân'dan başka bir rivayet nakleder. O rivayete göre Yezîd b. Nimrân dedi
ki: Tebük'te kötürüm bir adam gördüm. O adam dedi ki: Rasûlullah (s.a.)
merkebinin üzerinde namaz kılarken önünden geçtim. Bunun üzerine Allah Rasûlü
(s.a.): "Ey Allah'ım, izini kes." dedi, ondan sonra iki ayağım
üzerinde hiç yürüyemedim.[121] Bu
ve bundan önceki iki isnad da zayıftır. [122]
Ebu Davud, Kuteybe b.
Saîd—Leys—Yezîd b. Ebî Habîb—Ebu't-Tufeyl—Âmir b. Vasile kanalıyla Muaz b.
Cebel'den şöyle bir hadis nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.), Tebük
gazasında güneşin zevalinden önce yola çıktığında öğle namazını, ikindi ile cem
edip kılmcaya kadar tehir etti. Akşam namazı vaktinden önce yola çıktığı
zaman, akşam namazını yatsı namazı ile beraber kılıncaya kadar tehir etti.
Akşam namazından sonra yola çıktığı zaman yatsı namazını kılmakta acele etti
ve akşam namazı ile beraber kıldı."
Tirmizî şöyle
demektedir: "Zeval vaktinden sonra yola çıkarsa, ikindi namazını kılmakta
acele eder, öğle ve ikindiyi öğle namazı vaktinde beraber kılardı."[123]
Tirmizî bu hadis için: "Hadis hasendir." demişti.. Ebu Davud da:
"Bu hadis münkerdir, vaktin öne alınması konusunda herhangi bir hadis
yoktur." demektedir.
Ebu Muhammed İbn Hazm
der ki: "Hiç bir hadisçi Ebu Davud hadisinde geçen Yezîd b. Ebî Habîb'in
Ebu Tufeyl'i dinleyip ondan hadis aldığını bilmemektedir."
Hâkim ise bu Ebu
Tufeyl hadisi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Bu, râvileri güvenilir
imamlar olan bir hadistir. İsnad ve metin yönünden şâzzdır. Sözkonusu hadis
için söyleyebileceğimiz bir illet, eksiklik de bulamıyoruz. Bütün bunlardan
sonra bir de baktık ki, hadis mevzu imiş. Buharî'den şöyle nakledilmiştir:
Kuteybe b. Saîd'e: "Ebu Tufeyl'den Yezîd b. Habîb'ın rivayet ettiği hadisi
Leys'ten yazarken kiminle beraberdin?" dedim. Dedi ki: "Halid
el-Medâinî ile beraber yazdım." Halid el-Medâinî, hadis şeyhlerine
söylemedikleri şeyleri isnad ederdi. Yine Ebu Davud, Yezîd b. Halid b. Yezîd
b. Abdullah b. Muvehheb er-Remlî—Mufaddal b. Fudâle—Leys b. Sa'd— Hişâm b.
Sa'd—Ebu Zübeyr—Ebu Tufeyl senediyle Muâz b. Cebel'den şöyle rivayet etmiştir:
"Rasûlullah (s.a.) yola çıkmadan önce, güneşin zeval vakti geçtiğinde öğle
ile ikindi namazlarını bir arada kılardı. Akşam namazı için ise şöyle yapardı:
Yola çıkmadan önce güneş battıysa akşam ve yatsıyı beraber kılar, şayet güneş
batmadan Önce yola çıktıysa akşam namazını yatsının vaktine girinceye kadar
tehir eder, sonra ikisini beraber kılardı."[124]
Ahmed b. Hanbel, İbn
Maîn, Ebu Hatim, Ebu Zür'a, Yahya b. Saîd, bu hadiste geçen Hişâm b. Sa'd'ı
hadis rivayetinde zayıf bulmuşlardır. Ondan hadis rivayet edilmezdi. Nesâî de
bu şahsı zayıf bulanlardandır. Ebu Bekir el-Bezzâr dedi ki: "Hişâm b.
Sa'd'dan hadis rivayet etmekten çekinen, ya da çekinmeyi gerektirecek bir
illet, bir eksiklik yönelten kimseye rastlamadım." Ebu Davud der ki:
"Mufaddal ve Leys'in hadisi münker hadistir/*[125]
Ebu'l-Esved, Meğazf
sinde Urve'den şöyle bir nakilde bulunur: Hz. Peygamber (s.a.) Tebük'ten
döndü. Medine'ye doğru yola çıktı. Bir müddet yol aldıktan sonra bir grup
münafık Rasûlullah'a (s.a.) bir tuzak hazırladılar, yolda O'nu yüksek bir
tepeden aşağı atmak hususunda aralarında anlaştılar. Tepeye yaklaşınca Allah
Rasûlü (s.a.) ile birlikte yürümek istediler. Ashabı da oraya gelince,
Rasûlullah (s.a.): "Kim vadiden gitmek isterse gitsin, orası sizin için
daha müsait." dedi. Ashab-ı kiram vadi yolunu tutarken Hz. Peygamber
(s.a.) ve O'na tuzak kurmak isteyen bir grup münafık tepeye doğru yürüdüler.
Rasûlullah'ın (s.a.) ashabına söylediklerini duyunca (bu tam fırsattır deyip)
başlarındaki örtüyle yüzlerini örterek çok mühim ve tehlikeli işe teşebbüs
etmek için hazırlandılar. Hz. Peygamber (s.a.), Huzeyfe b. el-Yemân ve Ammâr b.
Yâsir'e, yanında yürümelerini emretmişti. Ayrıca Ammâr'a devesinin yularını
tutmasını, Huzeyfe'ye de deveyi arkadan sürmesini emretmişti. Onlar bu şekilde
yürürlerken, arkalarından kendilerine doğru gelenlerin gürültülerini duydular.
Hz. Peygamber (s.a.) sinirlendi ve Huzeyfe'ye onları defetmesini emretti.
Huzeyfe, Rasûlullah'ın (s.a.) sinirlendiğini gördü ve hemen geriye dönüp
elindeki sopa ile bineklerinin önüne geçip vurmaya başladı. Onları yüzleri
maskeli olarak gördü, fakat o bölgede her yolcunun tabii olarak yüzünü böylece
örtmesi âdet olduğu için bu durumdan hiç şüphelenmedi. Huzeyfe'yi görünce,
Allah onların kalblerine korku düşürdü ve hilelerinin açığa çıktığını,
tuzaklarının anlaşıldığını zannettikleri için süratle kalabalığa karıştılar.
Sonra Huzeyfe döndü. Rasûlullah'ın (s.a.) yanma gelince Rasûlullah (s.a.):
"Ey Huzeyfe! Sür hayvanı, Ey Ammâr! Sen de acele et." dedi. Böylece
süratlenip tepeden aşarak, vadi yolundan gelmekte olup henüz oraya ulaşamamış
olanları beklemeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.) Huzeyfe'ye dedi ki:
"O gruptan tanıyabildiğin oldu mu?" Huzeyfe: "Filanın, filanın
bineğini tamdım, gece karanlıktı ve yüzleri de maskeliydi." dedi. Rasûlullah
(s.a.): "Durumları ve ne istedikleri konusunda bir şey öğrenebildiniz
mi?" diye sordu. Oradakiler: "Hayır vallahi, ya Rasûlallah"
dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Onlar, tepeye çıktığım zaman
beni oradan aşağıya yuvarlamak için hile yapıp benimle birlikte yürümek
istediler." dedi. "O halde bize emretmez misin, gidip boyunlarını
vuralım?!" dediler. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanların,
'Muhammed ashabını öldürüyor* demelerini istemem." Daha sonra yanındaki
iki kişiye onların adlarına söyledi ve kimseye söylememelerini emretti.[126]
İbn îshak, bu kıssa
ile ilgili olarak şöyle ilâve bir rivayet nakletmektedir: Rasûlullah (s.a.)
Huzeyfe'ye buyurdu ki: "Allah bana, onların ve babalarının adlarım
bildirdi, ben de sana, yarın sabahleyin haber vereceğim. Şimdi git, sabah
olunca onları toplarsın." Sabah olunca dedi ki: "Abdullah b.
Übey, Sa'd b. Ebî
Şerh, Ebu Hatır el-A'rabî, Âmir, Ebu Âmir ve Cülâs b. Süveyd b. es-Sâmit'i
çağır." Bu sonuncusu: "Bu gece Muhammed'e tepeden aşağıya atmadan
bırakmayacağız. Eğer Muhammed ve ashabı bizden hayırlı ise, biz koyunuz o
çoban, bizim aklımız yok, o akıllı demektir." demişti. Sonra Huzeyfe'ye,
Mecma1 b. Harise ve Müleyh et-Temîmî'yi çağırmasını emretti. Müleyh, Kâ'be'ye
ait olan kokuyu çalmış, irtidad edip kaçmıştı ve nerede olduğu bilinmiyordu.
Daha sonra Hisn b. Nümeyr'i çağırmasını emretti. Hısn, zekât olarak toplanan
hurmadan çalmıştı. Rasûiullah (s.a.) kendisine: "Yazıklar olsun, niçin yaptın
bunu?" demiş; o da: "Senin bu işten haberin olmayacağını zannettiğim
için yaptım. Şu saata kadar sana hiç inanmamıştım." diye cevap verdi. Hz.
Peygamber (s.a.) de hatasını hoş görüp kendisini affetti. Sonra, Tuayme b.
Ubeyrık ve Abdullah b. Uyeyne'yi çağırmasını emretti. Abdullah arkadaşlarına
şöyle demişti: "Bu gece uyanık kaim, sonra bütün bir ömür rahat edin.
Allah'a yemin olsun ki bu adamı öldürmekten başka yapacak hiçbir işiniz
yok." Allah Rasûlü (s.a.) onu çağırdı ve: "Yazıklar olsun sana! Ben
ölseydim senin ne yararın olacaktı?" dedi. Abdullah: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah, seni düşmanlarına karşı muzaffer kıldığı sürece bir hayır
üzereyiz, biz yalnız Allah'la ve seninleyiz." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.) onu bıraktı. Sonra Mürre b. Rebî'i çağırmasını emretti. O da şöyle
demişti: "Bir kişiyi öldürelim, bütün insanlar huzura ersin." Rasûiullah
(s.a.) onu çağırıp şöyle dedi: "Yazıklar olsun sana! O söylediğin sözleri
söylemene sebep neydi?" "Ey Allah'ın Rasûlü! Ben böyle bir şey söylediy-sem
sen onu bilirsin, ben bir şey söylemedim" dedi. Rasûiullah (s.a.) bunların
hepsini bir araya topladı. Bunlar, Allah'a ve RasûhVne harp ilan eden, Allah'ın
Rasûlü'nü öldürmeye yeltenen on iki kişiydi. Rasûiullah (s.a.), onlara ne
söylediler, ne düşündüler, gizli-açik neleri varsa hepsini haber verdi. Allah
Teâlâ, Peygamberini bütün bu bilgilere muttali kılmıştı. Bu on iki kişi,
münafıklar ve Allah ve Rasûlü'ne harp açan kimseler olarak öldüler. Bunlar
hakkında Allah Teâlâ'nın âyeti şöyledir: "Başaramayacakları bir şeye
(Pey-gamber'e suikasde) yeltendiler. "[127] Ebu
Âmir, bunların reisi idi. Mescid-i Dı-râr'ı onun için inşa etmişlerdi. Ona
Rahib denilirdi, ama Rasûiullah (s.a.) *Fâsık' diye isimlendirmişti. Cesedi
melekler tarafından yıkanan Hanzala'-nm babası idi. Hz. Peygamber'e (s.a.)
Mescid-i Dırâr'a gelmesi için haber gönderdiler. O da geldi ve gelince Allah
(c.c), indirdiği âyetlerle münafıkları rezil etti ve Rasûlullah'ın emriyle-
mescid yakılarak yerle bir edildi.
Ben derim ki: İbn
İsnak'ın zikrettiği hususlarda birçok yönden yanlışlıklar var:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.). Huzeyfe'ye münafıkların isimlerini bildirmiş başka hiç
kimseye bildirmemişti. Bu yüzden Huzeyfe'ye: "O, başkasının bilmediği sırrın
sahibidir." deniliyordu.[128]
Birisi ölür de hakkında şüp-helenilirse, Hz. Ömer derdi ki: "Bakınız, eğer
Huzeyfe cenaze namazını kılıyorsa, mü'mindir, yoksa münafıklardandır."
İkincisi: İbn İshak'm
sözünden naklettiğimiz: "Abdullah b. Übey de ara-larındaydı."
rivayeti de yanlıştır. Çünkü bizzat İbn İshak'ın kendisi Abdullah b. Übey'in
Tebük seferine katılmadığını zikretmiştir.
Üçüncüsü: "Ve
Sa'd b. Ebî Şerh." sözü de yanlıştır ve bariz bir hatadır. Zira Sa'd b.
Ebî Şerh hiç müslüman olmamıştır. Oğlu Abdullah ise İslâm'ı kabul etmiş ve
hicret etmiş, ama sonradan irtidad edip Mekke'ye dönmüştür. Mekke'nin fethinde
Hz. Osman, Rasûlulİah'tan (s.a.) onun adına eman dilemiş, kendisine eman
verilmiş ve tekrar müslüman olmuş, örnek müslü-manlar arasında yerini almıştır.
O günden sonra kendisinden herhangi bir kötülük sadır olmamış ve kesinlikle de
o on iki kişilik münafık grubuyla bir arada bulunmamıştır. Bilmiyorum, bu fahiş
hatanın sebebi nedir?
Dördüncüsü: "Ebu
Âmir reisleriydi." sözü de İbn İshak derecesine ulaşamayanlara kapalı
kalmayacak açık bir hatadır. Zira bizzat İbn İshak, Ebu Âmir'in kıssasını
hicret kıssasında anlatmış ve Âsim b. Ömer b. Katâde'den naklen demiştir ki:
"Rasûiullah (s.a.) Medine'ye hicret edince Ebu Âmir on küsur kişiyle
Mekke'ye gitmiş, Rasûiullah (s.a.) Mekke'yi fethedince Taife gitmiş, Tâif halkı
müslüman olunca da Şam'a geçmiş, sonra orada garip, perişan ve kimsesiz bir
vaziyette ölmüştür." O halde nerde bu fasık, nerde Tebük gazası! [129]
Hz. Peygamber
(s.a.)Tebük'ten döndü ve Zî-Evan'a kadar geldi. Zî-Evan, Medine'ye bir saatlik
mesafededir. Daha önce Dırar mescidini yapanlar, Rasûiullah (s.a.) Tebük'e
giderken yanına gelip demişlerdi ki: "Ya Rasûlallah! Hasta ve özürlüler
için, bir de yağmurlu kış gecelerinde sel geldiği zaman birlikte namazlarımızı
eda etmek üzere bir mescid yaptık, gelip orada bize namaz kıldırmanı
istiyoruz." Allah Rasûlü (s.a.): "Ben şimdi yolcuyum ve meşgulüm,
inşaallah dönersek gelir namazınızı kıldırırım." dedi. Dönüşte ZîEvan'a
geldiğinde, mescid hakkında vahiy nazil oldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber,
Benî Seleme b. Avf'ın kardeşi Mâlik b. Duhşum İle Ma'n b. Adiy el-Aclânî'yi
çağırtıp onlara dedi ki: "Halkı zalim olan şu mescide gidiniz, yakıp
yıkınız." Bu iki kişi süratle çıkıp Salim b. Avfoğutları mahallesine
geldiler. Bunlar Mâlik b. Duhşum'un kabilesindendi. Mâlik, Ma'n'a dedi ki:
"Beni bekle, bir ateş alıp geleyim." Ailesinin yanına gitti, yapraklı
bir hurma dalım ateşleyip geldi. Sonra süratlice mescide girdiler ve -mescid
halkı o sırada içerde olduğu halde- mescidi yaktılar ve yıktılar, içindeki
münafık topluluk dağıldı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk, bu konuda şu âyetleri
indirdi: "Zarar vermek, inkâr etmek, mü'minlerin arasım ayırmak için bir mescid
yapanlar da vardır." [130]
Kıssayı sonuna kadar anlattı.[131]
İbn İshak mescidi
yapan on iki kişinin adını zikretmiştir. Sa'lebe b.'Hâ-tıb da onların
arasındaydı.
Osman b. Saîd ed-Dârimî,
Abdullah b. Salih[132]—Muâviye
b. Salih— Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas yoluyla şöyle rivayette bulunmuştur:
"O kimseler ki müminlerin arasım ayırmak için, küfürlerini
kuvvetlendirmek için... mescid edindiler." âyetinde mevzubahs edilenler
Ensar'dan mescid yapan bir gruptu. Ebu Âmir onlara demişti ki:
"Mescidinizi yapın, gücünüz yettiği kadar silah ve mühimmat hazırlayın.
Ben Rum Kralı Kayser'e gidip oradan asker getireceğim ve Muhammed'le birlikte
ashabım buradan çıkaracağım." Mescidi inşa edip bitirince Rasûlullah'a
(s.a.) gelerek: "Mescidimizin inşasını tamamladık. Senin orada bize namaz
kıldırıp, mübarek olması için dua etmeni arzu ediyoruz." dediler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ şu âyetleri indirdi: "Ey Rasûlüm; orada asla namaza
durma, tâ ilk gününden beri Allah'a karşı gelmekten sakınmak için kurulan
mescid (Küba mescidi), elbette içerisindedia-maza durmana daha uygundur. Onunla
birlikte cehennem ateşine yuvarlandı. (Bundan maksat temelleridir.) Yaptıkları
bina, kalblerinde bir şüphe ve ızdirap kaynağı olmakta -kalbleri parçalanıncaya
kadar- devam edecektir. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir."[133]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye yaklaşınca kadın;'kiz, oğlan şöyle söy-lereyerek karşılamaya
çıktılar:
"Seniyyetü'1-Vedâ
sırtlarından üzerimize dolunay doğdu.
O davetçi Allah'a
davet ettiği müddetçe şükretmek bize vacip oldu."
Bazı râviler bu konuda
yanılmakta ve:"Bu olay Hz. Peygamber'in (s.a.) Mekke'den Medine'ye hicret
etmesi sırasında cereyan etmiştir." demektedirler. Bu, açık bir hatadır.
Çünkü Seniyyetü'1-Vedâ Şam tarafındadır; Mekke'den Medine'ye gelen birisi
orayı göremez ve Şam istikametine yönelmedikçe oraya uğrayamaz. Rasûlullah
(s.a.), uzaktan Medine'yi görünce: "İşte Tâbe! İşte l^hud! O öyle bir
dağdır ki, biz onu severiz, o da bizi sever." buyurdu[134]
Medine'ye girince
Abbas (r.a.) dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bana izin ver de seni öveyim."
Rasûlullah (s.a.) daî "Söyle, Allah ağzına sağlık versin." deyince
Abbas şöyle söyledi:
"önceden de sen
gölgeliklerde ve Âdem ile Havva'nın yaprakla örtünmüş olduğu çenette güzeldin.
Sonra yeryüzüne indin;
ama sen ne bir beşerdin, ne bir çiğnem et idin, ne de bir kan pıhtısıydın.
Bilâkis sen, tufan,
Nesr'i[135] ve Nesr'e tapanları
boğarken gemilere binen bir nutfe idin.
Sulbden rahme geçersin
ve âlem devredip zaman geçince örtü açığa çıkar.
Tâ ki şerefine şahit
olan faziletin Hındif in[136]
nesebinden daha yüce bir yere sahip olur.
Ve sen doğunca yeryüzü
parlar ve senin nurunla ufuk aydınlanır. Biz de bu aydınlık içinde ve bu nur
sayesinde yolumuzu açarız." [137]
Hz. Peygamber (s.a.)
Medine'ye girince, ilk önce Mescide gidip orada iki rekât namaz kıldı. Sonra
herkesle beraber oturdu. Tebük seferine gitmeyip geri kalan seksen küsur kişi
Rasûlullah'a (s.a.) gelip mazeretlerini arzet-meye ve özürlerini yemin ederek
teyide başladılar. Rasûlullah (s.a.)» onların dış görünüşlerine bakarak
özürlerini kabul etti, kendileri için istiğfarda bu-lunup kalplerindeki gerçek
durumlarını Allah'a havale etti. O sırada Kâ'b b. Mâlik, Allah Rasûlü'ne (s.a.)
geldi. Selâm verince Rasûlullah (s.a.) kızgın bir şekilde tebessüm edip:
"Buraya gel!" dedi. Kâ'b şöyle anlatıyor: Gittim, önüne oturdum. Bana
dedi ki: "Niçin geri kaldın?. Sen beni desteklemek üzere Akabe'de bîat
etmemiş miydin?*' "Evet. Allah'a yemin olsun ki ben, şu anda senden başka
kimin yanına otursam ileri süreceğim mazeretlerle onu ikna edip gazabından
kurtulacağımı zannederim. Çünkü münakaşa etmeyi bilirim. Fakat ben -Allah'a
yemin olsun ki- şunu çok iyi biliyorum: Bugün seni benden hoşnut edecek yalan
sözler söylersem, çok geçmeden Allah yalanımı ortaya çıkarıp seni hakkımda
gazaplandırır. Şayet seni hakkımda gazaplandiracak doğruyu söylersem, Allah'ın
beni affedeceğini umarım. Vallahi hiç bir mazeretim yoktu. Vallahi hiç bir
zaman da bu seferden geri kaldığım zamanki gibi güçlü ve varlıklı
olmamıştım." dedim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "İşte bu, doğru
söyledi." dedikten sonra: "Kalk, Allah senin hakkındaki hükmünü
bildirinceye kadar bekle." dedi. Kâ'b anlatmaya devam ediyor: Kalktım,
SelemeoğuUanndan bir grup adam da benimle beraber yürüyor ve bana diyorlardı
ki: "Vallahi, bundan önce senin herhangi bir günah işlediğini görmedik.
Ne çare ki diğer geride kalanlar gibi Hz. Peygamber'e (s.a.) özür beyan
edemedin. Şayet öyle yapsaydın Rasûlullah'ın (s.a.)senin için de Allah'tan
mağfiret dilemesi yeterdi." Beni bu şekilde kınama hususunda o kadar ısrar
ettiler ki, geri dönüp kendimi yalanlayıp özür beyan etmeyi düşündüm. Sonra
onlara: "Benim durumumda başka biri var mı?" dedim. "Evet, senin
söylediğin gibi söyleyen iki kişi daha var, onlara da sana dendiği gibi denildi."
dediler. "Onlar kim?" diye sordum. Mürâre b. er-Rebî el-Âmirî ve Hilâl
b. Ümeyye el-Vâkıfı olduğunu söylediler. Bu iki şahıs da Bedir harbine katılmış
örnek müslümanlardandı. Onların adım duyunca, geri dönmekten vazgeçip yoluma
devam ettim.
Rasûlullah (s.a.),
Tebük seferinden geri kalanlar arasından, müslüman-lann -üç kişi olarak- sadece
bizimle konuşmasını men etti. Herkes bizden uzaklaştı ve bize karşı
değiştiler, dünya bile eskiden bildiğim dünya değildi. Elli gün bu hal üzere
devam ettik. Diğer iki arkadaşıma gelince evlerine kapandılar, ağlayıp
durdular. Ben, içlerinde en güçlüsü ve en dayanıklısı idim. Dışarı çıkıyor,
namaz için cemaate iştirak ediyor, çarşı-pazar dolaşabiliyordum, fakat hiç
kimse benimle konuşmuyordu. Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra
oturduğu meclise varıyor, selâm verip kendi kendime diyordum ki: "Acaba
selâmımı almak için dudaklarını kıpırdattı mı, kıpırdatmadı mı?" Sonra
O'na yakın bir yerde namazımı kılıyor, Rasûlullah'a (s.a.) göz atıyor, ben
namaza yöneldiğimde bana doğru döndüğünü, ben O'na yönelince de yüz çevirdiğini
görüyordum. Herkesin benden bu şekilde yüz çevirmesinin uzayıp gittiği bir
sırada Ebu Katâde'nin bahçe duvarına tırmandım. Ebu Katâde, amcamın oğluydu ve
çok sevdiğim biriydi. Selâm verdim, Allah'a yemin olsun ki selâmımı almadı.
Dedim ki: "Ey Ebu Katâde! Allah aşkına soruyorum* benim Allah'ı ve
Rasûlü'nü sevdiğimi biliyor musun?" Hiç cevap vermedi. Dönüp tekrar
sordum-, yine cevap vermedi. Tekrar sordum, bu defa dedi ki:
"Allah ve Rasûlü
bilir." Bunun üzerine gözlerim yaşardı, ağladım ve tekrar dönüp duvara
tırmandım ve gittim.
Bir aralık Medine
çarşısında yürürken, Şam bölgesinden bir çiftçiye rastladım. Gıda maddesi
getirmiş satıyor ve bana: "Kim Kâ'b b. Mâlik'i gösterir?" diye
soruyordu. Sonunda bana geldi ve Gassân kralından bir mektup verdi. Mektupta
şöyle deniliyordu:
"Haber aldığıma
göre arkadaşın sana eziyet ediyormuş. Allah seni zelil ve zayi olacak bir
mevkide kilmamıştır. Hemen bize gel, lâyık olduğun gibi davranalım."
Mektubu okuyunca dedim ki: "Bu da bir başka belâ!" Mektubu, tandırda
yakmaya azmettim ve yaktım. Elli günün kırk günü dolduğunda Hz. Peygamber'in
(s.a.) bir elçisi bana gelip: "Rasûlullah (s.a.) sana, ailenden ayrı
kalmanı emrediyor." dedi. Diğer iki arkadaşıma da aynı emri gönderdi.
"Boşayayım mı, yoksa nasıl bir ayrı kalma kastediliyor?" dedim.
"Hayır, boşamayacâksın, yalnızca uzak duracaksın ve ona yaklaşmayacaksın."
dedi. Bunun üzerine kanma dedim ki: "Ailenin yanma git. Allah bu konuda
hükmünü bildirinceye kadar orada kal." Hiiâl b. Ümeyye'nin karısı geldi
ve: "Ya Rasûlallah! Hilâl b. Ümeyye çok ihtiyar, kendisine hizmet edecek
kimsesi de yok, kendisine hizmet etmemi kötü görür müsünüz?" dedi.
"Hayır, fakat sana yaklaşmasın." buyurdu. Karısı dedi ki:
"Vallahi, o hiç yerinden kımıldamıyor. O günden şu ana kadar da durmadan
ağlıyor." Kâ'b diyor ki: Bu olay üzerine ailemden bazıları bana: "Sen
de Rasûlullah'tan (s.a.) Hilâl b. Ümeyye'nin hanımının ona hizmet etmek için
izin aldığı gibi yapıp, izin isteseydin." dediler. Ben: "Vallahi, o
konuda gidip izin istemem. Hem Rasülullah'ın (s.a.) bana ne karşılık vereceğini
nerden bileyim, çünkü ben genç bir adamım." dedim.
Bu şekilde on gün daha
bekledim. Allah Rasûlü'nün (s.a.), başkalarını bizimle konuşmaktan men ettiği
günden bu yana tam elli gün geçmiş oldu. Ellinci günü sabahı, evlerimizden
bifinin damında sabah namazını kılmış, Allah Teâlâ'nın zikrettiği hal üzere
canım sıkılmış ve bütün genişliğine rağmen dünya başıma daralmış bîr vaziyette
otururken, Sel dağının tepesinde en yüksek sesle birinin, "Ey Kâ'b b.
Mâlik!" diye bağırdığını duydum. Hemen secdeye kapandım; çünkü Allah'ın
(c.c.) beni feraha çıkaracak hükmünü bildirdiğini anladım. Rasûlullah (s.a.)
sabah namazını kılınca, Allah'ın, tevbelerimizi kabul ettiğini bildirdi. Bu
haberden sonra herkes bizi müjdelemeye başladı. Bir grup müjdeci diğer iki
arkadaşıma doğru giderken, atlı bir şahıs ile Eşlem kabilesinden bir başka
şahıs bana doğru koşuyorlardı. Eşlem kabilesinden olan şahıs, bir tepeye
çıkmış bana bağırıyordu. Onun beni müjdeleyen sesi, attan önce gelmişti. Hemen
üzerimdeki elbiseleri çıkarıp müjdeciye giydirdim. Vallahi
bundan başka da hiç elbisem yoktu. Hemen
ödünç elbise bulup giydim, süratle Rasûlullah'a (s.a.) gittim. İnsanlar grup
grup beni karşılıyor, tevbemin kabulünden dolayı tebrik ediyor ve:
"Allah'ın tevbeni kabul buyurması mübarek olsun!" diyorlardı.
Kâ'b diyor ki: Mescide
girdiğim sırada Rasûlullah (s.a.) etrafındakilerle beraber oturuyordu. Talha b.
Ubeydullah kalktı, bana doğru gelip, Denimle tokalaşıp tebrik etti. Vallahi
Talha'dan başka kalkıp yanıma gelen olmadı. Talha'nın bu ilgisini hiç
unutmuyorum. Rasûlullah'a (s.a.) selâm verdiğimde, yüzü sevinçten parlayarak
bana şöyle dedi: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış olduğun
en güzel bir günün hayırlı müjdesi var." Ben: "Bu müjde senden mi,
yoksa Allah'tan mı, ya Rasûlallah?" diye sordum. "Bilakis Allah
katından." diye cevap verdi. Hz. Peygamber (s.a.) bir şeye sevindiği zaman
yüzü ay parçası gibi parlardı. O'nun bu halini biliyorduk. Gelip Rasülullah'ın
(s.a.) önüne oturunca: "Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemin kabulü dolayısıyla
bütün malımı Allah ve Rasûlü'ne bağışlamak istiyorum." dedim.
"Malının bir kısmını kendine sakla, bu senin için daha hayırlıdır."
buyurdu. Ben de: "Hayber'deki hissemi alıkoyayım." dedim. Sonra dedim
ki: "Ya Rasûîallah! Allah Teâlâ, beni doğruluğum sebebiyle kurtardı. Bundan
böyle hayatta olduğum müddetçe doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim."
Allah'a yemin olsun ki, bunu Rasûlullah'a (s.a.) söylediğim günden bugüne
kadar, doğru sözlülükten dolayı Allah'ın beni imtihan ettiği ölçüde imtihana
tabi tuttuğu başka bir şahıs tanımıyorum. Vallahi, o günden itibaren hiç
bilerek yalan söylemedim. Bundan sonrası için de Allah'ın beni yalandan
koruyacağını umarım. Bunun üzerine Allah Teâlâ Rasûlü'ne: "An-dolsun ki
Allah, Peygamber'e uyan Muhacirler iîe Ensar'ın ve Peygamber'in tevbelerini
kabul etti."[138]
âyetinden, "Ey inananlar, Allah'tan korkun ve doğrularla beraber
olun."[139] âyetine kadar inzal
buyurdu. Allah'a yemin olsun ki, İslâm nimetine erdirdikten sonra Allah'ın bana
lütfettiği en büyük nimeti, Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı doğru sözlü olmak ve
yalan söyleyip helake düşmekten kurtulma nimetidir. Allah (c.c.) yalancılar
hakkında vahyini inzal buyurduğu zaman, herhangi bir şahsa söylenecek en ağır
sözü söyledi ve: "Siz yanlarına döndüğünüz zaman, kendilerinden yüz
çeviresiniz diye size karşı Allah'a yemin edecekler."[140]
âyetinden, "Allah, o fâsıklar topluluğundan asla razı olmaz."[141]
âyetine kadar inzal buyurdu.
Kâ'b dedi ki: Allah
Teâlâ'mn, ''Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesi-ni de..."[142]
âyetiyle ifade ettiği geri kalıştan maksat, Tebük seferinden geri kalış
değildir. Aksine Hz. Peygamber (s.a.) seferden döndükten sonra, geri kalanlar
gelip özür beyan etmişler ve bunu da yeminle desteklemişlerdi. Rasûlullah
(s.a.) da onların mazeretini kabul etmiş, kendileri adına mağfiret dilemişti.
Fakat bu üç kişi, gelip mazeret beyan etmemişler, bu konuda geri kalmışlar;
Rasûlullah (s.a.), haklarındaki Allah'ın hükmünü bildireceği ana kadar onları
tehir etmişti. İşte âyet-i kerimedeki geri kalıştan maksat, bu mazeret
beyanındaki geri kalıştır.[143]
Osman b. Saîd
ed-Dârimî, Abdullah b. Salih—Muâviye b. Salih—Ali b. Ebî Talha—İbn Abbas
yoluyla gelen bir rivayetinde, "Münafıklardan diğer bir kısmı da
günahlarını itiraf ettiler, iyi işle kötü işi (nifak) birbirine karıştırdılar.
"[144] âyet-i kerimesiyle
ilgili olarak dedi ki: Tebük seferinde Rasûlullah (s.a.) seferden döndüğü
zaman bunlardan yedisi kendilerini mescidin duvarına bağladılar. ^Mescid'den
dönerken yanlarından geçen Rasûlullah (s.a.): "Kendilerini duvara bağlayan
bu şahıslar kimler?" diye sordu. "Ebu Lübâbe ve arkadaşları. Sizden
geri kalmışlardı da ey Allah'ın Rasûlü! Hz. Peygamber (s.a.) gelip bağlarını
çözüp kendilerini mazur gördüğünü açıkla-yıncaya kadar bağlı kalacaklar."
dediler. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'a yemin
ederim ki, Allah onları azad etmedikçe ben, ne bağlarını çözerim, ne de
özürlerini kabul ederim. Çünkü onlar, benden yüz çevirdiler ve müslümanlarla
birlikte sefere gitmediler." Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı onlara
ulaşınca dediler ki: "Allah bizi azad etmedikçe biz kendi bağlarımızı
çözmeyeceğiz." Bu olay üzerine: "Münafıklardan diğer bir kısmı da
günahlarını itiraf ettiler, (evvelce yapmış oldukları) iyi işle kötü işi birbirine
karıştırdılar. Umulur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder. Çünkü Allah
Gafûr'dur, Rahîm'dir." âyet-i kerimesi nazil oldu.[145]
Âyetin son kısmındaki "olur ki, umulur ki" mânasına gelen bir kelime
olmasına rağmen, Allah için kullanıldığında kesinlik ifade eder. Âyet-i kerime
nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.), bağlarını çözmesi ve mazeretlerinin kabul
edildiğini bildirmesi için bir şahıs gönderdi. Onlar da mallarıyla birlikte
Rasûlul-lah'a (s.a.) gelip: "İşte bizim malımız, bunları sadaka olarak
kabul et ve bizim için Allah'tan mağfiret dile." dediler. Allah Rasûlü
(s.a.): "Mallarınızı almam hususunda bir emir gelmedi." buyurdu.
Bunun üzerine: "Onların mallarından, kendilerini temizleyeceğin,
yücelteceğin bir sadaka al ve onlara dua et."[146]
(Yani onlar için mağfiret dile) âyeti ile: "Çünkü senin duan, onlara huzur
verir." âyet-i kerimesi nazil oldu ve Rasûlullah (s.a.), sadakalarını kabul
edip onlar için mağfiret diledi. Diğer üç kişi kendilerini mescid duvarına
bağlamışlardı. Tevbeleri kabul edilecek mi, yoksa azaba mı dûçâr edilecekler,
bunu bilmeden bekletildiler, tâ ki Allah (c.c): "Andolsun ki Allah, o
güçlük saatında Peygamber'e uyan Muhacirler'le Ensar'ın ve Peygamberdin
tevbesini kabul etti."[147]
âyetinden, "Savaştan geri kalmış üç kişinin de..." ve "Bundan
sonra Allah, tevbe ettikleri için onların tevbelerini kabul etti."[148]âyetlerine
kadar inzal buyurdu. Atıyye b. Sa'd da bu rivayeti desteklemiştir.[149]
1— Bu
seferde haram aylarda savaşmanın caiz olduğuna işaret vardır. Çünkü İbn
İshak'ın sahih rivayetine göre Hz. PeygamberMn (s.a.) yola çıkışı Recep
ayındadır. Ancak burada bir başka durum vardır, o da Arapların aksine ehi-i
kitabın, haram ayı tanımamaları idi. Haram ayında savaşmanın haram oluşunun
neshedilip edilmediği konusunda iki ayrı görüş vardır. Daha önce her iki görüş
sahibinin delillerini zikretmiştik.
2— Devlet
başkanının tebaasına, gizlenmesi zarar verecek hususları açıklaması ve böylece
onların hazırlanmalarını sağlaması, böyle olmayan konulan da gizli tutması
caizdir.
3— Devlet
başkanı savaş ilan ettiği zaman herkesin bu savaşa katılması gerekir. Herkesin
teker teker belirlenmesi gerekmez ve başkanın izni olmadıkça hiç kimse geri
kalamaz. Bu durum cihadın farz-ı ayn olduğu üç durumdan birincisidir.
İkincisi, düşmanın ülkeyi işgal etmesi; üçüncüsü ise, iki cephe arasında
kalınmasıdır.
4— Beden ile
savaşmanın vacip olması gibi mal ile savaşmak da vaciptir. Ahmed b. Hanbel'den
gelen rivayetlerden biri böyledir. Bu hususun doğruluğunda hiç şüphe yoktur.
Kur'an-i Kerim'de mal ile cihad etmek beden ile cihad etmekle beraber, hatta
bir yer müstesna, diğer yerlerde beden ile cihad etmekten daha önce
zikredilmiştir. Nitekim Rasûlullah (s.a.): "Kim bir
askeri donatırsa, bizzat savaşmış gibi
olur." Buyurmuştur [150]Nasıl
beden ile cihad gücü yetenler için farz ise mal ile cihad da öyledir. Mal
sarfetmeden beden ile cihad olmaz. Zafer, hem asker hem de mühimmat ile
sağlanır. Bizzat katılamayan kimse askerin sayıca çoğalmasına yardımcı
olamazsa, en azından mühimmatının daha fazla olmasına yardımcı olmalıdır.
Zengin olup bizzat hacca gidemeyen kimseye bedel göndermek vacip olunca, fiilen
cihada iştirak edemeyen kimseye bir başkasını donatıp göndermenin vacip olması
daha evlâdır,
5— Hz. Osman
b. Affân'ın (r.a.) büyük bir meblağı Allah rızası için in-fak etmesi ve bu
davranışıyla diğer insanları geride bırakması. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki:
"Açık-gizli herşeyini Allah mağfiret eylesin Ey Osman!" Sonra buyurdu
ki: "Bundan sonra ne yaparsa yapsın Osman'a zarar vermez." Hz. Osman,
bin dinar ve bütün techizatıyla üç yüz deve infakta bulunmuştu.
6— Allah
yolunda infak edecek malı olmayanlar, bu uğurda belki bir şey yapabilirler
ümidiyle bütün gayretlerini göstermedikçe ve sonunda hakikaten hiçbir şey
yapamayacakları açığa çıkmadıkça mazur görülmezler. Hz. Peygamber'e (s.a.)
gelip, kendilerim donatarak cihada hazırlamasını isteyenlere Allah Rasûlü:
"Sizleri teçhiz edecek bir şey bulamıyorum." demiş, onlar da
ağlayarak geri dönmüşlerdi. Bu durumda olanlar için herhangi bir günah yoktur.
7— Devlet
başkanının (sefere çıkarken) tebaasından birini kadınlar, çocuklar, güçsüzler
ve zayıfların başına vekil tayin etmesi. Bu vekil de bizzat cihada iştirak
edenlerden sayılır. Çünkü o anda üstlendiği görev oradakiler için en büyük
yardımdır. Rasûlullah (s.a.) genellikle îbn Ümm-i Mektûm'u vekil tayin ederdi.
Onu on küsur defa vekil bıraktığı rivayet edilir. Tebük gazasında ise Ali b.
Ebî Tâlib'i vekil bıraktığı bilinmektedir. Buharı ve Müs-lüm'in SûrA/A'Ierinde
Sa'd b. Ebî Vakkâs'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a.)
Tebük gazasında Ali'yi (r.a.) vekil bıraktı. Hz. AH dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Beni, kadınlar ve çocuklarla mı bırakıyorsun?" Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Bana nisbetle sen, Musa'ya nisbetle Harun gibi olmayı
istemez misin? Ancak benden sonra peygamber yoktur."[151]
Fakat Hz. Ali'nin bu vekâleti yalnızca ailesi için olan hususî bir vekâletti.
Umumî mânadaki vekâlet Muhammed b. Mesleme el-Ensârî'ye verilmişti. Bunun
delili şudur: Münafıklar, Hz. Ali'yi tahrik etmek için, 'Muhammed onu ağır
bulduğu için geri bıraktı' dediklerini duyunca silahım aldı, Hz. Peygamber'e
(s.a.) yetişti ve söylenenleri haber verdi. Rasûlullah (s.a.): "Yalan
söylüyorlar, ben seni, geride bıraktıklarım için vekil tayin ettim. Geri dön,
aileme ve ailene benim adıma vekâlet et." buyurdu.
8— Hurma
ağacındaki hurmaların miktarını tahminde bulunmanın caiz olması. Tahminde
bulunan kimsenin sözüyle amel etmek meşrudur. Bu konu Hayber gazasında
geçmişti. Rasûlullah'ın (s.a.), o kadının bahçesindeki hurmaların miktarı
konusunda tahminde bulunduğu gibi, bir devlet başkanının tek başına tahmin
yürütmesi caizdir.
9— Semûd
bölgesindeki kuyulardan içilmesi, yemekte kullanılması, o su ile hamur
yoğurulması ve temizlik yapılması caiz değildir. Fakat Rasûlullah (s.a.)
zamanına kadar kalan ve bilinen Nâka (deve) kuyusunun dışındaki kuyulardan
hayvanları sulamak caizdir. Bu kuyu nesiller boyunca herkes tarafından
bilinegelmiştir. Yolcular bu kuyudan başkasına gitmezlerdi. Kapalı, sağlam ve
geniş yapılı olan bu kuyunun kalıntıları hâlâ görülebilmekte ve diğer kuyulara
benzemediği anlaşılmaktadır .[152]
10— Kim
Allah'ın gazabına veya azabına dûçâr kalmış bir kavmin diyarına uğrarsa, oraya
girmemeli, orada kalmamalı, aksine oradan hızla geçmeli, geçinceye kadar
elsibesiyle yüzünü örtmeli, girmek zorunda kalırsa ağlayarak ve ibretle
bakarak girmelidir.
Bu yüzden Hz.
Peygamber (s.a.) Arafat'la Mina arasındaki Muhassir vadisinden hızla geçerdi.
Çünkü burası Allah'ın Fîl sûresinde naklettiği hâdisenin cereyan ettiği,
Kabe'yi yıkmaya gelen Ebrehe ve ordusunun helak olduğu yerdir.
11— Hz. Peygamber (s.a.) yolculukta iki namazı
birleştirir, bir arada kılardı. Daha önce geçtiği gibi cem'-i takdim ile ilgili
rivayet, içinde bu kıssanın yer aldığı Muaz hadisinde nakledilmiştir. Bu
hadisin illetini ve sahih olmadığını söyleyenleri zikretmiştik. Rasûlullah'ın
(s.a.), bu seferden başka bir seferde cem'-i takdim yaptığı rivayet
edilmemiştir. Ancak arefe günü Arafat bölgesine girmeden önce cem'-i takdim
yaptığı sahihtir. Orada öğle ile ikindiyi bir arada öğlen namazı vaktinde
kılmıştı. Ebu Hanîfe ve bir grup âlim cem'-i takdimi yalnız hacc ibadetine ait
bir hususiyet olarak kabul ederken, Ahmed b. Hanbel ve Şafiî gibi âlimler de
uzun yolculuk yüzünden cem'-i takdim yapıldığını söylemişlerdir. Bir başka
grup da; vakfe ile meşgul olduğu ve vakfenin güneşin batışına kadar aralıksız
devam etmesi sebebiyle cem'-i takdim yapıldığı kanaatındadırlar. Ahmed b. Hanbel der ki:
"Meşguliyet sebebiyle cem yapılabilir." Selef ve halef âlimlerinden
bir grup âlimin bu görüşte olduğu daha önce geçmişti.
12— Kum ile
teyemmüm yapmanın caiz olması. Rasûlullah (s.a.) ve ashabının, Tebük ile
Medine arasındaki kumluk mesafeyi aşarken yanlarında toprak götürmediklerinde
şüphe yoktur. Burası suyu kıt olan, hatta susuzluktan dolayı Rasûlullah'a
(s.a.) şikâyetlerin yapıldığı bir bölgeydi. Konakladıkları yerlerde teyemmüm
yaptıkları kesindir. Bu şüphe götürmeyen tes-bitlerin yanısıra Hz. Peygamberin
(s.a.) şu hadisi de bilinmektedir: "Ümmetimden herhangi bir kimse nerede
namaz vaktine erişirse, mescidi (namaz kılacağı yer) ve temizleneceği malzemesi
(teyemmüm yapacağı kum veya toprak) yanındadır.[153]
13—
Rasûlullah (s.a.) Tebük'te yirmi gün kalmış ve namazlarını kısaltarak
kılmıştır. Ümmetine de: "Bu müddetten daha fazla kalınırsa namaz kısaltılmaz."
diye bir şey söylememiştir. Bu kadar müddetle orada kalmıştır. Sefer halinde bu
çeşit ikâmetler, bir insanı sefer hükmünden çıkarmaz. Yerleşme durumu olmadığı
müddetçe; ikâmet süresinin uzaması ya da kısalması sonucu değiştirmez. O yerde ikâmete
niyet eden kimse yoktu.
Selef ve halef
âlimleri bu konuda çokça ihtilâf etmişlerdir. Sahih-i Bu-harVdt İbn Abbas'ın
şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) bazı seferlerinde on
dokuz gün ikâmet etti ve iki rekât kılardı. Biz de on dokuz gün ikâmet
ettiğimiz zaman iki rekât kılardık. Bu müddetten fazla kalırsak tam
kılardık."[154]
Ahmed b. Hanbel'in sözünden anlaşıldığına göre, İbn Ab-bas bu sözüyle, Fetih
senesi Mekke'de kalış müddetini kasdetmiştir. Çünkü Ahmed b. Hanbel demiştir
ki: "Rasûlullah (s.a.) fetih senesi Mekke'de on sekiz gün kalmıştır, zira
Huneyn'e gitmeyi istiyordu. Orada ikâmet müddeti bölünmüştür. İbn Abbas'ın
rivayet ettiği ikâmet budur." Ahmed b. Hanbel'in dışındaki âlimler de:
"Bilakis İbn Abbas, bu rivayetiyle Tebük'teki ikâmetini
kasdetmektedir." demişlerdir. Câbir b. Abdillah: "Rasûlullah (s.a.)
Tebük'te yirmi gün namazlarını kısaltarak ikâmet etmiştir." demektedir.
Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel, Müsned'indz rivayet etmiştir.[155]
Abdurrahman b. Misver
b. Mahreme: "Sa'd ile beraber Şam'ın bazı köylerinde kırk gün kaldık. O
namazlarını kısaltıyor, biz tam olarak kılıyorduk. "demiştir.[156]
Nâfi: "İbn Ömer,
Azerbeycan'da namazlarını iki rekât kılarak altı ay kalmıştır." demiştir[157] O
sene kar yağmış ve şehre girmeye mâni olmuştu.
Hafs b. Ubeydullah:
"Enes b. Mâlik Şam'da iki sene yolcu namazı kılarak ikâmet
etmiştir." demektedir[158]
Enes:
"Rasûlullah'm (s.a.) ashabı Râmhürmüz'de yedi ay kalmışlar ve namazlarını
kısaltarak kılmışlardır." demektedir.[159]
Hasan Basrî:
"Kâbul'da Abdurrahman b. Semüre ile beraber iki sene ikâmet ettim.
Namazlarını kısaltıyor ama cem etmiyordu." demektedir.[160]
İbrahim: "Rey'de
bir sene, bazan daha fazla, Sicistan'da iki sene kalıyorlardı" demiştir.
Görüldüğü gibi Hz.
Peygamber'in ve ashabının sünneti böyledir ve doğrusu da budur.
Diğer mezheplere
gelince: Ahmed b. Hanbeî bir yerde dört gün kalmaya niyet eden kimsenin
namazını tamamlaması gerektiği, daha az kalmaya niyet edenin ise kısaltacağı
görüşündedir. Yukardaki rivayetler \Ç.n Ahmed b. Hanbel'in değerlendirmesi
şöyledir: "Rasûlullah (s.a.) ve ashabı kesin olarak ikâmete kar
tr;vermemişler, bugün çıkarız, yarın çıkarız ümidi ve düşüncesiyle
beklemişlerdir." Bu değerlendirmede açık bir isabetsizlik vardır. Zira
Rasû-luliah (s.a.) Mekke'yi fethetti. Mekke aynı Mekke idi. Orada kalıp
îslâm'ın esaslarını tesis ediyor, şirkin temellerini yıkıyor ve etrafında
bulunan Arapların durumlarıyla ilgili pîarak hazırlık yapıyordu. Herkesçe
kesin olarak kabul edileceği gibi böyle bir durum günlerce ikâmeti gerektirir,
bu işler bir-iki günde olmaz. Tebük'teki ikâmeti de böyledir. Orada da düşmanı
beklemektedir ve kesinlikle bilinmektedir ki düşman ordusuyla aralarında,
günlerce yürümekle ancak alınacak bir mesafe vardır. En azından dört günde o
mesafenin alınamayacağım biliyordu. Aynı şekilde tbn Ömer'in, kar sebebiyle
Azer-beycan'da altı ay kalması da böyledir. Yollan kapatacak çokluktaki kar kütlesinin
dört gün içinde, yollar açılacak şekilde erimesinin imkânsız olduğu malumdur.
Enes b. Mâlik'in Şam'da namazlarını kısaltarak iki sene kalması, sahabenin
Râmhürmüz'de namazlarını kısaltarak yedi ay ikâmet etmesi de böyledir.
Böylesine bir kuşatma ve cihad hareketinin dört gün içinde sona ermesinin
imkânsızlığı malumdur. Ahmed b. HanbePin arkadaşları demişlerdir ki: (<Düşman
karşısında cihad, sultan tarafından hapis ve hastalık gibi sebeplerle ikâmet
eden kimse, ister kısa, İster uzun müddet kalacağını zannetsin, namazını
kısaltır.'* Doğrusu da budur. Ancak bu noktada Kur'an-ı Kerim, hadis-i şerif,
icmâ-i ümmet ve sahabe uygulamasında delili bulunmayan bir şart koştular ve
dediler ki: "Yukarıda sayılan durumlarda namazın kısaltılabilmesi için,
dört günden fazla sürmeyecek bir müddet içinde o halin biteceğinin zannedilmesi
şarttır." Onlara şöyle demek lâzımdır: Bu şartı koşarken hangi esasa
dayandınız? Hz. Peygamber (s.a.), Mekke'de ve Tebük'-te dört günden fazla
ikamet edip namazlarını kısaltırken ashabına bir şey söylemediği gibi dört
günden fazla ikâmete niyet etmediğini de açıklamadı. Halbuki O biliyordu ki
ashabı, namazlannı kısaltırken kendisine uyuyorlardı. Buna rağmen onlara:
"Dört günden fazla ikâmet ederseniz namazı kısaltmayın" türünden tek
bir harf bile söylemedi. Bu konuyu açıklamak O'nun için en mühim bir konuydu.
Ashab-ı kiram da aynı şekilde davranmışlar, kendileriyle beraber namaz kılan
kimselere böyle bir şeyden bahsetmemişlerdi.
Mâlik ve Şafiî ise:
"Dört günden fazla ikamete niyet eden kimse namazım tamamlar, bu
müddetten daha az bir süre için niyet etmişse kısaltır." demişlerdir.
Ebu Hanîfe'ye gelince:
"On beş günlük bir süre için ikâmete niyet eden kimse namazını tam kılar,
daha az bir süre için niyetlenmişse kısaltır." demektedir. Leys b.
Sa'd'ın mezhebi de bu şekildedir. Hz. Ömer, İbn Ömer ve Hz. İbn Abbas'm da bu
görüşte oldukları nakledilmiştir. Saîd b. elMüseyyeb: "Dört gün müddetle
ikâmet edersen namazım dört rekât mistir. Ebu Hanîfe gibi söylediği de rivayet
edilmiştir.
Ali b. Ebî Tâlib:
"On gün müddetle ikâmet eden kimse namazını tamamlar." demiştir. İbn
Abbas'tan da böyle bir rivayet yapılmaktadır.
Hasan Basrî der ki:
"Mısır denilen (şehir hükmündeki yere) varmadıkça namazlarım
kısaltır."
Hz. Âişe:
"Azığını ve azık torbasını bırakmadıkça (yani sefer hali bitmedikçe)
kısaltır." demektedir.
Dört mezhebin imamı,
ihtiyacının bugün veya yarın giderileceği ümidiyle bekleyen bir kimsenin bu
durumu böyle devam ettiği müddetçe namazım kısaltacağı hususunda ittifak
etmişlerdir. Ancak Şafiî'den gelen bir rivayete göre, bu durumdaki bir insan en
çok on yedi veya on sekiz gün kısaltabilir, ondan sonra kısaltamaz.
İbn Münzir, İsrafında:
"İkâmete niyet etmeyen bir kimsenin yolculuğu senelerce de devam etse
namazını kısaltacağı hususunda âlimler icmâ' etmişlerdir." demektedir.
14— Yemin
eden bir kimsenin yeminini bozmayı daha hayırlı görmesi halinde» bozmasının
caiz, hatta müstehab olması, daha sonra keffâret verip hayırlı olduğuna
inandığı gibi yapması. Bu durumda ister önce keffâretini verip sonra yeminini
bozar, isterse önce yeminini bozup keffâretini sonra öder* Ebu Musa
el-Eş'arî'den şöyle rivayet edilmiştir: "Yemini bozup hayırlı olanı yaptım
ve keffâret ödedim." Bir başka metinde: "Keffâretini Ödedim ve hayırlı
olanı yaptım." Bir diğerinde ise: "Hayırlı olanı yaptım ve yeminimin
keffâretini verdim." Bu rivayetlerin her biri Sahih-i Buharı vs Sahih-i
Müslim'de yer almakta [161] ve
yemini bozma ile keffâret verme arasında belli bir sıranın bulunmadığını
göstermektedir.
Sünen'ds, Abdurrahman
b. Semüre, Hz. Peygamber'den (s.a.) şöyle bir hadis nakleder: "Bir konuda
yemin eder, sonradan o yemini bozmayı daha hayırlı görürsen, yemininin
keffâretini ver, sonra yeminini bozarak daha hayırlı gördüğün şeyi yap."[162] Bu
hadisin aslı Sahih-i Buharı ve Sahih-i Muslini' dedir.
Ahmed b. Hanbel, Mâlik
ve Şafiî, yemini bozmadan önce keffâret vermenin caiz olduğu görüşündedirler.
Ancak Şafiî, orucun keffâreti hususunda: "Orucu bozmadan keffaretini
ödeyemez." demiştir. Ebu Hanife (r.h.) ise: "Hiç bir konuda, yemin
bozulmadan önce keffâretin ödenmesi caiz değildir.'' demektedir.
15—' Gazap
halindeki yeminin geçerli olması; o kimsenin verdiği hükmün ve yaptığı
sözleşmelerin de geçerli olması. Kendisini kaybedecek derecede sinirlenen
kimsenin yemini de, talakı da geçersizdir. Ahmed b. Hanbel, Hz. Âişe'den
nakletiği: Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini duydum: "Iğlâk halindeki
bir kimsenin yemini de hanımını boşaması da geçersizdir. "[163]
ha-disindeki "ığlak"ı, gazap ve öfke olarak açıklamıştır[164]
16— Hz.
Peygamber'İn (s.a.): "Sizi ben donatmadım, bilâkis sizi Allah (c.c.)
donatıp techizatlandirdi." hadisini, Cebriye mezhebine mensup olanlar,
kendilerini destekleyen bir delil olarak öne sürebilirler. Bilmeleri gerekir
ki, bu hadiste onların mezhebine delil olacak hiçbir taraf yoktur. Çünkü Rasûlullah'ın
(s.a.) sözü, aynen şu sözü gibidir: "Vallahi, ben ne bir kimseye bir şey
veriyor, ne de verilmesini menediyorum. Ben yalnızca taksim eden biriyim, bana
emredildiği şekilde veririm."[165] O,
Allah'ın kulu ve elçisidir. Her hareketi Allah'ın emriyledir. Rabbı O'na bir
şey emrederse, O da o emri yerine getirir. Veren, meneden, yükleyip donatan
yalnızca Allah'tır. Hz. Peygamber (s.a.), yalnızca emredileni yapandır. Allah
Teâlâ: "Ey RasüFüm; düşmanların gözüne bir avuç toprak attığın zaman da
sen atmadın, ancak Allah attı."[166]
âyetinde de, Rasûlü'nün, müşriklerin yüzüne toprak attığını, bu atmanın O'na
ait bir fiil olduğunu isbat ve ifâde etmiş, fakat atılan bu toprağın
müşriklerin gözlerine ulaştırılması işinin O'na ait olmadığını, bunun ancak
Allah'a ait bir fiil olduğunu, kulun buna gücünün yetmeyeceğini açıklamıştır.
"Atmak" fiili, İşin başlangıcı olan "fırlatmak" ve sonucu
olan "ulaştırmak" mânalarının her ikisi için de kullanılır.
17— Apaçık
küfürleri Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştığı halde Rasûlullah'ın (s.a.),
münafıkları öldürmeyip bırakması. "Tevbesini açıklayan zındık öldürülmez."
diyenler, bu hâdiseyi kendi görüşlerinin delili olarak ileri sürmüşlerdir.
Çünkü o münafıklar, kendilerine nisbet edilen sözü söylemediklerine dair yemin
etmişlerdir. Bu davranışları şayet söyledikleri bir sözü inkâr etmek değilse,
tevbe etmek demektir. Mezhebimize mensup olan ve olmayan âlimler: "İrtidat
ettiğine şahit olunan bir kimse kelime-i şehadeti söyleyerek, Allah'tan başka
tanrı olmadığına ve Muhammed'in (s.a.) O'nun Rasûlü olduğuna şahitlik ederse,
bundan sonra başka bir taraf araştırılmaz, mü'min olduğu kabul edilir."
demişlerdir. Bazı fakihler de: "îrtidat ettiğini inkâr etmesi, bunu kabul
etmesi yeterlidir." demişlerdir.
"Zındığın tevbesi
geçersizdir." diyenlere gelince, onların bu hâdise ile ilgili
değerlendirmeleri şöyledir: Münafıkların bu davranışları isbat edileme-,
mistir. RasûluUah (s.a.), bir konuda hüküm vereceği zaman yalnızca kendi
bilgisine dayanarak hüküm vermezdi. Bu haberi Rasûlullah'a (s.a.) yalnızca bir
kişi getirmiştir. Bu sayı da isbat için yeterli olmamıştır. Tıpkı Zeyd b.
Er-kam'ın Abdullah b. Übey'in aleyhinde şehadette bulunması ve bu şehadetin
kabul edilmemesi ve başka şahısların da aynı şekilde tek başlarına şehadet edip
şehadetlerinin geçerli olmaması gibi.
Bu değerlendirme hemen
kabul edilemez. Çünkü Abdullah b. Übey'in münafıklığı ve bu durumuna delil
olacak sözleri Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı için tevatür derecesinde
sabitti. Yine onlardan bazıları bizzat kendileri nifaklarını itiraf etmişler ve
Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle: "Biz ancak lafa dalmış, şakalaşıyorduk."[167]
demişlerdi. Haricîlerden bazıları bizzat Peygamberimizin yüzüne karşı:
"Sen adaletle hükmetmedin!" demişlerdi. Bunun üzerine Rasûlullah'a
(s.a.): "Onları öldürmüyor musun?" diye sorulduğu zaman:
"Aleyhlerinde yeterli delil yok." demedi. Aksine: "İnsanlar,
Muhammed ashabını öldürüyor demesinler (diye onları bırakıyorum)" dedi.[168]
O halde doğru
değerlendirme şöyle yapılmalıydı: Rasûlullah'ın (s.a.), hayattayken onları
Öldürmemesinin sebebi, kalplerini Rasûlullah'a (s.a.) ısındırmak ve O'nun
üzerinde ihtilâfı önleyip, ittifakı temin etmekti. Halbuki onları öldürmek,
daha İslâm'ın gariplik dönemi son bulmadan, nefretin uyanmasına yol açmak
demekti. Allah Rasûlü'nün (s.a.) en çok arzu ettiği husus kalpleri ısındırmak,
en çok kaçındığı husus ise kendisine itaattan uzaklaştıracak davranışlardı. Bu
durum, yalnızca Rasûlullah'ın (s.a.) hayatta olduğu devreye has idi. Aynı
şekilde Zübeyr ve davacısı ile ilgili hâdisede RasûluUah (s.a.): "Halanın
oğlu olduğu için değil mi?"[169]
diyerek hükmüne itiraz eden,"Bu taksimde Allah rızası
gözetilmemiştir!" diyerek verdiği hükmü ayıplayan ve: "Sen adaletle
hükmetmedin!" diyen kimselerin hiçbirini öldürmemiştir. Çünkü bütün bu
konularda yegâne hak sahibi Rasûlullah (s.a.) idi. Bu hakkını almak ya da
hakkından vazgeçerek affedip feragat etmek tamamen O'na ait bir hak idi.
Ümmetine gelince, durum değişmekte, Hz. Peygamber'e (s.a.) ait bir haktan
vazgeçmeye ümmetin yetkisi bulunmamakta ve bu hakkın yerine getirilmesi, ümmet
için terkedilmesi mümkün olmayan bir görev olmaktadır. Bu meseleler başka bir
yerde ele alınacaktır. Burada maksat yalnızca işaret ve uyandır.
18— Bir
sözleşme (ahd) karşılığında İslâm ülkesinde ikâmete hak kazanan kimse, İslâm'a
zararlı olacak bir hâdiseye sebebiyet verirse, kanının ve malının korunması
hususunda yapılan anlaşma bozulmuş olur. Devlet başkanı kendi imkânıyla o
şahsı ele geçiremezse kanı ve malı heder olur. Kim onun malına el koyarsa o
malın sahibi olur. Rasûlullah (s.a.), Eyle halkıyla yapılan barış anlaşmasında:
"Kim bir olay çıkarırsa (anlaşmanın şartlarına aylan davranırsa) onu malı
kurtaramaz ve malı alana ait olur.1' demiştir. Çünkü, o şahıs bu hareketiyle,
ehl-i ahd olmaktan çıkmış, muhârib (ehl-i harb) sınıfına geçmiştir. Onun
hakkında da ehl-i harb hakkındaki hükümler uygulanır.
19—
Geceleyin cenaze defnetmenin caiz olması. Hz. Peygamber (s.a.), Zülbicâdeyn'i
geceleyin defnetti. Ahmed b. Hanbel'e bu konu sorulduğunda şöyle dedi: Bunda
bir mahzur yoktur.[170] Ebu
Bekir, geceleyin defnedildi. Hz. Ali, Hz. Fâtıma'yı geceleyin defnetti. Hz.
Âişe: "RasûluUah'ın (s.a.) defnedildiği gecenin sonunda küreklerin sesini
işittim." demektedir. Hz. Osman, Âişe ve İbn Mes'ûd'un definleri hep
geceleyin olmuştur.
Tirmizî'de îbn
Abbas'tan şöyle bir rivayet vardır: Rasûlullah (s.a.) bir gece kabristana
girdi. O'na kandil yakıldı. Kıble tarafına geçti ve: "Allah sa-. na rahmet
eylesin, sen zikrederek sesini yükseltir ve çok çok Kur'an okurdun."
buyurdu.[171] Tirmizî der ki: "Bu
hadis hasendir."
Buharî'de de şöyle bir
hadis nakledilir. Rasûlullah (s.a.) bir ada' du ve: "Bu kimdir?"
dedi. Dediler ki: "Bu filandır, dün gece defnol (Bunun üzerine kalktı ve
cenaze) namazını kıldı.[172]
Soru: Müslim'in
Sahih'indç rivayet ettiği şu hadise ne dersiniz?: "Hz. Peygamber (s.a.)bir
gün ashabına hitab etti. Vefat eden, yetersiz bir kefene sarılıp geceleyin
defnolunan bir adamı andı ve mecbur kalınmadıkça bir kimsenin, namazı
kılınmadan, geceleyin defnedilmesini menetti."[173]
Ahmed b. Hanbel: "Benin görüşüm de budur." demiştir.
Cevap: Allah'a
hamdederek, yukarıda zikredilen her iki hadisi de kabul eder, birini diğeri ile
izaha kalkışmayız ve geceleyin cenazeyi defnetmenin mekruh olduğunu söyler,
hatta bundan men ederiz. Ancak geceleyin yolculuk yapanlar arasından birinin
vefat etmesi, yolculann gündüzü beklemeleri halinde zarar görmelerinden veya
ölünün şişip dağılmasından korkulması, bu ve benzeri gibi geceleyin
defnedilmesini gerekli kılacak zaruri sebepler sözkonusu olursa o zaman buna
izin veririz. Başarı Allah'tandır.
20— Devlet
başkanı herhangi bir yere askerî birlik gönderir, bu birlik ganimet malı ve
esir alır ya da kale fethederse, elde ettikleri herşeyden beşte bir pay
ayrıldıktan sonra geri kalanı o birlikteki mücahidler arasında paylaştırılır.
Rasûlullah (s.a.), Dûmetü'l-Cenderin fethinde Ükeydir ile yapılan anlaşma
sonucu elde edilen ganimetleri, Halid b. Velid komutasında gönderilen
askerlerin arasında paylaştırmıştı. Tamamı dört yüz yirmi süvari idi. Elde
edilen ganimetler ise; iki bin deve, sekiz yüz at idi. Her bir süvariye beş
hisse düşmüştü. Ancak bu birlik savaşmakta olan bir ordunun içinden ayrılarak
teşkil edilirse durum değişmekte,,bu birliğin askerî gücü o ordunun gücüne
dayanmakta olduğu için elde ettikleri ganimetler, beşte biri ayrıldıktan
sonra, ordunun bütün neferleri arasında paylaştınlmaktadır. Hz. Peygamber'in
(s.a.) sünneti bu idi.
21—
Rasûlullah'ın (s.a.) "Medine'de öyle kimseler vardı ki attığınız her
adımda ve aştığınız her vadide sizinle beraber idiler." sözüyle ifade
ettiği beraberlik, "kalbî beraberlik idi, yoksa bazı cahillerin söylediği
gibi bedenî beraberlik değildi. Çünkü bu dedikleri şey imkânsızdır. Zira bv
söz üzerine Rasû-lullah'a (s.a.): "Onlar Medine'de oldukları halde
mi?" diye sorulmuş, O da: "Evet. Onlar mazeretleri yüzünden Medine'de
kaldıkları halde." diye cevap vermişti. Onların bedenleri Medine'de,
ruhları ise mücahid kardeşleriyle beraberdi. Bu cihadın kalp ile yapılanıdır
ve dört mertebesinden biridir: Bu mertebeler; kalp ile, lisan ile, mal ile ve
beden ile cihad etmektir. Hadiste: "Müşriklere karşı lisanlarınızla,
kalplerinizle ve mallarınızla cihad ediniz." buyu-rulmuştur[174]
22— Allah'a
isyan edilen günah yuvalarının yakılıp yıkılması. Rasûlul-lah (s.a.), Mescid-i
Dırâr'ın yakılmasını ve yıkılmasını emretmişti. Halbuki orası içinde namaz
kılınan ve Allah'ın zikrolunduğu bir mekândı. Buna rağmen mü'minlere zarar
vermek, aralarını bozmak ve münafıklara sığınaklık yapmak gibi maksatlar için
kullanılınca Rasûlullah (s.a.) yıkılmasını emretti. Bu durumda olan bütün
binalar için devlet başkanının ya yıkmak ve yakmak, ya da şeklini ve gayesini
ıslah edecek tedbirleri atmak gibi bir görevi vardır. Dırâr mescidi'nin durumu
böyle olunca; apaçık şirk koşma maksadıyla yapılmış, içinde görev yapanların
orada bulunan kimselere kulluk etmeye çağırdığı yerlerin yıkılması daha çok
gereklidir. Fısk ve günah mahalleri olan meyhane, kumarhane ve her türlü
batakhane hakkındaki hüküm de aynıdır. Hz. Ömer (r.a.), içki satılan bir köyü
tamamen yakmış, Rüveyşid es-Sakafî'nin meyhanesini yakmış ve kendisini Rüveyşid
yerine Füveysık diye adlandırmıştır. Sa'd'ın sarayını da halktan gizlendiği
için yakmıştır. Rasûlullah (s.a.) cumayı ve cemaatı terkedenlerin evlerini
yakmaya yeltenmiş[175]
içlerinde, kendilerine cuma ve cemaat farz olmayan kadınlar ve çocuklar
bulunduğu için bırakmıştır.
23— Allah'a
itaat ve ibadet durumunun bulunmadığı eşyanın vakfı sahih değildir. Bu kaideye
göre: Kabir üzerine yapılan mescid yıkılır, mescide
defnolunan ölünün kabri oradan
kaldırılır. Ahmed b. Hanbel ve diğer âlimler bu konuda kesin hükmün böyle
olduğunu söylemişlerdir. İslâm'da; kabir ile mescid bir arada bulunmaz, bilakis
hangisi diğerinden sonra yapılmak is-. tenirse buna mâni olunur, bu konuda
hüküm verirken öncelik esasına riayet edilir. Beraber yapılmış olsalar caiz
olmaz. Böyle bir vakıf şer'an sahih ve caiz olmaz. Rasûlullah (s.a.) nehyettiği
için, böyle bir mescidde kılınan namaz sahih olmaz. Hz. Peygamber (s.a.) aym
zamanda kabirleri mescid yapıp orada kandil yakanlara da lanet etmiştir.
Allah'ın Peygamberi ve Rasûlü ile göndermiş olduğu İslâm dini böyle idi, ama
bugün görüldüğü gibi, insanlar arasında garip kalmıştır.
24— Uzaktan
gelen birisini karşılamak, sevinç ve mutluluğunu ifade etmek için ud, zurna
vb. çalgı âletleri ve müstehcen nağmelerin eşliğinde olmamak kaydıyla şiir
söylenmesi caizdir. Hiç kimse buna haram dememiştir. Bu hükme yapışarak günah
olan mağmeleri dinlemenin de helâl olduğunu iddia edenlerin bu iddiası; şarabı
üzüme ve sarhoş etmeyen üzüm suyuna kıyas ederek, madem ki üzüm ve suyu helâl,
şarap da helâldir diyenlerin iddiası gibidir. Bu ve benzeri kıyaslar;
"alışveriş de faiz gibidir" diyenlerin kıyasları gibidir.
25—
Rasûlullah'ın (s.a.), kendisini övenleri dinlemesi, onları bu davranışlarından
alıkoymaması başkaları için delil teşkil etmez. Çünkü övenlerle övülenler
arasında çok farklar vardır ve Rasûlullah (s.a.): "Övgüde bulunanların
yüzüne toprak serpiniz." buyurarak bu konudaki hükmü apaçık belirtmiştir.[176]
26— Seferden
geri kalan üç kişinin kıssasında sayısız hikmetler ve ibretler vardır. Burada
bazılarına işaret ediyoruz:
a)Bir
kimsenin Allah ve Rasûlü'ne itaat hususundaki kusur ve eksiğini haber vermesi,
bunun sebebini açıklaması, akıbetinin ne olduğunu, durumundaki ibret verici
hususları haber vermesi, hayrın ve şerrin yollarını açıklaması ve bu
açıklamaya dayanan daha mühim meseleleri haber vermesi caizdir.
b) Kibir ve
gurur maksadıyla olmadığı takdirde bir kimsenin hayra Vesile olacak şekilde
kendini övmesi caizdir.
c) Bir kimse
gücünün yetmediği bir hayra karşı, gücünün yettiği başka bir hayırla kendi
kendini teselli eder.
27— Akabe
bîati, sahabenin şahit olduğu en faziletli işlerden biridir. O kadar ki Kâ'b,
Akabe'deki biati Bedir'deki cihaddan daha aşağı derecede görmezdi.
28— Devlet
başkanı, bazı hususları tebaasından gizlemekte fayda görürse, o hususları
gizlemesi müstehaptır veya duruma göre hüküm değişir.
29— Bir şeyi
gizlemekte zarar ve fesat sözkonusu olursa, onu gizlemek caiz değildir.
30— Hz.
Peygamberdin (s.a.) hayatında orduya ait bir kayıt defteri yoktu, îlk olarak
kayıt defteri uygulamasını başlatan Hz. Ömer'dir. Bu uygulama Rasulullah'm
(s.a.) takip edilmesini emrettiği sünnetidir. Zamanla bu uygulamanın faydası
açığa çıkmış ve müslümanların ona olan ihtiyacı hissedilmiştir.
31— Bir
müslüman için ibadet ve tâatta bulunarak Allah'a yakınlaşma fırsatı doğduysa,
hemen o fırsatı değerlendirmeye bakmalı ve bunun için gerekli teşebbüsü
yapmalı, ileriki bir tarihe bırakmamalıdır. Çünkü azmetme ve gayrete gelme
hisleri çoğunlukla geçici olur. İnsan, himmet ve gayret hislerini tahrik eden
fırsatları hemen değerlendirmelidir. Allah Teâlâ kendisine böyle bir fırsat
verip de, bu fırsatı değerlendiremeyen kulunu, kalbiyle iradesi arasına girerek
ve bir daha ona iradesini kullanma imkânı vermeyerek cezalandırır. Allah ve
Rasûlü'nün çağrısına cevap vermeyen kimsenin de kalbiyle iradesi arasına engel
koyar da daha sonra hiçbir zaman cevap verme gücünü, bulamaz. Allah (c.c):
"Ey inananlar! Allah ve Peygamber, sizi, hayat verecek şeylere
çağırdıkları zaman icabet edin. Bilin ki, Allah, gerçekten kişi ile onun kalbi
arasına girer. "[177] Bu
hakikati Allah Teâlâ şu âyetiyle açıklığa kavuşturmuştur: "Biz onların
kalplerini ve gözlerini —ilkin ona inanmadıkları gibi— ters çeviririz; onları
taşkınlıkları içinde şaşkın şaşkın bıraki-rız."[178]
Yine Allah (c.c.) buyurdu ki: "Ama onlar yoldan sapınca, Allah da onların
kalblerini saptırmıştı. "[179]
Yine buyurdu ki: "Allah, bir kavmi doğru yola eriştirdikten sonra
sakınmaları gereken şeyleri kendilerine açıklamadıkça onları sapıklıkla
sorumlu tutacak değildir."[180] Bu
mânada, Kur'ân'-da, çok âyet vardır.
32— Hz.
Peygamber (s.a.) ile beraber gitmeyip geri kalanlar; ya tam nifak ehli olanlar,
ya bir özürü ve mazereti bulunanlar, ya da Rasûlullah'ın (s.a.) bir maslahat
sebebiyle veya Medine'de yerine vekil tayin ettiği için geride bıraktığı
kimseler olmak üzere üç sınıfa ayrılıyorlardı.
33— Devlet
başkanı ve herhangi bir makamda başkan durumunda olanların itaatsizlik gösterenleri
ihmal etmemeleri, bilakis onları itaatkâr olmaya davet etmeleri gerekir.
Rasûlullah (s.a.) Tebük'te: "Kâ'b ne yaptı?" diyerek yalnızca onu
sormuş, münafıkları ihmâle terkettiği için onlardan hiç kimseyi zikretmemişti.
34—Allah ve
Rasûlü'nü müdafaa kastıyla ve dinî hamaset ve hamiyyet sâikıyle bir başkasının
kusurlarını söylemek caizdir. Bu noktadan hareketledir ki, hadis âlimleri,
râvüerin durumunu araştırıp kusurlarını göstermişlerdir. Yine aynı noktadan
hareketle peygamberlerin vârisleri durumundaki ehl-i sünnet âlimleri
bid'adçıların kusurlannı göstermişlerdir. Yoksa bu ayıplamalar ve kusurları
açığa çıkarmalar nefsî arzu ve istekleri tatmin etmek için değildir.
35—
Ayıplanan ve kendisine bir kusur nisbet edilen kimsenin, ortada bir yanılma
sözkonusu olursa, kendisini savunması da caizdir. Muaz (r.a.), Kâ*-b'ı
kötüleyen kimseye: "Ne kötü konuştun!*' demiş, sonra da: "Ey Allah'ın
Rasûlü! Allah'a yemin olsun ki, onun hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyoruz."
diyerek müdâfaada bulunmuştu. Rasûlullah (s.a.) da ne öyle konuşanı, ne de
Kâ'b'ı bu sözlerinden men etmedi. Her ikisini de dinledi.
36— Yoldan
gelen bir müslümanın memleketine girerken abdestli olması ve evine gitmeden
önce mescide uğraması, iki rekât namazdan sonra çevresindeki müslümanlarla
oturup hemhal olması, sonra ailesinin yanına gitmedi sünnettir.
37— Rasûlullah (s.a.), münafıklardan kendisini
müslüman gibi gösterenlerin dış görünüşlerine göre davranıyor, kalplerindeki
gerçek düşüncelerini Allah'a havale ediyor, hüküm verme zamanı dış
görünüşlerine göre hükmediyor, bilinmeyen içyüzlerine göre cezalandırmıyordu.
38— Devlet
başkanının ve hâkimin; hâdise çıkaran, huzur bozan kimselerin selâmlarını
almayarak onları cezalandırması ve başkalarına da ibret olmalarını sağlaması
caizdir. Rasûlullah'tan (s.a.) Kâ'b'ın selâmını aldığı nak-ledilmemiştir,
bilâkis öfkeli bir şekilde karşıladığı rivayet edilmektedir.
39—
Tebessüm, sevinme ve hoşlanmanın alâmeti olduğu gibi öfkenin de alâmeti
olabilir. Zira gerek sevinme, gerekse öfkelenme hallerinin her ikisinde de kan
basıncı yükselir, bu sebepten yüzde pembeleşme gözükür. Bu durumdan da sevinç
ve öfke hâsıl olur ve arkasından tebessüm veya gülme gelir. Bundan dolayı,
özellikle nahoş hallerde, kudretli insanların gülmesine al-danmamahdır. Bu
hususta denilmiştir ki:
"Arslanı, dişleri
açığa çıkmış olarak görürsen, Zannetme ki arslan gülümsemektedir."[181]
40— Devlet
başkanı ve başkan durumundaki kimselerin, değer verdikleri kıymetli dostlarına
sitem edip onları azarlamaları mümkündür. Rasûlullah (s.a.), Tebük seferinden
geri kalanlar içerisinde yalnızca üç kişiye sitemde bulunmuştur. İnsanlar çok
defa dosttan gelen sitemi övmüş, onun hazzını ve sevincini dile getirmişlerdir.
Hal böyle olunca, Allah'ın yeryüzünde yarattıklarının en sevgili olanının
sitemi nasıl olur? Allah'a yemin olsun ki, bu sitem en tatlı bir sitem,
semeresi en büyük, faydası da en yüce olan bir sitemdir. O üç kişi kimbilir ne
büyük bir sevince, hoşnutluğa ve mazhariyete nail olmuşlardır.!
41— Allah Teâlâ, Kâ'b'ı ve iki arkadaşını, doğru
sözlü olmaya ve bu durumlarında sebatkâr olmaya muvaffak kılmış, yalan söylemek
ve gerçek dışı özürler beyan ederek onları rezil etmemiştir. Böyle yapsalardı,
dünyada sıkıntı çekmezlerdi, ama ahiretleri tamamen perişan olurdu. Dürüst kimseler,
işin başında biraz yorulurlar ama ardından devamlı bir kurtuluşa kavuşurlar.
Dünya ve ahiret, bu prensip üzerine kuruludur. Başlangıçtaki acılıklar sonuçta
tatlılığa, başlangıçtaki tatlılıklar da sonuçta acılığa dönüşürler.
Rasûlullah'm (s.a.) Kâ'b (r.a.) için: "Bu (Kâ'b) doğru söyledi."
sözünde, zikredilen nesnenin veya kimsenin, özel olarak bir hükme tâbi olduğu
hususunda karîne bulunduğu zaman, mefhûm-u lâkaptan yararlanılabileceğine açık
delil vardır. Allah (c.c): "Davud ve Süleyman'ı da an; hani onlar,
milletin davarlarının yayıldığı bir ekin hakkında hüküm veriyorlardı. O vakit
geceleyin bir kavmin davan ekin tarlasına yayılmıştı (zarar vermişti). Biz de
onların hükümlerine şahit idik. Biz o meselenin hükmünü Süleyman'a bildirmiştik,"[182] buyurmaktadır.
Rasûlullah (s.a.): "Bana yeryüzü mescid ve toprağı da temiz (teyemmüm
edilebilecek vasıfta) kılındı." buyurmuştur.[183]
Yu-kardaki hadiste de: "Bu doğru söyledi." buyurmuştur. Burada bu
sözü duyan; sözü söyleyen kimsenin, o şahsı husûsî bir hükme tâbi tuttuğunda
şüphe etmez.
42— Kâ'b'ın:
"Benim durumumda olan başkası var mı?" diye sorması ve: "Evet,
Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye." diye cevap vermelerinde; bir musibete
uğrayan kimsenin, aynı musibete uğrayan başka kimseleri örnek alma psikoiojisiyle
kendisini teselli etmesinin caiz olduğuna örnek vardır. Allah (c.c.) bu konuda
yol göstererek: "Düşman milleti takib etmekte gevşeklik göstermeyin. Eğer
siz yaralanıp acı çekiyorsanız, muhakkak ki onlar da sizin çektiğiniz gibi acı
çekiyorlar. Halbuki siz Allah'tan, onların ümit etmedikleri (ahiret ve cennet gibi)
şeyleri ummaktasınız."[184]
buyurmuştur. İşte Allah'ın, cehennemlikleri menettiği halet-i rûhiyye budur. Bu
konuda Allah (c.c): "Bu özlediğiniz şey bugün asla size fayda sağlamaz;
çünkü zulmettiniz, hepiniz azabda ortaksınız." buyurmaktadır.[185]
Kâ'b'ın: "Bana
Bedir harbine iştirak etmiş iki salih kimseden bahsettiler, benim onları örnek
almam gerekir." sözü, Zührî'nin yamlarak ilâvede bulunduğu yerlerden biri
sayılır. Çünkü siyer ve meğâzî kitaplarının hiç birinde bu iki kişinin Bedir
harbine katıldığı kaydedilmemiştir. Ne İbn İshak, ne Musa b. Ukbe, ne Emevî, ne
Vâkıdî ne de başka biri onları Bedir ehlinden saymışlardır. Vakıa da gösteriyor
ki, onların Bedir ehlinden olmamaları gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.),
Hâtıb casusluk yapmak gibi bir günah işlediği halde onu cezalandırmadı ve
alâkasını kesmedi. Hz. Ömer (r.a.) onu öldürmeye kalkışınca da: "Allah'ın
Bedir ehline bakıp:'Dilediğinizi yapın, bütün günahlarınızı bağışladım.' dediğini
nereden bileceksin." buyurdu. Hiç casusluk suçu ile, savaştan geri kalmak
birbiriyle kıyaslanır mı?
Ebu'l-Ferec İbn Cevzî
der ki: Bu konunun hakikatim ortaya çıkarmayı çok arzu ediyorum. Ebu Bekr
el-Esrem'e rastladım. Zührî'nin faziletini, hafızasının kuvvetini ve bu
konudaki sağlamlığını anlattı. Bu konudan başka bir yerde yanıldığına
rastlamadığını söyledi ve: "Mürâre b. Rebî' ve Hilâl b. Ümeyye'nin Bedir
harbine katıldıklarını söylemektedir. Halbuki bunu ondan başka kimse
söylememektedir. .Hata etmekten hiç kimse kurtulamaz." dedi.
43— Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu üç kişiyle görüşülüp konuşulmasımya-saklayip diğerleri
için böyle bir yasak getirmemesinde, bu üç kişinin doğru söylediklerine ve
diğerlerinin yalancı olduklarına delil vardır. Bu yasakla onları,
günahlarından dolayı tedip etmek istemiştir. Münafıklara gelince, onların
günahları böyle bir yasaklama ile geçiştirilmekten daha büyüktü. O üç kişi için
kullanılan ilaç diğerlerinin hastalığına çare olmaz, fayda vermezdi. Allah
(c.c.) da kullarının günahları karşısında böyle muamele eder, mü'nıin kulunu
sevdiği halde, en küçük bir hatasından dolayı tedip eder, o da daha dikkatli
olmaya çalışır. Allah katında kıymetten düşmüş olan kula gelince, günah ile
arasında hiçbir engel bırakmaz ve her günah işlemesinde ona nimetler ihsan
eder; o da zenneder ki bu nimetler kendi fazilet ve kerametinden dolayıdır.
Bütün bunların Allah tarafından horlanmanın bizzat kendisi olduğunu ve bu
nimetlerden dolayı azabının daha şiddetli olacağım bilemez. Nitekim meşhur bir
hadiste: "Allah bir kulu için hayır dilerse, cezasını dünyada iken peşin
peşin verir. Bir kulu için de şer dilerse onu dünyada iken cezalandırmaz da, o
kul kıyamet günü günahlarıyla birlikte gelir." buyurulmuştur.[186]
Rasülullah'ın (s.a.)
bu davranışında devlet başkanı, âlim ve başkan durumundaki kimselerin cezayı
gerektiren bir davranışta bulunan kimse ile alâkayı kesmesinin caiz olduğuna
da delil vardır. Yalnız bu alâka kesmenin Ölçüsü iyi tesbit edilmeli ve o
şahsa fayda sağlayacak dereceyi aşıp kemiyet ve keyfiyet açısından onu helake
sürükleyecek derecede olmamalıdır. Çünkü maksat ıslah etmektir, helak etmek
değildir.
44— Kâ'b'ın:
"Öyle ki dünya bana karşı değişti. Nerdeyse o bildiğim dünya
değildi." sözündeki bu değişiklik; korkan, hüzünlü ve kederli olan herkesin
toprakta, ağaçta, bitkide, hatta halini bilmediği insanlarda bulacağı bir halin
ifadesidir. Günahkâr bir âsî de günahının derecesine göre, hanımının ve
çocuğunun ahlâkında, bineğinin ve hizmetçisinin huyunda hatta bizzat kendi
nefsinde bu hali hisseder, kendisi bile kendine değişik gelir, sanki o kendisi
değil, sanki ailesi ve arkadaşları onlar değiller. Zaten böyle bir değişme olmasa,
bu korku da olmaz. Bu hal Allah'ın bir sırrıdır ve ancak kalbi ölü olmayanlara
aşikârdır. Kalbinin canlılık derecesine göre de bu değişmeyi ve yalnızlığı
idrak eder. Ölü bir beden yaralanmadan nasıl acı duymazsa, ölü bir kalp de bu
durumdan hiçbir şey hissetmez.
Sözkonusu değişme ve
yalnızlık hissinin, münafıklar için zirvede olduğu bilinmekte olduğu halde,
onların kalpleri ölü olduğu için bu durumu hissetmezler. Bir kalpde hastalık
müzminleşirse, günah ve isyan sebebiyle ıztırabı şiddetlenirse, bu değişmeyi ve
yalnızlığı duymaz. İşte bu vaziyet "şekavet" alâmetidir. Bu
hastalığın iyileşeceğinden ümit kesilmiş, doktorlar da tedavisinden âciz
kalmışlardır. Korku ve keder, şüpheyle; emniyet ve sürür, gühantan uzak
durmakla beraber bulunurlar.
"Yeryüzünde suçsuz insandan daha cesuru yoktur. Ve
yeryüzünde şüpheciden daha korkağı da bulunmaz."
Basiret sahibi bir
mü'min, bir imtihana tâbi tutulur, sonra kendine gelirse, anlattıklarımızın bu
kadarından bile faydalanabilir. Hem öylesine çok yönlü faydalar sağlar ki,
sınırlandırılması mümkün değildir. Hiçbir faydası olmasa
Rasûlullah*ın(s.a.)peygamberlik alâmetlerini ve haber verdiği hâdiseleri
görür, O'nun peygamberliğini tasdik etmesi zaruret derecesinde kuvvetlenir.
O'na isyan etmekle şerre uğraması, itaat etmekle de hayra nail olması
Rasûlullah'ın (s.a.) peygamberliğine en kuvvetli delildir. Bu durum şuna benzer:
Bir kimse size "şu yola girerseniz, orada şöyle şöyle tehlikeler var"
diye tafsilatlıca anlatıyor. Siz de buna rağmen ona muhalefet ederek o yola
giriyorsunuz ve size haber verdiği tehlikelerle karşılaşıyorsunuz. Bu durumda
ona muhalefet etmekle beraber, doğru söylediğine şahit oluyorsunuz. Yalnızca
tavsiye ettiği yola giren ve bu tehlikelerden hiçbiriyle karşılaşmayan kimse
de onun doğru söylediğine şahit olur ve birçok hayra ve saadete nail olursa da,
bu konudaki bilgisi mücmel olur.
45— Hilâl b.
Ümeyye ve Mürâre; evlerinde oturuyor ve namazlarını evlerinde kılıyorlar,
cemaate geliniyorlardı. Onların bu durumu, müslümanla-rın alâkalarını
kesmelerinin, cemaata gelmemeyi mubah kılan özürlerden sayıldığına delil
olmaktadır. Yahut şöyle de denilebilir: Alâkayı kesmenin tam gerçekleşmesi,
müslümanlann cemaatına katılmamalarını gerektirmektedir. Fakat şu akla
gelebilir: Kâ'b cemaata geliyor, diğer ikisi gelmiyordu. Rasû-lullah (s.a.) ise
ne Kâ'b'i men ediyor; ne de diğerlerini kınıyordu. Bu durumu açıklamak için
şöyle denebilir: Müslümanlara onlarla alâkalarını kesmeleri emrolununca, kendi
hallerine bırakıldılar. Yani cemaatla emrolunmadılar, cemaattan alıkonulmaları
da sözkonusu olmadı ve kendileriyle de konuşulmadı. Bu durumda cemaata gelene
mâni olunmadı. Terkedene de bir şey söylenmedi. Şöyle de denilebilir: Herhalde
o iki kişi cemaata çıkamayacak kadar zayıf ve aciz idiler. Bu yüzden Kâ'b
demişti ki: "Ben kavmin en genci ve kuvvetlisi idim, dışarı çıkıyor ve
müslümanlarla birlikte cemaata iştirak ediyordum."
46— Kâ'b'ın:
"Rasûlullah'a (s.a.) geliyor, namazdan sonra meclisinde otururken selâm
veriyor ve kendi kendime diyordum ki: Acaba selâmımı almak için dudağım
kıpırdattı mı kıpırdatmadı mı?" sözünde; alâka kesilmeye
müstahak olan kimseden selâm almanın
vacip olmadığına delil vardır. Şayet vacip olsaydı, selâmını alırken sesini
duyurması vacipti.
47— Kâ'b'm:
"Müddet uzayınca Ebu Katâde'nin bahçesinin duvarına tırmandım."
sözünde; bir kimsenin, arkadaşının ve komşusunun rızası olduğunu bildiği zaman
izin almadan onun bahçesine girmesinin caiz olduğuna delil vardır.
48— Ebu
Katâde'nin Kâ'b'a: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." sözünde; bu
şekilde hitap etmenin, konuşma sayılmayacağına delil vardır. Bir kimse, bir
başkasıyla konuşmamaya yemin etse ve ona, Ebu Katâde'nin söylediği gibi söylese
yeminini bozmuş olmaz. Özellikle bu sözüyle konuşmaya niyet etmezse hiç konuşma
sayılmaz. Ebu Katâde'nin halinin dış görünüşünden de onun konuşmak niyetiyle
hitap etmediği anlaşılmaktadır.
"Bana kim Kâ'b'ı
gösterir?" diye soran çiftçiye orada bulunanların hiç konuşmadan yalnızca
işaret ederek yol göstermelerinde, alâka kesmenin tam anlamıyla gerçekleşmesi
için takınılmış bir ta /ir vardır. Şayet açık açık: "Kâ'b şu
adamdır." deselerdi, bu da bir konuşma olmaz ve yasağa muhalefet etmiş
sayılmazlardı. Ancak bu konudaki titizliklerinden dolayı ismini söylemediler.
Bu arada şu da söylenebilir: Onun önünde ve onun hakkında, duyabileceği
şekilde başka biriyle konuşmak bile bir çeşit onunla konuşmak sayılır. Özellikle
böyle bir davranış onunla konuşmak için bir vesile gibi kabul edilmişse bu
apaçık bir hiledir. Bu durumdan menetmek, hileden ve kötülüğe ulaştıran
yollardan menetmek gibidir. Bu meseleyi böyle anlamak daha güzel ve daha köklü
bir anlayış olacaktır.
49— Gassân
melikinin bir mektup yazıp onu davet etmesi; Kâ'b için Allah'ın bir başka
ibtilâsı, Allah ve Rasûlü'nün sevgisi hakkındaki imanını denemesi, sonunda Hz.
Peygamber (s.a.) ve müslümanlar kendisini terkettiği halde imanının
zayıflamadığının sahabe arasında açığa çıkması, onun bu durumda bile dünya
mülkünde ve mevkisinde gözünün olmadığı hususunun herkes tarafından görülmesi
içindir. Yine bu olayda, Allah'ın onu nifak illetinden temize çıkarması,
imanının kuvvetini ve Rasûlullah (s.a.) ile müslüman-lara olan sadakatim açığa
çıkarması vardır. Bütün bunlar, Allah'ın Kâ'b'a bir lutfu, hakkındaki
nimetlerini tamamlaması ve kırılan kalbini tamir etmesi idi. Madenlerin
eritildiği ateş misali, nasıl orada posa, hakiki madenden ayrıhrsa, böyle bir
imtihanda da kişinin içinde, kalbinde ne varsa açığa çıkar ve bu suretle gerçek
yüzü görünmüş olur.
50— Kâ'b'ın:
"Mektubu tandırda yakmaya azmettim." sözünde, din için fesada ve
zarara yol açacak şeylerin hemen yok edilmesinin lüzumuna işaret
edilmekdedir. Hakiki mü'min, bu konuda
tereddüt etmez ve beklemez. Üzüm suyu şaraba dönüştüğü veya bir mektup zarar ve
fesada yol açtığı zaman hemen yok edilmesi gerekir.
Gassânîler o vakitler
Rasûlullah'a (s.p.) karşı harp hazırlığı yapıyorlar, atlarım nallıyorlardı.
Şüca' b. Vehb el-Esedî'yi Rasûlullah (s.a.) bir mektupla Gassânîlann kralı
Haris b. Ebî Şemr el-Gassânî'ye gönderip onun İslâm'a davet ettiği için o da
harbe hazırlanıyordu. Şüca' diyor ki: Gassan kralı Şam ovasında Humus'tan
Eyle'ye gelen Kayser'e hediyeler hazırlamakla meşgulken ona vardım. İki veya
üç gün kapısında bekledim. Kapıcısına: "Ben, Ra-sûlullah'ın (s.a.) ona
gönderdiği elçisiyim." dedim. O da: "Filan gün dışarı çıkıncaya kadar
onunla görüşemezsin." dedi ve ismi Meriy (?) olan bu Rum kapıcı bana Rasûlullah'ı
(s.a.)sormaya başladı. Ben de Rasûlullah'tan (s.a.) ve davet ettiği dinden
bahsediyorum. Beni dinlerken hassaslaşiyor ve ağlayarak şöyle diyordu:
"İncil'i okumuştum. Bu peygamberin vasıflarını aynen orada görmüştüm. Ben
O'na iman ediyor ve O'nu tasdik ediyorum. Fakat, şimdiye kadar bana ikramda ve
ihsanda bulunan Haris'İn beni öldürmesinden korkuyorum." Ve bir gün Haris
çıktı, tahtına oturup tacını başına koydu ve bana yanına girmem için izin
verdi. Ben de yanına varınca, Rasûlullah'ın (s.a.) mektubunu verdim. Mektubu
okuyup yere fırlattı ve: "Kim benim mülkümü elimden alacakmış! Yemen'de
bile olsa gidip onu bulacağım." dedi. Daha sonra etrafındakileri topladı,
atların nallanmasını emretti ve bana da: "Git, gördüklerini arkadaşına
haber ver!" dedi. Bu arada Kayser'e mektup yazarak benden ve hazırlandığı
seferden onu haberdar etti. Kayser de ona cevaben bir mektup göndererek, bu
sefere çıkmamasını, bu işten vazgeçmesini ve Eyle'de kendisine ulaşmasını
istedi. Bu mektubu alınca beni çağırdı ve: "Ne zaman gidiyorsun?"
dedi. Ben de: "Yarın" dedim. Bana yüz mıskal altın verilmesini
emretti. Kapıcısı da bana bir elbise verdi, daha başka ikramlarda bulundu ve:
"Benden Rasûlullah'a (s.a.) selâm söyle." dedi. Rasûlullah'a (s.a.)
geldim, bütün bu olanları haber verdim. Hz. Peygamber (s.a.): "Mülkü helak
olsun!" dedi. Sonra kapıcısının kelâmını söyledim ve anlattığı şeyleri haber
verdim. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylemiş." buyurdu.
Haris b. Ebî Şemr, Mekke'nin fethedildiği sene Öldü. İşte bu müddet içinde
Gassan kralı, Kâ'b'a mektup yazarak kendilerine iltihak etmesini istiyordu.
Takdir-i ilâhi, Kâ'b'ın Rasûlullah'.tan (s.a.) ve dininden yüz çevirmesine mani
oldu.
51— Bu üç
kişinin üzerinden kırk gün geçince Rasûlullah (s.a.) onlara hanımlarından uzak
durmalarım emretti. Bu emretme hadisesinde iki bakımdan üç kişinin feraha
kavuşacakları ânın müjdeleri vardı:
Birincisi: Hz.
Peygamber (s.a.) onlarla ne konuşuyor, ne de elçi gönderiyordu. Şimdi ise hem
konuşmuş, hem de eiçi göndermişti.
İkincisi: Ailelerinden
uzak durmalarını emretmesinde bir özellik vardır, o da şudur: Rasûlullah (s.a.)
bu emriyle onlara, lezzet ve zevk unsurlarından tamamen uzaklaşarak ibadet ve
tâata daha ciddi olarak kendilerini vermeler ri, bütün vakitlerini Allah'a kullukla
geçirmeleri hususunda yol göstermiştir. Böylece feraha kavuşacakları vaktin
yaklaştığı, cezalarının bitmesine az bir şey kaldığı anlaşılmış oldu.
Bu olayın fıkhî izahı
ise şöyledir: îhramlı olmak, oruçlu bulunmak ve itikâfta olmak gibi ibadet
zamanlarında kadınlardan uzak durmak gerekir. Rasûluilah (s.a.) bu üç kişinin
son zamanlarının ihramlı veya oruçlu kimseler gibi daha çok ibadetle geçmesini
arzu etti. Onlara merhametinden dolayı ilk günden böyle bir emirde bulunmadı.
Şayet tâ baştan beri hanımlarından uzak durmalarım emretseydi belki sabırları
taşar, tahammül gösteremezlerdi. Bu emri yalnız son günler için vermesi tamamen
onlara bir lütuf ve rahmettir. Hacılara, hacca gitmeye niyet eder etmez değil
de, ihrama girdikten sonra hanımlarından uzak durmalarının emredilmesinde de
aynı lütuf ve rahmet vardır.
Kâ'b'ın hanımına:
"Ailenin yanına git.'* sözünde; bu ve benzeri sözlerle, talâka niyet
edilmediği müddetçe, talâk vâkî olmayacağına delil vardır. Bu hususta doğru
olan şudur: Talâk, ıtâk ve hürriyet kelimeleri bile, boşama veya köle azad
olmasına sebep olmazlar. Allah'ın dininde doğru olan, bizim de doğruluğunda hiç
şüphe etmediğimiz hüküm budur. Meselâ bir adama: "Kölen ahlâksız, cariyen
zina ediyor." denilse de adam: "Olamaz, o köle iffet sahibi hür biridir
veya o cariye iffetli hür biridir." dese, bu sözüyle azad etme hürriyetini
kasdetmemiş, iffet hürriyetini kasdetmiştir. Dolayısıyla o adamın ne kölesi,
ne de cariyesi bu sözüne binâen âzâd olmazlar. Aynı şekilde bir adama:
"Kölen kaç yıldır senin yanında?" diye sorulsa, o da: "O benim
yanımda eski (atîk)dir." diye cevap verse, bu sözüyle, onun eskiden beri
yanında olduğunu kasdettiği için, kölenin azad olması sözkonusu değildir. Yine
aynı şekilde bir adam, doğum sancısı çeken karısına vursa ve kendisine
sorulduğunda da: "O tâlık (doğum sancısı çekiyor)." dese, bu sözü
söylerken de karısını boşamak hiç akhna gelmemişse, karısı boş olmaz. Adam bu
sözüyle, karısının durumunu ifade etmiştir. Bu ve benzeri lâfızlar, beraberlerindeki
karinelerden dolayı sarih olmaktan çıkarlar ve kasdolundukları mânayı ifade
ederler. Bu lâfızların talâk ve ıtak konusunda (köle azad etmek) sarih
olduğunu, karinelerin hükme tesir etmediğini iddia etmek tamamen bâtıldır.
52— Kâ'b'ın,
mutlu sonu müjdeleyen kimsenin sesini duyunca secde etmesi; bunun, sahabeye
ait bir âdet olduğuna apaçık delildir. Bu secdeler, yenilenen nimetler ve
defedilen musibetlerden dolayı yapılan şükür secdeleridir. Ebu Bekir Sıddîk
(r.a.), Müseyleme'nin katledildiği haberi gelince[187] Ali
b. Ebî Tâlib (r.a.), Haricîlerden Zü's-Südiyye'yi ölü olarak buiuncat[188] Rasûlullah
(s.a.), Cebrail (a.s.): "Kim Rasûlullah'a (s.a.) bir salâvat getirirse,
Allah da o kuluna on salavat (rahmet) getirir." müjdesini getirince, üç
defa ümmetine şefaat dileyip Allah'ın (c.c), sonunda ümmetinin tamamı için şefaatinin
kabul edileceği bilgisini alınca secde etmişlerdir. Yine Hz. Peygamber (s.a.),
bir askeri birliğinin düşmanlarına karşı zafer kazandığı müjdesini, başı Hz.
Âişe'nin göğsünde iken almış ve hemen kalkıp secdeye kapanmıştı. Ebu Bekre der
ki: "Ne zaman Rasûlullah'a (s.a.) sevindirici bir haber gelse, kalkar
secdeye kapanırdı.[189]
Bütün bu eserler (sahabe sözleri) sahihtir* sıhhatlerinde hiçbir şüphe
yoktur.
53— Kâ'b'ı
müjdelemek için ashabtan birinin atını mahmuzlamasında, bir diğerinin tepeye
tırmanmasında; o topluluğun hayır uğrunda nasıl yarıştıklarına, birbirlerinin
sevincine nasıl ortak olduklarına deliller vardır.
54— Kâ'b'ın,
gelen müjdeciye iki elbisesini de (izar ve ridasım) birden vermesi, bu
davranışın üstün bir ahlâk ve yüce bir haslet olduğuna işaret etmektedir.
Abbas (r.a.) da kölesi gelip, Haccâc b. Ilât'tan, Rasûlullah (s.a.) hakkında
kendisini sevindirecek bir haberi olduğunu müjdelemesi üzerine onu azad
etmişti.
55— Kâ'b'ın
davranışında; müjdeciye, elbisesinin tamamını vermenin caiz olduğuna delil
vardır.
56— Yine bu
hâdisede, hakkında dinî bir nimet yenilenen kimseyi tebrik etmenin, geldiği
zaman onun için ayağa kalkmanın miîstehap olduğuna delil vardır. Bu davranış,
müstehap olan bir âdettir. Dünyevî bir nimete nail olan kimseye de böyle
davranmak caizdir. O kimseye şöyle demek evlâdır: "Allah'ın sana lütuf ve
ihsan ettiği şey, hakkında mübarek olsun." İnsan böyle söylemekle nimeti,
ihsan edene ait kılmış, o nimete kavuşana da dua etmiş olur.
57— Bu
hâdisede, kulun yaşayabileceği en mutlu ve faziletli gününün, Allah'a tevbe ile
yöneldiği ve tevbesinin kabul edildiği gün olduğuna delil var-dfr. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) Kâ'b'a: "Sana anandan doğduğun günden itibaren yaşamış
olduğun en güzel günün hayırlı müjdesi var." demişti.
Şayet: Nasıl olur da o
gün, müslümanlığı kabul ettiği günden daha hayırlı olabilir, denilirse cevap
olarak şöyle söylenir: O gün, müslüman olduğu günün tamamlayıcısı mahiyetindedir.
Müslüman olduğu gün saadetinin başlangıcı, tevbesinin kabul edildiği gün ise o
saadetin tamamlanması ve kemâle ermesidir. Yardım istenen yalnızca Allah'tır.
58— Bu
hâdise üzerine Rasûlullah'ın (s.a.) sevinmesi ve yüzünün bu sevinçle aydınlanmasında;
Allah'ın, Peygamberini ümmetine karşı ne kadar şefkatli ve merhametli
kıldığına işaret vardır. Öyle ki Rasûlullah'ın (s.a.) sevinci, nerdeyse Kâ'b'm
ve iki arkadaşının sevincinden daha fazla idi.
59— Kâ'b'm:
"Yâ Rasûlallah; tevbemin kabulünden dolayı malımın tamamını sadaka olarak
vermek istiyorum." demesinde, tevbe ederken gücü yettiği kadar sadaka
vermenin müstehap olduğuna delil vardır.
60—
Rasûlullah'ın (s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla. Bu, senin
için daha hayırlıdır." demesinde; malının tamamını sadaka olarak vermeyi
adayan kimsenin, tamamını vermesinin gerekmeyeceğine, bir kısmını kendine
bırakmasının caiz olduğuna delil vardır. Bu konudaki rivayetlerde bazı
ihtilâflar sözkonusu olmuştur. Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Rasûlullah'ın
(s.a.) Kâ'b'a: "Malının bir kısmını kendine sakla" buyurduğu kaydedilmiştir.
Dolayısıyla Hz. Peygamber, kendisine alıkoyacağı mal için herhangi bir
takdirde bulunmamış, bu durumu tamamen Kâ'b'ın takdirine bırakmıştır. Bu
konuda sahih olan da budur. Kendisine ve ailesine yetmeyecek kadar azalan bir
malı, sadaka olarak vermek caiz değildir, bu maldan adakta bulunması da ibadet
değildir. Adakta bulunsa bile yerine getirmesi gerekmez. İhtiyaçlarını
karşıladıktan sonra arta kalan malını tasadduk etmesi daha faziletlidir. Bu
durumda nezirde bulunursa, nezrini yerine getirmesi vaciptir. Bu hüküm, şer'î
kaidelerin ve kıyasın sonucudur. Bu yüzden kişinin kendi ihtiyacı ile ailesinin
ihtiyacını karşılaması, mali borçlarını ödemesinden önce gelir. Bu mali
borçlar, ister keffâret ve hac gibi Allah'a ait haklar sınıfından olsun, ister
kul borcu olsun hüküm değişmez. Biz iflas eden bir kimseye evini,
hizmetçisini, elbiselerini, sanatkâr ise âlet ve edevatını, değilse ticaret yapacağı
eşyayı bırakır, geri kalan malını borçluların hakkı olarak kabul ederiz. Ahmed
b. Hanbel, malının tamamım tasadduk etmeyi nezreden kimsenin, üçte birini
vermesinin yeterli olabileceğini söylemiş, daha sonra mezhebini takip eden
âlimier İmam Ahmed'in bu sözünü, Kâ'b kıssasındaki şu nakille
delillendirmişlerdir: "Kâ'b dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Allah ve
Rasû-lü'ne tevbe etmemden dolayı malımın tamamını Allah ve Rasûlü için vereceğim.
Rasûlullah (s.a.): Hayır, dedi. Dedim ki: Yarısı. O yine: Hayır, dedi.
O halde üçte birini,
dedim. Bunun üzerine: Evet, dedi. Ben de: Hayber'deki hissemi alıkoyacağım,
dedim." Bu hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir.[190] Bu
hadisin sabit oluşu biraz şüphelidir. Çünkü Kâ'b kıssasında sahih rivayet;
Sahih-i Buharı ve Sahih-i Müslim'de Zührî hadisinden Kâ'b b. Mâlik'in oğlu
yoluyla yapılan rivayettir. O da: "Malının bir kısmını alıkoy."
şeklindedir ve miktar olarak bir sınırlama getirmemiştir. Bu isnaddakiler kıssa
hakkında daha sağlam bilgiye sahiptirler. Çünkü rivayet bizzat oğlundan yapılmaktadır.
Soru: Ahmed b.
Hanbel'in Müsned'mde rivayet ettiği: "Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir, Allah'a
tevbe edince dedi ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Tevbemden dolayı kavmimin diyarını
terkedip senin yakınında yerleşmek, Allah ve Rasûlü için malımın tamamını
tasadduk etmek istiyorum. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: Üçte birini vermen
yeter. [191] hadisi için ne iersiniz?
Cevap: Ahmed b.
Hanbel'in yukarıdaki sözünün delili bu hadistir, Kâ'b hadisi değil. Sonra Ahmed
b. Hanbel'in, oğlu Abdullah yoluyla gelen rivayette şöyle dediği
nakledilmiştir: "Bir kimse malının tamamını veya bir kısmını tasadduk
etmeyi nezretse, fakat malının tutarından çok borcu bulunsa, sahip olduğu malm
üçte birini sadaka olarak vermesinin yeterli olacağı görüşündeyim. Çünkü
Rasûlullah (s.a.) Ebu Lübâbe'ye, üçte birini vermesini emretmiştir."
Ahmed b. Hanbel hadisten hüküm çıkarma konusunda daha çok bilgilidir. Bundan
dolayı herhangi bir sınırlama bulunmayan Kâ'b hadisiyle değil, üçte birle
sınırlama getirilen Lübâbe hadisiyle fetva vermiş ve sanki mutlak olan Kâ'b
hadisini Ebu Lübâbe hadisiyle kayıt altına almak istemiştir.
Yine Ahmed b.
Hanbel'in; "Sahip olduğu malından çok borcu bulunan bir kimsenin, malının
tamamını veya bir kısmını tasadduk etmeyi nezretmesi halinde, malının üçte
birini vermesinin yeterli olduğunu" söylemesi; malından çok borcu olsa
bile o kimsenin nezrinin geçerli olduğuna delil teşkil etmektedir. Daha sonra
mal sahibi olup borcunu ödemek istediği zaman, nez-rettiği gün sahip olduğu mal
miktarının üçte birini öder. Oğlu Abdullah'tan gelen bir başka rivayette ise
şöyle demiştir: "Bir kimse hibede bulunmak ve borcunu ödemek suretiyle
elindeki malı harcar, sonradan başka mal kazanırsa, yemin ettiği gün
itibariyle malının üçte birini ödemesi vaciptir." Yemin ettiği günden
maksat, nezrettiği gündür. O günkü malının üçte birini hesap eder ve borcunu
ödedikten sonra bu miktarı nezri için ayırır.
Ahmed b. Hanbel;
"Veya bir kısmı" sözüyle, bir kimsenin malının belirli bir kısmını
veya bin dinar gibi belirli bir miktarı tasadduk etmeyi nezret-mesi halinde de
üçte birini vermesi, malının tamamını nezrettiği zaman üçte birinin yeterli
olması gibi yeterli olur, demek istemiştir. Mezhebinin sahih olan görüşüne göre
belirlediği malın tamamını vermesi gerekir. Bu hususta başka bir rivayet daha
vardır ki o da şöyledir: Şayet belirlediği miktar malının üçte biri veya daha
azı ise, o miktarın tamamını vermesi gerekir. Şayet üçte birinden fazla ise,
yalnızca üçte bir miktarınca vermesi gerekir. Ebu'l-Berekât'a[192]-göre
en sahih görüş budur.
Bütün bu nakillerden
sonra deriz ki: Ne Kâ'b hadisinde, ne Ebu Lübâbe hadisinde, onların kesin
olarak nezrettiklerine dair bir delil vardır. Yalnızca: "Tevbemizden
dolayı malımızı bağışlamalıyız." dediler. Bu söz, nezirde bulunma
hususunda açık değildir. Bu sözün mânası: Tevbelerinin kabulünden dolayı
Allah'a şükretmek maksadıyla mallarım tasadduk etmeye azmetmektir. Rasûlullah
(s.a.) da onlara, mallarının bîr kısmını vermenin yeterli olacağım, tamamını
vermelerine ihtiyaç bulunmadığını haber vermiştir. Bu aynen malının tamamını
vasiyet etmek için izin isteyen Sa*d'a yalnızca üçte biri için izin vermesi
gibidir.
Bu meseleye iki türlü
itiraz edilebilir: Birincisi: Hz. Peygamberin (s.a.) *(Sana kâfidir" sözü,
hükmü vacip olan meseleler için kullanılır. İkincisi: Üçte birinden fazlasını
tasadduk etmekten menetmesi, o fazlalığı vermenin ibadet mânası taşımayacağına
delâlet eder. Çünkü Allah ve Rasûlü, ibadet mânası taşıyan bir davranıştan
menetmezler. İbadet mânası taşımayan bir nezirde bulunursa, o nezri yerine
getirmek gerekmez.
Bu itirazlar şöyle
cevaplandırılır: "Sana kâfidir" sözü, "sana yeter"
mâ-nasındadır. Bu kelime, dört harfli fiillerdendir. Sizin dediğiniz mâna, üç
harfli fiilden yapılan şekil için söz konusudur. Rasûlullah'ın (s.a.) Ebu
Bürde'ye kurban konusunda: "Senin için olur, senden başka hiç kimse için
olmaz."[193] buyurması da bunun
gibidir. Yeterlilik, vacip için kullanıldığı gibi, müste-hap için de
kullanılır.
Üçte bir miktarı gecen
sadakadan menetmesine gelince; burada onun daha çok faydasına olan, din ve dünya
menfaatim elde etmesine yardımcı olacak noktaya işaret vardır. Şayet malının
tamamını tasadduk etmeye izin verseydi, daha sonra İçine düşeceği fakirliğe ve
yokluğa sabredemezdi. Rasûlullah (s.a.) tasadduk etmek için bir kese getiren
şahsa onunla vurmuş,[194]
fakirliğe dûçâr kalacağından ve bu duruma sabredemeyeceğinden korktuğu İçin
sadakasını kabul etmemiştir. Şöyle de cevap verilebilir —ki tercihe şayan olan
görüş de inşaallah budur—: "Hz. Peygamber (s.a.), malını tasadduk etmek
isteyen herkesin halini takdir etmiş ve ona göre davranmıştır. Meselâ, Hz. Ebu
Bekir'in malının tamamım bağışlamasına mani olmamış, "Ailene ne bıraktın?"
diye sorduğunda Hz. Ebu Bekir: "Onlara, Allah'ı ve RasûhVnü bıraktım."[195]
dediği halde bir hoşnutsuzluk göstermemiştir. Hz. Ömer'den malının yansını
sadaka oiarak kabul etmiştir. Kesenin sahibini ise tasadduk etmekten
menetmiştir. Kâ'b'a da: "Malının bir kısmım kendine sakla." demiştir.
Bu sözde üçte bir gibi bir belirleme mânası yoktur. Yine bu sözde elde tutulacak
miktarın, tasadduk edilecek miktardan iki kat fazla olması gerektiği mânası da
yoktur. Ebu Lübâbe'ye ise: "Üçte birini vermen sana yeter." buyurmuştur.
Bu haberler arasında herhangi bir çelişki sözkonusu değildir. Bu duruma göre:
Kim malının tamamını sadaka olarak vermeyi nezrederse, kendisinin ve ailesinin
ihtiyacı olan, başkasına muhtaç olmadan, el açmadan yaşayabileceği miktarı
alıkor, bu bir mal olabilir, akar olabilir veya ürünü kendilerine yetecek bir
toprak parçası olabilir, gerisini tasadduk eder. En doğrusunu Allah bilir.
Rabîa b. Ebî
Abdurrahman: "Zekât miktarınca olan meblağı tasadduk eder, gerisini
ahkor." demiştir. Câbir b. Zeyd: "Miktar iki bin ve daha fazla ise
onda birini, bin ve daha az ise yedide birini, beş yüz ve daha az ise beşte
birini tasadduk eder." demektedir. Ebu Hanife (r.h.): "Zekât düşen
malının tamamını tasadduk eder." demektedir. Zekât düşmeyen malı hususunda
ise ondan iki rivayet vardır: Birincisi: Tasadduk eder; ikincisi: Etmezse bir
şey gerekmez, şeklindedir.
Şafiî der ki: "Bütün
malını sadaka olarak vermesi gerekir." Zührî ve Ahmed: "Malının üçte
birini vermesi gerekir." derken, bir başka grup da: "Yalnızca yemin
keffareti miktarınca vermesi kâfidir." demektedir.
61—
Doğruluğun ne kadar muazzam bir ahlâk olduğu. Dünya ve ahiret saadetinin ona
bağlı bulunması, Allah'ın doğruluk sayesinde kurtuluşa erdirmesi ve yalan
sebebiyle de helak eylemesi bu hususu açıklamaktadır. Allah Teâlâ mü'min
kullarına, sadıklarla beraber bulunmalarını emretmiştir: "Ey inananlar,
Allah'tan korkun ve doğrularla beraber olun."[196]
Allah Teâlâ, insanları
iki kısma ayırmıştır: Saîdler (huzur ve mutluluğa erenler) ve şakîler (tam bir
perişanlık içinde bulunanlar). Saîdler; doğru söyleyen ve Allah ve Rasûlü'nü
tasdik edenler, şakîler ise yalan sözlü olup Allah katından gelen şeyleri de
yalanlayanlardır.
Bu taksim dört başı
mâmur tam bir taksimdir. Çünkü saadet, doğru sözlülük ve tasdik ehlinden
olmakla; şekavet ise yalancılık ve yalanlamakla beraber bulunurlar.
Allah sübhanehû ve
teâlâ, kullarına, kıyamet gününde doğruluktan başka hiçbir şeyin fayda
getirmeyeceğini haber vermiştir. Münafıkların, kendilerini başkalarından
ayıran bilgilerinin ve ayıpladığımız hallerinin tamamının aslında,
sözlerindeki ve davranışlarındaki yalancılık vardır. Doğruluk imanın rehberi,
delili, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti hatta ve hatta özü ve ruhudur.
Yalan ise küfrün ve nifakın rehberi, deliîi, bineği, sürücüsü, kıyafeti, zîneti
ve özüdür. Yalanın imana karşı duruşu, şirkin tevhid inancına karşı duruşu
gibidir. İmanla yalan yanyana gelirse biri diğerini kovar, onun yerine kendisi
geçer ve kesinlikle bir arada bulunmazlar. Allah Teâlâ Tebük'e gitmeyen bu üç
kişiyi, doğrulukları yüzünden kurtuluşa erdirirken, diğerlerini
de yalanları sebebiyle helak etmiştir.
Allah kuluna, İslâm nimetinden sonra İslâm'ın hayatı ve gıdası olan doğruluktan
daha faziletli bir nimet ihsan et-* memiş, İslâm'ın fesadı ve hastalığı olan
yalandan daha büyük bir belâ ile de onu imtihan etmemiştir.
Allah Teâlâ'mn:
"Andolsun ki Allah, Peygamber'i ve güçlük saatmda^ ona uyan Muhacirler ile
Ensar'ı affetti. O zaman içlerinden bir kısmının kalb-leri kaymağa yüz tutmuş
iken yine de onların tevbelerini kabul buyurdu. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli,
pek merhametlidir. "[197]
âyet-i kerimesi, tevbe-nin Allah katındaki kadrini ve faziletini en muazzam bir
şekilde açıklamıştır. Tevbe, mü'minin kemale ermesinin son basamağıdır. Allah
Teâlâ bu kemali, bütün savaşların en sonunda mallarını, canlarını Allah için
feda edip, diyarlarını terk ettikten sonra onlara bahsetmiştir. Bütün
maksatları Allah'ın tevbelerini kabul etmesiydi. Bu sebepten Rasülullah (s.a.)
Kâ'b'm tevbesinin kabul edilmesini, anasından doğduğu günden o güne kadar
yaşamış olduğu en hayırlı gün olarak ifade etmiştir. Ancak Allah'ı hakkıyla
bilenler, O'nun hakkını tanıyanlar ve kulluk görevini lâyıkıyla bilenler,
kendi nefsini, nefsinin sıfatlarını ve davranışlarını; Rabbının kulluğunu eda
etme yönünde yaptıklarını, yapması gereken görevleri yanında denizde bir damla
gibi bilenlerin dışında kimse bu mânayı hakkıyla kavrayamaz. Bu durum da,
zahirî ve bâtınî âfetlerden kendini kurtarabilenler içindir. Kulunu af ve
mağfiretiyle kuşatan, onu mağfiret ve rahmet deryasına daldıran Allah'ı teşbih
ederiz. Böyle olmasaydı, helak olmaktan kurtulmak düşünülemezdi. Adaleti ile
hükmetmesey-di, arz ve semâ ehline zalim olmadığı halde —günahlarından dolayı—
azab ederdi. Rahmetiyle muamele etmesi, kulları için işledikleri amellerden
daha hayırlıdır. Hiç kimseyi yalnızca kendi ameli kurtarmayacaktır.
Yukarıda geçen âyet-i
kerimedeki (Tevbe, 117) Allah'ın (c.c.) kullan hakkındaki tevbesinin, âyetin
hem başında hem de sonunda olmak üzere iki kere tekrar edilişini düşününüz.
Önce kullarına tevbe etmeleri yönünde bir muvaffakiyet ihsan etmiş, daha sonra
da tevbe ettkiklerinde tevbelerini kabul buyurma lütfunda bulunmuştur. Her
hayır Allah'tandır, Allah iledir, Allah içindir ve Allah'ın elindedir.
Dilediğine bir lütuf ve ihsan olarak bu hayırdan verirken, dilediğini de adalet
ve hikmetinin bir sonucu olarak mahrum eder.
62—Allah
Teâlâ'mn, "Savaştan geri kalmış üç kişinin tevbesini de..."[198]
âyet-i kerimesini Kâ'b doğru tefsir etmiştir. Bu tefsire göre bu üç kişi,
sefere katılmayan ve Rasülullah'a (s.a.) yemin ederek mazeretler beyan eden
grupla beraber bulunmamışlar, geri kalmışlardı. Yoksa âyet-i kerimede kastedilen
"geri kaiış", sefere gitmemek mânasında değildir. Şayet bu mâna
kaste-dilseydi, "geri bırakıldılar." yerine "geri kaldılar"
fiili kullanılırdı. Nitekim Allah (c.c): "Medine halkına ve onun
çevresinde bulunan bedevîlere, Allah'ın Peygamberinden geri kalmaları
yakışmaz."[199]
âyet-i kerimesinde bu fiil kullanılmıştır. Çünkü burada kendi iradeleriyle
geri kalmışlar, diğerinde geri bırakılmışlar, onları geri bırakan da bizzat
Cenab-ı Hak olmuştur, kendiliklerinden geri kalmış değillerdir. En iyi bilen
Allah'tır. [200]
Ibn Ishak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Tebük'ten döndükten sonra Rama-zan'ın geri kalanını, Şevval'i
ve Zilkâde'yi Medine'de geçirdi. Sonra Ebu Bekir'i (r.a.) hicretin 9.
senesinde, müslümanlarla birlikte hac ibadetini edâ etmek için emîr olarak
tayin etti. Müşriklerin de hac yapmaya devam ettikleri bu senede müslümanlar
Ebu Bekir (r.a.) ile birlikte yola çıktılar.[201]
İbn Sa'd der ki: Ebu
Bekir (r.a.) üç yüz kişiyle Medine'den çıkmıştır.. Rasûlullah (s.a.) onlarla
birlikte kurbanlık olarak yirmi deve göndermiştir.Eliyle boyunlarına kurban
olduklarım gösterir alâmetlerini takmış, develeri
götürme işini de
Naciye b. Çündüb el-Eslemî'ye vermiştir. Hz. Ebu Bekir debeş deve götürmüştür. [202]
İbn İshak der ki:
Berâe sûresi, Rasûlullah (s.a.) ile müşrikler araşır daki anlaşmanın bozulması
hakkında nazil olmuştur. Bu sûrenin inmesinden ra Hz. Ali, Rasûlullah'ın (s.a.)
Adbâ adındaki devesiyle yola çıkmışt
İbn Sa'd der ki: Arc
denilen yerde —İbn Âiz'e göre Dacnân denilen yerde— Hz. Ali, Hz. Ebu Bekir'e
yetişti. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'yi görünce: "Emîr olarak mı, yoksa memur
olarak mı geldin?" diye sordu. Hz. Ali de: "Memur olarak
geldim." dedi ve beraber yürüdüler.
Hz. Ebu Bekir, Hz.
Ali'ye: "Rasûlullah (s.a.) seni hac için mi görevlendirdi?" diye sorunca
o da dedi ki: "Hayır, Berâe sûresini tebliğ etmem ve daha önceki
anlaşmaların ibtalini bildirmem için gönderdi." Daha sonra Hz. Ebu Bekir
mü'minlere haccını yaptırdı. Kurban kesme günü (kurban bayramı) Hz. Ali
kalktı, anlaşmaların ibtal edildiğini bildirdi ve RasûluUah'm (s.a.) kendisine
emrettiği hususları şu sözlerle tebliğ etti: "Ey inananlar! Kâfir cennete
giremez. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik hac yapamaz, Kabe'yi çıplak olarak
tavaf edemez. Rasûlullah (s.a.) kiminle bir anlaşma yapmışsa, o anlaşma, vakti
doluncaya kadar geçerlidir."
Humeydî, Süfyân—Ebu
îshâk Hemedânî—Zeyd b. Yüşey' yoluyla şu rivayette bulunmuştur: Ali'ye hangi
görevle hacca gönderildiğini sorduk. Dedi kj: "Dört şeyle gönderildim: 1)
Mü'min olmayan kimse cennete giremez. 2) Kabe'yi çıplak olan kimse tavaf
edemez. 3) Bu seneden sonra Mescid-i Ha-ram'da müslümanla kâfir bir araya
gelemez. 4) Kimin Rasûlullah (s.a.) ile bir anlaşması varsa, süresi doluncaya
kadar geçerlidir. Rasûlullah (s.a.) ile anlaşması olmayanlara dört ay mühlet
verilmiştir."[203]
Sahih-i Buharı ve
Sahih-i Müslim''de Ebu Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Ebu
Bekir, o hacda kurban kesme günü, Mina'da beni de şu ilanı yapanlar arasında
gönderdi: "Bu seneden sonra hiçbir müşrik hac edemez. Kabe'yi çıplak
olarak tavaf edemezler." Daha sonra Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali'yi göndererek
ona Berâe sûresini duyurmayı emretti. Ebu Hu-reyre der ki: Ali bizimle beraber
kurban günü Mina'da Berâe sûresini duyurdu, bu yıldan sonra hiçbir müşrikin
hac yapamiyacağını ve çıplak olarak Kabe'yi tavaf edemeyeceğini ilan etti.[204]
Bu kıssada hacc-ı
ekber'in, kurban kesme günü olduğuna delil vardır. Öbür yandan Hz. Ebu Bekir'in
bu hacının farz olan hac sayılıp sayılamayacağı, üzerindeki hac borcunun bu
hacla mı, yoksa bir sene sonra Rasûlullah (s.a.) ile beraber yaptığı veda
haccıyla mı düştüğü konusunda iki görüş ileri sürülerek ihtilâf edilmiştir.
Sahih olan görüş ikincisidir. (Yani bu borcun veda haccıyla düştüğüdür.)
Sözkonusu iki görüş, iki esasa dayanmaktadır.
Birincisi: Acaba hac,
veda haccı senesinden önce farz kılınmış mıydı? İkincisi: Hz. Ebu Bekir'in eda
ettiği hac Zilhicce ayında mı idi, yoksa cahiliyye dev-rinde Arapların ayları
ileri-geri almaları yüzünden Zilkade ayında mı olmuştu? Bu iki görüşten
İkincisi, Mücâhid ve diğer âlimler tarafından benimsenmiştir. Buna göre Hz.
Peygamber (s.a.) hac ibadetini, farz olmasından bir yıl sonraya tehir
etmemiştir. Aksine farz kılındığı sene hemen edâ etmiştir. Rasûlullah'ın (s.a.)
sünnetine ve hâline yakışan da budur. Haccm hicrî altıncı, yedinci, sekizinci
veya dokuzuncu senesi farz kılındığını iddia edenlerin hiçbir delili yoktur. Bu
konuda en çok şunu söyleyebilmişlerdir: "Haccı ve umreyi Allah için
tamamlayın."[205]
âyeti hicretin altıncı senesi Hudeybiye'de nazil olduğu için hac da bu sene
farz kılınmıştır. Halbuki bu âyette, haccm farz kılmışına bir işarette
bulunulmamış, farz kılındığı zaman tamamlanması emredilmiştir. Bunların her
biri ayrı ayrı durumlardır. Haccın farz kılmışını bildiren âyet-i kerime ise
şudur: "Yoluna gücü yeten herkesin, Kabe'yi haccetmesi, insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır."[206] Bu
âyet-i kerime de "elçiler yılı" olarak bilinen hicretin 9. senesinin
sonlarında nazil olmuştur. [207]
Sakîf kabilesinden bir
heyetin Rasûlullah'a (s.a.) geldiğinden, Tâif sefe-!jri anlatılırken
bahsedilmişti.
Musa b. Ukbe der ki:
Ebu Bekir (r.a.) ashab-ı kirama haccını yaptırdı. Urve b. Mes'ûd es-Sakafî
Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş ve daha önce anlatıldığı gibi kavminin yanma dönmek
için RasûluUah'tan (s.a.) izin istemişti. Sonra onlardan bir heyet geldi.
Aralarında o gün reisleri durumunda olan Kinâne b. Abdi Yâleyl ile
heyettekilerin en küçüğü olan Osman b. Ebu'l-Âs da vardı. Muğîre b. Şu'be dedi
ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Kavmimi benim yanımda misafir et, onlara ikramda
bulunayım. Çünkü aramızda cereyan eden olayın yarası çok yeni." RasüluIIah
(s.a.): "Seni kavmine ikramda bulunmaktan menetmem. Ancak ben onları,
Kur'an dinleyebilecekleri bir verde misafir etmek istiyorum." buyurdu.
Muğîre ile kavmi
arasındaki yara şu sebeptendi: Muğîre, Sakifliler'in yanında ücretli olarak
çalışıyordu. Sakîfliler, Mudar'dan gelirken, yolda uykuda oldukları bir sırada
onlara saldırmış ve öldürülmüş, sonra mallarını alarak Rasûlullah'a (s.a.)
gelmişti. Rasûlullah (s.a.): "Müslüman olmanı kabul ederiz, ama bu malı
kabul etmeyiz. Çünkü biz zulmetmeyiz." buyurmuş ve o malı ganimet sayıp
beşte birini almayı reddetmişti.
Daha sonra Hz.
Muhammed (s.a.) Sakîfliler'in temsilcilerini mescidde konaklattı. Kur'an-ı
Kerim dinleyebilmeleri ve namaz kılanları görebilmeleri
için orada onlara çadır kurulmasını
emretti. Allah'ın Rasûlü (s.a.) hutbe okurken kendi nefsini anmıyordu. Sakîfliler
bunu görünce: "Bize kendisinin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet etmemizi
emrediyor, ama kendisi hutbede *>u şehadeti söylemiyor." dediler.
Onların bu sözleri Rasûlullah'ın (s.a.) kufağı-na gelince1 buyurdu ki:
"Ben, Allah'ın Rasûlü olduğuma ilk şehadet edenim." [208]
Temsilciler her gün
Rasûlullah'm (s.a.) yanma geliyor, en küçükleri olan Osman b. Ebu'1-Âs'ı
bineklerinin yanında bırakıyorlardı. Osman ise onlar ne zaman dönüp öğle
uykusuna yatsalar hemen Rasûlullah'a (s.a.) gidiyor, O'na din hakkında sorular
soruyor ve Kur'an okutuyordu. Bu defalarca gidiş-geliş sonunda Osman, İslâm'ı
öğrendi ve kavradı. Rasûlullah'ı (s.a.) uykuda görürse Ebu Bekir'e (r.a.) gider
ve bu durumu da arkadaşlarından gizlerdi. Allah'ın Rasûlü (s.a.), Osman'ın bu
halinden hoşlandı ve onu sevdi. Heyet-tekiler uzun bir müddet orada kaldılar ve
devamlı RasûlulUuYa (s.a.) gidip geldiler. O da onları İslâm'a çağırıyordu.
Sonunda müslüman oldular. Kinâ-ne b. Abdi Yâleyl dedi ki: "Hakkımızda
kararını bildirir inisin ki biz de kavmimize dönelim?" Rasûlullah (s.a.):
"Evet, islâm'ı kabul ederseniz kararımı bildiririm. Yoksa ne karar, ne de
aramızda sulh olur." buyurdu. Kinâne dedi ki: "Zina için ne dersin?
Biz gurbette dolaşan kimseleriz ve bundan geri duramayız." Rasûlullah
(s.a.): "Bu, size haramdır. Çünkü Allah Teâlâ: 'Zinaya yaklaşmayın, zira
o bir hayasızlıktır ve çok kötü bir yoldur.'[209]
buyurmuştur." dedi. Sonra dediler ki: "Faiz hakkında ne dersin? O
bizim bütün servetimizdir." Rasûlullah (s.a.): "Anamallarınız,
sermayeleriniz sizindir. Allah Teâlâ: 'Ey iman edenler! Allah'tan korkun. Eğer
gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı almayın.>[210]
buyuruyor." Dediler ki: "İçki için ne dersin? Bizim bölgemizin
üzümlerinden elde ederiz ve onsuz edemeyiz." Hz. Peygamber (s.a.):
"Allah onu haram kılmıştır." buyurdu. Sonra: "Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans oklan birer şeytan işi
pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz."[211]
âyetini okudu. Bunun üzerine hemen kalktılar ve bir köşede başbaşa kaldılar ve
(kendi aralarında) dediler ki: "Yazıklar olsun size! Şayet dediklerine
karşı durursak, Mekke'nin karşılaştığı bir gün ile karşılaşmamızdan korkuyoruz.
Gidelim, isteklerimiz üzerinde yazışalım."
Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldiler ve: "İstediğin her şeye evet, ama Rabbe (Lât) hakkında ne
dersin?" dediler. Rasûlullah (s.a.): "Yıkın!" dedi. "Eyvah!
Rabbe, senin onu'yıkmak istediğini öğrenirse ahaliyi öldürür." dediler.
Bunun üzerine Ömer b. Hattâb dedi ki: "Ey İbn Abdi Yâleyl, yazıklar olsun
sana! Rabbe'nin bir taş parçası olduğunu bilmiyor musun?" Onlar da:
"Biz sana gelmedik ey İbn Hattâb." dediler. Sonra Rasûlullah'a
(s.a.): "O halde yıkma işini sen üzerine al, biz katiyen yıkamayız."
dediler. Rasûlullah (s.a.) da: "Size onu yıkmaya yetecek kadar adam
göndereceğim." dedi ve aralarında yazışma tamamlandı.
Kinâne b. Abdi Yâleyl
dedi ki: "Göndereceğin kimse yola çıkmadan Bize izin ver, sonra elçini
arkamızdan gönder. Biz kavmimizi çok iyi tanırız!" Hz. Peygamber (s.a.) onlara
ikramda bulundu, emniyetlerini sağladı ve izin verdi. Giderken dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Kavmimizden birini bize imamlık yapması için emîr tayin
et." Rasûlullah (s.a.) İslâm'a olan düşkünlüğünü bildiği Osman b.
Ebu'1-Âs'ı başlarına emîr tayin etti. Yola çıkmadan önce Kur'an'dan birkaç
sûreyi öğrenmişti.
Kinâne b. Abdi Yâleyl
arkadaşlarına dedi ki: "Ben Sakîflileri en iyi ta-nıyanınızım. Olanları
gizleyiniz. Onları savaş ve ölümle tehdit ediniz. Onlara Muhammed'in (s.a.)
bizden bazı şeyler istediğini, bizim de reddettiğimizi haber veriniz. Bizden
Lât ve Uzza'yı yıkmamızı, içkiyi ve zinayı haram kılmamızı, mallarımızın
faizini bırakmamızı istediğini haber veriniz." [212]
Heyetteki temsilciler
kabilelerine yaklaşınca, Sakîfliler onları karşılamaya çıktılar.Temsilcilerin
başları önlerine düşmüş, develeri birbirine yaklaştırılmış, kendileri de
elbiselerine bürünmüş vaziyette olduklarını görünce üzüldüler ve hayırlı bir
haberle gelmediklerini düşünerek kaygılandılar. Birbirlerine: "Heyetiniz
hayırlı bir haber getirmiyor." dediler. Daha sonra heyette-kiler
bineklerinden indiler. Âdetleri üzere Lât'a doğru yöneldiler ve yanına
geldiler. —Lât, Tâif sırtlarında bulunan bir puttu. Beytullah'ta hedy kurbanı
kesildiği gibi ona da kurban keserlerdi.— Heyet oraya gelince, Sakîfiiler-den
bazıları: "Görünüşlerinde hiçbir hayır yok." dediler. Sonra
temsilcilerin her biri ailelerinin yanına döndü. Temsilcilerin akrabasından
olan Sakîfliler, eve dönenlerin yanlarına gelip ne getirdiklerini, nasıl bir
haberle döndüklerini sordular. Onlar da dediler ki: "Biz, dilediğini
yapan sert ve katı bir adamın yanından geliyoruz. Bu adam kılıçla ortaya
çıkmış, Araplar ve diğer milletler kendisine boyun eğmek zorunda kalmıştır.
Bize çok ağır tekliflerde bulundu. Lât ve Uzza'nm yıkılmasını ve sermayelerin
dışındaki faiz olarak elde edilen malların alınmamasını teklif etti. Zinayı ve
içkiyi haram kıldı."
Sakîfliler bu sözleri
dinledikten sonra: "Vallahi bu denilenleri kesinlikle kabul etmeyiz!"
dediler. Temsilciler de: "O halde silahlarınızın bakımını yapın, savaşa
hazırlanın, yiyeceklerinizi depolayın, kalelerinizi onarın." diye karşılık
verdiler. Sakîfliler iki-üç gün savaşmaya kararlı olarak beklediler. Sonra
Allah Teâlâ, bunların kalbine korku saldı ve: "Vallahi, bizim bu adama
karşı koyacak gücümüz yok. Bütün Araplar ona boyun eğdi. Ey temsilciler! Geri
dönünüz, ne isterse kabul ediniz ve barış anlaşması yapınız." dediler.
Temsilciler onlardaki bu değişikliği, sulh ve sükûnu, korku ve savaşa tercih
ettiklerini görünce, dediler ki: "Biz O'nunla anlaşmamızı yaptık.
Dilediğf-mizi verdik, istediğimizi şart koştuk. Biz O'nu insanların en
vefalısı, en merhametlisi ve en doğrusu olarak gördük. Bizim bu gidişimizde ve
yaptığımız anlaşmada bizim ve sizin için bereket vardır. Allah'ın size ihsan
ettiği huzur ve afiyeti kabul ediniz." Bunun üzerine Sâkifliler:
"Bunu niçin bizden gizlediniz de bizi en ağır üzüntülere boğdunuz?"
dediler. Onlar da: "Allah'ın, kalbinizdeki şeytanlık gururunu gidermesini
istedik." dediler. [213]
Birkaç gün sonra
Hz." Peygamber'in (s.a.) elçileri geldiler. Başlarında Hâ-lid b. Velid
vardı. Muğîre b. Şu'be de içlerindeydi. Gelir gelmez Lât putunu yıkmaya
azmettiler. Bütün Sakîf halkı kadınlar, erkekler ve çocuklar hepsi olup
bitenlere bakıyorlar, evlerden başlar uzanıyor, neler olduğunu görmeye
çalışıyorlardı. Ve hiçbir Sakîfli, o putun yıkılabileceğine ihtimal vermiyor,
bunu imkânsız görüyordu.
Muğîre b. Şu'be
kalktı, eline kazma aldı ve arkadaşlarına: "Vallahi, sizi Sakîflilerin
durumuna güldüreceğim." dedi. Sonra kazması ile puta vurdu ve yere
yuvarlanıp debelenmeye başladı. Bütün bir Tâif halkı hep bir ağızdan çığlık
attılar ve "Allah, Muğîre'yi rahmetinden uzak tutsun! Rabbe onu öldürdü!"
dediler. Onu düşmüş vaziyette görünce: "Haydi, kimin gücü yeterse
yaklaşsın, yıkmayı denesin! Vallahi bu yapılamayacak bir iştir!" dediler.
Bu sözleri duyan Muğîre, fırlayıp kalktı ve: "Ey Sakîf topluluğu! Allah
sizi çirkinleştırsin! Lât dediğiniz, taş ve kerpiç parçalarından ibaret bir
şeydir. Allah'ın afiyetine yöneliniz ve O'na kulluk ediniz!" dedi. Sonra
kazmasıyla Lâfın kapısını kırdı ve duvarlarına tırmandı. Onunla beraber
başkaları da tırmandı Yerle bir
edinceye kadar taş taş yıktılar. Putun bakıcısı: "Temele indiklerinde,
temel onlara kızacak ve onları yerin dibine geçirecek!" dedi, Muğîre, bu
sözleri duyunca Halid'e: "Bırak, temeli ben kazayım!" dedi ve
elbiselerini, zînet eşyalarını ve toprağını çıkarıncaya kadar kazdı. Bütün bir
Sakîf'in dili tutulmuş gibiydi. Ancak içlerinden bir ihtiyar kadın:
"Alçaklar onu (müslümanlara) teslim ettiler, savaşıp onu
savunmadılar." diyebildi.
Hz. Peygamber'in
(s.a.) elçileri, görevlerini yerine getirip döndüler. Putun deposundan çıkan
elbise ve zînet eşyalarıyla Rasulullah'm (s.a.) yanma girdiler. Rasülullah
(s.a.) da o mallan hemen o gün taksim etti. Kullarına zafer ihsan edip dininin
izzetini koruduğu için Allah'a hamdetti. Daha önce de bu malın Ebu Süfyan b.
Harb'e verildiği zikredilmişti.
Buraya kadar
anlatılanlar Musa b. Ukbe'den nakledilmiştir.
İbn îshak'm iddiasına
göre Hz. Peygamber (s.a.), Ramazan! ayındaj bük'ten dönmüş, Sakîflilerin heyeti
de bu ay içinde gelmiştir.
Ebu Davud'un
Süne/7'inde, Câbir'den (r.a.) şöyle bir rivayet vardır: Sakîfliler
Rasûlullah'a (s.a.), kendilerinin cihad ve sadaka ile mükellef tutul-mamalannı
şart koştular. Hz. Peygamber (s.a.) bu şarttan sonra: "İslâm'ı kabul
ettikleri, zaman sadakalarını (zekâtlarını) da verecekler, cihada da gideceklerdir."
buyurdu.[214]
Ebu Davud
et-Tayâlisî'nin Sünen'inde, Osman b. Ebu'l-Âs'tan gelen rivayete göre
Rasülullah (s.a.) ona, Tâif mescidini, putlarının (tâğıye) olduğu yere
yapmasını emretti.
Mu'temir b. Süleyman,
Meğâzî'sinde der ki: Abdullah b. Abdurrahman et-Tâifî'nin, Osman b.
Abdillah—amcası Amr b. Evs— Osman b. Ebi'l-Âs yoluyla şöyle bir nakilde
bulunduğunu işittim: Osman b. Ebi'l-Âs dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.) Kur'an'dan
Bakara sûresini okuduğum için, onların en küçüğü olduğum halde Sakîf'ten gelen
altı kişilik heyet içinden beni görevlendirdi. Dedim ki: "Ya Rasulallah!
Ben Kur'an'ı unutuyorum." Elini göğsüme koydu ve: "Ey Şeytan;
Osman'ın göğsünden çık!" buyurdu. Bundan sonra, ezberlemeyi istediğim
hiçbir şeyi unutmadım.[215]
Sahih-iMüslim'de,
Osman b. Ebi'l-Âs'tan gelen şu rivayet vardır:, Rasulallah! Şeytan beni namaz
kılmaktan ve Kur'an okumaktan alık©yuyor." dedim. "Bu hınzib denilen
bir şeytandır. Onu hissettiğin zaman ondan Allah'a sığın ve üç defa sol
tarafına tukur." buyurdu. Denileni yaptım ve Allah benden bu hali giderdi.[216]
Heyetle ilgili olarak
zikredilen bu kıssadan çıkarılacak bazı fıkhî sonuçlar vardır. Bunları şöylece
sirahyabüiriz:
1— Harbî
olan bir kişi, kavmi içerisinde zulüm ve cinayet işler, mallarını alır ve
sonra da müslüman olarak gelirse, devlet başkanı onun zuîmü ve getirdiği
mallarla ilgili olarak hiçbir işlem yapmaz. Daha önceden telef ettiği mal ve
can karşılığı olarak tazminat ödemez. Rasûlullah (s.a.), Muğîre'nin
Sakîfliler'den aldığı mala dokunmamış, onlara verdiği zararı da tazmin etmemiş
ve demişti ki: "Müslüman olmanı kabul ederim, getirdiğin mala gelince,
ona hiç karışmam."
2—
Müşrikleri mescidde konaklatmak caizdir. Özellikle müslüman ol* malan
umuluyorsa, Kur'an dinlemelerine, ehl-i İslâmı ve ibadetlerini müşa-hade
etmelerine imkân verilir.
3— Heyetin
güzel bir siyasetle hareket etmesi, getirdikleri haberi Sakîf-lilere iletmeye
ve arzu ettikleri sonuca ulaşmaya imkân vermiştir. Bunu yaparken onlara
hoşlanmayacakları bir tablo çizmişler, bunun sonucu Sakîfli-ler, İslâm'a boyun
eğmekten başka bir çıkar yol olmadığını görünce heyette* kiler herşeyin
düşünüldüğü gibi kararlaştırıldığını haber vermişlerdir. Şayet gelir gvlmez bu
durumu söyleselerdi kabul etmezlerdi. Bu davranış davetin ve tebliğin en güzel
şekillerindendir ve ancak akıllı ve zeki insanlar bu davranışı
gösterebilirler.
4— Bir kavme emîr ve imam olmaya en lâyık kimse,
Allah'ın kitabını en iyi bilen, en faziletli ve dini en iyi anlayandır.
5— Putlar
için inşa edilen şirk yerlerinin yıkılması,
meyhane ve diğer batakhanelerin yıkılmasından Allah'a ve Rasûlü'ne daha
sevimli, İslâm dini ve müslümanlar için daha faydalıdır. Kabirlerin üzerine
yapılan, Allah'tan başkasına ibadet edilen ve içindekilerle Allah'a ortak
koşulan yerlerin hali de böyledir. Buraların bırakılması İslâm'a göre helâl
olmaz, bilâkis yıkılması vaciptir. Vakfedilmesi ve buralara vakıfta bulunulması
sahih olmaz. Devlet başkam
böyle yerleri ve bu yerlere ait vakıfları, İslâm askerlerine bağışlayabilir.
Müslümanların umumi menfaatları için kullanabilir. Oradaki âletlerin, eşyaların
ve her türlü metaın hükmü böyledir. Oraya götürülen kurbanlar, Beytullah'a
götürülen kurbanlara benzetilir. Devlet başkanının bunları almak ve İslâmî
menfaatlar için sarfetme hakkı vardır. Sakîfliler de o putların önünde, bu
yerlerde yapılması âdet olan adakta bulunmak, bereket ummak, meshet-mek, öpmek
ve istilâm etmek gibi şeyler yapıyorlardı. Onların şirki bundan ibaretti.
Onlar, o putların yeri ve gökleri yarattığına inanmıyorlardı. Şirk koşmaları,
bazılarının kabirler için gösterdikleri davranışın aynısı idi.
6— Putların
ve puthanelerin yıkılmasından sonra, o yerlere mescid yapmak müstehabtır.
Böylece daha önce Allah'a şirk koşulan yerlerde, yalnızca Allah'a ibadet
edilecektir. Puthanelerden başka Allah'a ortak koşulmak için yapılan yerlerin
de yıkılması ve müslümanlann ihtiyacı varsa oraların mescid haline getirilmesi
vaciptir. Şayet mescide ihtiyaç yoksa, devlet başkanı öyle yerleri ve û yerlere
ait vakıfları mücahitlere ve uygun gördüğü diğer kimselere verir.
7— Kul,
taşlanmış ve kovulmuş şeytandan Allah'a sığınır ve soluna tü-kürürse, şeytan
ona zarar veremez. Bu davranışından dolayı namazı bozulmaz, aksine namazının
daha tam ve eksiksiz olmasına vesile olur.[217]
En iyi bilen Allah'tır.
îbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) Mekke'yi fethedip, Tebük seferinden dönünce Sakîfliler de
İslâm'ı kabul ederek bîat edince, her taraftan Arap heyetleri gelmeye ve grup
grup, bölük bölük Allah'ın dinine girmeye başladılar.
Temîmoğullan ile Tay
kabilelerinden gelen heyetler daha önce anlatılmıştı. [218]
Âmiroğulları heyeti,
Rasülullah'ın (s.a.) Âmir b. Tufeyl'e bedduası, Allah Teâlâ'nın Rasûlü'nü onun
ve Erbed b. Kays'ın şerrinden korumasıyla ilgili konular da daha önce
zikredilmişti.
Beyhakî'nin ed-Deİâil
adlı eserinde, Yezîd b. Abdiüah Ebi'l-Ulâ'nın şöyle söylediğini rivayet
etmiştir: Babam, Âmiroğulları heyeti içerisinde Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi
ve: "Sen seyyidimizsin; bizden üstünsün ve güçlüsün." dediler.
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Tamam tamam! Söyleyin sözünüzü, şeytan sizi
âlet etmesin. Seyyid Allah'tır."[219]
İbn İshak, bir
rivayetinde şöyle demiştir: Âmiroğulları heyeti Rasüîul-lah'a (s.a.)
geldiğinde, aralarında Âmir b. Tufeyl, Erbed b. Kays b. Cez' b. Hâlid b. Cafer
ve Cebbar b. Selmâ b. Mâlik b. Cafer de vardı. Bu üç kişi kavimlerinin reisleri
ve şeytanlarıydılar. Allah düşmanı Âmir b. Tufeyl, hainlik ve hile yapmak
düşüncesiyle Rasûlullah'ın (s.a.) yanma geldi. Kavmi ona: "Ey Âmir! Herkes
müslüman oldu." demişti O da: "Vallahi bütün Araplar benim arkamdan
gelinceye kadar durmamaya karar verdim. Ben mi, bu Kureyşli gencin arkasından
gideceğim?" dedi. Sonra Erbed'e demişti ki: "Adamın yanına
(Rasûlullah'i kastediyor) geldiğimiz zaman ben O'nu meşgul ederim; O'nu meşgul
ettiğim zaman sen de kılıçla işini bitir." Rasûlullah'a (s.a.) geldikleri
zaman Âmir: "Ey Muhammed! Gel, başbaşa kalalım." dedi. Rasûlullah
(s.a.): "Tek olan Allah'a iman etmedikçe olmaz vallahi!" dedi. Âmir
tekrar: "Ey Muhammed! Gel başbaşa
kalalım." dedi. Rasûlullah (s.a.) da yine: "Tek olan Allah'a iman
edip başkasını O'na şirk koşmaktan vazgeçmedikçe olmaz vallahi!" dedi.
Hz. Peygamberdin (s.a.) teklifini reddettiğini görünce -tehdit ederek-:
"Vallahi, ben de burayı atlılarla ve piyade askerlerle dolduracağım!"
dedi. O dönüp gidince Rasûlullah (s.a.): "Allah'ım! Beni, Âmir b.
Tufeyl'den koru!" diye dua etti. Rasûlullah'ın (s.a.) yanından çıktıkları
zaman Âmir, Erbed'e dedi ki: "Sana yazıklar olsun Ey Erbed! Nerde kaldı
sana emrettiğim şey? Vallahi, yeryüzünde senden daha çok korktuğum kimse yoktu.
Allah'a yemin olsun ki, bu günden sonra artık senden hiç korkmuyorum!"
Erbed dedi ki: "Sana hiç aldırış etmiyorum. (Hakkımda karar vermek için)
acele etme. Vallahi ne zaman bana emrettiğin şeyi yapmak ,iste-diysem sen,
onunla benim arama girdin. Kılıçla sana mı vursaydim?'F
Sonra beldelerine
doğru yola çıktılar. Yolda Allah Teâlâ, Âmir bl Tu-feyl'in boynuna taun
hastalığı musallat etti ve SelûloğuUarından bir kadının evinde canını aidi.
Arkadaşları yola çıkıp Âmiroğulları topraklarına kadar geldiler ve: "Ey
Erbed, neler oldu?" diye sordular. Erbed dedi ki: "Beni bir şeye
ibadet etmeye çağırdı. Keşke şimdi yanımda olsaydı da O'na (Rasûlullah'a) şu
okumla atış yapıp öldürseydhn!" Bu sözü söyledikten bir veya iki gün sonra
devesiyle giderken, Allah (c.c.) onun ve devesinin üzerine yıldırım gönderdi,
ikisini de yaktı. Erbed, Lebîd b. Rabîa ile ana bir kardeş idiler. Lebîd,
kardeşi için ağladı ve ağıt söyledi.[220]
Sahih-i Buharı'de
rivayete göre Âmir b. Tufeyl, Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi ve dedi ki:
"Seni şu üç teklif arasında muhayyer bırakıyorum: 1) Ya şehirliler senin,
köylerin ahalisi benim olur, 2) Yahud hepsi senin olur, ama ben sana halife
olurum, 3) Yahut bunlardan hiçbirini kabul etmezsen, ben Gatafan ahalisinden
bin tane al kısrak süvarisini önüme katarak sana hücum ederim." Akabinde
bir kadının evinde iken taun hastalığına tutuldu ve: "Deve taununa benzer
bir şişlik; hem de Selûl ailesinden bir kadının evinde! İşte bu hiç
olmadı." diyerek hayıflandı. "Getirin atımı!" dedi, atının
sırtında öldü.[221]
Buharı ve Müslim'in
Sahih'lerinde îbn Abbas'tan gelen bir rivayet şöyledir: Abdülkays heyeti Hz.
Peygamber'e (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.):"Sizler
kimlerdensiniz?" diye sordu. "Rabîa kabilesindeniz." dediler.
Allah Rasûlü (s.a.): "Hoş geldiniz, Ailah sizleri utandırmasın, pişman
etmesin." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya Rasûlallah! Biz sana, yalnız
haram ayda gelebiliriz. Seninle aramızda kâfir olan Mudar kabilelerinden falan
topluluk vardır. O halde bize kestirme bir şey emret de, geride kalanlarımıza
haber verelim ve o sebeple de cennete girelim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "Size dört şeyi emrediyor ve sizi dört şeyden sakındırıyorum. Size
yalnız Allah'a iman etmeyi emrediyorum. Allah'a iman etmek ne demek biliyor
musunuz? Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in Allah'ın elçisi
olduğuna şe-hadet etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, Ramazan orucunu
tutmak ve ganimetin beşte birini vermenizdir. Sizi dört şeyden: Hantem,
dub-bâ, nakîr ve müzeffetten (denilen kaplara hurma, yahut üzüm şırası koymak)
nehyediyorum. Bu emrettiklerimi iyice belleyiniz ve arkanızda bıraktığınız kimselere
haber veriniz. "[222]
Sahih-i Müslim'de şöyle
bir ilâve vardır: Dediler ki: Ya Rasûlallah! Nakîr hakkında malumatın var
mı?" Hz. Peygamber (s.a.): *'Evet, bir hurma kütüğüdür; onu oyar, içine
ufak hurmalardan atarsınız, sonra içerisine su döker ve kaynatırsınız.
Kaynaması bitip dinlenince içersiniz. —Sarhoş olması sebebiyle de— sizden
biriniz amca oğlunu pekâlâ kılıçla vurabilir." Aralarında böyle bir
darbeye maruz kalmış bir adam vardı, dedi ki: "Ben, Rasûlullah'-tan (s.a.)
utandığım için bu yarayı gizliyordum." Daha sonra Rasûlullah'a (s.a.)
"O halde biz ne içeceğiz Ya Rasûllallah!" dediler. O da:
"Ağızları bağlanan deri su kaplarından." buyurdu. Bunun üzerine:
"Ya Rasûlallah! Bizim bölgemizde çok fare var, orada deriden yapılan su
kaplan duramaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) iki veya üç defa: "Onları
fareler yese de" buyurdular. Sonra Abdülkayshlardan Eşecc'e dedi ki:
"Sende, Allah'ın sevdiği iki haslet var: Vekâr ve teenni."
İbn îshâk der ki:
Cârûd b. Bişr b. el-Muallâ, hırıstiyan olarak Abdül-kays heyeti ile birlikte
Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti. "Ya Rasûlallah! Borcum var ve senin dinin
için dinimi terkediyorum. Benim için borcuma kefil olur musun?" dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) de: "Evet, ben tazmin ederim. Seni çagirdiğim şey (din),
senin üzerinde bulunduğun şeyden daha hayırlıdır." O, müslüman oldu,
arkadaşları da İslâm'ı kabul ettiler. Sonra Cârûd: "Bize binek temin et
ey Allah'ın Rasûlüİ" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) de: "Vallahi benim
yanımda sizi üzerine bindirecek bir hayvan yok." dedi. Bunun üzerine:
"Ya Rasûlallah! Bölgelerimizin arasında yitik binek hayvanları var, onlara
binerek beldelerimize gidemez miyiz?" dedi. Rasûlullah (s.a.):
"Hayır, onlara binmek ateştir." buyurdu.[223]
Bu olayın işaret
ettiği bazı hükümler:
1— Allah'a
iman, bütün yüce hasletlerin esasıdır. Rasûlullah'ın (s.a.) as-îabı, tabiîn ve
tebe-i tabiîn bu hal üzereydiler. Şafiî, el-Mebsût adlı eserinde
bu hususu
zikretmiştir. Ayrıca Kur'an'dan ve hadisten bu konuyla ilgili yüz kadar delil
vardır.
2— Heyet,
hicretin dokuzuncu senesinde geldiği halde Hz. Peygamber (s.a.), yukarıda
zikrettiği İslâmî hasletler içinde haccı saymadı. Haccın o sene henüz farz
kılınmadığının delillerinden bîri de budur. Hac, ancak onuncu senede farz
kılınmıştı. Bir iki gün önce bile farz kılınmış olsaydı orucu, namazı ve
zekâtı saydığı gibi iman edileceklerden biri olarak haccı da sayardı.
3— Bazı
kimselerin mekruh kabul etmelerinin aksine Ramazan ayma yalnızca
"Ramazan" demek mekruh değildir. Mekruh olduğunu iddia edenler
"Ramazan ayı" dışında hiçbir ifadenin söylenemeyeceği
kanaatındadırlar.
Buharî ve Müslim'in
SahiW\tr'm6e\ "Kim inanarak ve sevabını umarak Ramazan'da oruç tutarsa,
geçmiş günahları affolunur."[224]
Duyurulurken, "Ramazan" kelimesi yalın halde gelmiştir.
4— Ganimet
mallarının beşte birini vermek vaciptir ve bu da iman edilecek şeylerden
biridir.
5— Yukarıda
adı geçen kapların kullanılması yasaklanmıştı. "Bu haram oluş devam
etmekte midir, yoksa mensuh mudur?" konusunda iki görüş vardır. Bu iki
görüş de Ahmed b. Hanbel'den rivayet edilmiştir. Âlimlerin çoğunluğu,
Müslim'in rivayet ettiği Büreyde hadisiyle neshediîdiği görüşündedirler. O
hadiste: "Size bazı kapları yasak etmiştim. Bundan böyle bütün kaplardan
şıra içebilirsiniz; yalnız, sarhoşluk veren içkileri içmeyin." buyurdu,[225]
denilmektedir.
Bir grup âlim ise
yasaklayıcı hadislerin muhkem olduğunu, mensuh olmadığını söylemişler ve
demişlerdir ki: "Yasaklayıcı hadisler, gerek sayı gerekse rivayet
yollarının çokluğu bakımından neredeyse tevatür derecesine ulaşmıştır. Mubah
olduğunu gösteren hadis ise tektir, diğer hadislere karşı koyacak durumda
değildir."
Meselenin sırrına
gelince: Adları geçen kapların kullanılmasının yasaklanması, sedd-i zerâî'[226]
babmdandır. Zira herhangi bir içecek bu kaplafda süratle sarhoş edici özellik
kazanıyordu. Bir diğer görüşe göre bu kaplar çok sağlam oluyor ve alkollü içki
elde etmekte kullanılıyordu. Müzeffet'in dışındakiler içki yapımına has kaplar
olarak bilinmiyordu. Bu kaplardaki içecek ne zaman kaynatılır ve belli bir
kıvama gelirse onun sarhoş edici olduğu bilinirdi. Bu illete göre taştan ve sarı
madenden (tunçtan) yapılmış kapların haram olması daha evlâdır. Birinci illete
göre haram olmaz, çünkü taştan ve sandan (tunçtan) yapılan kaplar, sayılan bu
dört kap gibi, alkole dönüşümü hızlandırmaz. Her iki illete göre de haram
kılınma durumu sedd-i zerâî' ba-bındandır. Tıpkı şirke düşme endişesinin
bulunduğu yıllarda kabir ziyaretinin yasaklanmasryla, öyle bir tehlikeye
götüren yola sed çekilmesi gibi. Daha sonra tevhid inancı kalplerde istikrar
bulup imanlar kuvvetlenince kabir ziyaretine izin verilmişti, ama yine de
hezeyana fırsat vermemek şart koşulmuştu. Aynı durum, bu kaplarda nebîz elde
etme hususunda da söylenebilir. Rasû-lullah (s.a.) onları, içkiden ve içki elde
ettikleri kaplardan uzaklaştırmış, böylece içkiyi bırakmaları çok yeni olduğu
için onları bu kötülüğe götüren yollan tıkamıştır. İçkinin haram oluş
keyfiyeti kalplerinde istikrar bulup kalplerinde itminan hasıl olunca, bütün
kaplann kullanılması içki içmemeleri şartıyla mubah kılınmıştır. İşte bu
meselenin fıkhî yönü ve hikmeti budur.
6— Hilm ve
vekâr sıfatları övülmüş, Allah'ın bu sıfatları sevdiği haber verilmiştir.
Bunların zıddı ise fevrîlik ve aceleciliktir. Her ikisi de ahlâkı ve yapılan
işleri ifsad eden kötü huylardandır.
Bu övgü, kulunda
yaratmış olduğu zekâ, kahramanhk-cesaret ve hilm gibi güzel hasletleri,
Allah'ın sevdiğine delâlet etmektedir.
Yine buradan
anlaşıldığına göre bazı huylar, kulun kendi çabası ve gayretiyle elde
edilebilir. Sözkonusu hadisteki: "Bu iki ahlâk benim kazandığım ahlâk
mıdır, yoksa Allah mı beni bu iki ahlâk üzere yarattı?" sorusuna karşılık
Rasûlullah'm (s.a.): "Bilakis sen, bu iki ahlâk üzere yaratıldın."
cevaT bı, bu duruma delâlet etmektedir.[227]
Allah Teâlâ, kulunun,
şahsının ve özelliklerinin yaratıcısı olduğu gibi aı-lâkının ve fiillerinin de
yaratıcısıdır. Kulun şahsı, sıfatı ve ahlâkı, hülasa hi r-şeyi mahluk
(yaratılmış)tur. Kim, fiillerini Allah'ın yaratma dairesinin dışına çıkarırsa
(yani fiilini yaratmayı kendi nefsine nisbet eder ve fiilimin yaratıcısı benim
derse), Allah ile beraber bir başka hâlık (yaratıcı) bulunduğunu iddia etmiş
olur. Bu yüzden Selef, Kaderiye'yi (kaderi inkâr edenleri) mecû-sîlere
benzetmişler ve: "Onlar bu ümmetin mecûsîleridir." demişlerdir. İbn
Abbas'tan gelen bu rivayet sahihtir.
Burada sözkonusu olan,
cebi (yaratma)'in Allah'a nisbet edilmesidir, yoksa cebr (zorlama)'in değil.
O, kulunu dilediği gibi yaratır. Tıpkı el-Eşecc'i hilm ve vekâr ahlâkı üzere
yaratması gibi. Bu iki haslet de insan nefsinde bulunan iki ahlâktan ortaya
çıkan fiillerdir. Allah Teâlâ kulunu, üzerinde bulunduğu ahlâk ve ef'âl
(fiiller, davranışlar) üzere yaratandır. Bu sebepten Evzaî ve diğer selef
imamları demişlerdir ki: "Allah kulunu amelleri üzere yarattı, deriz de, o
amelleri yapmaya zorladı, demeyiz." Bu ifade, selef imamlarının bilgisinin
kemalinden, düşüncelerinin inceliğindendir. Çünkü cebr (zorlama), kulu
iradesinin aksine sevketmek demektir, küçük bir kızı evlenmeye veya borçlu bir
kimseyi hâkimin borcunu ödemeye zorlaması gibi. Allah Teâlâ, kulunu bu mânada
cebretmeyecek güce sahiptir. O, kulunu, Allah'ın dilediğini kendi irade ve
ihtiyarıyla yapacak bir cibilliyet üzere yaratır. Cebi ile cebr durumu ayrı
ayrı şeylerdir.
7— Bu
olayda, deve gibi alınması caiz olmayan buluntu bir nesneden yararlanmanın caiz
olmadığına işaret vardır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) Câ-rûd'a, buluntu deveye
binme izni vermedi ve: "Müslümanın kayıp eşyası (bulunan eşyası) yakan
ateştir." buyurdu. Onun alınmamasını, olduğu yerde bırakılmasını
emretmiş, böylece sahibi gelip buluncaya kadar korunmasını emretmiştir. Şayet
binilmesine ve faydalanılmasına izin vermiş olsaydı, sahibinin gelip malını
bulması imkânsız olurdu. Aynı zamanda nefis, o mala meyleder ve ona sahip
olmayı arzulardı. Rasûlullah (s.a.) bundan men etmiştir. [228]
İbn İshak der ki:
Hanîfeoğulları heyeti Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. İçlerinde
Müseylemetü'l-Kezzâb da vardı. Ensar'dan Neccaroğulları kabilesine mensup bir
kadının evinde konaklamışlardı. Üzeri örtülü olarak Müseyleme'yi Rasûluilah'a
(s.a.) getirdiler. Allah Rasûlü (s.a.) ashabı ile oturuyor ve elinde bir hurma
dalı bulunuyordu. Müseyleme elbisesine bürünmüş olarak etrafındakilerle
beraber Rasühıllah'ın (s.a.) yanma vardı. O'nunla konuştu ve bazı şeyler
istedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Şu elimdeki dal parçasını
istesen sana onu bile vermem." buyurdu. [229]
İbn İshak, Hanîfeoğu
Harın dan Yemâmeli bir ihtiyarın, bu olayı kendisine başka türlü anlattığım
nakleder. Ona göre, Hanîfeoğullan heyeti Rasûluilah'a (s.a.) geldiler ve
Müseyleme'yi bineklerinin yanında bıraktılar. Heyet-tekiler İslâm'ı kabul
edince: "Ya Rasûlallah! Bizim bir arkadaşımız daha vardı, bineklerimizi ve
eşyamızı koruması için geride bıraktık." dediler. Hz. Peygamber (s.a.),
heyettekilere verilmesini emrettiği -beş ukiyye gümüş- şeyden ona da
verilmesini emir buyurdu. Eşyaları ve binekleri koruduğuna göre, kötü bir
insan olmamalı mânasında buyurdu ki: "O, sizin en şerliniz, en kötünüz
değildir."
Sonra ellerindeki
hediyelerle dönüp geldiler. Yemâme'ye ulaşınca Allah düşmanı (Müseyleme)
irtidat etti ve peygamberlik iddiasına kalkışti.ve: "Ben bu işte
(peygamberlikte) O'na ortak oldum. O'na benden bahsettiğiniz zaman size: 'O,
sizin en şerliniz değildir.' demedi mi? Benim kendisine ortak olduğumu bildiği
için böyle söylemişti." dedi. Sonra secîli sözler söyleyerek, Kur'an'm bir
benzerini getirdiğini iddia ediyordu: "Allah gebe kadına ihsanda
bulunmuş, ondan yürüyen bir yaratık çıkarmış. Karnı ile alt derinin arasından."
gibi saçmalıklarla Kur'an'a nazire yaptığını zannediyordu. Namazı kaldırdı,
içki ve zinayı helâl kıldı. Bütün bunları yaparken de Rasûlullah'ın (s.a.)
peygamber olduğuna şehadet etmeye devam ediyordu. Hanîfeoğulları bu konuda ona
destek oldular.[230]
İbn İshak der ki:
Rasûluilah'a (s.a.) yazdığı mektupta: "Allah'ın elçisi Müseyleme'den
Allah'ın elçisi Muhammed'e... Peygamberlik işinde sana ortak kılındım. Bu işin
yarısı bizim, yarısı da Kureyşlilerin nasibidir. Kureyş adaletli davranan bir
kavim değildir." demişti. Elçisi bu mektubu getirince de Rasûlullah (s.a.)
ona şu cevabı vermişti: "Bismillahirrahmanirrahîm, Allah'ın Rasûlü
Muhammed'den Yalancı Müseyleme'ye. Selâm, hidayete tâbi olanların üzerine
olsun. Yeryüzü Allah'ındır, kullarından dilediğine verir. Akıbet (ahiret
saadeti) takva sahiplerinindir." Bu hâdise, hicretin onuncu senesinin
sonlarında vukûbulmuştu. [231]
İbn İshak der ki: Sa'd
b. Târik, Seleme b. Nuaym b. Mes'ûd—babası yoluyla bana şu rivayette bulundu:
Hz. Peygamber'in (s.a.) Müseylemetü'l-Kezzâb'ın yazdığı mektubu getiren iki
elçiye şöyle dediğini duydum: "Siz de mi onun dediğini diyorsunuz?"
Onlar da: "Evet." dediler. Bunun üzerine buyurdu ki: "Allah'a
yemin olsun ki, elçiler öldürülmez olmasaydı, ikinizin de boynunu
vururdum."[232]
Ebu Davud
et-Tayâlisî'nin Müsned'mde, Ebu Vâil ve Abdullah yoluyla şu rivayeti
görmekteyiz: İbn Nevvâha ve İbn Üsâl, Müseylemetü'l-Kezzâb'in elçileri olarak
Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Hz. Peygamber (s.a.) onlara: "Benim
Allah'ın elçisi olduğuma şehadet ediyor musunuz?" dedi. Onlar da:
"Mü-seyleme'nin Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederiz." dediler.
Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Allah'a ve Rasûlü'ne iman ettim.
Şayet elçi öldürecek olsaydım, sizin ikinizi öldürürdüm." buyurdu.
Abdullah diyor ki: "Bundan, sonra elçilerin öldürülmemesi sünnet
oldu."[233]
Sahih-i BuharVdç Ebu
Recâ el-Utâridî'den şöyle bir rivayet bulunmak-dadır: Ebu Recâ der ki:
"Rasûlullah (s.a.), (peygamber olarak) gönderilince haberini işitmiştik.
Biz de Müseylemetü'l-Kezzâb'a iltihak ettik, yani ateşe sığınmış olduk.
Cahiliye döneminde taşa tapardık. Daha güzel bir taş bulduğumuz zaman
taptığımız taşı atar, o güzel taşı alırdık. Taş bulamadığımız zaman bir miktar
toprak yığar, sonra davarı getirir, o toprak yığınının üzerine bir miktar süt
sağar ve o yığını tavaf ederdik. Recep ayı geldiği zaman: 'Okların demirini
çıkaralım.' derdik. Artık kendisinde demir bulunan hiçbir
vetmızrak ve demir bulunan hiçbir ok
bırakmaz, hepsini çıkarır bir tarafa atardık."[234]
Ben derim ki: Buharı
ve Müslim'in SaA/A'lerinde, Nâfi' b. Cübeyr hadisinde İbn Abbas'ın, şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Müseylemetü'l-Kezzâb, Rasûlullah'ın (s.a.)
huzuruna geldiği zaman: "Eğer Muhammed, kendisinden sonra beni bu işe halef
kılarsa, O'na uyarım." demeye başladı. Kendisi Medine'ye, kabilesi
HanîfeoğuHarından kalabalık bir heyet içinde gelmişti. Rasülullah (s.a.)
Müseyleme'nin yanına yöneldi. Beraberinde (Ensar'ın hatibi) Sabit b. Kays b.
Şemmâs da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) elinde hurma dalından bir değnek
bulunuyordu. Nihayet Rasülullah (s.a.), kabilesi içinde bulunan Müseyleme'nin
karşısında durdu ve: "Eğer sen benden (peygamberlikten bir pay değil)
elimdeki şu dal parçasını istesen, sana onu bile vermem. Sen, Allah'ın senin
hakkındaki hüküm ve takdirinden öteye asla geçemezsin. Eğer sen hakka sırt
çevirirsen, Allah seni helak eder. Ayrıca ben senin, rüyamda bana gösterilen o
kişi olduğunu görmekteyim. îşte bu zat (hatibim) Sâbit'tir. Benim tarafımdan
sana cevap verecektir." buyurdu. Sonra Müseyleme'nin yanından ayrıldı.
İbn Abbas der ki: Ben Ebu Hureyre'ye, Rasûlullah'ın (s.a.) Müseyleme'ye
söylediği "Sen, rüyamda bana gösterilen o kişisin." sözünün
mahiyetini sordum. Ebu Hureyre bana şöyle haber verdi: Rasülullah (s.a.)
buyurdu ki: "Ben uyurken iki kolumda iki altın bilezik gördüm. (Bunlar
kadın zîneti olduğu için) bunların hali beni kederlendirdi. Sonra rüyamda
bana, bu bileziklere üflemem vahyedildi. Ben de bunlara üfle-dim, ikisi de
uçtu. Ben de bu bilezikleri, benden sonra çıkacak iki yalancı peygamber ile
te'vil ettim. Bunlardan birisi Esved el-Ansî'dir, öbürü de
Mü-seyleme'dir."[235]
Bu rivayet, İbn
İshak'ın rivayet ettiği hadisten daha sahihtir.,
Buharı ve Müslim'in
Sahihlerinde Ebu Hureyre'den şu rivayet vardır: Rasülullah (s.a.) buyurmuştur
ki: "Ben uyurken rüyamda bana, yerin hazineleri getirildi ve avucumun
içine iki altın bilezik konuldu. Bu durum bana ağır geldi ve beni
kederlendirdi. Sonra Allah bana, bunlara üflememi vah-yetti, ben de üfledim,
hemen ikisi de gitti. Akabinde ben bu iki bileziği, çok yalancı iki adam ile
te'vil ettim ki onlar, aralarında bulunduğum San'alı (Esved el- Ansı) ile
Yemâme'nin sahibi (Müseyleme)dir."[236]
1— Devlet başkanının, irtidad eden kavim güçlü
ise onlarla yazışması ve hem onlara hem de diğer kâfirlere mektup yazarken:
"Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun!" diye hitap etmesi caizdir.
2— Elçi, mürted olsa bile öldürülmez. Bu
sünnettir.
3— Devlet
başkanı, kâfirlerden kendisiyle görüşmek üzere gelenlerin yanına bizzat
kendisi çıkar.
4__ Devlet
başkanı ihtiyaç halinde inatçı ve itirazcı kimselere gerekli cevabın verilmesi
için âlimlerden istifade edebilir.
5— Bir âlimin,
başkasını yerine vekil tayin etmesi, vekilin o âlimin y irine konuşması ve
sorulan cevaplandırması caizdir.
6— Bu hadis,
Ebu Bekir Sıddîk'İn faziletlerinin en büyüğüne işaret mektedir. Hz. Peygamber
(s.a.) bileziklere ruhuyla üfledi ve uçtular.^ leme'ye üfleyen ve onu uçuran
ruh ise Hz. Ebu Bekir Sıddîk idi.
Şair der ki:
'Ona dedim ki: Ateşi
yükselt ve hafif hafif üfleyerek onu tekrar canlandır."
Bu beyitte de ateşi
canlandırmak için üflemek, "ruh" kelimesiyle ifade edilmiştir.[237]
7— Bu hadis,
zînet eşyası giymenin, erkeğe sıkıntı ve keder vereceğine delâlet etmektedir.
Bana, eş-Şihâb el-Âbir diye tanınan, Ebu'l-Abbâs Ahmed "b. Abdurrahman b.
Abdülmün'im b. Ni'me b. Sürür el Makdisî[238]
şöyle anlattı: Bir adam bana geldi ve: "Rüyamda, ayağımda halhal
gördüm." dedi. Ona: "Ayağın hastalanacak." dedim. Nitekim öyle
de oldu.
Bir başkası:
"Burnumda altından bir halka gördüm, üzerinde kırmızı, güzel bir (taş)
vardı." dedi. Ona da: "Şiddetli burun kanamasına maruz kalacaksın."
dedim. Söylediğim, aynen oldu.
Bir diğeri:
"Rüyamda, dudağıma mahmuz asılı olduğunu gördüm." dedi. "Bir
hastalığa yakalanacaksın, tedavisi için dudağının yanlması gerekecek."
dedim. Söylediğim aynen gerçekleşti.
Bir başkası bana:
"Rüyamda, elimde bir bilezik gördüm, herkes ona bakıyordu." dedi.
Ona: "İnsanların, elindekine bakması kötü bir şey." dedim. Çok kısa
bir müddet sonra elinde (çıban gibi) bir şey çıktı. Diğer bir şahıs' aynı
rüyayı gördü, ama oriun rüyasında elindeki bilezikleri kimse-görmemişti. Ona
da: "Güzel bir kadınla evleneceksin, bu kadın zayıf, ince biri
olacak" dedim.
Ben derim ki: Bileziği
kadınla tabir etti, çünkü ikisi de başkalarından korunur, gizlenir. Altının
görünüşündeki güzellikten dolayı kadını da güzel olarak vasıflandırdı.
Bileziğin şeklinden dolayı da ince olacağım söyledi.
Süs eşyasını rüyasında
gören erkeğin bu rüyası çeşitli şekillerde yorumlanır. Evlenme esnasında
kullanılan âletlerden olduğu için bekârların evleneceğine delâlet edebilir.
Cariyelere, kölelere, zenginliğe, kızlara, hizmetçilere ve çeyiz v.s. sahip
olunacağına da delâlet edebilir. Bütün bu farklı yorumlar, rüyayı görenin
durumu ve haline en uygun olan tabirin seçiminden kaynaklanmaktadır.
Ebj'l-Abbas el-Âbir
dedi ki: Bana bir adam: "Rüyamda sanki elimde şişirilmiş bir bilezik vardı
ve başkaları da bunu görmüyordu." dedi. Ona dedim ki: "Senin bir
hanımın var, onda istiskâ (vücudun su toplaması) hastalığı var."
Düşününüz, bileziği nasıl kadınla tabir etti. Sonra bileziğin sarı olmasından
dolayı kadının hastalığına hükmetti. Bu hastalık istiskâ hastalığı idi ki, o
hastalığa yakalanan kimsenin karnı şişerdi.
Bir başka şahıs şöyle
dedi: "Rüyamda, elimde bir halhal olduğunu gördüm. Ben onu tutarken bir
başkası da ona yapışmış. Ona : Halhalimi bırak! diye bağırdım, o da
bıraktı." Bunu anlatan o şahsa: "Halhali elinde tutuşun gevşek mi
idi?" dedim. "Çok sıkıydı; birkaç kere onu tutabilmek için acı çektim,
etrafında da küçük halkacıklar vardı." dedi. Ona: "Annen ve dayın şerefli
kimseler, ama sen şerefli bir insan değilsin. Adın Abdülkâhir. Dayının ağzı çok
pis, senin namus ve haysiyetine dil uzatıyor ve elindekini alıyor."dedim.
Adam: "Evet" dedi. Sonra ona: "O, zalim birinin eline düşecek ve
senden, kendisini himaye etmeni isteyecek, sen de onu çekecek ve: 'Dayımı
bırak!' diyeceksin." dedim. Çok kısa bir süre sonra bunlar aynen
gerçekleşti.
Ben derim ki: Halhal
kelimesinden dayı (hâl) mânasını çıkarmasını bir düşün. Sonra tekrar kelimenin
tamamına döndü ve ondan, "dayımı bırak" (halli hâli) mânasını
çıkardı. Dayısının şerefli bir adam olduğu sonucunu, halhahn etrafındaki
halkacıklardan (şerârif) anladı. Dayısının şerefli olması, annesinin de
şerefli bir kadın olduğunu gösterir, çünkü onun bacısıdır. Rüyayı gören adamın
şerefli bir insan olmadığına hükmetti. Çünkü halhalin etrafında bulunan parçacıklar
(şerefât) türeme yoluyla şerefe delâlet etmekte, ama bu parçacıklar halhalin
bizzat kendinden değil, ona sonradan ilâve edilmiş ve onun dışında bulunan
şeylerdir. Dayısının ağzının pis olduğuna, namus ve haysiyetine dil uzattığına,
halhali elinden çekerken duyduğu acı işaret etmektedir. Elindeki malın dayısı
tarafından alındığına; yeğenine eziyet vermesi ve rüyasında elindekini
kuvvetlice alması dolayısıyla hükmediyor. Yabancı bir adamın halhali tutması
verüyayı gören kimsenin de onu çekmesi; dayının mütecaviz bir zalimin eline
düşeceğine, ondan kendisine ait olmayan şeyleri isteyeceğine delâlet ediyor.
Halhalim çekene bağırmasını ve "halhalimi bırak" demesini; zalime
karşı dayısına yardımcı olacağına yorumluyor. Halhalini çeken kimseye üstün
gelmesi ve elinin, halhalin üzerinde olması sebebiyle adının Abdülkâhir
olduğunu söylüyor.
İşte bu, bizim
üstadımızın hali ve rüya tâbiri iîmindeki derin bilgisi idi. Böyle bazı
parçalar dinledim, ama bu ilmi ondan okumak bana kısmet olmadı, çünkü yaşım
küçüktü. Daha sonra da onun ömrü yetmedi. Allah Teâlâ ona rahmet eylesin. [239]
îbn İshak der ki: Tayy
kabilesi heyeti Rasûlulîah'a (s.a.) geldi. İçlerinde efendileri olan Zeyd
el-Hayl da vardı. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanma vardıklarında, onlarla
konuştu. İslâmiyet'i arz etti, onlar damüslüman oldular ve İslâmiyet'i güzel
uyguladılar. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Araplardan kimin faziletleri
bana anlatıldiysa, bana geldiği zaman onun, söylendiği kadar faziletli
olmadığını gördüm; ancak Zeyd el-Hayl müstesna. Ondaki faziletlerin tamamı
henüz bana ulaşmadı." Sonra ona Zeyd el-Hayr adını verdi ve Feyd'i[240] ve
onun dışında iki arazi parçasını ona tahsis etti, bu konuda
eline bir yazı verdi. Sonra Rasûlullah'ın
yanından ayrıldı ve kavminin bulunduğu bölgeye doğru yola çıktı. Rasûluİlah
(s.a.): "Keşke Zeyd Medine'nin sıtmasından kurtulsa." dedi. Hz.
Peygamber (s.a.) bu sözü söylerken sıtma mânasına gelen "humma" ve
"ibn meldem" kelimelerinden başka bir kelime kullandı, ama onu
hatırlayamıyorum. Necid bölgesindeki sulardan Fer-de'ye vardığında sıtmaya
yakalandı, öleceğini hissedince şu beyitleri söyledi:
"Kavmim erkenden
doğu taraflarına mı gider, Ben Ferde'de bir evde yardım bekleyerek terk
edilmişken
Nice günler vardır ki,
hastalansaydım,
Beni birçok ziyaretçi
kadın ziyaret ederdi ve yolculuktan zayıflamayanlar (mesafenin uzaklığından)
sıkıntı çekerdi. "[241]
İbn Abdilber der ki:
"Zeyd el-Hayr'ın, Hz. Ömer'in halifeliği sırasında öldüğü de söylenir. İki
oğlu vardı. Adları Munkif ve Hureys idi. Her ikisi de müslüman oldu. Allah
Rasûlü'nün ashabından oldular ve Halid b. Velid'-le beraber gittikleri
mürtedler savaşında şehit oldular.'*[242]
İbn İshak der ki:
"Zührî bana şöyle nakletti: Eş'as b. Kays, seksen — veya altmış— atlıyla
Rasûlullah'a (s.a.) geldi[243] ve
mescidde iken yanına girdiler. Alıniarındaki uzun saçları iki yana salmışlar,
silahlanmışlar, üzerlerine çizgili yemen kumaşından yapılmış, yakaları,
etekleri, kolları ipekle ve altın sırmayla işlenmiş cübbeler giymişlerdi. İçeri
girdiklerinde Rasûluİlah (s.a.): "İslâm'a girmiyor musunuz?" dedi.
Onlar da: "Evet, giriyoruz." dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Boyunlarınızda bu ipek ne arıyor?" dedi. Hemen ipekleri ve
sırmaları çıkarttılar, yırtıp attılar. Daha sonra Eş'as dedi ki:
"YaRasûlallah! Biz Âkilü'l-Mürâr oğullarıyız. Sen de Âkilü'l-Mürâr
oğlusun." Rasûluİlah (s.a.) güldü ve sonra dedi ki: "Rabîa b. Haris
ve Ab-bas b. Abdülmuttalib, kendilerini bu soya nisbet ettiler."
Zührî ve İbn İshak derler
ki: Bu iki şahıs da tüccardı. Arap beldelerinden geçerlerken, "Siz
kimlerdensiniz?" diye sorulunca: "Biz Âkilü'l-Mürâr
oğullarındanız." derlerdi.
Böylelikle kendilerini güçlü göstererek emniyete alırlardı. Çünkü
Âkilü'l-Mürâr oğullan, Kinde kralları idiler. Rasûluİlah (s.a.): "Biz,
Nadr b. Kinâne oğullarıyız; ne anamızın soyuna bağlanır, ne de babamızın
soyunu inkâr ederiz." buyurur.
Müsned'ds Hammâd b.
Seleme—Akıl b.Talha—Müslim b. Heydam yoluyla gelen bir hadiste, Eş'as b.
Kays'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kinde heyeti olarak Rasûlullah'a
(s.a.) geldik. İçlerinde beni en üstünleri olarak görüyorlardı. "Ey
Allah'ın Rasûlü! Siz, bizden değil misiniz?" dedim. O da: "Hayır, biz
Kinâne oğlu Nadr oğuüanndanız. Anamıza bağlanmaz, babamızı da inkâr
etmeyiz." dedi. Bunun üzerine Eş'as diyordu ki: "Kinâne oğlu Nadr'dan
olan bir Kureyşli'nin böyle olmadığını (yani Âkilü'l-Mürâr oğullarından
olduğunu) söyleyen bir adama rastlarsam ona seksen değnek vururum..»[244]
Bu olaydaki fıkhî
hükümler:
1— Kinâne b.
Nadr oğullarından gelenler Kureyşlidir.
2—
Erkeklerin ipek elbiseleri gibi, kullanılması haram ol etmek caizdir, bu durum
israf sayılmaz.
Mürâr: Çölde yetişen
bir ağaçtır. Âkilü'l-Mürâr: Haris b. Amr b. Hıcr b. Amr b. Muâviye b.
Kinde'dir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu Kinde kabilesinden bir ninesi vardı.
Kilâb b. Mürre'nin annesi idi. Eş'as yukarıdaki sözüyle bunu kasdetmişti.
3— Kim
babasından başkasına bağlanırsa babasını reddetmiş v na bağlanmış olur. Yani
anasına iftira etmiş olur.
4— Kinde kabilesi, Kinâne oğlu Nadr soyundan
değildir.
5— Kim bir
başkasını bilinen nesebinin (soyunun) dışına çıkarni iffete iftira (kazf) haddi
(seksen değnek) uygulanır. [245]
Yezîd b. Harun'un,
Humeyd—Enes (r.a.) yoluyla gelen rivayetine göre Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu
ki: "Kalbleri sizden daha ince olan bir kavim geliyor." Bu söz
üzerine Eş'arîler geldiler ve şöyle demeye başladılar:
"Yarın dostlarla
karşılaşırız. Muhammed ve ashabıyla. "[246]
Sahih-i Müslim'de Ebu
Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah'ı (s.a.) şöyle
söylerken işittim: ''Yemenliler geldi. Onlar yumuşak kalpli ve nâzik gönüllü
zevattır. İman yemenli, hikmet de yemenlidir. Vakar koyun sahiplerinde; kendini
beğenme ve büyüklenme yaygaracı bedevilerde, güneşin doğduğu taraftadır."[247]
Yezîd b. Harun—İbn Ebî
Zi'b—Haris b. Abdurrahman—Muhammed b. Cübeyr b. Mut'im—Mut'im'in babası yoluyla
şu rivayette bulunur: Rasû-lullah (s.a.) ile beraber bir seferde idik. Buyurdu
ki: "Size Yemenliler geldi; sanki onlar bulut gibidir, yeryüzündeki
insanların en hayırlıları onlardır." Ensar'dan bir kişi bu söz üzerine:
"Ancak biz müstesna ey Allah'ın Rasû-lü!" dedi. Hz. Peygamber sustu,
cevap vermedi. Adam sonra tekrar: "Biz müstesna ey Allah'ın Rasûlü!"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.) yine sustu ve sonra: "Ancak siz" dedi,
ama çok hafif bir şekilde söyledi.[248]
Sahih-iBuharı'de şu
rivayet vardır: Temîmoğullanndan bir grup Rasûlul-lah'â (s.a.) geldi.
Rasûlullah (s.a.): "Ey Temîmoğulları! Müjdeyi kabul edip sevinin."
dedi. Onlar da: "Sen bize müjde verdin, biraz da dünyalık (atıyye)
ver." dediler. Rasûlullah'ın (s.a.) yüzünün rengi değişti. Sonra
Yemenliler geldiler. Hz. Peygamber (s.a.): "Ey Yemenliler! Müjdeyi sizler
kabul edin. Çünkü onu Temîmoğuİlan kabul etmedi." buyurdu. Yemenliler:
"Kabul ettik." dediler. Sonra: "Sana bu dini anlamak ve âlemin
başlangıcı hakkında bir şeyler sormak için geldik." dediler. Rasûlullah
(s.a.): "Ezelde Allah vardı ve Allah'tan başka hiç bir şey yoktu. Arş'i
su üzerinde bulunuyordu. Allah, her şeyi (kainatın tamamını) Zikir'de (mahfuz
Levh'te) takdir ve tesbit edip yazdı." buyurdu[249]
İbn İshak der ki:
Surad b. Abdillah el-Ezdî RasûluUah'a (s.a.) geldi, müs-^ lüman oldu ve Ezd'den
gelen heyet[250] içerisinde İslâm'ı güzel
yaşayanlardan biri oldu. Rasûlullah (s.a.) onu, kavminden müslüman olanlara
emîr tayin etti ve diğer müslümanlarla birlikte Yemen kabileleri ndeki
müşriklere karşı cihad etmesini emretti. Surad, Rasûlullah'ın (s.a.) bu emriyle
çıktı ve Curaş'a kadar geldi. Curaş, o zamanlar her tarafı kapalı sağlam bir
şehirdi ve orada Yemen kabileleri bulunuyordu. Has'amlılar da mü s tumanların
geldiğini duyunca diğer kabilelerle birlikte oraya girip sığınmışlardı. Surad
onları bir ay kadar kuşattı, ama onlar direndiler. Daha sonra Surad kuşatmayı
bırakarak döndü gitti. Şekere denilen dağa vardığı zaman Curaşlılar, Surad'ın
yenilgiye uğradığı için kaçtığını zannederek şehirden çıkıp takib etmeye
başladılar ve onlara yetişince Surad geri döndü. Aralarında şiddetli bir savaş
cereyan etti.
Curaş halkı, otlak
bakmak için aralarından iki kişiyi Rasülullah'a (s.a.) göndermişlerdi. Bu iki
kişi, bir ikindi namazı sonrası Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bulundukları
sırada Rasûlullah (s.a.): "Şekere, Allah'ın beldelerinden neresidir?"
diye sordu. Curaşlılar kalktılar ve: "Beldemizde Keser demlen bir dağ
vardır ya Rasûlallah!" dediler. Curaşlılar bu dağı böyle de adlandırmışlardı.
Rasûlullah (s.a.): "O dağ Keser değil, Şeker'dir." buyurdu.
"Da-ğm durumu nedir ya Rasûlallah?" dediler. Buyurdu ki: "Şu
anda onun yanında Allah'ın develeri boğazlanmaktadır." O iki adam kalkıp
Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman'ın yanma oturdular ve Rasûlullah'tan duyduklarını
anlat-tüar.Onlar da: "Yazıklar olsun size! Demek Rasûlullah (s.a.)
kavminizin başındaki felâketi haber vermiş. Hemen kalkınız ve O'ndan dua
etmesini isteyiniz." dediler. Rasûlullah (s.a.), istekleri üzerine:
"Allah'ım! Onlardan bu felâketi kaldır." diye dua etti. Daha sonra
çıkıp kavimlerine gittiler ve Rasûlullah'ın o günde ve o saatte haber verdiği
felâkete uğramış olduklarını öğrendiler. Curaşlıların heyeti Rasülullah'a
(s.a.) gelerek hemen müslüman oldular. Kendilerine, köylerinin çevresinde bir
koruluk otlak olarak tahsis edildi. [251]
îbn İshak der ki;
Sonra Rasûlullah (s.a.) hicretin 10. yılının Rabîulâhır ve Cûmadelûlâ ayında
Hâlid b. Velid'i Necran bölgesindeki Haris b. Kâ'boğullarına gönderdi ve savaşa
başlamadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini emretti. "Şayet
müslüman olurlarsa kabul et, reddederlerse harp et." dedi. Bunun üzerine
Hâlid çıktı ve o bölgeye gitti. Her tarafa atlılar göndererek halkı İslâm'a
davet ediyorlar ve: "Ey insanlar! Selâmete ermeniz için müslüman
olunuz." diyorlardı. Herkes bu davete uyarak müslüman oldu ve Hâlid
(r.a.) orada kalarak İslâm'ı öğretmeye başladı. Bu durumu da bir mektupla Hz.
Peygamber'e (s.a.) bildirdi. Rasûlullah (s.a.) da cevaben gönderdiği
mektubunda onları temsil edecek bir heyetle gelmesini emretti. İçlerinde Kays
b. Husayn Zî'1-Gadda, Yezîd b. Abdilmedân, Yezîd b. Muhaccel, Abdullah b.
Kurâd ve Şeddâd b. Abdillah'm bulunduğu bir heyetle birlikte Hâlid (r.a.)
Rasûlullah'a geldi. Rasûiullah (s.a.) onlara: "Cahiliyye döneminde
savaştığınız düşmanlarınıza ne ile galip geliyordunuz?" diye sordu. Onlar
da: "Hiç kimseye galip gelmiş değildik." diye cevap verdiler.
Rasûlullah (s.a.): "Evet, galip gelirdiniz." buyurdu. Bunun üzerine
dediler ki: "Biz toplu olarak durur, dağılmazdık. Bİr de hiç kimseye
zulmetmeye teşebbüs etmezdik." Peygamberimiz (s.a.): "Doğru söylediniz."
buyurdu. Daha sonra Kays b. Hu-sayn'ı başlarına emîr tayin etti ve Şevval
ayının sonunda veya Zilkade ayında kavimlerine döndüler. Bu olaydan dört ay
sonra da Rasûlullah (s.a.) vefat etti[252]
Hemdânlılar heyeti Hz.
Peygamber'in (s.a.) Tebük seferi dönüşünde geldi. Heyette Mâlik b. Namat, Mâlik
b. Eyfâ\ Dımâm b. Mâlik ve Amr b. Mâlik bulunmakta idiler. Üzerlerinde Yemen
kumaşından yapılmış çizgili elbiseler ve Aden sarıkları olduğu halde Mehriyye [253] ve
Erhabiyye [254] denilen deve-ier
üzerindeydiler. Mâlik b. Namat, Rasûlullah'm (s.a.) önünde şiir söylüyordu:
"Yaz ve bahar
mevsimlerinin tozları içinde ağaçlan çok olan köylerini ve liften yapılmış
yularlanyla beraber develeri sana terkettiler."
Ona güzel ve fasih
karşılıkta bulundular. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) onlara, bir yazı yazarak
istedikleri araziyi verdi ve başlarına Mâlik b. Na-mat'ı emîr tayin etti ve
Sakîffiler'le harbetmesini emretti. Ne zaman Sakîfli-ler'e ait bir hayvan
görseler saldırıp yakalıyorlardı.
Beyhakî, sahih bir
isnadla Ebu İshak yoluyla Berâ'dan şu rivayeti yapmaktadır: "Rasûlullah
(s.a.), Yemenlileri İslâm'a davet etmek için Hâlid b. Velid'i gönderdi. Berâ
der ki: Hâlid'le beraber gidenler arasındaydım. Orada altı ay müddetle kalıp
Hâlid onları İslâm'a çağırdı, ama kimse olumlu karşılık vermedi. Sonra Hz.
Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Tâlib'i gönderdi.Ona, Hâlid'i geri yollamasını
emretti. Ancak onun adamlarından istediğini alıp yanında alıkoyabileceğim
söyledi. Berâ der ki: Hz. Ali ile birlikte gidenler arasında idim. Yolda bir
kavme yaklaşınca çıkıp yanımıza geldiler. Hz. Ali orada bize namaz kıldırdı,
sonra bizi tek saf halinde dizip Önümüze geçerek Ra-sûlullah'ın (s.a.)
mektubunu okudu. Hemdânhlar'ın tamamı müslüman oldu. Hz. Ali (r.a.), onların
İslâm'ı kabul ettiklerini Hz. Peygamber'e (s.a.) bir mektupla bildirdi,
Rasûlullah (s.a.): "Selâm, Hemdânhlar üzerine olsun! Selâm, Hemdânlılar
üzerine olsun!" buyurdu[255]
buyurdu. Bu hadisin aslı Bu-harî'nin Sfl/uA'indedir.[256]
Bu rivayet bir
öncekinden daha sahihtir. Hemdânhlar'ın Sekîfliler ile savaşması ve
hayvanlarına hücum etmesi sözkonusu olamaz. Çünkü Hemdânlılar YemenMe,
Sakîfliler Tâifte'dir. [257]
Beyhakî, Numan b.
Mukarrin yoluyla şu rivayeti yapmaktadır: Müzey-neliler'den dört yüz kişi
olarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmiştik. Ayrılmak isteyince Hz. Peygamber (s.a.):
"Ey Ömer! Bu kavmin azığını hazırla." buyurdu. Hz. Ömer de:
"Hurmadan başka hiçbir şeyim yok. Onun da onlar için yeterli olacağım
zannetmiyorum." dedi. Rasûîullah (s.a.): "Yürü ve azıklarını
hazırla." deyince, Ömer (r.a.) onlarla beraber gitti, onları evine aldı.
Sonra yukarı çıktı. İçeri girince ne görelim, rengi beyazdan siyaha doğru kayan
bir deve gibi hurma yığılmış. Herkes ihtiyacı olan hurmayı aldı. Numan der ki: "Dışarı
en son çıkanlardandım. Baktım ki hurmadan hiçbir şey eksil-memiş."[258]
İbn İshak der ki:
Tufeyl b. Amr ed-Devsî, Rasûlullah (s.a.) Mekke'de" iken oraya gelişini
anlatıyor. Bir grup Kureyşli Tufeyl'in yanına gitti. Tufeyl, şair, akıllı ve
şerefli bir insandı. Ona dediler ki: "Sen bizim beldemize geldin.
-Aramızda bulunan- şu adam bizim topluluğumuzu dağıttı, işimizi bozdu. Sözü
sanki sihir gibi. Baba ile oğulu, kardeşi kardeşten kan ile kocayı birbirinden
ayırıyor. Bizim başımıza gelen felâketin senin ve kavminin de başına
gelmesinden korkuyoruz. O adamla sakın konuşma ve O'nu hiç dinleme!"
Tufeyl diyor ki: Bu telkinlerine ısrarla devam ettiler, tâ ki ben O adamdan
hiçbir şey duymamaya ve O'nunla konuşmamaya karar verdim. Hatta mescide
giderken sesi kulağıma gelmesin diye kulağıma pamuk bile tıkamıştım. Bir gün
mescide gittim. Rasûlullah (s.a.) Kabe'nin yanında namaz kılıyordu. Biraz
yakınına vardım Allah bana, O'nun bazı sözlerini duyurdu. Çok güzel bir söz
duymuştum. Kendi kendime dedim ki: Anan öle! Allah'a yemin olsun ki ben, akıllı
ve şair bir adamım. Sözünü iyisini de kötüsünü de anlarım. O halde bu adamın
söylediklerini dinlememe mâni olacak sebep nedir? Güzel şeyler söylerse kabul
ederim; yok, söylediği şeyler çirkinse terkederim. RısûluIIah (s.a.) evine
dönünceye kadar orada bekledim. Evine giderken O'nu takip ettim ve eve girerken
ben de beraber girdim. Dedim ki: "Ya Muham-med! Kavmin bana şöyle şöyle
dediler. Hatta beni Öyle korkuttular ki, senden hiçbir söz kulağıma gelmesin
diye şu pamukları kulaklarıma tıkamıştım. Fakat Allah, sözlerini bana dinletti
ve çok güzel bir söz duydum. Davetini bana takdim et." Rasûlullah (s.a.)
bana, İslâm'ı arzetti ve Kur'an okudu. Vallahi daha Önce bundan güzel hiçbir
söz duymamış, bundan daha âdil hiçbir durumla karşılaşmamıştım. Hemen müslüman
oldum ve şehadet getirdim. Dedim ki: "Ey Allah'ın Peygamberi! Ben kavmi
içinde kendisine itaat edilen bir insanım. Şimdi onların yanına gidiyorum ve
onları İslâm'a davet edece:ğim. Allah'a dua et de, bu işimde bana destek olacak
bir alâmet, bir işaret versin." Rasûluîlah (s.a.): "Allah'ım! Sen ona
bir alâmet ver." diye dua etti. Kavmimin yanma gitmek üzere yola çıktım.
Beni görebilecekleri bir tepenin üzerine geldiğimde gözlerimin önünde kandil
gibi bir nur peyda oldu. Dedim ki: "Ya Rabbi! Bu nuru yüzümden başka bir
yere naklet, çünkü bunu görenlerin, dinlerini terkettiğim için çarpıldığımı
düşünmelerinden korkarım." Bunun üzerine o nur bir kandil gibi kırbacımın
ucuna intikal etti. Ben de o sırada tepeden iniyor, yanlarına geliyordum.
Nihayet geldim ve bineğimden inince, yaşlı bir insan olan babam geldi.
"Benden uzak dur babacığım! Ne ben sendenim, ne de sen bendensin."
dedim. "Niçin evladım?" dedi. "Müslüman oldum, Muhammed'in
dinini kabul ettim." dedim. O da "Senin dinin, benim de
dinimdir." deyince, "O halde git, guslet, elbiseni temizle. Sonra
gel de sana Öğrendiklerimi öğreteyim." dedim. Bunun üzerine gitti,
gusletti, elbisesini temizledi, sonra geldi. Ben de kendisine İslâm'ı ar-zettim
ve müslüman oldu. Sonra eşim geldi. Ona dedim ki: "Benden uzak dur! Ne ben
sendenim, ne de sen bendensin!" Dedi ki: "Babam, anam sana feda
olsun, bu niçin?" Ben de: "İslâm aramızı ayırdı; müslüman oldum ve
Muhammed'in dinine girdim." dedim. O da: "Senin dinin, benim de dinimdir."
dedi. "O halde git, guslet." dedim. Dediğimi yaptı ve geldi. Ben de
ona islâm'ı arzettim, müslüman oldu. Sonra Devs kabilesini İslâm'a davet
ettim,! fakat İslâm'a girmekte ağır davrandılar. Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve
dedim ki: "Ya Rasûlallah! Devs'in zinaya olan düşkünlüğü karşısında yenik
düştüm. Onlara beddua et." Rasûlullah: "Allah'ım, Devs'i hidâyete
erdir!" diye dua etti. Sonra bana: "Kavmine git, onları İslâm'a
davet et ve onlara yumuşak davran." dedi. Ben de döndüm ve Devs'i İslâm'a
çağırmaya devam ettim. Sonra Rasûlullah (s.a.) Hayber'de iken O'na geldim.
Akabinde yetmiş veya seksen hâne ile beraber Medine'ye indim. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) kavuştuk. Bize de diğer müslümanlarla beraber ganimetten
pay verdi.[259]
îbn İshak der ki:
Rasûlullah (s.a.) vefat edince, bazı Araplar irtidat etti., Tufeyl (r.a.), bir
grup müslümanla çıkıp yalancı peygamberlerden Tuleyha'^ nın işini bitirdi.
Sonra Yemâme'ye yürüdü. Yanında oğlu Amr b. Tufeyl vardı. Tufeyl, bir gün
arkadaşlarına dedi ki: "Bir rüya gördüm, tâbir ediniz bakayım. Başımın
tıraş edildiğini, ağzımdan bir kuş çıktığım ve benimle karşılaşan bir kadının
beni fercine soktuğunu gördüm. Oğlum her yerde beni arıyordu, ama bana
kavuşamadı." Dinleyenler: "Hayır gördün inşaallah!" dediler.
Tufeyl: "Vallahi ben tabir ettim bile." dedi. "Nasıl tabir
ettin?" dediler. "Başımın tıraş edilmesi, kopması demektir. Ağzımdan
çıkan kuşa gelimce, ruhumdur. Beni fercine sokan kadın ise kazılacak topraktır.
Ben defnedilip orada kaybolacağım. Oğlumun beni arayıp bulamaması, kanaatıma
göre benim şehid olduğum gibi, o da şehid olmak için çabalayacak." dedi.
Tu-feyl, gerçekten Yemâme'de şehid düştü. Oğlu Amr ise çok ağır şekilde yaralandı.
Daha sonra Hz. Ömer (r.a.) zamanında Yermük savaşında şehid oldu.
Bu olaydan çıkarılan
fıkhî hükümler:
1—
Müslümanların âdeti, İslâm'a girmeden önce gusletmekti. Rasülul-lah'ın (s.a.)
bu konudaki emri sahihtir.[260]Bu
husustaki görüşlerin en sahihi ise: Küfür halindeyken cünüp olan ve olmayan
herkese gusletmenin vacip olduğudur.
2— Akıllı
bir kimsenin övgü ve yergi hususunda başkalarını taklid et-mesi, özellikle
nefsânî duygularla öven ve yeren kimseyi taklid etmesi hoş değildir. Bu kör
taklid nice kimselerin hidayetine engel olmuştur. Bundan ise ancak, Allah'ın
haklarında hayır takdir ettiği kimseler kurtulmuşlardır.
3— Harp
bitmeden önce destek kuvvetler gelirse, onlar da ganimetten paylarını alırlar.
4—
Evliyâullahın kerametleri haktır. Bu kerametler ya dinî bir ihtiyaç veya
İslâm'ı ve müslümanlan ilgilendiren bir menfaat dolayısıyla vukubulur-lar.
Rahmânî haller işte bunlardır. Sebebi, RasûluUah'm (s.a.) yolundan gitmek;
neticesi ise hakkı açığa çıkarıp bâtılı kahreylemektir. Şeytânı haller sebep
ve netice olarak bunun zıddıdır.
5— Allah'ın
dinine davette bulunurken sabır ve teenni ile hareket etmek, karşı duranlara
bedduada bulunmakta aceleci davranmamak esastır.
Tufeyl'in;
"başının tıraş edilmesini" kafasının kopması ile tâbir etmesine
gelince, tıraştan sonra saç yere dökülür ve yalnızca tıraş olmak bu mânaya
yorumlanamaz. Çünkü tıraş olmak kederden, hastalıktan veya duruma göre
sıkıntıdan kurtulmaya, fakirlik ve zarurete düşmeye ve yine duruma göre birinin
makam ve mevkisini kaybedeceğine yorumlanabilir. Fakat Tufeyl'in rüyasında başının
kopacağına dair karineler vardı. Bunlar: Cihad içinde olması ve güçlü bir
düşmanla savaş halinde bulunmasıdır.
Rüyasında gördüğü»
"kadının karnına girmesi"ne gelince; bu anası ye rinde olan
"toprak" ile yorumlanabilir. Aynı zamanda çıktığı yerden gir$ ğini
görmüştür. Bu da toprağa geri verileceğini gösterir. Allah Teâlâ: "Sis
ondan (topraktan) yarattık; yine oraya döneceksiniz ve bir kez daha onda
çıkaracağız." buyurmuştur.[261]
"Kadm"ı yeryüzü olarak yorumladı, çünlşf hem yeryüzü hem de kadın
vat'[262] mahallidir.
"Fercine girmeyi", kendisinden yaratıldığı toprağa dönüş olarak
yorumlamıştır. "Ağzından çıkan kuşu" ise ruh olarak tâbir etmiştir.
Zira ruh bedende hapsedilmiş bir kuş gibidir. Çıktığı zaman hapisten kurtulmuş
kuş gibi olur ve dilediği yere gider. Bu yüzden Rasûlullah (s.a.):
"Mü'minin ruhu cennet ağaçları arasında yemlenir."[263]
diye haber vermiştir. İşte İbn Abbas'm kabrinde defnolunurken görülen kuş
budur. Şu âyetleri okuduğu duyulmuştur: "Ey tatmine kavuşmuş ruh! Hoşnut
etmiş ve hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön."[264] Ruh
bu kuşun beyazlığı, siyahlığı, güzeliği ve çirkinliği üzere olur. Bunun için
Firavun ailesinin ruhları, siyah kuşlar şeklinde sabah-akşam cehenneme
geliyorlar. "Oğlunun kendisim aramasını", onun da kendisi gibi şehit
olmak için çırpınması olarak yorumladı. "Babasını bulamaması" ise
Yemâme ile Yermük savaşları rasındaki hayatıdır. Allah en iyisini bilir. [265]
İbn İshak der ki:
Rasûlullah'a (s.a.) Medine'de hıristiyan Necran heyeti geldi.[266]
Muhammed b. Cafer b. Zübeyr bana şöyle anlattı: Necran heyeti Rasûlullah'a
(s.a.) gelince, ikindi namazından sonra mescide girdiler, ibadet vakitleri
yaklaşmıştı. Kalkıp RasûluUah'm (s.a.) mescidinde ibadetlerini edaya
başladılar. Ashap onlara engel olmak istedi, fakat Rasûlullah (s.a.): "Onları
bırakın." dedi. Bunun üzerine doğu istikametine yönelip ibadetlerini
yaptılar[267]
Yezîd b. Süfyân, İbn
Beylemânî[268] ve Kürz b. Alkame
yoluyla yaptığı ve
İbn Hİbbân itham bir
rivayette demiştir ki: Rasûlullah'a (s.a.) altmış kişilik hıristiyan Necran
heyeti binekli olarak geldiler. Bunlardan yirmi dört kişi oranın eşrafmdandı.
Bunların içinde de üç kişi, onların işlerini çekip çevirenleri idi. Birisi:
Abdül-mesih adında, Âkib dedikleri, Necranlıların reisi, söz ve görüş sahibi ve
danışmanı idi, ancak onun görüşüne göre hareket edilirdi. Diğeri: Seyyid dedikleri,
Eyhem adındaki şahıs olup onların her işlerinin danışmanı, seyahat ve
toplantılarının idarecisi idi. Bekir b. Vâil oğullarının kardeşi Ebu Harise b.
Alkame, Necranlıların piskoposu, en büyük din bilgini, önderi ve bir çeşit
eğitim bakam idi.
Her bakımdan içlerinde
en şerefli ve itibarlı olanları Ebu Harise idi. Din kitaplarını okumuştu.
Hıristiyan Rum kralları ona değer verir, malî destek sağlar, hizmetçiler hediye
ederlerdi. Hıristiyanlık hakkındaki derin bilgi ve içtihadından dolayı ona bir
kilise yaptırmışlar ve kendisini ikrama boğmuşlardı.
Necran'dan
Rasûlullah'a (s.a.) gelmek üzere yola çıkınca, Ebu Harise katırının üzerine
binmiş yanında da kardeşi Kürz b. Alkame yürüyorlardı. O sırada Ebu Hârise'nin
katın tökezledi. Bunun üzerine Kürz, Rasûlullah'ı (s.a.) kastederek
"Geberesice!" diye beddua etti. Ebu Harise ona: "Sen
ge-ber!" diye cevap verdi. Kürz: "Niçin ey kardeşim?" dedi. Ebu
Harise: "Allah'a yemin olsun ki O, beklediğimiz Ümmî Peygamberdir!"
dedi. Kürz: "Madem bunu biliyorsun da O'na tâbi olmaktan seni alıkoyan
nedir?" diye sordu. O da: "Şu kavmin bize yaptığı şeyler: Bize değer
verdiler, mal verdiler, ikramda bulundular ve O'na -Rasûlullah'a- karşı
durmaktan başka şey de kabul etmediler. Şayet O'na iman edecek olsam gördüğün
herşeyi elimizden alırlar." diye karşılık verdi. Ebu Hârise'nin bu sözü,
Kürz b. Alkame'ye çok tesir etmişti. Bu tesir daha sonra gelip müslüman
olmasına vesile oldu. [269]
İbn İshak, Zeyd b.
Sabit'in azatlısı Muhammed b. Ebî Muhammed [270]—Saîd
b. Cübeyr—İkrime—Abbas (r.a.) yoluyla şu rivayeti nakleder: Necran
hıristiyanları ve yahudî âlimleri, Rasûlullah'ın (s.a.) yanında bir araya
geldiler ve tartışmaya başladılar. Yahudî âlimler, Hz. İbrahim'in (a.s.) sadece
yahudî olduğunu; hıristiyanlar da yalnızca hıristiyan olduğunu iddia ediyorlardı.
Bunun üzerine onlar hakkında Allah Teâlâ şu âyetleri inzal buyurdu; "Ey
ehl-i kitap! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Halbuki Tevrat ve
İncil kesinlikle ondan sonra indirildi.
Siz hiç düşünmez misiniz? İşte siz böyle kimselersiniz! Çünkü az bir miktar
bilginiz olan şey hakkında münakaşa , ettiniz. (Doğru olan, bilginize göre
hakkı kabul etmenizdi.) Hal böyle iken hiç bilginiz olmayan bir hususta niçin
tartışırsınız? Oysa ki Allah herşeyi bilir, siz bilmezsiniz. İbrahim ne
yahudî, ne de hıristiyan idi; fakat O, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir
müslüman idi. Müşriklerden de değildi. İnsanların İbrahim'e en yakın olanı, ona
uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve O'na iman edenlerdir. Allah mü'minierin
dostudur."[271]
Yahudi âlimlerinden
birisi dedi ki: "Ey Muhammed! Bizden, hıristiyan-lann Meryem oğlu İsa'ya
taptıktan gibi sana tapmamızı mı istiyorsun?" Necran hıristiyanlarından
bir kişi de: "Bunu mu istiyorsun ey Muhammed? Bizi buna mı davet
ediyorsun?" dedi. Rasûlullah (s.a.): "Allah'tan başkasına ibadet
etmekten ve O'ndan başkasına ibadet edilmesini emretmekten Allah'a sığınırım.
Beni böyle bir şeyle göndermedi ve bana bunu (kendinden başkasına ibadeti)
emretmedi." buyurdu. Bu hususta Allah Teâlâ şu âyet-i kerimeleri inzal
buyurdu: 'Hiçbir beşerin, Allah'ın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik
vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kul olun' demesi
mümkün değildir. Bilâkis (şöyle demesi gerekir:) 'Okumakta ve öğretmekte
olduğunuz kitap uyarınca Rabbe hâlis kullar olunuz.' Ve size 'Melekleri ve
peygamberleri ilâhlar edinin.' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra
hiç size kâfirliği emreder mi?"[272]
Daha sonra: "Hani Allah peygamberlerden söz almış" ifadesiyle başlayıp
"şahitlik edenlerdenim."[273]
şeklinde son bulan âyet-i kerimede de onlardan ve babalarından almış olduğu
sözü ve bu sözlerini kabul edişlerini zikretmiştir.
Muhammed b. Sehl b.
Ebî Ümâme bana şöyle söylemiştir: Necran heyeti Rasûlullah'a (s.a.) gelince
O'na Meryem oğlu İsa'yı soruyorladı. Al-i İmrân sûresinin başından sekseninci
âyetinin başına kadar olan kısmı, o heyet -ve heyetteküerin soruları- hakkında
nazil olmuştur. [274]
Ebu Abdillah el-Hâkim,
Esam—Ahmed b. Abdilcebbâr—Yûnus b. Bekîr—Seîeme b. Abdi Yesû'—babası—dedesi
yoluyla bize gelen bir rivayete göre, Yunus -hıristiyan idi, sonradan müslüman
oldu- dedi ki: Rasûlullah
(s.a.) İbrahim, İshak ve Yakub'un ilâhı adıyla
Necran'a şöyle bir mektup yazdı: "Ben sizi kullara küllük etmekten Allah'a
kulluk etmeye çağırıyorum. Kul -lan velî ve sahip kabul etmekten, Allah'ı velî
ve sahip kabul etmeye çağırıyorum. Reddederseniz, cizye ödemeniz gerektiğini,
bunu da reddederseniz sizinle harbedeceğimi duyururum vesselam." Mektup
gelince piskopos alıp okudu ve son derece korkarak dehşete kapıldı. Bir adam
göndererek Şurahbil b. Vedâa'yı yanına çağırdı. Bir müşkil ortaya çıkınca ne
Eyhem'i, ne Sey-yid'i ne de Âkıb'ı çağırırdı; öncelikle bunu çağırırdı.
Piskopos mektubu ona verdi. Şurahbil aldı ve okudu. Sonra piskopos: "Ey
Ebu Meryem! Fikrin nedir?" diye sordu. Şurahbil de şöyle cevap verdi:
"Allah'ın ibrahim'e, İsmail'in zürriyetinden bir peygamber çıkacağını
vaadettiğini biliyorsun. Bu adamın o olmayacağını nasıl söyleyebiliriz?
Peygamberlik hususunda benim bir görüşüm yok. Eğer dünya işlerinden bir konu
hakkında görüşümü alsaydın, o hususta sana açıklama yapar ve kanaatimi benimsemen
için çabalardım." Bunun üzerine piskopos: "Şöyle kenara çekil ve
otur." dedi. O da çekilip bir köşede oturdu. Sonra Abdullah b. Şurahbil
adındaki Necranh bir şahsa adam gönderdi. Himyerlilerin Zî-Ashab ailesinden
olan bu şahsa da mektubu okuttu ve görüşünü sordu. O da Şuharbîl'in dediği
gibi söyledi. Piskopos ona da:1 "Bir köşeye çekil ve otur." dedi. O
da çekilip oturdu. Sonra Necran-lılann Haris b. Kâ'b oğulları kabilesinden
Cebbar b. Feyz'i çağırtıp mektubu okuttu ve fikrini sordu. O da Şurahbil ve
Abdullah'ın söyledikleri gibi konuşunca, ona da bir kenara çekilmesini
emretti. Hepsinin görüşü aynı nokta üzerinde toplanınca piskopos çan
çalınmasını emretti. Çanlar çalındı, mabedde-ki çullar kaldırıldı. Gündüzleri
korkuya düştükleri vakit böyle yaparlardı. Şayet gece vakti korkuya kapıhrlarsa
çan çalıp mabedde ateş yakarlardı. Çanlar çalınıp çullar kaldırılınca, vadinin
altında üstünde kim varsa hepsi toplandı. Vadinin uzunluğu hızlı bir süvari
için bir günlük yoldu ve vadide yetmiş üç köy, yi*z yirmi bin savaşacak adam
vardı. Hepsi toplandıktan sonra Rasûlulîah'm (s.a.) mektubunu okudu ve
düşüncelerini sordu. Hepsi ittifakla Şurahbil b. Vedâa el-Hemedânî, Abdullah b.
Şurahbil ve Cebbar b. Feyz el-Hârisî'yi RasuluUah'a (s.a.) göndermek ve onların
getireceği haberi beklemek yönünde karar verdiler. [275]
Heyet yola çıktı.
Medine'ye gelince sefer elbiselerini çıkarıp ipek elbiselerini giyip altın
yüzüklerini taktıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gelerek selâm verdiler.
Rasülullah (s.a.) selâmlarını almadı. Uzun bir gün boyu
konuşmasını
beklediler, fakat üzerlerinde ipek elbiseler, parmaklarında altın yüzükler
olduğu için onlarla hiç konuşmadı. Çıkıp Osman b. Affân ve Ab-durrahman b.
Avf'ı aramaya başladılar. Bu iki kişi cahiliyye döneminde Necran'a ticaret
kervanı gönderirler, orada onlar için buğday ve diğer mahsuller satın alınırdı.
Onları Muhacirlerin ve Ensar'm bulundukları bir mecliste buldular ve: "Ey
Osman ve ey Abdurrahman! Peygamberiniz bize mektup yazdı. Biz de mektubuna
cevap olarak geldik. Kendisine selâm verdik, fakat selâmımızı almadı. Uzun bir
gün boyu bizimle konuşmasını bekledik ama konuşmadı. Ne dersiniz» dönüp
gidelim mi?" diye söylediler. Onlar da orada bulunan Ali b. Ebî Talib'e:
"Bunlar hakkında fikrin nedir ey Ebu'l-Hasan?" diye sordular. Hz. Ali
(r.a.), Osman ve Abdurrahman'a (r.a.) dedi ki: "Üzerlerindeki şu ipekli
elbiseleri ve altın yüzükleri çıkarıp sefer elbiselerini giymelerini tavsiye
ederim."
Bunun üzerine
heyettekiler denileni yaptılar, üzerlerindeki elbiseleri ve yüzüklerini
çıkardıktan sonra Rasûlullah'ın (s.a.) yanına gittiler, selâm verdiler.
Rasülullah (s.a.) selâmlarını aldı. [276]
Karşılıklı olarak
birbirlerine bazı sorular sordular. Onlar Rasûlullah'a (s.a.), "İsa
aleyhisselâm hakkında ne dersin? Biz hıristiyanız, kavimimize döneceğiz. Şayet
peygamber isen O'nun hakkkındaki düşünceni bilmek bizi memnun eder." diye
soruncaya kadar ortaya hiçbir mesele çıkmadı. Bu soru üzerine Rasülullah
(s.a.) buyurdu ki: "Bugün bu konuda söyleyecek bir şeyim yok. Burada
kalınız. İsa aleyhisselâm hakkında bana söylenecek şeyleri size
bildireyim." Ertesi gün oldu ve Allah Teâlâ onun hakkında şu âyetleri
inzal buyurdu: "Allah katında İsa'nın durumu Âdem'in durumu gibidir. Allah
onu topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol!' dedi ve oluverdi. (Bu) Rabbinden gelen
bir gerçektir, öyle ise şüphecilerden olma. Sana bu ilim geldikten sonra seninle
bu konuda tartışanlara: 'Geliniz sizler ve bizler de dahil olmak üzere
karşılıklı olarak çocuklarımızı ve kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim
de Allah'tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.' de."[277]
Bu âyetlerde
zikrolunan hususları heyettekiler kabul etmediler. Bu haberin Rasûlullah'a
(s.a.) ulaşmasının ertesi sabahı, Rasülullah (s.a.) Hz. Hasan ve Hüseyin
yanında, Hz. Fâtıma. arkasında ve bazı hanımları da beraberinde olduğu halde
lânetleşme için yola çıktı.
Şurahbiİ arkadaşlarına
dedi ki: "Ey Abdullah b. Şurahbil ve ey Cebbar b. Feyz! Bilirsiniz ki
bizim vadinin aşağısındakiler ve yukansındakiler bir arada toplansalar benim
fikrimden dışarı çıkmazlar. Vallahi ben üzerimize gelen bir durumu görmekteyim.
Vallahi görüyorum ki bu adam bir kral olsaydı teklifi reddedildiği zaman,
gözleri oyulan Arapların ilki biz olurduk. Biz onların himayesine hak kazanmak
bakımından Arapların en yakını olduğumuz halde, ne O'nun ne de ashabının
önünden helâk edilmedikçe geçirilmezdik. Şayet bu adam Allah tarafından
gönderilmiş bir peygamberse, biz de buna rağmen O'nunla lânetleşirsek bizden
bir saç ve tırnak tanesi bile kalmaksızın helâk oluruz." Bunun üzerine
arkadaşları şöyle dediler: "İşler seni böyle bir sonuca ulaştırmış. O
halde görüşün nedir? Fikrini ortaya koy!'* Dedi ki: "Görüşüm, O'nun
hakemliğini kabul etmemizdir. Ben O'nu haksız yere hükmetmeyecek bir adam
olarak görüyorum." Arkadaşları da: "Bu iş sana ait.'* dediler.
Şurahbil, Rasülullah
(s.a.) ile karşılaştı ve: "Benim, seninle lânetleşmekten daha hayırlı bir
görüşüm var." dedi. Rasülullah (s.a.): "O nedir?" diye sorunca
Şurahbil: "Bugün akşama ve bu akşam sabaha kadar kararını ver, hakkımızda
neye hükmedersen bizce geçerlidir." dedi.
Rasülullah (s.a.):
"Belki arkandakilerden biri seni kınamak, bu teklifinden dolayı yermek
isteyebilir." dedi. Şurahbil ise: "Arkadaşlarıma sorabilirsin."
dedi. Rasülullah (s.a.) sordu. Onlar da: "Bütün bir vadiden hiç kimse
Şu-rahbii'in sözünden dışarı çıkmaz." dediler. Bunun üzerine Rasülullah
(s.a.) onun hakkında "Kâfir" veya "-Kavmi içinde- başarılı bir
münkir." dedi. [278]
Bu görüşmeden sonra
Rasülullah (s.a.) lânetleşmeden döndü. Ertesi gün Necran heyeti geldi ve
Rasülullah (s.a.) onlara şu yazıyı yazdı:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Bu, Allah'ın elçisi Peygamber Muhammed'in Necran (halkına) yazısıdır. Onların
bütün mahsulleri, sarı, beyaz, siyah her çeşit nakitleri ve köleleri hakkında
Rasûlullah'ın hükmü, onlara ihsanda bulunmaktır. Bütün bunları aşağıda
sayılacak mallara karşılık onlara bırakmıştır: Bin adet Recep, bin adet de
Safer ayında olmak üzere iki bin adet elbise verecekler ve her bir elbise kırk
dirhem (bir ûkıye) değerinde olacaktır. Elbiselerden haraç vergisini aşan ve
ûkıyelerden eksilen olursa hesaplanacaktır. Haraç olarak ödedikleri zırhlar,
atlar, binek hayvanları ve diğer eşyalar hesaplanarak onlardan alınacaktır.
Necranlılar, elçilerimi yirmi gün ve daha az müddetle ağırlayacaklar ve hiçbir
elçi otuz günden fazla tutulmayacaktır. Yemen'de bir savaş ve olay vukûbulursa
otuz adet zırh, otuz adet at ve otuz adet deve ödünç olarak vereceklerdir.
Vermiş oldukları zırh, at ve bineklerden telef olanlar, tazmin edilmek
suretiyle Necranlılara geri verilinceye kadar elçimin kefaleti altındadır.
Necranlılann canları, dinleri, vatanları, mallan, burada bulunanları ve
bulunmayanları, aşiretleri ve onlara bağlı olanlar Allah'ın himayesi ve
Peygamber Muhammed'in emânı altındadırlar. Şu an üzerinde bulundukları
hallerine müdahale edilmeyecek, dinlerinden ve haklarından hiçbir şey
değiştirilmeyecektir. Ne bir piskopos bu görevinden, ne bir rahip rahipliğinden
ne de bir kilise bakıcısı bu görevinden alınacaktır. Ellerinde bulunan az ya
da çok herşeyleri kendilerinindir. Artık ne —geçmişten dolayı— bir töhmet, ne
de kan davası vardır. Onlar savaş için çağrılmayacak, mahsullerinden de onda
bir vergi alınmayacaktır. Yurtlarını başkalarının askerleri çiğnemeyecektir.
Kim hakkım isterse zulmetmeden, zulme de uğramadan insaf ile hükmedilecektir.
Bundan sonra, kim faiz alırsa benim emânımdan çıkmış demektir. Onlardan hiç
kimse diğerinin yerine cezalandırılmaz. Necranlılar, üzerlerine aldıkları
yükümlülükleri yerine getirip iyi hal üzere devam ettikleri müddetçe bu
sahifede yazılı olan hususular Allah'ın emri gelinceye kadar Allah'ın himayesi
ve Allah'ın Rasûlü Peygamber Muhammed'in emânı altındadır." Ebu Süfyan b.
Harb, Gaylân b. Amr, Mâlik b. Avf, Akra' b. Habis Hanzalî ve Muğîre b. Şu'be
şahitlikte bulundular. Muğîre, aynı zamanda pazıyı yazandı. [279]
Yazıyı alır almaz
Necran'a döndüler. Piskopos ve Necran'ın ileri gelenleri bir günlük mesafede
karşılamaya çıkmışlardı. Piskoposun yanında ana bir kardeşi vardı. Soy
bakımından da amcasının oğluydu. Adı Bişr b. Muâvi-ye, künyesi Ebu Alkame idi.
Heyettekiler ellerindeki yazıyı piskoposa vermişlerdi. O da yazıyı okurken
yanında yürüyen Bişr'in devesi tökezledi. Bunun üzerine Bişr, Rasûlullah'ı
(s.a.) zikretmeden lanette bulundu. Fakat Piskopos o anda dedi ki:
"Vallahi sen Allah tarafından gönderilmiş peygambere lanet ettin."
Bunun üzerine Bişr: "O halde ben O'na varıncaya kadar hiçbir yerde
konaklamayacağım." dedi ve devesini Medine'ye doğru çevirdi. Piskopos
devesini tutarak ona dedi ki: "Beni anlaşana, ben bu sözü Arapları,
onların en kalabalığı ve kuvvetlisi olduğumuz halde hakkımızda aldatıldığımız
ve ahmaklığımız sonucu başka Arapların kabul etmedikleri şartları kabul
ettiğimiz gibi sözler söylemelerinden korktuğum için sana böyle söyledim."
Fakat Bişr:
"Hayır vallahi! Senin kafanda olan şeyden caymana izin vermeyeceğim."
diyerek sırtını piskoposa döndü ve şöyle diyerek devesini sürdü:
"Süratle sana
koşuyor, Karnında cenini, Ve dini hıristiyanlığa muhalif."
Hz. Peygamber'e (s.a.)
geldi ve şehid oluncaya kadar O'ndan ayrılmadı.
Heyet Necran'a girdi.
Rahip İbn Ebî Şemr ez-Zebîdî'ye geldi. O da bu esnada mabedinin tepesinde idi.
Dediler ki: "Tihâme bölgesinde bir peygamber çıktı, piskoposa mektup
yazdı. Vadi halkı Şurahbil b. Vedâa, Abdullah b. Şurahbil ve Cebbar b. Feyz'i
O'na göndermeye ve O'ndan haber getirmelerine karar verdiler. Belirlenen heyet
gitti. Peygamber onları lânetleşmeye davet etti. O da heyete hükmünü bildirip,
bu konuda bir de yazı yazdı. Heyet bu yazıyla geldi ve onu piskoposa verdi.
Piskopos yazıyı okurken yanında Bişr vardı ve o esnada devesi tökezlediği için
Peygamber'e lanet etti. Bunun üzerine Piskopos O'nun Allah tarafından
gönderilen peygamber olduğuna şehadet edince Ebu Alkame müslümanlığı kabul
etmek arzusuyla O'na doğru yola çıktı."
Bu haberleri dinleyen
rahip: "Beni buradan indiriniz, yoksa kendimi aşağıya atacağım."
dedi. Onlar da tutup indirdiler. Rahip, hemen halifelerin de giymekte olduğu
cübbe, gömlek ve asâ gibi bazı hediyeler alarak Rasûlullah'a (s.a.) gelmek
için yola çıktı. Bir müddet Rasûlullah'm (s.a.) yanında kaldı. Vahyin nasıl
geldiğini, sünnetleri, farzları, hadleri (suçlulara uygulanan şer'î cezaları)
gördü ve dinledi. Fakat İslâm'ı kabul etmesi kısmet olmadı. Daha sonra
Rasûlullah'tan (s.a.) kavmine dönmek üzere izin istedi ve: "Inşaallahu
teâlâ tekrar döneceğim." dedi. Fakat, Rasûİullah (s.a.) vefat edinceye
kadar dönmek nasip olmadı.
Piskopos Ebu Haris,
Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Yanında Seyyid, Âkıb ve kavminin önde gelen zatları
vardı. Bir müddet orada kalıp Allah'ın inzal buyurduğu âyetleri dinlediler.
Rasûİullah (s.a.), piskopos ve ondan sonra gelecek piskoposlar için şu yazıyı
yazdı: "Bismülahirrahmanirrahîm. Peygamber Muhammed'den piskopos Ebu
Hâris'e ve Necrân'ın diğer piskoposları, kâhinleri, ruhbanları, mabedlerinde
bulunanları, köleleri, dinleri ve halkı ve ellerinin altında bulunan az-çok
bütün mallan Allah ve Rasûlü'nün himaye-sindedir. Ne bir piskopos
piskoposluğundan, ne bir rahip rahipliğinden, ne bir kâhin kâhinliğinden alınmayacak; haklarından
herhangi bir hak, yetki ve şu anda üzerinde bulundukları hiçbir şey
değiştirilmeyecektir. Bu hususta ebedî olarak Allah ve Rasûlü'nün himayesi
vardır. İyi davrandıkları, hayırhahhk gösterdikleri, zulme meyletmedikleri
müddetçe bu himaye geçerlidir." Bu yazıyı Muğîre b. Şu'be yazdı. Piskopos
yazıyı alınca, yanındakilerle beraber kavmine dönmek üzere izin istedi, izin
verilince de yola koyuldular.[280]
Beyhakî, İbn Mes'ûd'a
varan sahih bir isnadla şu rivayeti yapmaktadır: Seyyid ve Âkıb, Rasûlullah'a
(s.a.) geldiler. Rasûİullah (s.a.) onlarla lanet-leşmek istedi. Bunun üzerine
biri diğerine: "O'nunla lânetleşme. Vallahi eğer o peygamberse, sen de
O'nunla lânetleşirsen biz de kurtulamayız, bizden sonra gelenler de
kurtulamazlar." dedi. Heyettekiler, Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki:
"Ne istersen vereceğiz. Yalnız bizimle beraber emîn bir adam gönder; göndereceğin
adam mutlaka emîn olmalı." Rasûİullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizinle
hakikaten çok emîn birini göndereceğim." Bu söz üzerine ashabın hepsi bu
şerefli mevkie nail olmak için kendisinin de orada bulunduğunu
hissettin-yordular. Rasûİullah (s.a.): "Kalk ey Ebu Ubeyde b.
Cerrah!" buyurdu. Kalkınca da: "Bu (adam), bu ümmetin eminidir."
buyurdu.
Buharı de Sahîh'mdc,
Huzeyfe'den bunun bir benzerini rivayet et-miştir.[281]
Sahîh-i Müslim'deki
rivayette Muğîre b. Şu'be'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûİullah
(s.a.), beni Necran'a gönderdi. Onların bana söyledikleri sözler arasında şu
da vardı: "Sizin 'Ey Harun'un kızkardeşi' diye okumanız hakkında ne
dersin? Bildiğiniz gibi Musa ile îsa arasında şu kadar zaman vardı."
Rasûlullah'a (s.a.) geldim ve bu sözü haber verdim. Dedi ki: "Onlara
söylemedin mi ki onlar peygamberlerinin ve kendilerinden önceki salih
kimselerin adlarını koyarlardı."[282]
Yunus b. Bekîr yoluyla
İbn İshak'tan şu rivayet gelmiştir: "Rasûİullah (s.a.) Ali b. Ebî Tâlib'i
zekâtlarım toplamak ve cizyelerini getirmek için Necran'a göndermiştir." [283]
1— Ehl-i kitabın, müslümanların mescidlerine
girmesi caizdir.
2— Geçici
hallerde ehl-i kitabın müslümanların mescidlerinde ve müslü-manlann önünde
ibadet etmelerine imkân verilebilir. Ancak devamlı surette olursa bu imkân
verilmez.
3— Ehl-i
kitaptan bir kâhinin Rasûluüah'ın (s.a.) peygamberliğini ikrar etmesi, onun
müslüman olması için yeterli değildir. Müslüman olabilmesi için Hz. Peygamber'e
(s.a.) itaat etmesi ve O'na uyması şarttır. Bu ikrarından sonra kendi dininin
İcaplarını yerine getirmesi irtidat etmesi anlamına gelmez. Bu meselenin
misali; iki yahudi âliminin, Rasûlulîah'a (s.a.) üç soru sorup cevabını alınca:
"Şehadet ederiz ki sen peygambersin." demeleri, bunun üzerine
Rasûlullah'm (s.a.) "O halde bana tâbi olmanıza mâni olan nedir?"
diye sorması, buna karşılık ise: "Yahudilerin bizi öldürmesinden
korkarız." demeleridir. Sadece şehadet etmeleri İslâm'ın emirlerini
yerine getirmelerini gerektirmez.-Meselâ, Rasûlullah'm (s.a.) amcası Ebu
Tâlib, O'nun davasında sadık olduğuna, dininin yeryüzü dinlerinin en hayırhsı
olduğuna şehadet etmiştir, fakat bu şehadet onun İslâm ile müşerref olmasına
yetmemiştir.
Rasûlullah'm (s.a.)
hayatında (siyerde) ve sahih haberlerde ehl-i kitabın ve müşriklerin çoğunun
Rasûlullah'm (s.a.) peygamber olduğuna ve bu davasında sadık olduğuna şehadet
ettikleri, buna rağmen İslâm'a giremedikleri hususundaki haberler üzerinde
düşünenler, İslâm'ın bu durumun ötesinde bir şey olduğunu; onun sadece bilgi
olmadığını, yalnızca bilgi ve ikrar (yani peygamber olduğunu bilip anlamak ve
peygamberliğini kabul etmek) da olmadığını, bilakis İslâm denen müessesenin
bilgi, ikrar, emir ve yasaklara in-kıyad, zahirî, ve bâtını her konuda itaat
demek olduğunu göreceklerdir.
Müctehid imamlar,
"Muhammed'in Allah'ın elçisi olduğuna şehadet ederim." deyip başka
bir şey söylemeyen bir kâfirin müslüman olduğuna hükmedilir mi konusunda üç
ayrı görüş belirtmişlerdir. Şu görüşlerin üçü de İmam Ahmed'e nisbet edilmiş ve
ona ait görüşler olarak rivayet edilmiştir: 1) Bu kadarıyla bile bu kâfirin
müslüman olduğuna hükmedilir. 2) Allah'ın birliğine şehadet edinceye kadar
müslüman olduğuna hükmedilemez. 3) Tevhid inancını kabul ederse müslüman
olduğuna, kabui etmezse, edinceye kadar müslüman olmadığına hükmedilir.
Aslında bu meselenin tam olarak ele alınacağı yer burası değildir. Biz ancak
hafif bir işarette bulunduk. Bu işaretle şu noktayı açığa çıkarmak istedik:
Tevrat ve İncil'e inananlar son zamanda bir peygamberin geleceği hususunda görüş birliği
içindeydiler ve O'nu bekliyorlardı. Âlimleri, o peygamberin Muhammed b.
Abdillah b. Abdülmuttalib olduğunda hiç şüphe etmiyorlardı. Buna rağmen
İslâm'a girmiyorlardı. Çünkü kavimleri üzerindeki reislikleri, o kavimlerin
kendilerine boyun eğmeleri ve bulundukları makam sayesinde elde ettikleri
servet ve menfaatlan, müslüman oldukları takdirde bunları kaybetme korkusu,
İslâm ile aralarında bir engel oluşturmuştu.
4— Ehl-i
kitapla münazara ve mücadele etmek caiz, hatta müstehaptır. Bazılarının
müslüman olma ihtimali belirir, onları ikna edecek deliller de mevcutsa, o
durumda münazara etmek vaciptir. Delilleri serdetmekten aciz kalmayanlar böyle
bir mücadeleden kaçamazlar, aciz olanların da bu işi ehline havale etmesi
gerekir. At binicisine, ok atıcısına verilsin. Şayet uzatma endişemiz
olmasaydı, kendi kitaplarına dayanarak yahudî ve hıristiyanları, Muhammed'in
(s.a.) Allah'ın Rasûlü olduğunu ikrara mecbur bırakacak delilleri, yüzün
üzerinde olmak üzere ayrı yoldan zikrederdik. Bu konuyu müstakil bir eser
haline getirmeyi Allah'tan umuyorum.
Ehl-i kitabın
âlimlerinden biriyle aramda bir münazara oldu. Konuşma sırasında onlara dedim
ki: "Sizin, bizim Peygamberimiz'in (s.a.) peygamberliğine itiraz etmeniz
ancak Allah Teâlâ'yı ayıplamanız, O'na itiraz etmeniz, O'nu zulmün, aptallığın
ve fesadın en büyüğüne nisbet etmenizle mümkündür. Allah Teâlâ bütün bunlardan
münezzeh ve yücedir." Dedi ki: "Bu nasıl olur?" Şöyle dedim:
"Hatta ve hatta Allah'ın varlığını tümüyle inkâr etmediğiniz müddetçe
bizim peygamberimize itiraz edemezsiniz."
Bu konunun açıklaması
şöyledir: Muhammed size göre sâdık bir peygamber değildir. İddianıza göre O,
zalim bir kraldır; Allah'a iftira etmekte, söylemediği şeyleri, söyledi diye
O'na nisbet etmektedir. Buna rağmen iddiasını sonuna kadar götürecek helâlleri,
haramları koyacak, farzları emredecek, kanunları vaz' edecek, dinleri nesh
edecek, savaşıp diğer peygamberlerin hak üzere olan ümmetlerini öldürecek,
kadınlarını ve çocuklarını esir edecek, ülkelerini ve mallarım ellerinden
alacak, bütün bir yeryüzünü fethedin-ceye kadar bu halde devam edecek, bütün bu
olanları Allah'a ve Allah'ın kendisine olan sevgisine bağlayacak; Allah Teâlâ
da O'nu ve hak üzere olan diğer peygamberlerin kavimlerine neler yaptığını
görecek. Sonra O, yirmi üç sene bu şekilde Allah'a iftira etmeye devam edecek,
bütün bunlara rağmen Allah kendisini destekleyecek ve yardım edecek, makamım
yüceltecek, beşer gücünün üstünde zaferler kazanmasına imkân verecek; hepsinden
daha garibi de dua ettiği zaman duasına icabet edecek, elini kolunu
kıpırdatmadan düşmanlarını helak edecek, hatta bazan dua bile etmeden Allah
Teâlâ onların kökünü
kazıyacak,.daha sonra da her arzusunu yerine getirecek, O'na her güzel vaadle
söz verecek ve bütün vaadlerini en mükemmel şekliyle yerine getirecek!.. İşte
bütün bu olanlar size göre zulmün, iftiranın ve yalanın en son noktasıdır.
Çünkü Allah'a yalan nisbet eden ve bu yalanında ısrarla devam eden kimseden
daha büyük yalancı yoktur. Peygamberlerin ve Rasûllerin dinlerini bâtıl sayan»
bu dinleri yeryüzünden silmek ve dilediği başka bir dinle değiştirmek isteyen,
Allah dostlarını, bağlılarını ve "peygamberlerini öldüren, bu hususta da
zaferler elde eden, bütün yaptıkları Allah tarafından kabul edilen, Allah'ın
kendisine vahiy gönderdiğini ve: "Allah'a karşı yaian uydurandan, yahut
kendine hiçbir şey vahyedilmemişken 'Bana da vahyolundu.' diyenden, ve 'Ben de
Allah'ın indirdiği âyetlerin benzerini indireceğim.' diye söyleyenden daha
zalim kim vardır?"[284]'
diye haber verdiğini söyleyen kimseyi Allah kahretmiyorsa, bütün bunlar olup
biterken o hâlâ yoluna devam ediyorsa, siz ey O'nu yalanlayanlar; şu iki şıktan
birini kabul etmek zorundasınız:
Birincisi: Bu âlemin
bir yaratıcısı ve idarecisi yoktur. Şayet âlemin kudret ve hikmet sahibi,
herşeyi idare eden bir yaratıcısı olsaydı O'nun bu yaptıklarına izin vermez,
karşılıksız bırakmaz ve O'nu diğer zalimlere ibret olacak şekilde
cezalandırırdı. Çünkü dünyada sultanlara bundan başkası yakışmazsa, yerin ve
göklerin sultam, sahibi ve mâliki olan hâkimlerin hâkimine başka türlüsü
yakışmaz.
İkincisi: Allah
Teâlâ'yı, kendisine lâyık olmayan bir şekilde zulme, ahmaklığa, zalimliğe,
mahlûkatı daima sapıklığa düşürmeye nisbet edecek, hatta bir yalancıya yardım
ettiğini, O'nu yeryüzünde güçlü kıldığını, dualarını kabul ettiğini,
kendisinden sonra da davasını devam ettirdiğini ve devamlı olarak
yücelttiğini, asırlar boyunca her yerde O'nun peygamberliğine şehadeti ve O'nun
davetini açığa çıkardığını söyleyeceklerdir. Hiç hâkimlerin hâkimi v.1
merhametlilerin en merhametlisi böyle yapar mı? Âlemlerin Rabbı olan Allah'a en
büyük ayıbı ve en muazzam kusuru isnad ettiniz. O'nu külliyen inkâr ettiniz.
Biz birçok yalancının ortaya çıktığını ve belli bir dereceye kadar
güçlendiğini inkâr etmeyiz. Fakat hiçbirinin işi sonuna kadar sürmemiş,
ömürleri uzun olmamış; Allah Teâîâ, öylelerinin üzerine peygamberlerini ve
peygamberlerinin yolundan gidenleri musallat etmiş, köklerini kazımış, varlıklarından
eser bırakmamıştır. Dünya yaratıldığından beri ilâhî sünnet böyledir, kıyamete
kadar da böyle olacaktır.
Benden bu sözleri
işitince dedi ki: "O'na (Rasûlullah'a) zalim ve yalancı
demekten Allah'a sığınırız. Ehl-i
kitaptan insaflı olan herkes O'na tâbi olanın, yolundan gidenin ahirette
saadete ve kurtuluşa nail olacağını itiraf eder." Bunun üzerine dedim ki:
"Bir yalancının yolundan giden, izini takib eden kimse, iddianıza göre
nasıl saadet ve kurtuluşa erebilir?" Artık O'nun peygamberliğini
itiraftan başka bir yol bulamadı; "Ancak kendilerine
gönderilmediğini" söyledi. Dedim ki: "O'nu tasdik etmen gerekir.
Âlemlerin Rabbi'nin, ümmî olsun, münevver olsun bütün insanlara göndermiş bulunduğu
elçisi olduğu hususundaki haberler tevatür derecesindedir. Ehl-i kitabı da
dinine davet etmiş, girmeyenlerle zilleti kabul edip cizye verinceye kadar
savaşmıştır." Kâfirin dili tutuldu, hemen kalkıp gitti.
Bundan maksat şudur:
Rasûlullah (s.a.) vefat edinceye kadar, her çeşit din ve inanca sahip
kâfirlerle mücadeleye devam etmiştir. Kendinden sonra ashabı da böyle
yapmıştır. Allah Teâlâ, Peygamberine; hem Mekkî hem de Medenî sûrede kâfirlerle
en güzel bir şekilde mücadele etmesini emretmiştir. Bütün deliller ortaya
çıktıktan sonra da inkârda ısrar edenleri lanetleşmeye davet etmesini
emretmiştir. Bu din böylece kâim olmuş, kılıç ancak delile bir yardımcı
kılınmıştır. Kılıçların en âdili Allah'ın delillerine ve burhanlarına yardımcı
olan kılıçtır; o da Rasûlü'nün ve O'nun ümmetinin kılıcıdır.
5— Kim bir
mahlûka lâyık olduğundan daha fazla tazim göstererek onu kulluk makamının
üstüne çıkarırsa Allah'a şirk koşmuş ve Allah ile beraber başkasına da kulluk
etmiş olur. Bu ise bütün peygamberlerin davetine aykırıdır.
Rasûlullah'm (s.a.)
Necran'a yazdığı mektupta "İbrahim, İsmail ve Ya-kub'un ilâhı'nın
adıyla" başladığı şeklindeki rivayetin sıhhatli olduğunu sanmıyorum.
Herakl'e mektup yazdığında "Bismilîahirrahmanirrahîm" ile başlamıştı.
Krallara gönderdiği mektuplarda, âdeti bu idi. Bu konu ilerde gelecektir
inşaallah. Bu rivayette yukarıda zikredildiği gibi nakledilmiş ve bu olayın;
"Tâ sîn. Bunlar, Kur'an'ın ve belagatlı kitabın âyetleridir."[285]
âyetinin inmesinden önce olduğu söylenmiştir. Bu ise yanlış üstüne yanlıştır.
Zira bu sûre ittifakla Mekkîdir. Peygamberimizin Necran'a mektup yazması ise
Te-bük seferinden sonradır.
6—
Kâfirlerin elçilerinde bir tekebbür ve gurur alâmeti görülürse onlan hor
görerek, konuşmamak caizdir. Çünkü Rasûlullah (s.a.) elçilerle, üzerlerindeki
ipekli elbiseleri ve altınları çıkanncaya kadar konuşmadı, selâmlarını almadı.
7— feâtıl
üzere bulunanlarla mücadelede sünnet olan şey, onlara her türlü delilleri
zikrettikten sona yine hakka dönmezler, küfürlerinde inat ederlerse onları
lânetleşmeye davet etmektir. Allah Teâlâ, Rasûlü'ne bunu emretmiş ve
"Senden sonra ümmetin için bu caiz değildir." dememiştir. Rasûlullah'ın
(s.a.) amca oğlu Abdullah b. Abbas, bazı fıkhî konuları inkâr eden kimseyi
lânetleşmeye davet etmiş, ashabın hiçbiri bu duruma karşı çıkmamıştır. Süf-yân
es-Sevrî de, namaz içerisinde rükua giderken ellerin kaldırılması konusunda
muhalifini lânetleşmeye davet etmiş ve zamanındaki âlimlerin hiçbiri bu davete
karşı çıkmamıştır. Bu davet, münkirlerin önüne serilen delillerin
kemâlindendir.
8— Devlet
başkanının istemiş olduğu elbise ve mal karşılığında ehl-i ki-tab ile sulh
yapmak caizdir. Bu eşyalar onlar için cizye yerine geçer. Her bir ferdi tek tek
cizyeye mecbur etmeye gerek yoktur. Aksine onlardan istenen malın tamamı, hepsi
adına cizye sayılır ve kendileri, ödeyecekleri malı aralarında istedikleri
gibi bölüşebilirler. Rasûlullah (s.a.), Muaz'ı Yemen'e gön-derince ona, buluğa
eren herkesten bir dinar ve mukabilini almasını emretti. Bu iki mesele
arasındaki fark şudur: Necran halkı arasında müslüman yoktu. Hepsi sulh
ehliydi. Yemen ise dârülislâm'dı ve içlerinde yahudiler vardı. Rasûlullah
(s.a.), o yahudilerin her birini cizye ödemeye tâbi tuttu. Fıkıhçı-Iar, cizyeyi
böyle bir duruma has olarak görürler, birinci mesele için görmezler.
9— Elbise,
diyet olarak alındığı gibi zimmet sabit olması da caizdir. Bu duruma göre selem
ve kefalet akdiyle ve telef halinde de zimmet sabit ölür. Mehir ve hul'
(kadının ödediği ücret mukabili boşanma çeşidi) ile de zimmet sabit olur.
10—
Ödemeleri üzere anlaşma yapılan malların cinslerim daha sonra hesaplayarak
başka cins mallarla değiştirmek caizdir.
11— Devlet
başkanı, kâfirlere; elçilerini barındırmalarını, onlara ikramda bulunup sayılı
günler içinde onları misafir etmelerini şart koşabilir.
12—
Kâfirlere, müslümanların ihtiyaç duydukları silah, binek, eşya vs. ödünç olarak
vermelerini şart koşabilir. Bu ödünç eşya teminat altındadır. Ancak, bu durum
şart koşulması ile sabit mi olmuştur, yoksa ta baştan itibaren şeriatın koymuş
olduğu hüküm gereği midir? Bu konu ihtimallidir. Bu mevzudaki açıklama Huneyn
gazası bahsinde geçmişti. Orada, geri vermeyi garanti ettiği açıklanmış, telef
olması haline hiç dokunulmamıştı.
13— İslâm
devlet başkanı ehl-i kitabın faizle muamelede bulunmasına izin vermez. Çünkü onların dininde de haramdır. Aynı şekilde içki, livata ve zinaya da izin vermez. Bu suçlan
işleyenleri İslâm'ın emrettiği cezalarla cezalandırır.
14—
Müslümanlar arasında bir kişinin diğerinin yerine cezalandırılması caiz
olmadığı gibi kâfirler arasında da caiz değildir. Her iki durumda da bu
zulümdür.
15—
Kâfirlerle yapılan zimmüik anlaşması onların huzur ve emniyeti ihlâl etmedikleri
sürece geçerlidir. Müslümanlara tuzak kurdukları ve dinlerini ifsada
kalkıştıkları zaman ne emân kalır, ne de zimmet. Biz ve başka âlimler,
zimmîler, Şam'da büyük bir yangın çıkardıkları zaman —bu yangın merkez camiye
kadar ilerlemişti—, emânlarının kalmadığı konusunda fetva vermiştik. Aynı
zamanda herhangi bir şekilde onlara yardım eden, hatta yardımcı olmadığı halde
bu durumu bilip de gizleyen, valiye bildirmeyen herkesin emân ve zimmetinin
kaldırıldığına fetva vermiştik. Çünkü bu hadise İslâm ve müs-lümanlar için en
büyük hile ve zararlardan sayılmıştı.
16— Devlet
başkanı, sulh yaptığı millete İslâm'ın maslahatı için âlim bir müslüman
gönderir. Bu zat gerçekten emîn olmalı, Allah ve Rasûlü'nün rızasından başka
hiçbir gayesi ve arzusu bulunmamalıdır. İşte hakiki emîn kimse budur. Ebu
Ubeyde b. Cerrâh'ın hali en güzel misaldir.
17— Ehl-i
kitapla münazara etmek, sordukları şeylere cevap vermek, ce-vapiayamadığı
sorulan âlimlere arzetmek gerekmektedir.
18— Bir
sözün, —aksine delil olmadıkça— zahirî mânası kastedilir. Böyle olmasaydı
Muğîre, âyet-i kerimedeki, "Ey Harun'un kızkardeşi" ifadesini kapalı
bulmazdı. Diğer taraftan da bu âyette zikredilen Harun'un Harun b. İmrân
olduğuna dair bir delil yoktu ki anlamayı güçleştirecek bir kapalılık bulunsun.
Aksine, soruyu soran kimse bile ilâveyi getirmiş ve onun Harun b. İmrân
olduğunu söylemiştir. Bununla da yetinmeyip Musa b. İmrân'ın kardeşi olduğunu
da eklemiştir. Âyetteki lafzın bu ilâvelerden hiçbirine delâlet etmediği
malumdur. Sorunun bu şekilde sorulması ya cehaletten veya kötü niyetten
kaynaklanmaktadır. [286]
İbn îshâk'ın:
"Hz. Peygamber (s.a.), Ali b. Ebî Talib'i Necran halkının zekâtlarım
toplaması ve cizyelerini getirmesi için gönderdi." rivayetinde çelişki
olduğu zannedilebilir. Çünkü zekât (müslümanlardan alınan bir vergi olduğu
için) ile cizye (gayrimüslimlerin ödediği bir vergi olduğu için) bir araya
gelmez. Bundan daha garibi, İbn İshâk ve diğerlerinin zikrettiği şu rivayettir:
"Hz. Peygamber (s.a.), hicretin onuncu senesi Rebîulahir veya Cu-mâdelûlâ
ayında Hâlid b. Velid'i Mecran'da Haris b. Kâ'b oğullarına gönderdi ve
savaşmadan önce üç kere onları İslâm'a davet etmesini, müşlüman olurlarsa kabul
etmesini, reddederlerse savaşmasını emretti. Hâlid b. Velid çıktı ve o bölgeye
vardı, her tarafa atlılar çıkarıp İsâm'a davete başladı. Onlar da bu davete
uyarak müşlüman oldular. Bunun üzerine, Hâlid b. Velid orada kalıp İslâm'ı
öğretmeye başladı. Rasûlullah'a (s.a.) bir mektup yazıp durumu bildirdi.
Rasûlullah (s.a.) da gönderdiği cevapta onlardan bir heyetle beraber gelmesini
emretti. Daha önce de geçtiği gibi heyet geldi. Rasûlullah (s.a.) onlarla iki
bin elbise vermeleri şartıyla sulh anlaşması yaptı; onlara bir emân yazısı
yazarak dinlerine dokunulmayacağını, askere çağırılmayacakla-rını, öşür
istenmeyeceğini belirtti."
Bu rivayetteki
çelişkinin cevabı şöyledir: Necran halkı iki sınıftı. Hıristiyanlar ve
hıristiyan olmayan ümmîler. Hıristiyanlarla, daha önce geçtiği üzere sulh
anlaşması yapılmıştır. Ümmîlere gelince; Hâlid b. Velid'i onlara göndermiş,
onlar da İslâm'ı kabul etmişler ve heyetleri Rasûlullah'a (s.a.) gelmişti.
Rasûluilah'ın (s.a.): "Cahiliye döneminde düşmanlarınıza ne ile galip
geliyordunuz?" sorusunu sorduğu kimseler bunlardı. Onlar da: "Bir
arada durur, dağılmaz ve de zulme ilk önce başlayan biz olmazdık." diye
cevap verdiler. Rasûlullah (s.a.): "Doğru söylediniz." buyurdu.
Başlarına Kays b. Hu-sayn'ı emîr tayin etti. îşte onlar Haris b. Kâ'b
oğullarıydı.
Ali b. Ebî Tâlib'in
Necran halkına gönderilip zekât ve cizyelerini getirmesini istemesi ile ilgili
rivayete gelince; bu rivayetle her iki sınıf kastedilmiştir. Zekât müşlüman
olan sınıfa, cizye ise hıristiyanlara aittir. [287]
İbn İshâk der ki:
Ferve b. Amr el-Cüzâmî, Rasûlullah'a (s.a.) bir elçi göndererek müşlüman
olduğunu bildirdi. O'na beyaz bir katır hediye etti. Ferve, Rumların Araplar
üzerine tayin ettiği vali idi. Maan ve Şam bölgeleri ona tâbi idi. Rumlar
Ferve'nin müşlüman olduğunu haber alınca yakalayıp hapsettiler. Rumlar onun
Filistin'de Afra suyunun üzerinde çarmıha gerilmesine karar verince şu
beyitleri söyledi:
"Acaba Selmâ'ya
kocasının Afra suyunda bir ağacın üzerinde (çarmıha gerildiği) haberi geldi mi?
Bir deve ki, hiçbir
erkek deve onun anasına çekilmedi ve bir ağaç ki dal lan orakla kırpıldı."
îbn İshâk der ki:
Zührî'nin iddiasına göre onu öldürmek için geldiklei zaman şöyle söylemiştir:
"Müslümanların
efendisine bildir ki ben kemiklerim ve makamımla Rab bıma teslim oldum."
Sonra bu su üzerinde
boynunu vurup çarmıha gerdiler. Allah Teâlâ ran met eylesin[288]
İbn İshâk, Muhammed b.
Velîd b. Nüveyfi'—İbn Abbas'm kölesi Küreyb—İbn Abbas yoluyla yapmış olduğu
rivayette der ki: Sa'd b. BekroğuW lan, Dımâm b. Sa'lebe'yi Rasûlullah'a (s.a.)
temsilci olarak gönderdiler. Dımam geldi, devesini mescidin kapısında çökertti,
ayağını bağladı. Sonra Rasûluİ lah (s.a.), mescidde ashabının arasında
otururken yanına girdi ve: "Hangi niz Abdülmuttalib oğlusunuz?" dedi.
Rasûlullah (s.a.): "Ben Abdülmutta lib oğluyum." dedi. Bu sefer:
"Muhammed mi?" sorusunu yöneltti. O da "Evet" dedi. Bunun
üzerine: "Ey Abdülmuttalib oğlu! Bana darılıp kirili mazsan sana ağır bir
soru sormak istiyorum." dedi. Rasûlullah (s.a.): "N§ İstersen sor,
katiyen kırılmam." diye cevap verince sordu:
— Senin, ailenin, senden önceki ve sonrakilerin
ilâhının aşkına söylö seni bize Rasûl olarak Allah mı gönderdi?
— Rabbım şahittir ki,
evet.
— Senin, senden öncekilerin ve sonradan
geleceklerin ilâhı olan Alla' aşkına söyle. O'na ibadet edip başkasını O'na
şirk koşmamamızı, babalar; rmzın taptığı bu putları terketmemizi sana Allah mı
emretti?
— Rabbım şahittir ki, evet.
Dımâm, daha sonra
teker teker İslâm'ın farzlarını (şartlarını) sayma^ başladı. Namazı, zekâtı,
orucu, haccı, İslâm'ın bütün farzlarını soruyor § her bir farzda daha önce
yaptığı gibi yemin veriyordu. Sorularının hepsiî sorduktan sonra: "Ben şehadet ederim ki Allah'tan
başka ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlü'dür.
Bu farzları edâ edip nehyettiklerinden de kaçınacağım. Bu dediklerine ne bir
şey ilâve eder, ne de bir şey eksik bırakırım!" dedi ve dönüp devesine
doğru gitti. O dönüp giderken Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer bu
saçları çift örgülü olan şahıs doğru söylediyse cennete girecektir."
Dımâm, güçlü-kuvvetli ve gür saçlı bir adamdı; saçlarını örerek ikiye ayırırdı.
Daha sonra devesinin yanına geldi, bağım çözdü, yola çıkıp kavminin yanma
geldi. Kabile halkı gelip toplandılar. Ağzından ilk çıkan söz: "Lât ve
Uzzâ ne kötüdür!" cümlesi oldu. Dediler ki: "Sus ey Dımâm! Alaca,
cinnet ve cüzzam hastalıklarına yakalanmaktan kork!" Dedi ki:
"Yazıklar olsun size! Onların ne bir faydası ne de bir zararı dokunur.
Allah size bir peygamber gönderdi ve O'na bir kitap indirerek o kitapla sizi
içinde bulunduğunuz durumdan kurtardı. Ben Allah'tan başka ilâh olmadığına,
Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet ederim. Ben size O'nun
emirlerini ve nehiylerini getirdim." Allah'a yemin olsun ki, o gün akşam
olmadan bölgesinde bulunan kadın-erkek herkes müslüman oldu.
İbn İshâk der ki:
"Dımâm b. Sa'lebe'den daha faziletli bir temsilci duymadık."[289]
Bu kıssanın benzeri,
Sahîh-i Buharı ve Müslim''de de Enes (r.a.) rivaye-tiyle zikredilmiştir.[290]
Hac ibadetinin bu
kıssada zikredilişi, Dımâm'ın hac farz olduktan sonra geldiğini göstermektedir
ki bu ihtimal uzaktır. Herhalde bu cümle bazı râ-viler tarafından ilâve
edilmiştir.'[291]
Allah en iyi bilir. [292]
Ebu Bekir el-Beyhakî,
Cami' b. Şeddâd yoluyla yaptığı rivayette Târik b. Abdillah denilen bir adamın
şöyle söylediğini nakleder: Mecaz panayırında bulunuyordum. O sırada üzerinde
cübbesi olan ve: "Ey insanlar! Lâ ilahe illallah deyiniz, kurtuluşa
eriniz." diyen bir adam geldi. Arkasında da birisi O'nu takip ediyor, O'nu
taşlıyor ve: "Ejj insanlar! O'na inanmayınız, O yalancıdır!"
diyordu. Dedim ki: "Bu kimdir?" Dediler ki: "Hâşimoğullann-dan,
Allah'ın elçisi olduğunu iddia eden bir adam." "Peki arkasında onu
taşlayan kim?" dedim. "Amcası Abdüluzzâ." dediler. Herkes
müslüman olunca hicret etti. Biz de Rabeze'den, çıktık, hurma almak için
Medine'ye gitmek istiyorduk. Medine'nin hurmalıklarına yaklaştığımızda:
"Burada mola verip elbiselerimizi değişelim." dedik. Karşımıza bir
adam çıkıverdi, elbiseleri eskimişti. Bize selâm verip: "Nereden
geliyorsunuz?" diye sordu. "Rabeze'den." dedik. "Pekiyi,
nereye gidiyorsunuz?" dedi. "Bu şehre." dedik. "Orada ne
yapacaksınız?" dedi. "Hurma alacağız." dedik. Yanımızda,
hevdeete (deve çadırında) bulunan bir kadın ve boynunda yuları olan kırmızı bir
devemiz vardı. "Devenizi satar mısınız?" dedi. "Şu kadar ölçek
hurma karşılığında satarız.'* dedik. Söylediğimiz miktardan hiçbir indirim
teklif etmedi. Devenin yulannı tuttu ve çekip gitti. Medine hurmalıkları
arasında gözden kaybolunca kendi kendimize dedik ki: "Biz ne yaptık,
vallahi ne tanıdığımız bir adama sattık deveyi ne de ücretini aldık."
Yanımızda bulunan kadın dedi ki: "Vallahi ben o adamın yüzünü dolunay
halindeki bir ay parçası gibi gördüm, devenizin bedeline ben kefilim."
İbn îsUâk'ın
rivayetine göre kadın dedi ki: "Dövünüp durmayın. Onda size haksızlık
yapmayacak bir adamın çehresini gördüm. Onun yüzünden daha çok dolunaya
benzeyen başka bir şey görmedim." Onlar bu haldeyken bir adam geldi ve:
"Rasûlullah'ın (s.a.) size gönderdiği elçisiyim. İşte hurmanız, yeyiniz,
doyunuz ve tartıp, hakkınızı da alınız." dedi.
Doyuncaya kadar yedik.
Sonra tartarak hakkımızı aldık ve daha sonra şehre girdik, mescide geldik.
O da minberde ashaba
hitap ediyordu. Hutbesinden şu sözleri duyabildik: "Sadaka veriniz,
sadaka sizin için hayırlıdır. Veren el alan elden üstündür. (Vermeye de)
anneniz, babanız, bacınız, kardeşiniz, daha sonraki yakınlarınız (dan
başlayınız).'' Bu sırada Yerbu' oğullarından veya Ensar'dan bir adam karşısına
geldi ve dedi ki: "Ya Rasûlallah! Bizim bunlarla cahiliye döneminde bir
kan davamız vardı." Rasûlullah (s.a.): "Ana evladına karşı cinayet
işlemez." buyurdu ve bu sözü üç kere tekrarladı.[293]
Tüceyb[294]
heyeti Rasûlullah'a (s.a,) geldi. Sekûnoğullanndan[295] on
üç kişi idiler ve Allah'ın üzerlerine farz kıldığı zekâtlarını getiriyorlardı.
Rasû-lullah (s.a.) gelişlerine sevindi, onlara izzet ve ikramda bulundu.
Dediler ki: "Ya Rasülallah! Allah'ın mallarımız üzerindeki hakkını sana
getirdik." Ra-sûlullah (s.a.): "Geri götürüp fakirleriniz arasında
paylaştırın." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Biz sana fakirlerimizin
ihtiyacını karşıladıktan sonra geri kalanı getirdik." dediler. Ebu Bekir
(r.a.) buyurdu ki: "Ya Rasûlailah! Hiçbir arap kabilesi Tüceyb
kabilesinirfbu kolunun geldiği gibi gelmedi." Bunun üzerine Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Hidayet Allah'ın (c.c.) elindedir. Kim için hayır
dilerse onun göğsünü imana açar."
Tüceybliler,
Rasûlullah'tan (s.a.) bazı şeyler istediler. O da istediklerini bir yazı ile
tesbit edip verdi. Kur'an'dan ve sünnetten bazı şeyler sormaya başladılar.
Rasûiullah'ın (s.a.) onlara olan muhabbeti daha arttı ve Bilâl'e (r.a.) onları
ağırlamakta kusur etmemesini emretti.
Tüceybliler birkaç gün
kaldılar, fazla durmadılar. "Niçin acele ediyor-sunuz?",denildiğinde,
dediler ki: "Geride bıraktıklarımıza döneceğiz. Onlara Rasûlullah'ı (s.a.)
gördüğümüzü, O'nunla konuştuğumuzu ve bize verdiği cevaplan haber
vereceğiz." Sonra Rasûlullah'a (s.a.) gelerek vedalaştılar Rasûlullah
(s.a.), Bilâl'ı (r.a.) onlara gönderdi ve daha önce hiçbir heyete vermediği
mükâfatlar verdi. Sonra: "Başka kimse kaldı mı?" diye sordu.
"Evet, bineklerimizin yanında bekleyen bir delikanlı var. O bizim en
küçüğümüz-dür." dediler. "Onu bana gönderin." buyurdu.
Bineklerinin yanına dönünce delikanlıya: "Rasûlullah'a (s.a.) git ve
ihtiyacım gider. Biz ihtiyaçlarımızı temin edip vedalaştık." dediler.
Delikanlı Rasûlullah'a
(s.a.) geldi ve: "Ya Rasûlallah! Ben Ebzâoğulla-rındanım, biraz önce sana
gelen ve ihtiyaçlarını giderdiğin kafiledenim. Benim ihtiyacımı da karşıla ey
Allah'ın Rasûlü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "Senin ihtiyacın
nedir?" dedi. O da: "Arkadaşlarım her ne kadar İslâm'ı arzulayarak
geldiler ve zekâtlarını da getirdilerse de, benim ihtiyacım onlannkine
benzemiyor. Allah'a yemin olsun ki beni beldemden buralara kadar getiren şey
sadece, senin Allah'a benim için dua ederek beni bağışlamasını, bana merhamet
etmesini ve gönül zenginliği vermesini istemendir." dedi. Hz. Peygamber
(s.a.) delikanlıya döndü ve: "Ey Allah'ım! Sen onu bağışla, ona merhamet
eyle ve zenginliğini gönlünde kıl!" diye dua etti. Arkadaşlarından her
birine ne verilmişse, ona da aynısının verilmesini emretti. Sonra heyettekiler
dönüp kavimlerine gittiler.
Daha sonra hicretin
10. yılı hac mevsiminde Mina'da Rasûiullah'ın (s.a.) yanma geldiler ve:
"Biz Ebzâoğullanndamz." dediler. Rasûlullah (s.a.); "Sizinle
beraber bana gelen delikanlı ne yapıyor?" diye sordu. "Ya Rasûlallah!
Onun gibisini daha önce hiç görmedik. Allah'ın verdiği rızka ondan daha çok
kanaat gösteren kimse ile konuşmadık. İnsanlar dünyanın tamamını bölüşecek olsalar
hiç dönüp bakmaz." dediler. Rasûlullah (s.a.) bunun üzerine: "Elhamdülillah,
ben onun toptan, bütün uzuvlarıyla öleceğini umarım." buyurdu. İçlerinden
birisi: "Her bir insan toptan ölmez mi ya Rasûlallah?" diye sordu.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İnsanın arzuları ve elemleri
dünyanın çeşitli vadilerine dağılmıştır. Ölüm onu bu vadilerden birinde
yakalayacak, bu esnada arzulan ve emelleri dolayısıyla herşeyiyle toptan ecelin
kendisini yakaladığı vadide bulunamayacaktır. Kulun bu vadilerden hangisinde
öldüğü Allah için önemli değildir."
Sonrasını şöyle
anlattılar: Bu delikanlı aramızda en faziletli bir hal ile, en çok zühd üzere
ve kendisine ayrılan rızka kanaat göstererek yaşadı. Rasûlullah (s.a.) vefat
edince, Yemen halkından bazıları İslâm'dan çıktı. Bu adam kavmi arasında kalktı
ve onlara Allah'ı ve İslâm'ı hatırlattı. Böylece onlardan hiç kimse İslâm'dan
dönmedi. Hz. Ebu Bekir Sıddîk, onu hatırlar ve sorardı, sonunda durumunu ve
yaptığı hizmetleri haber aldı ve Ziyâd b. Le-bîd'e mektup yazarak onun hakkında
tavsiyelerde bulundu.[296]
Vâkıdî,
Ebu'n-Numan'dan, Sa'd Hüzeym oğullarından olan babasının şöyle anlattığını
naklediyor: Kavmimizi temsil eden heyetten bir temsilci olarak Rasûlullah'a
(s.a.) geldim. Allah Rasûlü (s.a.) bütün beldelere hükmetmiş ve Araplar O'na
boyun eğmek zorunda kalmışlardı. İnsanlar iki sınıfa ayrılmıştı: Ya arzu ederek
müslüman olanlar veya kılıçtan korkanlar. Medine'de bir köşede konakladık.
Sonra mescide doğru yola çıktık, kapısına kadar geldik. Rasûlulîah'ı (s.a.)
cenaze namazı kılarken bulduk. Bir köşede bekledik, namaza iştirak etmeyip
Rasûlullah (s.a.) ile karşılaşmak ve O'na bîat etmek istedik.
Sonra Rasûlullah
(s.a.) dönüp bize baktı ve bizi çağırdı. "Siz kimlersiniz?" diye
sordu. "Sa'd Hüzeym oğullanndamz." dedik. "Müslüman
mısı-mz?" diye sordu. Bizde: "Evet" dedik. Bunun üzerine:
"Kardeşinizin cenaze namazını kılmadınız rm?" diye sordu. Biz:
"Sana bîat edinceye kadar bize caiz olmaz sanmıştık ey Allah'ın
Rasûlü."dedik. Buyurdular ki: "Nerede müslüman olursanız sizler
müslümansımz." Biz de: "İslâm'a girdik ve İslâm üzere Rasûlullah'a
(s.a.) bîat atik." dedik.
Sonra bineklerimizin
yanına döndük. En küçüğümüzü eşyamızın yanında bırakmıştık. Rasûlullah (s.a.)
bizi çağırması için bir adam göndermişti. O da bizimle geldi. Rasûlullah'ın
(s.a.) yanma varıp İslâm'a bîat etti. "Ya Rasûlallah! O bizim en küçüğümüz
ve hizmetçimizdir." dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir kavmin
en küçüğü onların hizmetine bakar. Allah bereketini onun üzerine kılsın."
Vallahi o zat, Rasûlullah'ın (s.a.) duası sebebiyle, bizim en hayırlımız ve en
çok Kur'an okuyanımız idi. Daha sonra Rasûlullah (s.a.) onu bize emîr tayin
etti. Bize imamlık da yapıyordu. Yola çıkmayı istediğimizde Bilâl'e (r.a.)
emredip bize ûkıyyelerle gümüşler ikram etti. Kavmimize döndük. Allah, (c.c.)
hepsine İslâm'ı nasip etti.[297]
Ebu Rabî b. Sâlim,[298]
el-îktifâ adlı eserinde der ki: Rasûlullah (s.a.) Te-bük'ten dönünce on küsur
kişilik Fezâreoğullan heyeti yanma geldi. İçlerinde Hârice b. Hısn ve Uyeyne
b. Hısn'ın kardeşinin oğlu Hurr b. Kays vardı; heyettekilerin en küçükleri bu
idi. Ramle bt. Hâris'in evinde konakladılar, îs'âm'ı kabul ederek Rasûlullah'a
(s.a.) geldiler. Beldelerinde kuraklık vardı, bu yüzden çok zayıf bineklerle
gelmişlerdi. Rasûlullah (s.a.) beldelerinin halini sordu. İçlerinden birisi:
"Ya Rasûlallah! Beldemize kuraklık çöktü, hayvanlarımız helak oldu,
bostanlarımız kurudu; evlatlarımız aç kaldı. Rabbına duâ et bize yağmur
yağdırsın. Bizim için Rabbın katında şefaatta bulun. Rabbın da bizim için sana
şefaatta bulunsun." dedi. Bu söz üzerine Rasûİullah (s.a.)
buyurdu ki:
"Sübhanaüah, yazıklar olsun sana! Ben, ancak Rabbım katında tevessülde bulunurum,
Rabbımız kime tevessülde bulunacak? O azamet sahibinden başka ilâh yoktur.
O'nun kürsîsi, yeri ve gökleri kuşatmıştır. Gök^ ler ve yer o kürsînin
celâlinden ve azametinden yeni yapılmış bir semer gibi gıcırdar." Sonra
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Allah Teâlâ sizin sevginize,
sıkıntınıza ve sıkıntınızın geçmesinin yaklaşmasına gülmektedir." Be-devî:
"Ya Rasûlallah! Rabbımız azze ve celle güler mi?" diye sordu. Rasûlullah
(s.a.): "Evet." dedi. Bu söz üzerine bedevî: "Gülen Rabbın
hayrından mahrum kalmayacağız!" dedi. Rasûlullah (s.a.), onun bu sözüne
güldü ve minbere çıktı, bir konuşma yaptı. Yağmur duasından başka hiçbir duada
ellerini kaldırmazdı. Ellerini koltuk altları gözükecek kadar kaldırdı. O'nun
yaptığı duadan bir kısmı şöyle mahfuzdur: "Allah'ım! Beldelerini ve hayvanlarını
suya kavuştur. Rahmetini yay, ölmüş olan beldeni canlandır! Allah'ım; bizi
bolluğa, berekete, afiyete sebep olacak, bütün beldeleri içine alacak, geciktirilmeyen,
âcil olan, zarara sebep olmayıp faydalı olan bir yağmurla suya kavuştur!
Allah'ım; Senden rahmet yağmurları istiyoruz; azaba, helake, boğmaya ve
felâkete sebep olacak tufan değil. Allah'ım! Bizi suya kavuştur ,ye
düşmanlarımıza karşı bize yardım et!"[299]
Esedoğullanndan on kişilik
bir heyet Rasûlullah'a (s.a.) geldi. Aralarında Vâsıbe b. Ma'bed ve Talha b.
Huveylid vardı. Geldiklerinde, Rasûlullah (s.a.) ashabıyla beraber mescidde
oturuyordu. Konuşurlarken sözcüleri dedi ki: "Ya Rasûlallah! Biz, Allah'ın
birliğine ve hiçbir ortağı olmadığına, senin de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna
şehadet ettik. Sana geldik ey Allah'ın Rasûlü. Bize elçi göndermedin, biz
kavmimizin temsilcileriyiz."
Muhammed b. Kâ'b
el-Kurazî dedi ki: Allah Teâlâ, Rasûlü'ne şu âyeti indirdi: "İslâm
olmalarını senin başına kakıyorlar. De ki: Müslüman olmanızı benim başıma
kakmayın. Hayır, eğer sâdık kimselerseniz, aksine sizi imana eriştirmekle Allah
sizi minnet altında bırakır."[300]
O gün Rasûlullah'a
(s.a.) sordukları sorular arasında, bazı şeyleri uğurlu ya da uğursuz sayarak
hüküm vermek, kehânette bulunmak ve yine taş parçalarım kullanarak geleceğe ait
hükümler vermek gibi hususlar vardı. Ra-sûlullah (s.a.) onları bunların
hepsinden menetti. Bunun üzerine dediler ki: "Biz bu işlerin hepsini
cahiliye döneminde yapıyorduk. Yaptığımız bir işimiz daha vardı, onun hakkında
ne dersin?" Rasûlullah (s.a.): "Nedir o?" diye sordu.
"Çizgi çizmek." dediler. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bu iş
peygamberlerden birisine öğretilmişti. Kimin çizgisi onun çizgisine uygun düşerse
öğrenmek istediği şeyi bilir. "[301]
Vâkidî, Kerime bt.
Mikdâd'ın şöyle söylediğini rivayet eder: Annem Du-bâa bt. Zübeyr b.
Abdilmuttalib der ki: Behrâ heyeti, Yemen'den Rasûlullah'a (s.a.) geldi. On üç
kişi idiler. Bineklerini yederek Mikdâd'm kapısın^ kadar geldiler. Biz,
Hudeyleoğulları yurdundaki evimizdeydik. Mikdâd onları karşılamaya çıktı.
"Hoş geldiniz!" deyip eve aldı. Kendimiz için daha önceden hazırlamış
olduğumuz hays yemeğini getirdi. Yemek hususunda çok cömertti. Susayıncaya
kadar o yemekten yediler. Sonra yemek kabı bize gönderildi. İçinde biraz yemek
vardı. Dibinde artan bu yiyecekleri topladık, küçük bir tabağa koyup azadh
cariyem Sidre ile Rasülullah'a (s.a.) gönderdik. O'nu Ümmü Seleme'nin evinde
buldu. Rasûlulîah (s.a.) buyurdu ki: "Bunu Dubâa mı gönderdi?" Sidre:
"Evet ya Rasûlallah." dedi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bırak"
dedi. Sonra: "Ebu-Ma-bed'in misafirleri ne yaptı?" diye sordu. (Sidre
diyor ki): "Yanmıızdalar." dedim. Mikdâd'ın kızı diyor ki: Rasûlullah
(s.a".) ve yanmda bulunanların hepsi bu yemekten susuzluk hissedinceye
kadar yediler. Sidre de onlarla beraber yedi. Rasûlullah (s.a.) Sidre'ye:
"Kalan yemeği misafirinize götür." dedi. Sidre diyor ki: Çanakta
kalan yemeği hanımefendime getirdim. Bizde kaldıkları müddetçe misafirler bu
yemekten doyup susayıncaya kadar yediler. Biz aynı yemeği götürüp getirdiğimiz
halde hiç ekşitmiyordu. Bunun üzerine misafirler: "Ey Ebu Ma'bed! Sen bizi
en çok sevdiğimiz yemekle doyurup duruyorsun. Biz böyle bir şeyi şu ana kadar
hiç görmedik. Bize sizin yemeğinizin pıhtılaşmış kan ve benzeri azıcık şeyler
olduğu söylenmişti. Halbuki biz senin yanında doyuyoruz." dediler. Bunun
üzerine Ebu Ma'bed, Rasûlullah'ın (s.a.) bu yemekten yeyip geri gönderdiğini
ve bu durumun O'nun parmaklarının bereketi olduğunu haber verdi. Misafirler
bunu duyunca: "O'nun Allah ve Rasûlü olduğuna şehadet ederiz."
dediler ve imanları kuvvetlendi. Rasûlullah'ın (s.a.) istediği de bu idi. Günlerce
orada kalıp İslâm'ın şartlarını öğrendiler. Sonra Rasûlullah'a (s.a.) gelip
veda ettiler. Rasûlullah (s.a.) da onlara hediyelerini verdi, dönüp
kabilelerine gittiler[302]
Hicretin 9. yılında on
iki kişilik Uzre heyeti Hz. Peygamber'e (s.iiL) geldi. İçlerinde Cemre b.
Nûman da vardı. Rasûlullah (s.a.): "Bu kavirfl.kim-dir?" diye
sorduğunda, sözcüleri: "Tanımadığın kimseler değillerdir] Biz Kusay'ın ana
bir kardeşlerinden Uzreoğullanyız. Bİz Kusay'ı destekliyenle-riz. Biz
Huzâalılar'la Bekiroğullarım Mekke vadisinden uzaklaştır anlarız. Aramızda
onlarla akrabalık ve hısımlık vardır." diye cevap verdiler. Allah Rasûlü
(s.a.): "Hoş geldiniz. Beni size tanıtan nedir?" dedi. Daha sonra
müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.) onlara; Şam'ın fethedileceğini,
Heraklius'un ülkesinden kaçıp bir yere sığınacağını müjdeledi ve onlan
kâhinlere soru sormak-dan, putlar için kurban kesmekten menetti. Ancak Allah'ın
adı zikredilerek kesim yapabileceklerini haber verdi. Remle'nin evinde birkaç
gün kalıp hediyelerini, almış olarak ayrıldılar.[303]
Hicretin 9. yılı
Rebîulevvel ayında Beliyoğulları heyeti RasûluIIah geldi[304]
Ruveyfi' b. Sabit el-Belevî onları evinde ağırladı ve onlarla birlikte gelip
dedi ki: "Bunlar benim kavmim." Rasûlullah (s.a.): "Sen ve
kavmin hoş geldiniz!" dedi. Hepsi müslüman oldular. Rasûlullah (s.a.)
onlara: "Sizi İslâm'a erdiren Allah'a hamdolsun! İslâm'dan başka bir din
üzere ölen herkes cehennemdedir." dedi. Heyet başkam Ebu'd-Dubeyb dedi
ki: "Ya Ra-sûlallah! Ben ziyafet vermeyi, ikramda bulunmayı severim. Bana
bundan bir sevap var mıdır?" Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Evet,
zengin olsun fakir olsun kime bir iyilik yaparsan sadakadır."
Ebu'd-Dubeyb: "Ya Rasûlallah! Misafirliğin müddeti ne kadardır?" diye
sordu. Rasûlullah (s.a.): "Üç gündür, ondan sonrası sadakadır. Misafirin
(üç günden sonra) yanında kalıp seni sıkıntıya sokması helâl değildir."
buyurdu. Bu sefer: "Ya Rasûlallah! Çöldeki yitik davar hakkında ne
dersin?" diye sordu. O da: "O ya senindir, ya kardeşinindir veya
kurdundur." buyurdu. Bunun üzerine: "Ya deve?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.) da: "Ne yapacaksın deveyi, bırak onu sahibi
bulsun!" dedi. Ruveyfi' diyor ki: Sonra kalkıp evime geldiler. Bir de
baktık ki, Rasûlullah (s.a.) hurma yüklenmiş olarak evime geliyor. Geldikten
sonra bana dedi ki: "Konuklarına ikramda bulunurken bundan da
yararlan." Konuklar bu hurmadan ve başka şeylerden yiyorlardı. Böylece üç
gün kaldılar,sonra Allah RasûhVne (s.a.) veda ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de
onlara hediyelerini verdi, dönüp beldelerine gittiler.
Bu olaydan çıkarılacak
bazı fıkhı hükümler:
1— Misafirin
ev sahibi üzerinde hakkı vardır ve bu hak üç mertebedir: Vacip olan hak,
müstehap olan hak ve sadaka sayılan hak. Vacip olan hak bir gün ve gecedir. Hz.
Peygamber (s.a.) bu üç mertebeyi sahih olduğunda ittifak edilen Ebu Şurayh
el-Huzâî hadisinde zikretmiştir. Bu hadiste Rasûlullah (s.a.) buyurmuştur ki:
"Kim Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsa, misafirine hediyesini ikram
eylesin." "Hediyesi nedir ya Rasûlallah?" dediler. Buyurdu ki:
"Onun bir günü ve gecesi. Misafirlik üç gündür, üç günden sonrası
sadakadır. Bu müddetten fazla kalıp ev sahibine sıkıntı vermesi misafire helâl
olmaz."'[305]
2— Dağda,
kırda yitik olarak rastlanan davarın alınması caizdir. Bu şekilde bulunan bir
koyunun sahibi ortaya çıkmazsa o bulana ait olur. Arkadaşlarımızdan (Hanbeİî
âlimlerinden) bazıları bu hadis-i şerifi delil göstererek buluntu haldeki
koyun ve benzerlerinin alınmasının caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onu
bulan, şu üç seçenek arasında muhayyerdir: 1) Ya hemen keser ve yer, bu durumda
kıymetini öder, 2) Ya satar ve bedelini saklar, 3) Veya koyunu yanında alıkor
ve cebinden onun yiyecek masraflarını karşılar. Bu masraf konusunda iki durum
vardır. Çünkü sahibi ortaya çıkıncaya kadar Rasûlullah (s.a.) onu bulanın mah
olarak kabul etti. Şayet onun malı olursa o zaman yukarda zikredilen üç durum
arasında muhayyerdir. Sahibi ortaya çıkarsa koyunu veya kıymetini sahibine
verir. Ahmed b. Hanbel'in önceki (mütekaddim) arkadaşlarına gelince bunun
aksini söylemişlerdir. Ebu'l-Hüseyin dedi ki: "Koyunu (bulan kimse)
üzerinden bir sene geçmeden koyun üzerinde hiçbir tasarrufta bulunamaz. (Yani
ne satabilir, ne de kesip yiyebilir.) Bu konuda başka herhangi bir rivayet
yoktur. Şayet dağda veya kırda (özellikle yırtıcı i hayvanlara karşı kendisini
koruyamayacak olan) davar cinsinden şeyleri alır dediysek, onu yemek vs. gibi
hiçbir tasarrufta bulunmaması gerekir." îbn Akıl de böyle söylemiştir.
Ebu TâlüVin rivayetine göre İmam Ahmed koyun hakkında: "Onu bir yıl tutar
ve sahibini arar, sahibi çıkar gelirse ona geri verir." demiştir. Şerîfân
da demiştir ki: "Üzerinden bir sene geçmeden koyuna sahip olunmaz. Bu
konudaki rivayet tektir." Ebu Bekir ise: "Kayıp davan alan kimse bir
sene boyunca onun sahibini aramak zorundadır. Bu vaciptir. Bîr sene geçer,
sahibi gelmezse bu durumda onun malı olur." der.
Birinci grubun görüşü,
hem koyunu bulanın, hem de onun asıl sahibinin menfaatına uygunluğu açısından
fıkhın ruhuna daha yakındır. Çünkü hayvanı bir sene boyunca yanında tutup onun
için masraf yapacak olan kimse, şayet bu masrafları sahibinden alacak olsa, o
kimse belki koyunun kıymetinin .birkaç katı borçlanmış olacak. Şayet bu
masrafları alamayacak olsa bu sefer de bulan kimse borçlu duruma düşecektir.
Hayvanı kendi haline terke-der, almaz dersek, bu durumda da kurt parçalayacak
ve telef olacaktır. Halbuki Allah Teâlâ malın ziyan olmasını emretmez.
Soru: Sizin tercih
ettiğiniz bu görüş, İmam AhmedMn ve arkadaşlarının görüşüne aykırı olduğu gibi
bu koaadaki delile de muhaliftir.
İmam Ahmed'in görüşüne
aykırılığı, Ebu Tâlib'in ondan naklettiği görüşünde geçmişti. Yine Ebu Tâlib
ondan, zaruret halinde bir ölü, bir de (usulüne uygun olarak) kesilmiş iki
koyuna rastlayan kimse için şöyle dediğini nakletmiştir: "Ölü koyunun
etinden yer, kesilmiş koyundan yiyemez, çünkü onun sahibi vardır." Bu
sözüyle "onun sahibini araması gerekir." demek istemiştir. Kesilmiş
haldeki koyunun olduğu gibi bırakılmasını, alınmamasını vacip görürse canlı
haldeki koyun hakkında böyle hükmetmesi daha evlâdır. İmam Ahmed'in
arkadaşlarının sözüne muhalif olma durumu yukarıda geçinişti. Delile muhalif
olmasına gelince, Abdullah b. Amr hadisinde şöyle denilmektedir: "Ya
Rasûlallah! Koyunun kayıp olanı hakkında ne dersin?" diye sorduklarında
buyurdular ki: "O senin veya kardeşinin ya da kurdundur. Kardeşinin kaybım
sakla." Bir başka metinde ise: "Kayıbmı kardeşine iade et."
buyurdu176* Bu hadis kayıp koyunun kesilmesini ve satılmasını menetmektedir.[306]
Cevap: tmam Ahmed'in
görüşünde, tariften (koyunun sahibim bulma çabası) daha fazlası yoktur. Öte
yandan: "Bulan kimse yemek, satmak ve saklamak durumları arasında
muhayyerdir." diyenler ise, tarifin gerekmediğini söylemiyorlar. Bilâkis,
kesip yese veya satsa bile alâmetleri ve işaretleriyle tarife devam etmelidir,
diyorlar. Sonunda sahibi çıkıp gelirse kıymetini öder. İmam Ahmed'in: "Onu
tarif eder (sahibini arar)" sözü; koyun canlı olarak tarif eder veya bir
zimmette teminat altına alınmış ve hem sahibinin hem de bulanın menfaatına
uygun olarak tarif eder şıklarından daha umûmidir. Özellikle yolculuk halinde
böyle bir hayvan bulan kimseye bir sene boyunca hayvanı yanında tutarak
tarifte bulunma mecburiyeti getirmekte Şâ-ri'in rıza göstermeyeceği ölçüde
güçlük ve meşakkat vardır. Onu almayıp terketmek ise o hayvanı helak olmaya
maruz bırakmaktır ki, bu da onun alınması emrine ve alınmadığı takdirde
kurtların nasibi olacağının haber verilme keyfiyetine ters. düşer. Bu durumda,
şu iki şıktan birini tercih mecburiyeti vardır: Onu satıp parasını saklamak
veya yemek, ya da benzerini veya kıymetini ödemek.
İmam Ahmed'in
arkadaşlarına muhalif olmasına gelince, bu imamların en büyüklerinden, Hanbelî
mezhebinin büyük şeyhleriyle kıyaslanabilecek diğer âlimi Ebu Muhammed
el-Makdisî—kaddesallahu sirrahu—tahyîr'i (yukarda zikri geçen üç durum arasında
muhayyer olma) tercih etmiş ve bu konuda en mükemmel şekilde ve en isabetli
kararı vermiştir.
Delîle (yukarda
zikredilen hadise) muhalif olmasına gelince, deriz ki: O şer'î delilde,
yolculukta veya çölde bulunup alınan hayvanın satılmasını veya yenilmesini
yasaklayan, bir sene boyunca onu alıkoyup sahibini aramayı ve —ister
masraflarını alsın ister almasın— onun yem giderlerini karşılamayı vacip kılan
hüküm nerede? Bırakın bu konuda delil bulunmasını, şeriatta bile böyle bir
hüküm yoktur. Rasûlullah'm (s.a.): "Kardeşinin kayıbını sakla" sözü,
o hayvanı kendisi alıp sahibinin hakkını çiğnememesi gerektiği hususunu açıkça
ifade etmektedir. O koyunu satmak ve
parasını saklamak, onu bir sene boyunca yanında tutup sahibini aramaktan, bu
arada da ona harcama yapıp kıymetinin birkaç katı sahibini borçlandırmaktan
daha hayırlı olunca, onu alıkoyup sahibine geri verme hususu da muhayyerlik
sının içimledir, Hadis-i şerif, mânası ve kuvvetiyle bunu gerektirmektedir. Bu
durum apaçıktır. Başarı Allah'tandır.
3— Yitik
devenin alınması caiz değildir. Ancak çok küçük bir yavru dair, kendisini kurt
vb. yırtıcı hayvanlara karşı koruyamayacak durumda oi hadisin mânasmdaki delâlet
ve tenbih sebebiyle, onun hükmü de koyuîjün hükmü gibidir. (Yani alınmasında
bir sakınca yoktur). [307]
Zî Mürre heyeti, on üç
kişi olarak, Haris b. Avf in başkanlığında Rasû-lullah'a (s.a.) geldiler[308] ve
dediler ki: "Ya Rasûlallah! Biz senin kavminde-niz ve seninle akrabayız.
Biz, Lüey b. Gâliboğulları kavmindeniz." Rasûlul-lah (s.a.) tebessüm
buyurup Hâris'e dedi ki: "Aileni nerede bıraktın?" Haris:
"Selah[309] ve civarında."
dedi. Rasûlullah (s.a.): "Beldelerinizin durumu nasıl?" diye sordu.
O da: "Valahi, kıtlık ve kuraklık içindeyiz, hayvanların ilikleri kurudu.
Bizim için Allah'a dua et." dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.):
"Ey Allah'ım, onları suya kavuştur!" diye dua etti. Daha sonra birkaç
gün kalıp beldelerine dönmek istediler. Rasûlullah'a (s.a.) gelip vedalaştılar.
Hz. Peygamber (s.a.), Bilâl'e (r.a.) hediyelerini vermesini emretti. Bilâl de
onar ûkıyye gümüşle ikramda bulundu. Haris b. Avfa on iki ûkıyye verdi.
Beldelerine döndüler ve yağmur yağmış olduğunu gördüler. Bunun üzerine ne
zaman yağmur yağdığını sordular ve o günün Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün
olduğunu öğrendiler. Bundan sonra beldeleri yeşerdi. [310]
Hicretin 10. yılı
Şaban ayında on kişilik Havlan heyeti Rasûlullah'a (s.a.) geldiler ve: "Ya Rasûlallah! Biz
kavmimizin temsilcileriyiz. Allah Teâlâ'ya
inanan ve Rasûlu'nü tasdik eden kimseleriz. Develerin böğürlerini
yorarak dağlan, ovalan aştık. Allah ve
Rasûlü'nün üzerimizdeki nimeti sayesinde seni ziyarete geldik." dediler.
Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Bana gelmek için katettiğiniz mesafede,
her birinizin devesinin attığı her adım için bir mükâfat vardır. 'Seni ziyaret
İçin' sözünüze gelince, kim beni Medine'de ziyaret ederse, kıyamet gününde
yanımda olacaktır." Dediler ki: "Ya Rasûlal-lah! Bu yolculukta bizim
hiçbir kaybımız yoktur." Daha sonra Rasûlullah (s.a.): "Ammu Enes
(Umyânis) ne yapıyor?" diye sordu. —Umyânis, Havlan kabilesinin taptığı
bir puttu.— Dediler ki: "Müjdeler olsun ki Allah onun yerine senin
getirdiğin dini koydu. Ancak birkaç ihtiyar kadın ve yaşlı erkek ona bağlı
kaldı. înşaailah döndüğümüzde onu yıkacağız. Biz büyük bir aldanış ve fitne
içindeydik."
Rasûlullah (s.a.)
onlara dedi ki: "Gördüğünüz en büyük fitnesi ne idi?" Dediler ki: "Bir
yıl çürümüş kemikleri yiyecek kadar kuraklığa uğramıştık. Gücümüzün yettiği
kadar mal toplayıp yüz tane öküz satm aldık ve bir sabah Ammu Enes için kurban
olarak keserek yırtıcı kuşlara bıraktık. Halbuki biz o kuşlardan daha aç ve
ihtiyaç içindeydik. O sırada yağmur yağdı. Otların adam boyunca büyüdüğünü
gördük. Bizden birisi: Ammu Enes bize nimet verdi, diyordu." Bu putları
için hayvanlarından ve ekinlerinden ayırmış oldukları payı Hz. Peygamber'e
(s.a.) anlattılar. Onlar, mallarından bir kısmını putlarına, bir kısmını da
kendi iddialarınca Allah'a adıyorlardı. Dediler ki: "Ekin ekerdik,
ortasını Ammu Enes'e ayırırdık ve onun adını verirdik. Başka bir ekini de
Allah'ın bölgesi olarak adlandırırdık. Rüzgâr dönerse (ekin iyi yetişirse)
Allah'a ayırdığımız payı Ammu Enes'e verirdik, fakat aksi olursa Ammu Enes'in
payını Allah'a vermezdik."
Bunun üzerine
Rasûlullah (s.a.), Allah'ın (c.c.) kendisine şu âyeti indirdiğini söyledi:
"Allah'ın yarattığı ekinlerle hayvanlardan Allah'a pay ayırdılar."[311]
Sonra: "Ona gider mahkeme olurduk, o da konuşurdu." dediler.
Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizinle konuşanlar şeytanlardır."
Daha sonra dindeki
farzları sordular. Rasûlullah (s.a.) bunları teker teker haber verdi ve
onlara, sözlerinde durmalarını, emânete riayet etmelerini, komşularına iyi
davranmalarını ve hiç kimseye zulmetmemelerini emretti ve buyurdu ki:
"Zulüm kıyamet gününde karanlıktır (sahibini karanlıklara boğar)."
Birkaç gün sonra gelip vedalaştilar. Rasûlullah (s.a.) hediyelerini verdi ve
dönüp kavimlerine gittiler. Oraya varır varmaz, daha yüklerinin düğümünü
çözmeden Ammu Enes'i yiktılar.[312]
Muhâriboğullan heyeti,
Veda haccı yılında Hz. Peygamber'e (s.a.) geldi. Rasûlullah (s.a.), hac
mevsimlerinde kendisini diğer kabilelere tanıtıp onları İslâm'a davet
ettiğinde Araplardan O'na en sert ve kaba davrananları bunlardı. On kişilik bir
temsilci grubu Rasûluüah'a gelerek müslüman oldular. Bilâl (r.a.) sabah ve
akşam yemeklerim getiriyordu. Tâ ki bir gün Öğleden ikindiye kadar Rasûlullah
(s.a.) ile birlikte oturdular. Rasûlullah (s.a.) içlerinden birini tanıdı ve
ona uzun uzun baktı. Muhâriboğulları kabilesinden bu adam O'nun baktığını
görünce dedi ki: "Ya Rasûlallah! Sanki beni tanımış gibisin." Rasûlullah
(s.a.): "Seni görmüştüm." dedi. Adam dedi ki: "Evet vallahi,
beni görmüş, benimle konuşmuştun. Ben de sana en çirkin sözlerle konuşmuş ve
Ukaz'da sen insanlar arasında dolaşırken, sana en çirkin şekilde karşılık
vermiştim." Rasûlullah (s.a.) bütün bunları hatırlayarak:
"Evet." dedi. Sonra adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! O gün sana
benden daha çok düşman ve İslâm'a benden daha uzak hiç kimse yoktu. Beni
hayatta bırakıp seni tasdik etmeme imkân veren Allah'a hamdolsun. O gün,
benimle beraber olanlar hep dinleri üzere öldüler." Rasûlullah (s.a.):
"Kalpler, Allah Teâlâ'nın elindedir." buyurdu. Adam: "Ya
Rasûlallah! Benim için istiğfarda bulun." deyince, Rasûlullah (s.a.):
"İslâmiyet kendinden önceki küfrün kökünü kazır." buyurdu. Sonra
ailelerinin yanına döndüler.[313]
Hz. Peygamber (s.a.)
Cirâne'den döndükten sonra (hicrî 8. yıl) Suda heyeti geldi.
Rasûlullah (s.a.) daha
önce bir askerî birlik hazırlamış, başlarına da Kays b. Sa'd b. Ubâde'yi
geçirmiş, ona beyaz bir sancak ile siyah bir bayrak vermişti. Kanat denilen
yerde dört yüz kişi olarak toplanmışlardı. Rasûlullah (s.a.) bu birliğe, Yemen
taraflarındaki Sudâhlar üzerine gitmelerini emretmişti. Bu sırada o kabileden
bir adam Hz. Peygamber'e (s.a.) gelmişti. Üzerlerine asker gönderildiğini
öğrenince, Allah Rasûlü'ne (s.a.) gelip dedi ki: "Ben kavmimin elçisi
olarak geldim, askerlerini geri çek. Ben kavmimi sana getireceğim." Bu
söz üzerine Rasûlullah (s.a.) Kays b. Sa'd'ı, Kanat denilen mevkiin taşından
geri çevirdi.
Sonra Sudâlı olan bu
adam kavmine gitti ve yanında on beş kişilik bir heyetle Rasûlullah'a (s.a.)
geldi. Sa'd b. Ubâde: "İzin ver benim konuğum olsunlar ya
Rasûlallah!" dedi. Bunun üzerine onun yanında konakladılar. Sa'd b. \ bade
onları, güzelce karşıladı ve kendilerine ikramda bulundu, hepsini giydirip
kuşattı. Sonra hep beraber Rasûluüah'a (s.a.) gittiler. Müslüman olmak üzere
bîatta bulunup dediler ki: "Biz geride kalan kavmimizi de temsil
ediyoruz." Daha sonra kavimlerine döndüler. Aralarında İsiâmiyet hızla yayıldı.
Veda haccmda yüz kişi olarak Rasûluilah'a (s.a.) geldiler. Vâkıdî bu bilgileri
M ustalık oğullan ndan birinden rivayet etmiştir.
Sudâhlara mensup Ziyâd
b. Hâris'ten de şu rivayeti nakletmiş tir: Ziyâd, Rasûlullah'a (s.a.) gelmiş
ve; "Askerini geri çek, ben sana kavmimi getireceğim. " demiş,
Rasûlullah (s.a.) da geri çekmiştir. Ziyâd der ki: Kavmimden bir heyet geldi.
Rasûiullah (s.a.) bana dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, sen kavmi içinde
kendisine itaat edilen biri misin?" Dedim ki: "Allarİ ve Rasûlü'nün
(s.a.) sayesinde evet ya Rasûlallah." İşte bu Ziyâd, Rasûlullah (s.a.) ile
bazı seferlere katılmış ve demiştir ki: Rasûlullah (s.a.) bir gece yürüyordu,
biz de O'nunla beraber yürüyorduk. Ben kuvvetli bir adamdım. Ashabı dağılmaya
başlamıştı. Ben hiç bineğinin yanından ayrılmadım. Seher vakti olunca bana:
"Ey Sudâlı kardeş, ezan oku!" buyurdu. Ben de bineğimin üzerinde ezan
okudum. Sonra yürüyüp gittik. Rasûlullah (s.a.) ihtiyacı için inmişti, sonra döndü
ve-dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş, suyun var mı?" Mataramda birazcık
bulunduğunu söyledim. "Getir." dedi. Ben de götürdüm.
"Dök!" dedi. Mataradaki suyu bir çanağa boşalttım. Ashabı oraya
üşüşmeye başladı. Sonra elini o çanağa daldırdı. Bir de gördüm ki, her iki
parmağının arasından kaynak fışkırıyor. Sonra dedi ki: "Ey Sudâlı kardeş!
Şayet ben Rabbim azze ve celle'den utanmasaydım, hepimizin susuzluğunu
giderirdik ve hepimiz de kana kana içerdik." Sonra abdest aldı ve:
"Ashabıma, kimin abdest alacak suya ihtiyacı varsa buraya gelmesini ilan
et!" Hepsi geldiler. Sonra Bilâl kamet getirmeye başlayınca Rasûlullah
(s.a.): "Sudâlı kardeş ezan okudu; kim ezan okursa kameti de o
getirir." buyurdu. Kalkıp kamet getirdim. Sonra Rasûlullah (s.a.), öne
geçip bize namaz kıldırdı.
Beni kavmime emîr
tayin etmeden önce,, bana bu hususta bir yazı yazmasını istemiştim, O da
yazmıştı. Namazım bitirdikten sonra bir adam kalktı ve Peygamberimizin
kendilerine tayin ettiği emîrinden şikâyette bulundu ve dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Cahiliyye devrinde aramızda bir düşmanlık vardı, bizi onunla
cezalandırdı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Müslüman bir adam için
emirlikte hayır yoktur." Sonra bir başka adam kalktı ve: "Ya Rasûlallah!
Bana zekâttan pay ver." dedi. Rasûlullah (s.a.) ona da şöyle dedi:
"Allah Teâlâ
zekâtın taksimini, ne bir büyük meleğine, ne de bir peygamberine bırakmıştır.
(Bizzat kendisi) zekâtı sekiz sınıfa taksim etmiştir. Şayet sen, o sekiz
sınıftan biri isen, vereyim; şayet değilsen, o zaman zekât, senin başında bir
ağrı ve karnında bir derttir." Kendi kendime dedim ki: Bu iki haslet ha!
Müslüman bir adam olarak emîr olmayı istemek, zengin bir adam olarak zekât
istemek! Bu düşünce üzerine Rasûlullah'a (s.a.) dedim ki: "İşte bana
yazdığın iki yazı, bunları benden geri al." Rasûlullah (s.a.):
"Niçin?" dedi. Dedim ki: "Ya Rasûlullah! Ben müslüman bir adam
olarak 'Müslüman bir adam için emirlikte hayır yoktur' dediğini duydum. Ve
zengin bir kimse olarak: 'Kim ihtiyacı olmadığı halde zekât isterse, başında
bir ağrı ve karnında bir dert olur.' buyurduğunu duydum." Rasûlullah
(s.a.) buyurdu ki: "Söylediğim şeyler, aynen öyledir." Sonra
yazıların iadesini kabul etti ve bana dedi ki: "Bana kavminden emîr tayin
edebileceğim birini göster." Ben de birini tavsiye ettim, onu tayin etti.
Dedim ki: "Ya Rasûlallah; bizim bir kuyumuz var, kış olunca suyu yetiyor,
ama yazın az geliyor ve suya muhtaç hale geliyoruz. Aramızdaki müslümanların
sayısı az ve biz korkuyoruz. Allah Teâ-lâ'ya bizim için kuyumuz hakkında dua
et." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "Bana yedi küçük taş
ver." dedi, ben de verdim. Taşlan aldı, avucun-da oğuşturup bana verdi ve:
"Oraya vardığın zaman besmele çekerek bunları tane tane kuyuya at."
dedi. Dediğini yaptım. Şu ana kadar hiç susuzlukj çekmedik.[314]
Bu olaydan çıkarılacak
fıkhî hükümler:
1— Askere
bayrak ve sancak vermek müstehaptır. Sancağın beyaz olması müstehap, bayrağın
siyah olması ise kerahatsiz caizdir.
2— Bir
kişinin haberi kabul edilir. (Yani en az iki kişi olmaları şart ko-j şulmaz.)
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), yalnızca Sudanlardan bir kişinin haberi üzerine
askeri geri çağırdı.
3— Bütün bir gece ezan vaktine kadar yol yürümek
caizdir. Çünkü kelimesi, gece yürümek demektir ve gece yarısından sonrası içir
kullanılmaz.
4— Binek
üzerinde ezan okumak caizdir.
5— Devlet
başkanının abdest için tebaasından su istemesi caizdir, bu dilenmek sayılmaz.
6— Su temin etmek için çaba göstermeden teyemmüm
yapılmaz.
7— Hz. Peygamber
(s.a.) elini suya daldırır daldırmaz parmaklarının arasından su fışkırmıştır.
Bu, apaçık bir mucizedir. Câhillerin zannına göre bu su, parmaklan yarıyor ve
kanı ile etinin arasından çıkıyordu. Halbuki öyle değildir. Elini kaba koyar
koymaz, Allah'ın ihsan ettiği bereket ve inayet ile, parmaklarının arasından su
fışkırıyordu. Bu hal, ashabının huzurunda defalarca vukûbulmuştur.
8— Sünnete
göre kameti, ezam okuyan kimsenin getirmesi gerekir. Bir kişinin ezan okuması,
bîr başkasmın kamet getirmesi de caizdir. Abdullah b. Zeyd kıssasında
anlatıldığı üzere Abdullah, rüyasında gördüğü ezanı Ra-sûlullah'a (s.a.) haber
verince: "Bilâl'e öğret." dedi, o da ona öğretti. Sonra Bilâl (r.a.)
kamet getirmek istedi. Abdullah b. Zeyd dedi ki: "Ya Rasûlallah! (Bu rüyayı)
ben gördüm ve kamet getirmek istiyorum." O da: "Kamet getir!"
buyurdu. O kamet getirdi. Bilâl (r.a.) ezan okudu. Bu hadisi îmam Ah-med (r.a.)
j kaydetmiştir.[315]
9— Devlet
başkanının emîrliğe talip olan birisini lâyık gördüğü takdirde bu göreve tayin
etmesi caizdir, o kimsenin bu görevi istemesi tayinine engel teşkil etmez. Bu
durum, bir başka hadisteki: "Biz işimize, isteyeni tayin etmeyiz. "[316]
ifadesi ile çelişmez. Çünkü Sudâlı şahıs kavmine emîr olmayı istemişti ve
kavmi içinde sevilen, itaat olunan bir kimseydi. Maksadı, kavmini ıslâh etmek,
onları İslâm'a davet etmekti. Rasûlullah (s.a.) onu tayin etmeyi maslahata
uygun gördü ve ona olumlu cevap verdi. Diğer şahsın ise şahsî menfaat ve çıkar
duygularıyla bu göreve talip olduğunu görünce, onu bu görevden uzak tuttu.
10—
Tebaanın, zalim valileri devlet başkanına şikâyet etmeleri ve onların bu
davranışlarını ayıplamaları caizdir. Valiliği (ve benzeri idarî görevleri)
terketmek bir müslüman için o görevi
yapmaktan daha hayırlıdır. Bir kişi zekât almaya muhtaç olduğunu söylerse,
aksi ortaya çıkmadıkça, beyanına dayanılarak kendisine zekât verilir.
11— Bir
kişi, tek başına zekât verilebilecek sekiz sınıftan bir sınıf olabilir. Çünkü
Hz. Peygamber (s.a.): "Allah zekâtı sekiz kısma ayırmıştır, şayet o kısımlardan
birisi isen veririm." buyurmuştur.
12— Devlet
başkanının, tayin ettiği bir görevlinin istifasını kabul etmesi caizdir.
13— Devlet
başkam,yapacağı tayinlerde, o konuda görüşü olan arkadaşlarıyla istişarede
bulunur.
14— Mübarek
bir su ile abdest almak caizdir. Suyun mübarek olması ! onunla abdest
alınmasının mekruh olmasını gerektirmez. Bu esasa göre, zem-izem ile ve
Kabe'nin üzerinden akan su ile abdest almak da mekruh değildir. [317]
Hicretin 10. yılı
Ramazan ayında Gassanlılar'dan üç kişi gelip müslüman oldular ve:
"Bilemiyoruz, kavmimiz bize uyar mı, uymaz mı?" dediler. Kayser'e
yakın olarak durumlarını korumak istiyorlardı. Rasûlullah (s.a.), hediyeler
vererek ikramda bulundu ve dönüp kavimlerine gittiler. Fakat kavimleri
kendilerine uymadılar. Bunun üzerine Medine'den dönen elçiler müs-lümanlıklannı
gizlediler. İki tanesi müslüman olarak vefat etti. Üçüncüsü ise, Yermük
savaşında Hz. Ömer'e (r.a.) yetişti ve Ebu Ubeyde ile karşılaşıp müslüman
olduğunu haber verdi. O da ona ikramda bulundu.[318]
Selâmân heyeti, yedi
kişi olarak Hz. Peygambere (s.a.) geldi. Aralarında Hubeyb b. Amr da vardı.
Hepsi müslüman oldu. Hubeyb: "Ya Rasûlallah, amellerin en faziletlisi
hangisidir?" diye sordu. Hz, Peygamber (s.a.): "Vaktinde kılınan
namazdır." buyurdu. Sonra uzun bir hadis zikretti. O gün, öğle ve ikindi
namazını beraber kıldılar. İkindi namazı, öğle namazından daha hafifti. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) beldelerindeki" kuraklıktan şikâyet ettiler. Allah
Rasûlü (s.a.) elini kaldırmadan: "Allah'ım; onları yurtlarında suya
kavuştur." diye dua etti. Ben dedim ki: "Ya Rasûlallah! Elini kaldır,
o daha bereketli ve daha güzel olur." Rasûlullah (s.a.) bu söz üzerine
tebessüm buyurdu ve koltuk altları görülünceye kadar kollarım kaldırdı. Sonra
O kalktı, biz de kalktık. Orada uç gün kaldık, ikramlar devam ediyordu. Sonra
vedalaştık. Bu esnada bize hediyeler verilmesini emretti ve her birimize beş
ûkıyye verdi ve buna rağmen Bilâl (r.a.), bizden özür dileyerek dedi ki:
"Bugün yeterli malımız yok." Biz: "Bu verdikleriniz ne kadar
çok ve ne kadar güzel." dedik. Sonra dönüp memleketimize gittik ve gördük
ki Rasûlullah'm (s.a.) dua ettiği gün ve saatta yağmur yağmış. Vâkidî dedi ki:
Heyetin gelmesi, hicretin 10. yılı Şevval ayında idi.[319]
Absoğullan heyeti
gelip Rasûlullah'a (s.a.) dediler ki: "Ya Rasûlallah! Kârilerimiz (yeni
müsiüman olanlara Kur'an öğretmekle görevlendirilenler) geldi ve hicret
etmeyenin müslümanlığında hayır olmadığını haber verdiler. Bizim mallarımız,
hayvanlarımız var, onlar bizim geçim kaynağımız. Eğer hicret etmeyenin
müslümanlığında hayır yoksa, bizim mallarımızda hiç hayır yok demektir. Biz de
bu durumda hepsini satar ve hepimiz hicret ederiz." Rasûlullah (s.a.)
buyurdu ki: "Nerede olursanız olunuz, Allah'tan korkunuz. Böyle olursanız
Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez." Sonra Rasûlullah (s.a.)
onlara, Halid b. Sinan'ı ve neslinin olup olmadığını sordu. Neslinin kalmadığını,
kendinden sonraya bir kızının kaldığını ve onun da neslinin kalmadığın? haber
verdiler. Rasûlullah (s.a.) ashabına, Halid b. Sinan'ı anlatmaya başladı ve:
"Kavminin zayi ettiği bir peygamber." dedi.[320]
Vâkidî der ki:
Hicretin 10. yılında on kişilik Gâmid heyeti Rasûlullah'a (s.a.) geldi.
Bakîu'l-Garkad'da konakladılar. O zamanlar orası ağaçlık bir yerdi. Sonra
Rasûlullah'a (s.a.) geldiler ve yaşça en küçük olanlarını bineklerinin yanında
bıraktılar. O da uyudu. Bir aralık bir hırsız gelip içinde heyet-tekilerden
birine ait elbiselerin bulunduğu bir torbayı çaldı.
Temsilciler,
Rasûluilah'ın (s.a.) yanına varıp selâm verdiler ve hepsi İslâm'ı kabul
ettiler. Hz. Peygamber (s.a.) de onlara, İslâm'ın emir ve yasaklarını ihtiva
eden bir yazı yazdı. Sonra onlara dedi ki: "Bineklerinizin yanına kimi
bıraktınız?" Onlar da: "En gencimizi ya Rusûlallah!" dediler.
İçlerinden birisi: "Benden başka kimsenin torbası yok ya
Rasûlallah!" dedi. Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: " O torba oradan
alındı, sonra geri yerine konuldu."
Temsilciler süratle
bineklerinin yanına geldiler. Arkadaşlarını bulup Rasûluilah'ın (s.a.) haber
verdiği hususu sordular. O da şunu anlattı: "Uykudan irkilerek uyandım.
Torbayı kaybetmiştim, aramaya başladım. Bir de baktım ki, uzakta bir adam
oturmaktaydı. Beni görür görmez koşmaya başladı. Bende onun oturduğu yere kadar
gittim, bir de baktım ki bir çukur izi var, çukuru açınca kayıp torbayı buldum
ve çıkardım." Temsilciler bütün bunları dinledikten sonra dediler ki:
"O'nun, Allah'ın Rasûlü olduğuna şehâdet ederiz. O bize, bu torbanın hem
alındığını hem de geri geldiğini haber vermişti." Bunun üzerine
bineklerinin yanında bıraktıkları genç de gelip müsiüman oldu. Rasûlullah
(s.a.) Übey b. Kâ'b'dan, onlara Kur'an öğretmesini istedi. Daha sonra, herkese
verdiği gibi onlara da hediyelerini verdi ve dönüp gittiler.[321]
Ebu Nuaym,
Ma'rifetü's-Sahâbe adlı eserinde, Hafız Ebu Musa da Ah-med b. Ebi'l-Havârî
hadisinden şu rivayette bulunmaktadırlar: Ebu Süleyman ed-Dâranî, Alkame b.
Yezîd b. Süveyd el-Ezdî—babası yoluyla dedesi Süveyd b. Hâris'in şöyle
söylediğim nakletmektedir: "Kavmimi temsîlen Rasûlullah'a (s.a.) gelen
yedi kişilik heyetin içinde yedinci kişi idim. Yanına girip konuştuğumuz
zaman, halimiz ve vakarımız hoşuna gitti. Bize: "Siz, kimlersiniz?"
dedi. "Mü'minleriz" dedik. Hz. Peygamber (s.a.) tebessüm etti ve:
"Her sözün bir hakikati vardır, sizin sözünüzün ve imanınızın hakikati
nedir?" diye sordu. Biz şöyle cevap verdik: "On beş haslettir.
Bunlardan beşine inanmamızı senin elçilerin bize emretti. Beşini yapmamızı sen
emrettin, beşini de cahiliyye devrinde ahlâk edinmiştik. Şu anda onları
koruyoruz, ancak o beş ahlâk içinde senin hoşlanmayacaklarım terkederiz."
Bunun üzerine Allah Rasûlü (s.a.): "Elçilerimin inanmanızı emrettiği beş
şey nedir?" di-/ç sordu. "Bize Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine ve öldükten
sonra dirilmeye
inanmamızı emrettiler." dedik. "Yapmanızı emrettiğim beş şey
nedir?" diye sordu. "Bize 'Lâ ilahe ilallah = Allah'tan başka ilâh
yoktur' dememizi, namaz kılmamızı, zekât vermemizi, Ramazan'da oruç tutmamızı,
gücü yetenlerimizin hacca gitmesini emrettin." dedik. "Peki cahiliye
devrinde kazandığınız beş ahlâk hangisidir?" diye sordu. "Bolluk
anında şükretmek, belâ anında sabretmek, kazaya (Allah'ın takdiri sonucu olan
şeylere) rıza göstermek, düşmanla karşılaşılan yerlerde sebat ve tahammülü
elden bırakmamak, düşmanın hezimetine sevinmeyi veya galibiyetine üzülmeyi
ter-ketmek." dediler. Bu sözlerden sonra Rasûlullah (s.a.): "Hikmet
ve ilim sahibi kimseler; derin ve ince anlayışları sebebiyle nerdeyse
peygamber olacaklarmış." dedi ve sonra şöyle buyurdu: "Ben size beş
haslet daha ilâve edeyim, şayet dediğiniz gibi (on beş haslete sahip) iseniz
yirmiye tamamlansın: 1) Yiyemiyeceğiniz şeyi toplamayınız. 2) Oturamayacağımz
meskenleri yapmayınız. 3) Yarın elinizden çıkacak şeyler uğrunda birbirinizle
yarış etmeyiniz. 4) Kendisine döndürüleceğiniz ve arz edileceğiniz Allah'tan
korkun. 5) Önünüzde bulunan ve içinde ebedî olarak kalacağınız cennete rağbet
edin." Daha sonra Rasuluilah'ın (s.a.) yanından ayrıldılar bu tavsiyeleri
ezberleyip gereğine göre yaşadılar.[322]
İmam Ahmed b.
Hanbel'in oğlu Abdullah, babasının Müsned'indeki rivayetinde dedi ki: İbrahim
b. Hamza.b. Muhammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr ez-Zübeyrî bana bir yazı
yazdı —ve orada dedi ki—: Sana şu hadisi yazdım. Ben onu sana yazdığım şekliyle
—hocamdan— dinlemiş ve ona dinietmiştim. Sen de benden almış olarak başkalarına
rivayet et: Abdur-rahman b. el-Muğîre el-Hızâmî, Abdurrahman b. Ayyaş es-Semaî
el-Ensârî— Delhem b. Esved b. Abdillah b. Hâcib b. Âmir b. Müntefik el-Ukaylî—
babası—amcası Lakiyt b.Âmir yoluyla ve yine Delhem, Ebu'î-Esved b. Abdillah ve
Âsim b. Lakıyt yoluyla yaptığı rivayette şöyle demiştir: Lakiyt b. Amir
temsilci olarak Rasûlullah'a (s.a.) gitmek üzere yola çıktı. Yanında da
Nehîk b. Âsim b. Mâlik b. el-Müntefik
adında bir arkadaşı vardı. Lakıyt dİ-yor ki: Ben ve arkadaşım yola çıktık ve
Rasûlullah'a (s.a.) geldik. Sabah namazını yeni bitirmişken yanına vardık. O
da ashabına hitap etmek için ayağa kalkmıştı, dedi ki: "Ey insanlar; dört
günden beri sesimi çıkarmamıştım. Bu gün dinleyiniz. Hiç aranızda kavminin elçi
olarak gönderdiği ve ona, (Rasû-lullah'ın (s.a.) dediklerini, bize bildir.'
dediği kimse var mı? Orada birisi var, kendi kendine konuşması (veya
arkadaşıyla konuşması)onu oyalıyor, ya da kaybolan bir şeyini düşünmek onu
meşgul ediyor, ben o kayıptan mesulüm, tebliğ ettim mi? Dinleyiniz hayat
bulunuz; oturunuz." Bu sözler üzerine herkes oturdu. Ben ve arkadaşım
kalktık, Rasûlullah (s.a.) kalbi ve gözüyle bize yönelince dedim ki: "Ya
Rasûlallah! Gayb ilminden bir şey bilir misin?" Ra-sûlullah (s.a.) güldü.
Allah'a yemin olsun ki, kaybettiğim şeyi aradığımı bildi ve: "Rabbın, beş
gaybin ilmini kendine alıkoydu, onları Allah'tan başka kimse bilmez."
buyurdu. Bu esnada eliyle de işarette bulundu. "Onlar nelerdir, ya Rasûlallah?"
diye sordum. Buyurdu ki: "1) Ölümün bilgisi. Sizden birinin ölümünün ne
zaman olacağını O bilir, siz bilemezsiniz. 2) Ana rahmindeki meninin bilgisi.
Onu Allah bilir, siz bilemezsiniz. 3) Yarın olacak şeylerin bilgisi. Allah ne
yiyeceğini (yani yarınki rızkını) bilir, sen bilemezsin. 4) Yağmurun yağacağı
günün bilgisi. Allah size bakar, siz korku ve susuzluk içindesinizdir.
Yağmurunuzun yağmasının yakm olduğunu bilir ve halinize gülmeye devam eder.'*
Lakıyt diyor ki: Bunun üzerine dedim ki: "Hayra gülen Rabdan ümidimizi
kesmeyeceğiz." Hz. Peygamber (s.a.) devamla: "5) Kıyamet gününün
bilgisi." dedi. "Ya Rasûlallah! Bildiğin ve insanlara öğrettiğin
şeyleri bize de öğret. Biz, tasdik ettiğimizi kimsenin tasdik etmediği bir
topluluktanız. Ne bizden daha kalabalık olan Mezhıc, ne bize tâbi olan
Has'amlılar, ne de bizim kendi aşiretimiz, hiçbiri bizi tasdik etmez."
dedik. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Yaşadığınız kadar yaşayınız, sonra
peygamberiniz vefat eder, sonra yine bir müddet kalırsınız. Sonra kuvvetli bir
ses gönderilir, Rabbına yemin olsun ki, yeryüzünde hiçbir şey bırakmaz.
Rab-bmla beraber olan melekler de vefat eder. Ve Rabbın azze ve celle arzda dolaşır,
bütün beldeler boşalır, yalnız Rabbın kalır. Rabbm, arşının katından gökyüzünü
gönderir de gökyüzü durmadan yağmur yağdırır, ilâhına yemin olsun ki,
yeryüzünde ne düştüğü yerde bir maktul (öldürülen kimse), ne de defnedildiği
yerde bir meyyit bırakır, hepsinin kabirlerini yarar ve onları başlarının
bulunduğu yerde oturur vaziyete getirir. Bunun üzerine Rabbın: Meh-yem? (yani
durumun nedir, işin nedir, nerede idin?) der. Kul da der ki: 'Ya Rabbi,
dün-bugün. Kul bu sözüyle, dünya hayatıyla ve ailesiyle olan beraberliğinin
çok yakın olduğunu (yani ölmesiyle dirilmesi arasında çok kısa bir müddet
geçtiğini) kasdeder. "Ya Rasûlallah! Bizi, çürüdükten, rüzgâr ve
yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl toparlayacak?" dedim. Hz.
Peygamber (s.a.): "Bunun misâlini Allah'ın nimetlerinden yereyim:
Yeryüzüne bakıyorsun, çorak ve taşlık" dedi. "Artık orası asla hayat
bulamaz." dedim. Allah Rasûlü (s.a.) devamla: "Sonra Allah oraya
yağmur gönderiyor, birkaç gün sonra otlar bitmiş olarak görüyorsun. İlâhına
yemin oJsun ki O, yeryüzünün bitkisini bir araya getiren sudan, sizlerin
parçalarınızı bir araya getirmeye daha çok muktedirdir ve (siz O'nun
kudretiyle) kabirlerinizden ve cesetlerinizin bulunduğu her yerden çıkarsınız
ve O'na bakarsınız. O da size bakar." buyurdu. "Ya Rasûlallah! O tek
varlık, biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz, bu vaziyette nasıl olur da O
bize, biz de O'na bakarız?" dedim. Hz. Peygamber (s.a.): "Bunun
misâlini Allah'ın nimetlerinden vereyim: Güneş ve ay Allah'ın küçük bir âyeti
(O'nun varlığının deliü)dir. Siz o ikisini de aynı zamanda görebiliyor ve
onları görmekten dolayı bir zarara da uğramıyorsunuz. îlâhı-na yemin olsun ki
O, güneşin ve ayın kendilerini göstermelerinden ve bunlardan dolayı da bir
zarara uğramamanızdan, sizi görmeye ve sizin de O'nu görmenize daha çok
muktedirdir." buyurdu. "Ya Rasûlallah! Rabbımıza kavuştuğumuz zaman
bize ne yapacak?" dedim. "Hiçbir sırrınız O'na kapalı kalmamış
olarak O'nun huzuruna çıkarılırsınız. Rabbın azze ve celle eliyle bir avuç su
alacak ve sizin bulunduğunuz tarafa serpecek, İlâhına yemin olsun ki, o suyun
hiçbir damlası hedefini şaşırmadan yüzlerine isabet edecek. Müs-lümanın yüzü bu
suyla beyaz bir çarşaf gibi olacak. Kâfire gelince, onun da yüzüne su serpecek,
onun yüzü de simsiyah kömür gibi olacak. Sonra Peygamberiniz oradan ayrılır ve
sâlih kimseler O'nu takip ederler. Sonra ateşten bir köprüye doğru yürürler,
sizden biriniz ateş parçasına basar ve acısından 'uff der. Rabbm azze ve celle:
'Evet.' der. Daha sonra peygamberinizin havuzu başına, daha Önce hiç
görmediğim bir şekilde susamış olarak gelirsiniz. İlâhına yemin olsun ki,
sizden biriniz elini uzatır uzatmaz eline bir bardak düşer; onu, yorgunluk,
idrar ve her türlü sıkıntıdan kurtarır. Güneş ve ay gizlenir, onlardan
hiçbirini görmezsiniz." buyurdu. "Ya Rasûlallah! (Bütün bunları) ne
ile göreceğiz?" dedim. "Şu andaki görüşünün bir benzeriyle; güneşin
doğması yeryüzünü aydınlatıp, dağlara vurması esnasında gördüğün gibi."
buyurdu. "Ya Rasûlallah! Kötülüklerimizin ve iyiliklerimizin karşılığını
ne ile göreceğiz?" dedim. Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "İyiliklerinizin
karşılığım on katıyla göreceksiniz, kötülüklerinizin karşılığını da bir
katıyla göreceksiniz, bu arada Allah tamamını da affedebilir." Dedim ki:
"Ya Rasû-lailah! Cennet ve Cehennem nedir?" Dedi ki: "İlâhına
yemin olsun ki, Cehennemin yedi kapısı vardır, sadece iki kapısı arasındaki
mesafeyi atlı bir kimse yetmiş yılda kateder. Cennetin sekiz kapısı vardır,
onun da iki kapısı arasındaki mesafeyi bir atlı yetmiş senede kateder."
Dedim ki: "Ya Rasûlallah!
Çenette neler
göreceğiz?" Dedi ki: "Süzülmüş baldan nehirler, başağrısına ve
pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar, tadı bozulmamış sütten ve
özellikleri değişmemiş sudan ırmaklar ve meyveler göreceksiniz. İlâhına yemin
olsun ki, burada bildiğiniz her şey ve onları benzerlerinden daha hayırlı her
şeyi bulacaksınız, bunların yanı sıra tertemiz zevceler olacak." Dedim ki:
"Ya Rasûlallah! Bize orada muslıha (Allah'ın rızasını kazanan) eşler mi
olacak?" Dedi ki: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere
aittir." Bir diğer metinde: "Saliha kadınlar sâlih olan erkeklere
aittir, aynen dünyada olduğu gibi birbirinizden zevk duyarsınız, ancak orada
doğum yoktur." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! En çok ulaşacağımız ve en
son varacağımız nokta neresidir?" Hz. Peygamber (s.a.) bu soruya cevap
vermedi. Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Sana ne üzerine bîat edeyim.?" Hz.
Peygamber (s.a.), elini uzattı ve dedi ki: "Namaz kılmak, zekât vermek,
müşrikleri terketmek ve Allah'tan başkasını ilâh tanımamak ve O'na şirk
koşmamak üzere." Dedim ki: "Ya Rasûlallah! Doğu ile batı arasındakiler
bizimdir." Ben bu sözü söyleyince, bana veremeyeceği bir şeyi şaft
koşacağımı zannederek elini çekti, ben de sözüme devam ederek dedim ki:
"Dilediğimiz yere konaklarız. Herkesin günahı kendi aleyhine işler."
Bunun üzerine elini (tekrar) uzatıp: "Dilediğin yere konaklayabilirsin,
senin aleyhine kendi nefsinden başkası günah işleyemez." Sonra
Ra-sûlullah'ın (s.a.) yanından ayrıldık. Daha sonra Rasûlullah (s.a.), onun hakkında
dedi ki: VGüzel, güzel. îlâhına yemin olsun ki, dünya ve âhirette insanların
en takvâhsı." Bekr b. Kilâboğullarından Kâ'b b. el-Hudriyye dedi ki:
"Kim onlar yâ Rasûlallah!" Buyurdu ki: "Müntefikoğullan,
Müntefiko-ğullan, Müntefikoğulîarı. Bunun ehli onlardır." Lakıyt diyor ki:
"Döndük, sonra ben Rasûlullah'a (s.a.) yöneldim ve dedim ki: "Yâ
Rasûlallah! Geçip gidenlerden herhangi birinin cahiliye devrinde hayrı var
mıdır?" Kureyş ahalisinden biri dedi ki: "Vallahi, baban el-Müntefık
cehennemdedir." (Soruyu soran ve kendisine böyle cevap verilen adam) der
ki: Herkesin içinde babama böyle söylemesinden dolayı sanki yüzümün eti ile
derisi arasına bir ateş düştü ve hemen: Ya senin baban yâ Rasûlallah? demek
istedim. Fakat başka türlü sormayı daha güzel gördüm ve dedim ki: "Ya
Rasûlallah! Ya senin ailen?" Dedi ki: "Allah'a yemin olsun ki benim
ailem de öyledir. İster Âmiri, ister Kureyşli olsun, hangi kabrin başına
gelirsen de ki: Beni sana Muhammed gönderdi. Seni üzen şeyi haber vereyim,
yüzünün ve karnının üzerinde cehenneme sürükleniyorsun." Dedim ki:
"Ya Rasûlallah! Onları bu duruma düşüren sebep nedir? Onlar en iyisini
yaptıklarını zannettikleri işler yapıyorlar ve kendilerini, ıslâh için çalışan
kimseler sanıyorlardı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu ki: "Bunun sebebi
şudur: Allah, her yedi ümmetin (neslin) sonunda bir peygamber gönderir. Kim
peygamberine isyan ederse sapıklığa düşenlerden olur;kim de peygamberine itaat
ederse hidayete erenlerden olur."[323]
Bu, büyük ve azametli
bir hadistir. Hadisin azameti, celâleti ve yüceliği, onun peygamberlik
çerağından çıktığını göstermektedir. Abdurrahman b. Mu-ğîre b. Abdirrahman
el-Medenî hadisinden başka yolla bilinmemektedir. Ondan İbrahim b. Hamza
ez-Zübeyrî rivayet etmiştir. Bu şahısların her ikisi de Medine'deki âlimlerin
büyüklerindendir ve Sahih'te hadisleriyle delil getirilen sika râvilerden
sayılmışlardır. Ehl-i hadisin imamı Mühammed b. İsmail el-Buharî, bu iki
şahısla da delil getirmiştir. Ehl-i sünnet imamları bu hadisi kitaplarında
rivayet etmişler, kabul edip teslimiyetle önünde boyun eğmişler ve hiçbiri, ne
hadisi ne de hadisin râvilerinden harhangi bir şahsı ta'n (hadisin sıhhatma
zarar veren kusur isnad) etmişlerdir.
Hadisi rivayet edenler
şunlardır:
1— İmam
(Ahmed b. Hanbel)in oğlu îmam Ebu Abdirrahman Abdillah b. Ahmed b. Hanbel
babasının Müsnecf inde ve es-Sünne adlı kitabında bu hadisi zikretmiş ve şöyle
demiştir: İbrahim b. Hamza b. Mühammed b. Hamza b. Mus'ab b. ez-Zübeyr
ez-Zübeyrî bana şunu yazdı: "Sana bu hadisi yazdım. Ben onu arz (hocasına
dinletme metodu) ve sema* (hocası okurken onu dinleme) yoluyla sana yazdığım
gibi öğrendim, sen de onu benden rivayet et."
2— Büyük
hadis hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Amr b. Ebî Âsim en-Nebîl, es-Sünne adlı
kitabında rivayet etmiştir.
3— Hadis
hafızı Ebu Ahmed Mühammed b. Ahmed b. îbrahîm b. Süleyman el-Assâl, el-Ma'rife
adlı kitabında.
4— Bulunduğu
devrin hadis hafızı ve büyük muhaddisi Ebu'l-Kâsım Süleyman b. Ahmed b. Eyyûb
et-Tebarânî birçok kitabında.
5— Hadis
hafızı Ebu Mühammed b. Abdillah b. Mühammed b. Hay-yân Ebu'ş-Şeyh el-Isbehânî,
es-Sünne adlı eserinde.
6— Babası da
kendisi gibi hadis hafızı olan Ebu Abdillah Mühammed b. İshak b. Mühammed b.
Yahya b. Mende —ki bu şahıs da Isfahan hafızıdır—.
7— Hadis
hafızı Ebu Bekir Ahmed b. Musa Merdûyeh.
8— Yaşadığı
asrın hadis hafızı Ebu Nuaym Ahmed b. Abdillah b. îshâk el-îsbehânî.
Bunlar dışında teker
teker sayılmaları uzayıp gidecek birçok hadis hafızı bu hadisi rivayet
etmişlerdir.
Ibn Mende der ki:
"Bu hadisi Mühammed b, İshâk es-San'anî, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel ve
diğerleri rivayet etmişlerdir. Irak'ta ilim ve takva erbabının huzurunda Ebu
Zür'a er-Râzî, Ebu Hatim ve Ebu Abdillah Mu-hammed b. İsmail gibi imamlar
topluluğu bu hadisi rivayet etmiş, orada bulunanlardan kimse karşı çıkmamış ve
isnadına itiraz etmemiş; aksine sıhhatini kabul ederek onlar da rivayet
etmişlerdir. Bu hadisi münkir veya cahil-ya da Kitap ve sünnet'e karşı
olanlardan başkası inkâra kalkışmaz." Bu sözler Ebu Abdillah b. Mende'ye
aittir.
Hadisin metninde geçen
"yağmur yağdırmak" anlamındadır,"kabirler" demektir.—Râ
harfi üsttin harekeyle okunursa—
suyun toplandığı havuz demektir. Râ harfi sakin ve ondan sonraki de bâ yerine
yâ olursa hanzala (Ebu
Cehil karpuzu ) anlamındadır. Bundan maksat şudur: "Su çoğalmıştır.
Nereden istersen içersin." Râ harfinin sakin ve ondan sonraki harfin yâ
olması halinde "yeryüzü yeşilliği ve düzgünlüğü ile hanzalaya"
benzetilmiştir.'[324]
lafzı, bir insanın
farkına varmadan bir yerini yakması veya acıtması halinde söylediği bir
kelimedir. Asmaî: "Aynen *Âh!* gibidir." der.
"Rabbın azze ve
celle: diyor" sözündeki lafzı
hakında tbn Kuteybe iki görüş bulunduğunu söylemektedir: Birincisi nun (=Evet)
mânasına gelmesidir. Diğeri: Haberinin hazfedilmiş-olmasıdır. Bu görüşe göre
mânası: "Siz de böylesiniz." veya: "O dediği üzeJ redir."
gibi olmaktadır."Büyük abdest" demektir. Hadiste"Herhangi
biriniz büyük ve küçük abdesti sıkışmış olarak namaza durma sın."
buyurulmuştur. "Sırat" anlamındadır. "Rabbın der."
sözündeki lafzı: "Durumun ve işin
ne haldedir, nerede idin?*İ gibi mânalara gelir. sözündeki lafzı, zâ harfij nin sakin okunmasıyla
harekelenir ve güçlük, sıkıntı mânasına gelir. vezninde olursa —yani zâ harfi
kesreli okunursa— mâna: "Sıkıntıya düşen odur" ve: "Ümidini
kesecek kadar sıkıntıya düştü." şeklinde olur.
"Allah Teâlâ
gülmeye devam eder." sözü ile, Allah Te-âiâ'nin fiillerinin sıfatlarından
biri ifade edilmiştir ki O'na zâtı ile ilgili sıfatlarda olduğu gibi
fiilleriyle ilgili olan bu sıfatlarda da yaratıklardan hiçbir şey benzemez.
Allah'ın bu sıfatı birçok hadiste.geçmiştir, reddetmeye imkân yoktur. Tahrif
etmek ve teşbihte bulunmak da imkânsızdır.
Aynı şekilde,
"Rabbın yeryüzünde dolaşır" sözü ile de Allah'ın fiilî bir sıfatı
ifade edilmiştir.
"Rabbın ve
melekler geldi."[325]"Hâlâ
kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbinin gelmesini mi bekliyorlar?"[326]
gibi âyet-i kerimelerde ve: "Rabbımiz her gece dünya semasına iner.",
"Arafat gecesi yaklaşır, Arafat'ta vakfede duranlarla meleklere karşı
övünür." gibi hadislerde aynı fiilî sıfatlar zikredilmiştir. Bütün bu
âyetlerde ve hadislerde geçen sıfatlar için geçerli olacak bir tek doğru yol
vardır, o da: "Hiçbir benzetmeye gitmeden bu sıfatları kabul etmek, tahrif
ve ta'tîle (tevil yoluna giderek mahiyetlerini değiştirmek ve hakiki
mânalarını geçersiz kılmaya) kaçmadan tenzih etmektir.
"Ve Rabbımn
yanındaki melekler." sözüne gelince; bu hadis ile Sûr hadisi diye bilinen
îsmail b. Râfi'in uzun hadisinin dışında, meleklerin ölümünü açıkça zikreden
başka bir hadis bilmiyorum. Belki şu âyet-i kerime bu hususa delâlet edebilir:
"Sûr'a üflenince Allah'ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve
yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacaktır."[327]
"İlâhının ömrüne
yemin olsuriia"[328]
sözü, Rab Teâ-lâ'nın hayatına yemin etmektir. Bu söz, Allah'ın sıfatlarına
yemin etmenin caiz olduğunu ve böylece yapılacak bir yeminin geçerli
sayıldığını göstermektedir. Yine bu söz, sıfatların kadîm olduğuna,
mastarların Allah'a isnad edilebileceğine ve o isimlerle sıfatlanabileceğine
de delâlet etmektedir. Bu durum, yalnızca isim olarak kullanılan kelimelere
göre bir ziyadelik arzetmek-tedir. Esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimleri) bu
mastarlardan elde edilmiş ve onlara delâlet etmektedir.
"Sonra kuvvetli
bir ses gönderilir." sözü, yeniden dirilmeye sebep olacak kuvvetli sese
ve (Sûr'a) üfürmeye işaret etmektedir.
ifadesindeki sözü
tâbirinden alınmıştır. Başı kesilen veya budanan bir fidan ya da bitkinin ye-|
niden yeşermesi anlamındadır. Ölümden sonraki diriliş bu yeşermeye benze-i
tilmiştir. Bitkinin kesildiği yerden sürgün vermesi gibi bu diriliş de ölünü
bulunduğu yerden olacaktır.
"Oturur vaziyete
getirir." sözü, yaratılış ve hayatın tam olarak gerçek-11 leşeceğini ifade
etmektedir. Oturur vaziyete getirildikten sonra ayağa kalkar. Sonra kıyamet
mahalline ya binekli ya da yaya olarak sevkedilir.
"Ya Rabbi!
Dün-bugün, der." sözü, yeryüzünde kalış müddetinin azlığını belirtir.
Sanki o-, orada bir gün kalmış ve: "Dün" demiş, veya yarım gün kalmış
ve: "Bugün" demiştir. Ve onun zannına göre, ailesiyle çok yakm.bir
zamana kadar beraberdi de onlardan dün ya da bugün ayrıldı, demektir.
"Bizi,
çürüdükten, rüzgâr ve yırtıcılar parçaladıktan sonra (Allah) nasıl
toparlayacak?", sözü ve Rasûlullah'ın (s.a.) da bu sorunun sorulmasını kabul
etmesi; ashabın ince meselelere ve hassas konulara dalmadığını, imanın
hakikatlarım anlamadığını, bilâkis yalnızca ilmî konularla meşgul olduğunu,
Kaderiye, Cebriye ve Cehmiye'den olan Mecûsî (ateşe tapan) ve Sâbİe (yıldıza
tapan) yavrularının ilmî konuları da onlardan çok bildiğini iddia edenlerin bu
iddialarını çürüten bir cevaptır.
Bu söz onların, birçok
sorularını ve şüphelerini Rasûlullah'a (s.a.) ar-zettiklerinin, O'nun da
soranların gönüllerini ferahlatacak cevaplar verdiğinin delilidir. Hem ashabı
hem de düşmanları Rasûlullah'a (s.a.) birçok soru sormuşlardır. Düşmanları O'nu
zor durumda bırakmak için sorarlarken ashabı da anlamak, aydınlanmak ve
sonunda imanlarının artması için soruyorlardı. O da kıyametin ne zaman
kopacağının sorulması gibi cevabı olmayan soruların dışındaki bütün sorulara
cevap veriyordu. Yine bu sözde, Allah'ın, kulunu parça parça ettikten sonra
tekrar bir araya toplayacağına, onu yeniden türetip Kur'an-ı Kerim'inde iki
yerde vasfettiği gibi yeni bir yaratılışla yaratacağına delil vardır. sözündeki
lafzının mânası, O'nun nimetleri ve kendisini kullarına tanıttığı işaretleri demektir.
Bu sözde, tevhid ve
ahiret ile ilgili konuların delilleri arasında kıyasın da yer aldığına delil
vardır. Kur'an bunun Örnekleriyle doludur.
Bu sözden
anlaşıldığına göre bir şeyin hükmü onun benzerinin de hükmüdür. Allah Teâlâ
bir şeyi yapmaya muktedirse, o şeyin benzerini yapmaktan nasıl aciz olur?
Allah Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde, âhiret âleminin delillerini en güzel, en açık
ve en beliğ bir üslûbla beyan etmiş, insan aklına ve fitti ratına
yakınlaştırmiştır. Düşmanları olan münkirler O'nu tekzip ve taciz etfmek,
hikmetlerini lekelemek-çabasıyla bu apaçık hakikatlan reddetmişlerdir. Allah,
onların söyledikleri şeylerden çok çok yücedir.
Yeryüzüne bakıyorsun,
çorak ve taşlık." sözü "Yeryüzünü ölümünden sonra O diriltir."[329] ve
"Kupkuru gördüğün yeryüzünün, Biz ona su indirdiğimiz zaman harekete
geçmesi, kabarması, Allah'ın âyetlerindendir. Ona can veren Allah, elbette
ölüleri de diriltir. O, herşeye kadirdir."[330]
âyetle-rindeki mânanın aynısını ifade etmektedir. Kur'an'da bu anlamda daha birçok
âyet vardır.
"O'na bakarsınız,
O da size bakar." sözü, Allah Teâlâ'nın bakma sıfatını ve âhirette de
görüleceğini isbat etmektedir.
"O tek varlık,
biz ise bütün yeryüzünü dolduruyoruz. Bu vaziyette nasıl olur da O bize bakar,
biz de O'na bakarız?" sözü, bu hadiste geçmiştir. Bir başka hadiste:
"Allah'tan daha kıskanç hiç bir şahıs yoktur."[331]
buyurul-muştur. Bu sözün muhatapları, ne denilmek istendiğini bilen Araplardır.
Onların kalbine Allah'ı mahlûkata benzetmek gibi bir duygu gelmemiştir. Bilâkis
onların akılları böyle bir benzetmeye yönelmekten daha üstün, zihinleri daha
saf, kalbleri daha selimdir.
Rasüluliah (s.a.),
âhirette Allah'ın alenen görülmesinin güneş ve ayın görülmesi gibi hakikat
olduğunu beyan etmiş ve bu hakikati mecazî mânaya çekenlerin vehmini
çürütmüştür.
"Rabbın, eliyle
bir avuç su alır ve sizin tarafınıza serper." sözünde, Allah'ın el
sıfatının ve serpme fiilinin isbatı vardır."çarşaf" demektir.
kelimesinin çoğuludur ve kömür anlamındadır.
"Sonra
peygamberiniz döner, gider." sözüyle kıyamet mahallinden cennete dönüş ve
gidiş kasdedilmiştir. (sözüyle, salih kimselerin O'nun (Hz. Peygamber'in) izini
takib ederek gidecekleri anlatılmıştır.
"Peygamberinizin
havuzunu görürsünüz." sözünde; havuzun, sırat köprüsünden sonra gelinen
bir yerde olduğu açıktır. Sanki onlar bu köprüyügee^ meden ona
ulaşamamaktadırlar. Bu ümmetin selefinin bu konuda iki değişik görüşü vardır.
et-Tezkire adlı eserinde Kurtubî ile aynca Gazâlî bu iki görüşü de nakletmişler
ve havuzun köprüden sonra olduğunu söyleyenlerin yanıldıklarını ifade
etmişlerdir. Buharî, Ebu Hureyre'den Rasûlullah'ın (s.a.) şöyle dediğini
rivayet etmiştir: "Ben havuz başında dikilip durduğum sırada bir zümre
görürüm, nihayet onları tanıdığım zaman benimle onlar arasında bir adam (bir
melek) ortaya çıktı ve onlara: Geliniz, dedi. Ben ona: Bunları nereye
gö-türüyorsun? dedim. Melek: Vallahi cehenneme götürüyorum, dedi. Bunların
hali, günahı nedir? dedim. Melek: Bunlar, Senin ardından kıçları üzerine dönüp
(dinlerine) arka çevirerek irtidat ettiler! dedi. Ben bu havuza yaklaşıp da
geriye çevrilenlerden hiç kimsenin cehennemden kurtulacağını sanmıyorum. Ancak
çobansiz, yolunu şaşıran deve sürüsünden yolunu bulanlar misali bunlardan da
(tek tük) cehennemden kurtulanlar olabilir."[332]
(Kurtubî) der ki:
"Bu hadis hem sahih, hem de havuzun Sırât'tan önce olacağına en kuvvetli
delildir. Çünkü Sırat, cehennem üzerinde bulunan bir köprüdür, kim onu geçerse
cehennemden kurtulmuş demektir."
Ben derim ki:
Raşûlullah'ın (s.a.) hadisleri arasında tenakuz, ihtilâf ve çelişki yoktur.
Bütün hadisleri birbirini destekler. Hal böyle olunca, bu görüşü savunanlar,
havuzun görülebilmesi ve yanına ulaşılabilmesi için Sırât'ı geçmenin şart
olduğunu kastediyorlarsa, Ebu Hureyre ve diğerlerinin hadisleri, onların bu
görüşünü geçersiz kılmaktadır. Bu sözleriyle mü'minlerin Sı-rât'ı geçmelerinden
sonra havuzu göreceklerini ve oradan içeceklerini kastediyorlarsa, Lakıyt
hadisi bu görüşe delâlet etmektedir. Bü durum, havuzun Sırât'tan önce olması
imkânını çürütmez. Çünkü sözkonusu havuzun eninin ve boyunun birer aylık mesafe
olduğunu söylemiştir. Eni ve boyu bu büyüklükte olunca Sırât'tan önce başlayıp
sonrasına kadar uzanmasını ve mü'minlerin hem Sırât'tan önce, hem de sonra
havuza gelmelerini imkânsız kılan şey nedir? Böyle olması imkân dahilinde bir
hâdisedir. Şu kadar var ki, böyle olup olmadığını ancak Hz. Peygamber'ın (s.a.)
haber vermesiyle bilebiliriz. En iyi Allah bilir.
sözündeki sözü,
haddinden fazla susamış olarak suya gelen kimseleri ifade etmektedir. Tasavvur
edilebilecek en şiddetli susuzluk haliyle havuza gelecekleri kastedilmiştir. Bu
duruma göre havuzun, Sırât'tan sonra olması daha uygundur. Çünkü o, cehennem
köprüsüdür. Herkes oradan yürür ve geçenlerin susuzluğu had safhaya varır da
hemen kıyamet mahallinde nasıl Rasûlullah'ın (s.a.) havuzunun başına geldilerse
yine oraya gelirler.
meleri mânasındadır.(
bu anlamda sözü, güneşin ve ayın gizlenmeleri ve görünme ) "gizlenme,
örtünme" demektir. Ebu Hureyre )
"Ondan gizlendim." demiştir.
"Her iki kapı
arasında yetmiş yıllık bir mesafe vardır."sözü ile iki ayrı kapı
arasındaki mesafe kastedilmiş olabileceği gibi bir kapının iki ayrı kanadı
arasındaki mesafe de kastedilmiş olabilir. Bu haber bir başka rivayetteki:
"kırk yıllık mesafe" bulunduğu haberiyle şu İki sebepten dolayı
çelişmez: 1) Bu ikinci haberi rivayet eden, rivayetini Rasûlullah'a (s.a.)kadar
iletmeyip: "Bize iki kanat arasında kırk yıllık bir mesafe bulunduğu
zikredildi." şeklinde yapmıştır. 2) Mesafe denen kavram, yürümenin
süratine ve yavaşlığına bağlı olarak uzayıp kısalabilir. En iyi bilen
Allah'tır.
"Baş ağrısına ve
pişmanlığa sebep olmayan şaraptan ırmaklar." sözüyle dünyadaki şaraba
tarizde bulunulmuş, onun baş ağrısına sebep olduğu, hem aklı hem de malı
gidererek pişmanlığa sebep olduğu, aklın izâlesinin tabii sonucunun da şer
olan herşeyin vukûbulması olduğu hususu vurgulanmak istenmiştir.
"Uzun müddet
beklemek sonucu özellikleri değişmeyen su" demektir.
Cennet ehlinin
kadınları hakkında: "Ancak orada doğum yoktur." sözü üzerinde
ihtilâf edilmiş ve onların doğurması konusunda iki görüş belirtilmiştir. Bir
grup, orada hamilelik ve doğum olayının olmadığım söylemiş ve bu hadisi delil
olarak göstermişlerdir. Bunun yanında Müsned'de olduğunu sandığım bir başka
hadisi de delil getirmişlerdir. O hadiste: "Ancak orada meni ve Ölüm
yoktur." ifadesi vardır.[333]
Selef âlimlerinden bir grup ise, cennette doğum olayının olacağını söylemiş ve
bu konuda Tirmizı'nin Gzm/'in-de Ebu's-Sıddîk en-Nâcî ve Ebu Saîd yoluyla
rivayet ettiği bir hadisi delil olarak' zikretmişlerdir. O hadisde şöyle
denilmektedir: "Rasûlullah (s.a.) dedi ki: Mü'-min, cennette çocuk
istediği zaman, hamileliği, doğumu ve büyümesi mü'mi-nin istediği saatta
oluverir." Tirmizî, bu hadis için "Hasen-garîb" hükmünü
vermiştir. Hadisi İbn Mâce de rivayet etmiştir[334]
Birinci grup bu delile
itiraz etmiş ve demiştir ki: Bu hadis cennette doğum olacağına delil sayılmaz,
çünkü olay, "Şayet isterse" diye şarta bağlanmıştır. Fakat mü'min böyle
bir istek duymayacaktır. (Çünkü başka deliller doğum olmayacağım göstermekte,
aradaki çelişki böyle bir te'ville önlenmek istenmiştir.) Bu te'vii, İshak b.
Râhûyeh'indir. Buharı de ondan nakletmiş-tir. Bu görüşün sahipleri demişlerdir
ki: "Cennet, dünyada işlenen salih amellerin mükâfat yeridir. Orada
doğacak olanlar bu mükâfatı hak etmemişlerdir. Sonra cennet hayatı ebedîdir.
Şayet oradakiler devamlı doğuracak olsalar cennete sığamaz olurlar. Dünyada
ise ölüm sözkonusu olduğu için insanlara yeterli olabilmektedir." Diğer
grup, bütün bu delillere cevap vermiş ve demiştir ki: Hadisteki edatı, olması
kesin olan olaylar için kullanılır. Bu edat kullanıldığ. zaman şüphe ortadan
kalkar. Sahih rivayetlerde Allah'ın cennete, salih ame. işlemeden yerleştireceği
kimseler yaratacağı haber verilmiştir. Mü'minlerin çocukları da (bulûğa
ermeden ölenler) bu sınıftandır. Cennetin dar gelmesi konusuna gelince:
Cennettekilerden her birinin on bin çocuğu olsa yine de darlık sözkonusu
olmaz. Çünkü cennette derecesi en düşük olan mü'mine ikram edilecek mülkün
Ölçüsü iki bin yıllık yürüyüşle ifade edilmiştir.
"Ya Rasûlallah!
En çok ulaşacağımız ve en son varacağımız nokta neresidir?" sözüne Hz.
Peygamber cevap vermemiştir. Çünkü soruyu soran bununla, dünyanın ömrünü ve
sonunun ne zaman olacağını sormuştur. Bunun . cevabını Allah'tan başkası
bilemez. Bu soruyla: Biz cennet ve cehenneme girdikten sonra nereye varacağız,
demek istemişse, hiçbir nefis burada en son varacağı hususu bilemez. Bilinen
şey, varılacak sonun cennet ya da cehennem olduğudur. Bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber (s.a.) bu soruyu cevapsız bırakmıştır.
Bîat esnasında
sözüyle, müşrikleri terketmeyi ve onları düşman kabul etmeyi ifade etmiştir.
Müşriklere komşu olmaz, onları dost edinmez. Siinen'deki bir hadiste:
buyurulmuştur. Yani müslü-manlarla müşriklerin ahlâkları birbirine benzemez.
(Haklarındaki hükümler de farklıdır. Bu yüzden Allah onların evlerini
birbirlerinin ateşlerinin dumanını görmeyecek şekilde ayırmıştır.)[335]
"Nerede bir
kâfirin kabrine uğrarsan, 'Beni sana Muhammed gönderdi.' de!" sözündeki
gönderme, azarlamak içindir; yoksa bir emir ya da nehiy tebliğ etmek için
değil. Bu sözde kabir ehlinin dünyadakilerin sözlerini duyduklarına ve müşrik
olarak ölenlerin cehennemde olduklarına delil vardır. Şayet Hz. Peygamber
(s.a.) efendimizin peygamberliğinden önce öldülerse, bunların müşrik olmaları;
Hz. İbrahim'in (a.s.) dini olan Hamfliği değiştirip onun yerine şirki
koydukları ve bu konuda Allah'tan kendilerine hiçbir delil verilmediği içindir.
Şirkin çirkin bir şey olduğu, cezasının cehennem olacağı ilk peygamberlerden
son peygambere kadar bütün peygamberlerin dininde biliniyordu. Allah'ın
müşrikleri nasıl cezalandırdığının haberleri nesilden nesile anlatılıyordu.
Allah Teâlâ'nm her zaman müşriklere karşı öne süreceği çok kuvvetli delilleri
vardır. Her ne kadar Allah sadece fıtratın icabına göre kuluna azab etmese de
kullarım, ilâhlığmı birlemeyi gerektiren Rablığım birleme fıtratı üzerine
yaratması, bunun sonucunda da selim bir fıtratın ve aklın O'nunla beraber başka
bir ilâhın bulunmasını imkânsız görmesi delil olarak kâfidir. Bunun yanısıra
peygamberlerin devamlı olarak yeryüzünde Allah'ı bir tanımaya davet ettikleri
de malumdur. Müşriklerin azaba çarptırılması, bu daveti reddetmeleri sebebiyle
olacaktır. En iyi bilen Allah'tır. [336]
Rasûlullah'a (s.a.)
gelen heyetlerin sonuncusu olarak, hicretin 11. yılı Muharrem ayının yarısında
Nah' heyeti geldi ve misafirhaneye konakladı. Sonra temsilciler İslâm'ı kabul
etmiş olarak Rasûlullah'a (s.a.) geldiler. Daha önce Muaz b. CebePe bîat
etmişlerdi. İçlerinden Zürâre b. Amr adında bir adam dedi ki:
"YaRasûlallah! ben bu yolculuğumda çok acâyib bir rüya gördüm."
Rasûlullah (s.a.): "Ne gördün?" diye sordu. Adam: "Beldemde bıraktığım
eşeği gördüm, kızıla çalan siyahlıkta bir keçi yavrusu doğurmuştu." dedi.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Doğum yapmak üzere olan bir cariyen var
mıydı?" dedi. O da: "Evet." diye cevap verdi. Rasûlullah (s.a.):
"O cariye bir erkek çocuk doğurdu, o da senin oğlundur." dedi. Adam:
"Peki ya Ra-sûlallah; kızıla çalan siyahlık ne oluyor?" diye sordu.
Rasûlullah (s.a.): "Bana yaklaş!" dedi, adam yaklaşınca da:
"Sende, herkesten sakladığın alaca hastalığı var mı?" dedi. Adam:
"Seni hak ile gönderene yemin olsun ki, şimdiye kadar bunu ne bir kişi
bildi, ne de bir kişi gördü." dedi. Rasûlullah (s.a.): "İşte bu
odur." buyurdu. Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Nu'mân b. Mün-zir'i
gördüm; üzerinde süslü, iki güzel küpe vardı." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "O şahıs Arapların kralıdır. En güzel kıyafetine ve parlak durumuna
kavuşmuş." Adam dedi ki: "Ya
Rasûlallah! Yerden saçları ağarmış ihtiyar bir kadın çıktığını gördüm."
Rasûlullah (s.a.): "İşte bu, dünyadan geriye arta kalan şeydir."
dedi. Adam dedi ki: "Yerden bir ateş çıktığını gördüm, oğlum Amr ile
benim arama girdi. Ateş şöyle diyordu: Alev, alev, gören ve görmeyen, beni
yediriniz, sizi, ailenizi ve mallarınızı yerim." Rasûlullah (s.a.) buyurdu
ki: "O ateş, dünyanın son zamanındaki fitnedir." Adam: "Ya Rasûlallah!
Fitne nedir?" diye sordu. Buyurdu ki: "İnsanlar devlet başkanlarını
öldürürler ve kafatasının kemikleri gibi birbirlerine girerler. —Bu esnada
Rasûlullah (s.a.) parmaklarını birbirine geçirdi.— O hâdiselerde günaha girenler
sevap işlediklerini zannederler. Bir mü'min için diğer mü'minin kanını dökmek,
su içmekten daha tatlı gelecek. Şayet oğlun ölürse bu fitneyi sen göreceksin,
sen ölürsen oğlun görecek." Adam dedi ki: "Ya Rasûlallah! Dua et de
ben görmeyeyim." Rasûlullah (s.a.) onun için: "Allah'ım; ona bu fitneyi
gösterme." diye dua etti. Daha sonra adam öldü, oğlu hayatta kaldı ve
Hz.-Osman'ı halifelikten İndirenlerin arasında bulundu.'[337]
Hem Sahîh-i Buhârfdç
hem de Müslim'de Rasûlullah'm (s.a.) Heraklius'e şu şekilde mektup yazdığı
rivayet etilmiştir.
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla: Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den, Romalıların büyüğü
Heraklius'e. Selâm, hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesin ki);
ben seni İslâm'a davet ediyorum; müslüman ol, selâmet bul, (müslüman ol da)
Allah senin mükâfatını iki kat versin. Şayet -yüz çevirirsen ırgat ve
çiftçilerin vebali de senin üzerine olur. Ey Ehl-i Kitap! Sizinle bizim
aramızda eşit olan bir kelimeye geliniz. Allah'tan başkasına tapmayalım, O'na
hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp birbirimizi Rabb-lar kabul
etmeyelim. Şayet yüz çevirirlerse siz deyiniz ki: Şahit olunuz ki, biz
müslümanlarız.' [339]
Kisrâ'ya şu mektubu
yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den İran'ın büyüğü Kisrâ'ya.
Seîâm hidayete tâbi olan, Allah'a ve Rasûlü'ne inananlara, Allah'tan başka ilâh
olmadığına, Muhammed'in de O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet edenlere
olsun. Seni Allah'ın daveti ile davet ediyorum. Ben, hayatta olan herkesi
inzâr etmek için (mutlak olarak gelecek cehennem azabıyla korkutmak için ve de
inkâra devam eden) kâfirler üzerine azabın hak olması için bütün insanların
hepsine gönderilmiş bir Allah elçisiyim. Müslüman ol, selâmet bul. Şayet bu
daveti reddedersen, (tebaandaki bütün) mecûsîlerin vebali senin
üzerinedir."
Bu mektup kendisine
okununca Kİsrâ mektubu parçaladı. Bu durum Ra-sûlullah'a (s.a.) haber
verilince: "Allah da O'nun mülkünü (saltanatını) parçalasın!" dedi.[340]
Necâşî'ye de şöyle
yazdı: .
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed*-den Habeşistan kralı Necâşî'ye.
Sen müslüman ol. Ben senden dolayı O'ndan başka ilâh olmayan, Melik, Kuddûs,
Seİâm ve Müheymin sıfatlarıyla mutta-sıf olan Allah'a hamdederim. Şehadet
ederim ki İsa b. Meryem, Allah'ın çok iffetli ve temiz, dünyadan el-etek çekmiş
Meryem'e ilkâ ettiği Ruhu ve kelimesidir ki Meryem bu ilkâ ile hamile kalmış
ve Allah, Âdem'i eliyle yarattığı gibi O'nu da ruhundan üfieylip yaratmıştır.
Ben seni hiçbir ortağı bulunmayan Allah'a, O'na itaat etmeye, bana tâbi olmaya
ve bana gelen vahye iman etmeye davet ediyorum. Ben, Allah'ın elçisiyim. Ben,
seni ve askerlerini Allah'a çağırıyorum. Ben sana tebliğimi yapmış ve gerekli
nasihatta bulunmuş oldum. Selâm, doğru yola tâbi olanlara olsun."
Hz. Peygamber (s.a.)
bu mektubu, Amr b. Ümeyye ed-Damrî ile gönderdi.
İbn İshak der ki: Amr,
Necâşî'ye şöyle dedi: "Ey Ashame! Benim görevim söylemek, seninki ise
dinlemektir. Sen bize nezaketle davrandm, biz de sana güven duyduk. Çünkü
senden görmeyi umduğumuz her iyiliğe kavuştuk, senden korkuğumuz her
kötülükten de emîn olduk. Sana karşı kullandığımız delilimiz senin ağzından
çıkanlardır. İncil seninle bizim aramızda reddedilmeyecek bir şahit,
zulmetmeyecek bir hâkim, bu konuda da davamızı halledici ve isabetli hüküm
vericidir. Şayet bunu kabul etmezsen sen bu Üm-mî Peygamber karşısında
yahudİlerin İsa b. Meryem karşısındaki durumuna düşmüş olursun. Peygamber (s.a.) elçilerini bütün
krallara gönderirken geçmişteki hayır ve iyiliklerinden dolayı başkalarından
ummadığı iyilikleri senden umdu ve başkalarından korktuğu hususlarda sende
emniyet buldu." Bu sözler üzerine Necâşî dedi ki: "Allah'a şehadet
ederim ki O, ehl-i kitabın beklediği Ümmî Peygamberdir. Musa Peygamber'in
'merkebe biner'diyerek İsâ Peygamber'ı müjdelemesi, İsa Peygamber'in, 'deveye
biner' diyerek O'nu müjdelemesi gibidir. Bir şeyi gözle görmek, haberini duymaktan
daha çok tatmin edici değildir."
Daha sonra Necâşî, Hz.
Peygamber'e (s.a.) şöyle bir cevap yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Necâşî Ashame'den, Allah'ın elçisi Muhammed'e. Selâm
senin üzerine olsun ey Allah'ın Nebîsi! Allah'ın fazlı, rahmeti ve bereketi
sana olsun. Allah, kendinden başka ilâh olmayandır. Bundan sonra (bilesin ki)
İsa'nın durumunu zikrettiğin mektubun bana ulaştı ey Allah'ın Rasûlü. Yerin ve
göğün Rabbına yemin ederim ki, İsa da senin zikrettiğin konulara hiçbir ilâve
yapmamıştır; aynen senin dediğin gibidir. Bize göndermiş olduğun şeyleri
öğrenmiş, amcanın oğluna ve onun arkadaşlarına yakınlık göstermiş bulunuyoruz.
Şehadet ederim ki sen, kendisi doğru söyleyen, kendinden önceki peygamberleri
de doğrulayan Allah Rasû-lü'sün. Ben hiç şüphe etmeden sana bîat ettim. (Senin
adına) amcanın oğluna bîat edip onun elinde (müslüman olarak) âlemlerin Rabbi
olan Allah'a teslim oldum."
Necâşî, hicretin 9.
yılında vefat etti. Vefat haberi aynı gün Rasûlullah'a (s.a.) bildirildi. Bunun
üzerine ashabıyia beraber musallaya çıkıp gıyabında dört tekbir ile cenaze
namazını kıldı.
Ben derim ki: —Allah
daha iyi bilir— ama bu haberde râvinin bir yanlışı vardır. Çünkü râvi,
Rasûlullah'm (s.a.) cenazesini kıldığı iman eden ve Ra-sûlullah'in (s.a.)
ashabına ikramda bulunan Necâşî ile, Rasûlullah'm (s.a.) mektup yazdığı
Necâşî'yi birbirinden ayıramamıştır. Bunlar ayrı ayrı şahıslardır. Bu konu,
Sahih-i Müslim'de açık bir şekilde nakledilmiş ve: "Rasü-lullah (s.a.)
Necâşf ye mektup yazdı; fakat bu, cenazesini kıldığı Necâşî değildi."
denmiştir.[341]
Mısır ve İskenderiye
kralı Mukavkıs'a yazdığı mektupta şöyle delLahman ye Rahîm olan Allah'ın
adıyla. Allah'ın kulu ve Rasûlü Mu-hammed'den Kıbt kavminin büyüğü Mukavkıs'a.
Selâm hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesin ki); ben seni îslâm
davetiyle davet ediyorum. Müslüman ol, selâmete er. Müslüman olursan Allah
sana iki kat mükâfat verir. Şayet yüz çevirirsen bütün Kıptîlerin gühahı sana
aittir. Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda anlamı eşit olan kelimeye
gelin: Yalnız Allah'a tapalım, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı
bırakıp da kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse,
işte o zaman: Şahit olun, biz müslümanlarız! deyin.[342] !
Hz. Peygamber (s.a.)
mektubu Hâtıb b. Ebî Beltea ile gönderdi. Hâtıb, Mukavkıs'in yanma girince dedi
ki: "Senden önce, en yüce Rabb olduğunu iddia eden bir adam vardı. Allah
onu dünya ve âhiret azabıyla cezalandırarak ondan intikam aldı. Sen
başkalarından ibret al ki, başkalarına ibretlik oimayasın." Mukavkıs dedi
ki: "Bizim bir dinimiz var, daha hayhrhsı olmadıkça dinimizi
terketmeyiz." Bunun üzerine Hâtıb: "Seni,Allah'ın dinine davet
ediyoruz. O bütün dinlerin ortadan kalkmasına kâfi gelecek olan İslâm'dır. Bu
peygamber herkesi (bu dine) davet etti. Kendisine en büyük bir şiddetle karşı
çıkanlar Kureyşliler, en çok düşman olanlar da yahudiler; en yakın olanlar ise
hıristiyanlardı. Yemin olsun ki Musa Peygamber'in İsa Peygamber'ı müjdelemesi,
İsa PeygamberMn Muhammed Peygamber'i müjdelemesi gibidir. Bizim seni Kur'an-ı
Kerim'e davet etmemiz, senin Tevrat'a inananları İncil'e
davet etmen gibidir. Her peygamberin
yetiştiği kavim o peygamberin ümmetidir; O'na itaat etmeleri o peygamberin
hakkıdır. Sen bu Peygamberin yetiştiği kimselerdensin. Biz seni îsa Mesîh'İn
dininden alıkoymuyor, bilâkis onu emrediyoruz." Mukavkıs dedi ki:
"Ben bu Peygamberin durumuna baktım, gördüm ki ne işe yaramaz şeyleri emrediyor,
ne makbul olan şeyleri yasaklıyor. O'nu ne sapık bir sihirbaz, ne de yalancı
bir kâhin olarak görmedim. O'nda gizli şeyleri açığa vurma, kapalı şeyleri
haber verme gibi peygamberlik alâmetleri gördüm. Bu konuyu biraz
düşüneceğim."
Sonra Mukavkis, Hz.
Peygamber'in (s.a.) mektubunu aldı, fildişinden yapılmış bir kutuya koyup,
kutuyu mühürledi ve bir cariyeye verdi. Sonra kâtiplerden Arapça yazabilen
birini çağırtıp Rasûhıllah'a (s.a.) cevaben şu mektubu yazdı:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Kıpt kavminin büyüğü Mu-kavkıs'dan Muhammed b.
Abdillah'a. Selâm senin üzerine olsun. Bundan sonra (bilesin ki): Mektubunu
okudum. Orada zikrettiğin konulan ve davet ettiğin hususu anladım. Ben, gelecek
bir nebî'yi bekliyordum; fakat O'nun Şam'da ortaya çıkacağını zannediyordum.
Elçine ikramda bulundum. Sana Kiptiler arasında büyük değeri olan iki cariye ve
bir elbise gönderiyorum. Binmen için de bir katır gönderiyorum. Sana selâm
olsun."
Mektup bu kadardı,
müslüman olmamıştı.
Cariyelerin adı:
Mâriye ve Şîrîn idi. Katırın adı Düldül idi. Muâviye (r.a.) zamanına kadar
yaşamıştır. [343]
Münzir b. Sâvâ'ya bir
mektup gönderdi. Vâkıdî, senediyle birlikte İkri-me'den (r.a.) şu sözleri
nakleder: Bu mektubu vefatından sonra İbn Abbas'-ın kitapları arasında buldum
ve istinsah ettim. Mektupta şunlar vardı: Rasû-lullah (s.a.) Alâ b.
el-Hadramî'yi, Münzir b. Sâvâ'ya gönderdi ve onu İslâm'a davet eden bir mektup
yazdı. Münzir de cevaben Hz. Peygamber'e (s.a.) şu mektubu gönderdi: "Bundan
sonra (bilesin ki) Ya Rasûlallah! Ben, gönderdiğin mektubu Bahreyn halkına
okudum. Bazıları İslâm'ı beğendi, müslüman olmayı arzu etti ve oldu. Bazıları
ise islâm'ı kabul etmedi. Benim beldemde "Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adıyla. Allah'ın
Rasûlü MuhammedM den Münzir b. Sâvâ'ya. Selâm senin üzerine olsun. Ben senden
dolayı ken-jj dinden başka ilâh olmayan (Allah)a hamdederim ve şehadet ederim
kj A1-» lah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan!
sonra (bilesin ki); ben sana AHah azze ve celleyi hatırlatıyorum. Kim ihlâs
üzere olursa, kendi nefsine karşı ihlâslı davranmış olur. Kim elçilerime itaati
eder, emirlerine tâbi olursa, bana itaat etmiş olur. Kim onlara ihlâslı ve sa-f
mimi muamelede bulunursa, bana ihlâsla muamele etmiş olur. Elçilerim sen^j den
övgü ile bahsettiler. Senin, kavmin hakkındaki tavassutunu kabul ettimj
Müslümanları, İslâm'ı kabul ettikleri hal üzere bırak. Günahkârlan affettim^
sen de onları kabul et. İtaatkâr olduğun müddetçe^seni görevinden azletme-jj yeceğiz.
Kim yahudi veya mecusî olarak kalırsa cizye vermesi gerekir."[344]
Hz. Peygamber (s.a.)
Umman kralına bir mektup yazdı ve Amr b ile gönderdi.
"Rahman ve Rahim
olan Allah'ın adıyla. Muhammed b. Abdillah'tan. Cüiendâ'nın iki oğlu Ceyfer ve
Abd'a. Selâm hidayete tâbi olanlara olsun. Bundan sonra (bilesiniz ki); ben
ikinizi de İslâm'ın davetiyle davet ediyorum. Müslüman olunuz, kurtuluşa
eriniz. Ben bütün insanlığa gönderilen bir peygamberim, tâ ki hayatta olanları
(Allah'ın azabıyla) korkutayım ve Allah'ın kâfirler üzerindeki hükmü
gerçekleşsin. Şayet İslâm'ı kabul ederseniz sizi, beldenize emîr tayin ederim.
İslâm'dan yüz çevirirseniz, mülkünüz elinizden çıkar ve atlılarım ülkenize
girer ve böylece benim peygamberliğim sizin krallığınıza karşı açığa çıkmış
olur." Mektubu Übey b. Kâ'b yazdı ve mühürledi.
Amr der ki: Yola
çıktım ve Ummân'a kadar geldim. Oraya varınca Abd'ın yanına gitmek istedim. O,
daha halim selim ve daha temiz ahlâklıydı. Dedim ki: "Ben, AUah Rasûlü'nün
sana ve kardeşine gönderdiği elçisiyim." Dedi ki: "Kardeşim yaşça da,
krallıktaki mevkisi itibariyle de benden önce gelir. Seni ona götüreyim,
mektubunu okusun." Sonra "Neye davet ediyorsun?" dedi.
"Seni eşi ortağı olmayan tek Allah'a, O'ndan başkasına ibadetten geri
durmaya Ve Muhammed'in O'nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehadet etmeye
çağırıyorum" dedim. "Ey Amr! Sen, kavminin efendisi olan bir adamın
oğlusun. Baban bu konuda nasıl hareket etti? Bize söyle de onu örnek
alalım." dedi. "Babam, Muhammed'e iman etmeden öldü. O'nu tasdik edip
müslüman olmasını çok isterdim. Allah beni İslam'a erdirene kadar, ben de
babam gibi düşünüyordum." dedim. "Peki, sen ne zaman O'na tâbi
oldun?" dedi. "Yakında müslüman oldum." dedim. Bana:
"Nerede müslüman oldun?" diye sordu. Ben de: "Necâşî'nin
yanında." dedim ve ona, Necâşî'nin de müslüman olduğunu söyledim. Bunun
üzerine: "Peki, halkı onun (müslüman olmasından sonra) krallığını nasıl
karşıladı?" dedi. "Kabul edip ona tâbi oldular." dedim.
"Rahipler, piskoposlar da tâbi oldu mu?" diye sordu.
"Evet." dedim. "Bak ey Amr, sen ne diyorsun, bir erkek için
yalandan daha çirkin bir ahlâk yoktur." dedi. "Yalan söylemedim, hem
dinimizde de yalan söylemek helâl değildir." dedim. Sonra: "Sanmam
ki Heraklius, Necâşî'nin müslüman olduğunu duymuş olsun." dedi. "O
da duydu." dedim. "Nereden biliyorsun?" diye sordu. Dedim ki:
"Necâşî ona haraç ödüyordu. İslâm'ı kabul edip Muhammed'i tasdik edince
dedi ki: 'Hayır vallahi, (bundan sonra) benden bir>dirhem bile istese vermem.'
Busöz Heraklius'a ulaştığında kardeşi Yennâk: 'Kulunu, böyle haracını ödemeden
ve yeni bir dine girmiş olarak bırakacak mısın?' dedi. Heraklius: 'Bir adam
kendisi için bir din seçmiş, ben ona ne yapayım. Vallahi, krallığımdan korkum
olmasa, ben de aynen onun yaptığı gibi yapardım.' dedi." Bunun üzerine
Abd: "Ne dediğine dikkat et, ey Amr!" dedi. Ben de: "Vallahi
doğru söyledim." dedim. "O halde bana (peygamberin) neleri
emrettiğini ve neleri yasakladığını haber ver." dedi. "Allah azze ve
celle'ye itaati emrediyor. O'na isyan etmeyi yasaklıyor. İyilik yapmayı ve
sıla-ı rahm'i (akrabayı gözetmeyi) emrediyor; zulmü, düşmanlığı, zinayı,
içkiyi, taşa, puta ve haça tapmayı yasaklıyor." dedim. "Bu davet
ettiği şeyler ne güzelî Şayet kardeşim bana uysaydı; Muhammed'e iman eder ve
O'nu tasdik ederdik. Fakat kardeşim krallığına çok düşkündür, onu bırakıp tâbi
durumuna düşmek istemez." dedi. "Eğer o müslüman olursa, Rasûlullah
(s.a.) onu, memleketine kral olarak tayin eder, zenginlerinden zekât alır,
fakirlere dağıtır." dedim. "Şüphesiz bu çok güzel bir ahlâk. Zekât
nedir?" dedi. Ben de Rasûlullah'ın (s.a.), mallarda farz kıldığı zekâtı
haber verdim, nihayet deve için konulan zekâttan bahsedince dedi ki: "Ey
Amr, otlaklarda yayılan, suya gidip suyunu içen hayvanlarımıza da zekât vâ*r
mı?" Ben de: "Evet." dedim. Bunun üzerine dedi ki:
"Vallahi, bu uzaklıktaki ve bu çoğunluktaki kavmimin buna itaat edeceğini
hiç sanmıyorum."
Amr der ki: Günlerce
Abd'ın kapısında bekledim. O da kardeşine gidiyor, benimle ilgili haberleri
veriyordu. Sonra kardeşi bir gün beni çağırdı. Yanına girdim, hemen adamları
kollarımdan beni yakaladı, fakat o da anında müdahale ederek: "Bırakın
onu!" dedi. Beni bıraktılar. Serbest kalınca oturmak için ilerlerken bana
engel olup oturtmadılar. O anda Ceyfer'e baktım. O da bana: "Ne
istediğini söyle." deyince mühürlü olarak mektubu verdim. Mühürünü açıp
mektupu sonuna kadar okudu. Sonra kardeşine verdi. O da sonuna kadar okudu.
Ancak kardeşinin daha yumuşak huylu ve nâzik olduğunu gördüm. Bana:
"Kureyş'in ne yaptığım bana haber verir misin?" dedi. "Bazıları
isteyerek, bazıları da kılıç zoruyla O'na tâbi oldular." dedim.
"Yanında kimler var?" diye sordu. "Yanında kendi istekleriyle
müslüman olanlar var dedim. Onlar, O'nu başkasına tercih ettiler, akıllan ve
Allah'ın kendilerine hidayeti sayesinde daha önce sapıklık içinde olduklarını
anladılar. Bu topluluk içinde ise senden başka bu işe karar verecek kimse
göremiyorum. Sen şayet bugün İslâm'ı kabul etmez ve O'na tâbi olmazsan,
atlılar ülkeni basıp herşeyi alt üst ederler. İyisi mi, sen bir an önce
müslüman ol ve kurtul, AUah Rasûlü de seni kavminin başına emîr tayin etsin ve
ne atlı, ne piyade hiçbir asker ülkeni çiğnemesin." Dedi ki: "Beni
bugün bırak ve yarın yanıma gel." Ben de kardeşine gittim. Dedi ki:
"Ey Amr, şayet krallığından endişesi olmazsa İslâm'ı kabul edeceğini
sanıyorum." ''
Ertesi gün yanına
gittim. Beni kabul etmedi. Ben de kardeşine gidip yanma girmem için bana izin
vermediğini haber verdim. O benim için izin aldı ve girdim. Bu sefer dedi ki:
"Beni davet ettiğin hususları düşündüm ve gördüm ki, elimdekileri bir
adama verirsem, Arapların en zayıfı olacağım. (Onun için davetini
reddediyorum.) Sonra, O'nun süvarileri buraya kadar gelemez. Şayet gelirse,
şimdiye kadar hiç görmediği bir muharebe ile karşılaşır/' Ben (bu
sözleri.duyunca): "O halde yarın yola çıkıyorum." dedim:
Onlar benim bu
niyetimden emin olunca kardeşi, ağabeyi ile başbaşa kalıp dedi ki: "Biz
senin O'na gösterdiğin kuvvete sahip değiliz. (Muharrimed) kime elçi
gönderdiyse hepsi olumlu cevap verdiler." Ertesi gün sabahleyin bana bir
adam gönderdi ve her ikisi de —Abd ve Ceyfer— müslüman olup Hz. Peygamber'i
(s.a.) tasdik ettiler. Zekât toplama ve aralarında hükmetme konusunda beni
serbest bıraktılar. Bana karşı çıkanlar olunca da beni desteklediler.[345]
Rasûlullah (s.a.),
Yemâme kralı Hevze b. Ali'ye şu mektubu yazıp Selît b, Amr el-Âmirî ile
gönderdi:
"Rahman ve Rahîm
olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Hevze b. Ali'ye. Selâm,
hidayete tâbi olanlara olsun. Bilesin ki dinim her yere yayılacak. Müslüman ol,
kurtuluşa er ve elinin altındaki mülkünü sana vereyim."
Selît, Hz.
Peygamber'in (s.a.) mektubunu mühürlü olarak getirince, Hevze onu karşılayarak
ağırladı, mektubu okudu ve davetini raddetmeyen bir karşılık verdi.
Rasülullah'a (s.a.) şu mektubu yazdı: "Ne güzel ve ne iyi bir şeye davet
ediyorsun. Araplar benim mevkiime saygı gösterirler, bu sebeple bana da bazı
yetkiler verirsen sana tâbi olurum."
Selît'e hediyeler
ikra etti. Hecer kumaşından bir de
elbise giydirdi. Selît, bu hediyelerle birlikte Rasûlulîah'a (s.a.) geldi ve
(olup bitenleri) haber verdi. Allah Rasûlü (s.a.) mektubunu okuyunca dedi ki:
"Benden hurma tanesi kadar bir yer istese vermem. Hem kendisi hem de
mülkü helak olsun."
Rasûlullah (s.a.),
Fetihten dönünce Cebrail (a.s.) gelip Hevze'nîn öldüğünü haber verdi. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Yemâ-me'de peygamberlik
iddiasında bulunan bir yalancı çıkacak ve benden sonra öldürülecek." O
esnada birisi dedi ki: "Ya Rasûlallah! Onu kim öldürecek?" Rasûlullah
(s.a.) o şahsa: "Sen ve arkadaşların." dedi ve aynen öyle oldu.
Vâkıdî der ki:
Hevze'nin yanında Erkevun Zemşak adında hıristiyan büyüklerinden biri vardı.
Hevze'ye Rasûlullah*ı (s.a.) sordu. Hevze: "Beni İslâm'a davet eden
mektubu geldi, ama olumlu cevap vermedim." dedi. Erkevun: "Niçin
olumlu cevap vermiyorsun?" diye sordu. Hevze: "Ben kavmimin kralı
olarak dinime düşkünüm. (Yani kral olmam beni buna mecbur ediyor.) Şayet O'na
tâbi olursam kral olamam." Erkevun şöyle dedi: "Hayır vallahi. Şayet
O'na tâbi olsaydın seni kral yapardı. O'na tâbi olman —her halükârda— senin
için daha hayırlıdır. O şüphesiz ki îsa b. Meryem'in geleceğini haber verdiği,
Arap soyundan olan peygamberdir. İncil'de, 'Muham-medun Rasûlullah = Muhammed
Allah'ın elçisidir.' diye yazılıdır."[346]
Bu şahıs Şam
civarındaydı. Rasûlulîah (s.a.), Hudeybiye'den döi ten sonra bu şahsa şu
mektubu yazdı ve Suca' b. Vehb ile gönderdi:
*'Rahman ve Rahîm olan
Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasûlü Muhammed'-den Haris b. Ebî Şimr'e. Selâm
hidayete tâbi olanlara, iman ve tasdik edenlere olsun. Ben seni tek olan, eşi
ve ortağı olmayan Allah'a iman etmeye davet ediyorum. (Şayet iman edersen)
krallığın sana kalır. Bu
mektup daha önce de nakledilmişti. [347]
Daha önceki bölümlerde
Hz. Peygamber'in (s.a.) meğâzî, siyer, elçiler, seriyyeler, hükümdarlara ve
nâiblerine yazdırmış olduğu risale ve mektup-lardaki tatbikatını ele almıştık.
Bu bölümde ise
Rasûlullah'ın (s.a.) bir hekim sıfatıyla başkalarına tarif etmiş olduğu tıbbî
mahiyetteki tavsiyelerini ve bu tavsiyelerde birçok doktorun anlamakta acze
düştüğü hikmetleri açıklayacağız. Zira, doktorların tıbbı yanında Hz.
Peygamber'in (s.a.) tıbbî tavsiyeleri, kocakarı ilaçları yanında doktorların
tıbbı gibidir. Sadece Allah'tan yardım ister, güç ve kuvveti yalnız O'ndan
dileriz.
Hastalıklar, kalp ve
beden hastalıkları olarak ikiye ayrılır ki her ikisine de Kur'an'da işaret
edilmektedir.
Kalbî hastalıklar,
Kur'an'da da belirtildiği gibi; 1) Şüphe ve Şek, 2) şehvet ve azgınlık olarak
ikiye ayrılırlar. Cenab-ı Hak, şüphe ile ilgili kalp hastalığına şöyle işaret
etmektedir: "Kalplerinde hastalık vardır. Allah da onların hastalığını
arttırmıştır. "[348],
"Kalblerinde hastalık bulunanlarla kâfirler; Allah bu on dokuz cehennem
zebanisini misal olarak vermekle neyi kasdet-miştir? dediler."[349]
Yine Cenâb-ı Hak, Kur'an ve sünnetin hakemliğine davet edilip de, diretip yüz
çeviren kişi hakkında şöyle buyuruyor: "Onlar, aralarında hükmetmesi
için, Allah'ın Rasûlü'ne davet edildikleri vakit, bakarsın ki bir fırkası
hemen yüz çevirip dönücüdürler. Eğer hak kendilerinin lehinde ise itaatla koşa
koşa ona gelirler. Kalblerinde bir hastalık mı var bunların? Yoksa (onun hak
peygamberliğinden) şüphe mi ettiler? Yahut Allah'ın ve Rasûlü'nün kendilerine
haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? \Iayır! Asıl zalimler (haksızlar)
kendileridir."[350]
İşte bu da şek ve şüphe hastalığının Kur'an'daki misâlidir.
Kalbî hastalıkların
ikinci türü olan şehevî hastalıklar hakkında Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır^
"Ey Peygamber kadınları! Siz diğer kadınlardan, herhangi biri gibi
değilsiniz. Eğer Allah'tan korkuyorsanız, size yabancı olan erkeklerle
kırıtarak konuşmayın. Zira kalbinde hastalık bulunanların şehvanî arzularına
maruz kalırsınız."[351]
Bedenî hastalıklar
hakkında Cenâb-ı Hak: "Köre güçlük yoktur, topala güçlük yoktur, hastaya
güçlük yoktur. "[352]
buyurmuş ve Kur'an'm azametini anlayacak ve anlayanı da başka her türlü
kaynağa müracaattan müstağni kılacak şekilde hac, oruç ve abdest âyetlerinde
ince bir sırla bu hastalıklardan bahsetmiştir.
Bedenî hastalıkların
tedavisinde {tıbbu'l-beden) üç esas bulunmaktadır; 1) Hıfzısıhha
(hastalıklardan korunma), 2) Perhiz, 3) Zararlı maddelerin dışarı atılması.
Cenâb-ı Hak bu üç temel esasa da hac, oruç ve abdest âyetlerinde değinmiştir.
Oruç âyetinde:
"İçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan, tutamadığı günlerin sayısınca
diğer günlerde tutar.[353]
Duyurulmaktadır. Bu durumda hasta olan kişiye hastalık mazeretiyle; yolcuya da
sıhhatinin, gücünün korunması {hıfzısıhha) sebebiyle Ramazan ayında oruç
tutmamalarına müsaade edilmiştir. Çünkü seferde daha fazla hareketli
olunduğundan, oruçluluk rahat ve fazla harekete müsait değildir. Gıdasızlık da
insanın gücünü azaltır ve zayıf düşürür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak
yolcuya, kendisini zaafa düşürecek şeylerden korunması için Ramazanda oruç
tutmamasına izin vermiştir.
Hac âyetinde ise:
"İçinizden hasta olan, ya da başından bir rahatsızlığı
bulunan, bundan ötürü tıraş olmak zorunda
kalan kimsenin fidye olarak ya oruç tutması, ya sadaka vermesi ya da kurban
kesmesi gerekir..."[354]
buyurmuştur. Böylece hasta olan ve başında bit, kaşıntı vb. gibi eziyet veren
şeyler olan kişiye; saç diplerinde tıkanması sebebiyle, başta eziyet meydana
getiren pis (ter) buharlarının dışarı atılması için başını tıraş etmesine
müsaade edilmiştir. İhramlı olan kişi bu durumda başını tıraş ettiğinde, saç
diplerinde bulunan ter delikleri açılır ve tıkanmış (olan deliklerden) terler
rahatça dışarı çıkar.
Dışarı atılması
gereken diğer maddeler de buna kıyas edilirler. Hapsedilip, tıkalı kalması
insana eziyet veren şeyler on tanedir: 1- Kan fazlalaşması, 2- Meninin
çoğalması, 3- Sidik, 4- Dışkı, 5- Yellenme, 6- Kusuntu, 7- Aksırma, 8- Uyuma,
9- Açlık, 10- Susuzluk. İşte bu on şeyin dışarı verilmeyip tutulması halinde,
her biri kendi cinsinde bir tür hastalığın meydana gelmesine sebep olur.
Cenâb-ı Hak bu on
şeyin en düşüğü olanına işaret etmiştir ki, o da başta tıkanmış olan
deliklerden buharların (ter) dışarı atılmasıdır. Diğerleri buna kıyas
edilebilir. Nitekim Kur'anî üslûpta da esas olan; en düşüğü zikredilerek en
üsttekine ikaz ve işaret edilmesidir.
Perhize gelince;
Cenâb-ı Hak abdest âyetinde: "Eğer hasta veya yolculukta iseniz, yahut
biriniz ayak yolundan gelmişse veya kadınlara yaklaşmış-sanız ve bu durumlarda
su bulamamışsanız, tertemiz bir toprağa teyemmüm edin...[355]
buyurmuştur. Burada Cenâb-ı Hak hasta olan kişiye, bedenine eziyet verecek
olan şeylerden korunması için su ile abdest alma yerine toprakla teyemmüm
etmesini emretmiştir. Bu, kişiye hem içerden, hem de dışardan eziyet verici
herşeyden kendisini koruması (hımye, perhiz) gerektiğine bir ten-bihtir.
Böylece Cenâb-ı Hak,
kullarını tıbbm'bu üç usulüne ve temel kaidelerinin toplandığı esaslara
yöneltmiştir. Biz Rasûlullah'ın (s.a.) bu husustaki tutum, davranış ve
sünnetlerine değinecek ve O'nun (s.a.) sünnetinin en uygun bir davranış biçimi
olduğunu açıklayacağız.
Kalbî hastalıkların
tedavisi ise ancak peygamberlerin (s.a.) tavsiye ettiği şeylerle olur ki bu tür
tedavi yolları ancak onlar tarafından ve onların elleriyle bize ulaşmıştır.
Çünkü kalplerin salâhı ancak, yaratıcısını ve Rabbini, O'nun isimlerini,
sıfatlarını, fiillerini ve indirmiş olduğu ahkâmı bilmekle meydana gelir.
Cenâb-ı Hakk'ın rıza ve muhabbeti olan şeylerin ardından giderek, yasakladığı
ve razı olmadığı şeylerden kaçınmalıdır. Aksi halde kalbin ne sağlığı, ne de
diriliği asla mümkün değildir. Kalbin salâhını ve diriliğini gerektiren şeyleri
tesbit ancak peygamberlerin (s.a.) yardımıyla mümkündür. Peygamberlere (s.a.)
uymaksızın kalbin salâhı olamaz. Böyle zanneden kişi yanılmıştır. Onun salâh ve
diriliği aslında behimî, şehvanî nefsinin diriliği, kuvveti ve sıhhatidir.
Çünkü bu hal, kişinin kalbinin diriliği, sıhhati ve kuvveti değildir. Bununla
yukarıda anlatılan şey arasındaki farkı ayırd eâeme-yen kişi, diri zannettiği
kalbinin bu durumuna ağlasın! Çünkü o ölüler gibidir. Kalbini nurlu
zannetmesine de ağlasın! Çünkü kalbi aslında karanlık denizlerine batmıştır. [356]
Bedenlerin tedavisi
konusunda iki türlü tıb vardır:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın konuşan ve konuşmayan her türlü canlıyı yaratmış olduğu fıtrat ki, bu
durumda sağlık ve sıhhatini devam ettirmesi için bir hekimin tedavisine gerek
yoktur. Bunlar, zıtlarıyla izâlesi mümkün olan açlık, susuzluk, üşümek ve
yorgunluk gibi şeylerdir.
(b) Tedavisi
ancak fikir ve düşünceyle (tıbbî müdahale ile) mümkün olabilen'hastalıklar.
Bunlar mizaçta meydana gelen "müteşâbih (müfred) hastalıklardır. Bu
hastalıkların gelmesiyle mizaç itidalini kaybederek, (aslında kendisine mahsus)
sıcaklığı, soğukluğu, rutubet ve kuruluğu olan her uzuvda iki keyfiyet birden
belirir.
"Müteşâbih
hastılaklar"da muvazenenin bozulması iki türlü olur: 1) Ya maddî olarak
(ahlatta, hömürlerde) meydana gelir, 2) Veya keyfiyette bir değişiklik olur.
Yani ya maddî olarak hömürlerde bir değişiklik olur veya (soğuktan maydana
gelen hastalıklar gibi maddî bir değişikliğe uğramadan) keyfiyette bir etki
meydana getirir.
Bu iki tür hastalık arasındaki
en belirgin fark; keyfiyete dayalı hastalıklar, onları meydana getiren
sebeplerin ortadan kalkmasıyla oluşur. Sebepler gittiği halde etkisi mizaçta
keyfiyet olarak kalır.
Fakat maddî (hümörlere
dayalı) hastalıklar ise sebepleriyle birlikte belirir ve devam eder. (Şayet
hastalık böyle bir sebebe dayanıyorsa) önce o hırtın (hümor) bozulma sebebinin,
sonra tezahür ve etkilerinin, daha sonra da ne şekilde tedavisi mümkün
olacağının düşünülmesi gerekir.
(Kemik, adale, ilik ve
sinirler gibi mürekkep) âlî organlarda meydana gelen hastalıklar (emrâd aliyye)
da vardır ki, bunlar tabiî şeklinden farklı olmasından, âza boşluklarının geniş
veya darlığından, mecraların çok dar|çok geniş veya kapalı olmasından,
sertleşmesinden, sürtüşmesinden, miktarından, büyümesi veya daralmasından veya
(mafsalda kemiklerin ayrılması, kemik suyunun mafsal çukurunda erimesi, uzuv
yerinde olduğu halde iradî olmayarak kolun titremesi gibi) vaziyet
bozukluklarından anlaşılır.
İşte mizaçta ve âlî
uzuvların terkibinde bozukluk olmayıp, uyum ve denge olursa bedenin bu haline
"ittisal" denir. Şayet uyum ve denge bozulursa (ki bu durumda deri ve
adalelerde yaralar oiuşur ve cerahat toplayarak oraya gelen iyi hümörlerin
fesadına sebep olur), bu hale "teferruku'l-ittisal" denilir.
Bir üçüncü hastalık
tipi de vardır ki bunlar hem müteşâbih uzuvları, hem de âlî uzuvları içine
alırlar.
Böyle bir hastalık
önce mizacın bozulmasıyla başlar, fakat hem terkibinde hem de şekilde bir
bozukluk meydana geldiği gibi ittisalin açılması da olur ki şişler buna en
güzel misaldir.
Mizacı itidalden
çıkaran hastalıklara "müteşâbih hastalıklar" denir. Bu durum mizacda
bilfiil hissedilebilen bir zarar meydana getirdiğinde "hastalık"
adını alır.
Bunlar da sekiz
kısımdır/Dördü basit (sade), dördü mürekkep (kanşik)tır. Sade olanlar:
Soğukluk, sıcaklık, nemlilik, kuruluktur. Karışık olanlar: Sıcakhk-nemlilik,
sıcakîık-kuruluk, soğukluk-nemlilik, soğukluk-kuruluktur.. İşte bedende ya
maddî olarak hümörlerde değişiklikle veya hiçbir değişiklik olmadan hastalık
meydana gelebilir. Şayet bu hastalık bedenin tabiî ve mutedil halini
bozmayacak şekilde zararsız olursa bu duruma itidalden sıhhate çir kış, sağlığa
kavuşma denir.
Bedenin üç hali
vardır: Tabiî hali, tabiîlikten çıkış hali ve her ikisi arasındaki orta hali.
Üçüncü durumda kişi ne hasta ne de sağlıklıdır. Bu orta hal, iki zıd olan
hastalık ve sıhhatin birbirlerine intikal etmesinde geçiş safhası olarak
hizmet görür.
Beden, (içinde mevcut
olan uzuvların) sıcaklık, soğukluk, nemlilik ve kuruluktan mürekkep olduğundan,
sağlığını kaybetmesi ya dahilî bir sebep veya haricî bir etkiyle olur.
Bünyenin sıhhatini etkileyen dış sebep bazan mizacına uyumlu, bazan da uyumsuz
olur.
insana ânz olan zarar,
bazan itidalden çıkan mizacın bozulması, bazan bir uzuvda beliren değişiklik,
bazan da kuvvetlerden veya o kuvvetleri taşıyan (sinirler, damarlar gibi)
ruhlarda bir zafiyet şeklinde belirir. Bu dengenin bozulması; mutedil hali
küçük olan bir uzvun büyümesi, mutedil halinde büyük olması gereken bir uzvun
küçülmesi, mutedil hali (ahlatın) ittisalinde {mürekkep) olan bir uzvun basit (mw/retf)leşerek
ayrılması, mutedil hali basit olması gereken bir uzvun mürekkep halde
(/tt/sa/)olmasi, mutedil hali daralma olan bir uzvun genişlemesi ve herhangi
bir vaziyet ve şekil içinde olan bir uzvun bu durumunun değişmesi ile olur.
Gerçek doktor;
hastanıni mizacına uygun olarak terkibi (birleştirilmesi) insana zararlı olan
maddeleri birleştirmeden, ayrıştırılması zararlı oian şeyi terkip etmeden,
çoğaltılması zararlı olan maddeyi çoğaltmadan ve azaltılması zararlı olan
maddeyi azaltmadan hastayı tedavi eden kişidir. Doktor, bu tedavi yollarıyla
hastayı kaybetmiş olduğu sıhhatine ve daha önceki mutedil haline kavuşturmuş
olur. Mevcut olan hastalığı (hastanın mizacının hangi tarafa meylettiğini
keşfederek) ya zıddı olan ilaçlarla veya perhizle ortadan kal-dınr.[357]
îşte bunların hepsinin Allah'ın gücü, kuvveti, lütfü ve yardımıyla,
Ra-sûlullah'ın (s.a.) sünnetinde yeterli ve doyurucu ölçüd? bulunduğunu göreeksin. [358]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) bu hususlardaki tutumu; tedaviyi kendisine uygulaması, ehl-i beytten ve
ashabtan hasta olanlara da bu şekilde kendilerini tedavi etmelerini
emretmesiydi. Hekimlerin "akrabâdîn"*1* dedikleri mürekkep ilaçlan
kullanmaz, çoğunlukla basit/sâde (gıda cinsinden olan) ilaçları kullanırdı. Bu
ilaçlan da çoğunlukla (hastalığın nekahet dönemini atlatmaya) yardımcı olacak
veya (ateşinin) yükselmesine mani olacak zamanlarda kullanırdı.
Çok farklı cinslerde
olmakla birlikte, Arap, Türk ve kırsal kesimde yerleşmiş olan bedevilerin
hepsinin tedavide kullandıkları usul genellikle bu basit ilaçların
kullanımıdır. Mürekkep (karışrk) olan ilaçlar ise Rumlar ve Yunanlılar tarafından
kullanılmıştır. Hindlüerin ekserisinin tedavi şekli de basit
açlarladır.[359]
Hekimler; tedavisi
tabiî gıda ile olabilecek bir hastalığı İlaçla tedavi etmemek, basit ilaçla
tedavi edilebilecek bir hastalığı mürekkep ilaçlarla tedavi etmemek
gerektiğinde ittifak etmişlerdir.
Derler ki: Herhangi
bir hastalık tabiî gıda ve perhizle ortadan kaldırıla-biliyorsa, başka bir ilaç
terkibi yapıp, hastaya vermeye gerek yoktur.
Yine şöyle derler:
Hekim, hastaya hemen ilaç içirmeye çahşmamahdır. Çünkü, bedende o hastalığı
çözecek bir zıd madde olmadığı, zıddı var fakat muvafık olmadığı, muvafık bir
zıd madde var fakat kemiyyet ve keyfiyet olarak gereğinden fazla bulunduğu
zaman hastayı sağlığına kavuşturmaya teşebbüs eder. Aksi halde boşuna uğraşmış
olur. Tecrübeli hekimler genellikle önce basit ilaçlarla tedavi yolunu
araştırmışlardır. Bu şekilde hareket eden hekimler tıbbın üç türlü tedavi
yolundan birine mensup olanlardır.
Bu görüşlerin en
doğrusu, tedavide ilaç olarak tabiî gıda cinsinden olanlarını kullanmaktır.
Çoğunlukla tedavide basit ilaç kullanan milletlerin hastalıkları gerçekten
azdır. Tedavileri de basit ilaçlarladır. Fakat, karışık gıdalarla beslenen
şehirliler, daima mürekkep (karışık) ilaçlara muhtaçtırlar. Bunun sebebi,
onların hastalıklarının genellikle mürekkep olmasıdır. Dolayısıyla da mürekkep
ilaçlar onlar için daha faydalıdır. Çöllerde ve kırsal kesimlerde yerleşik olan
İnsanların hastalıkları basit ve sade_ojduğundan, tedavilerinin sade ilaçlarla
olması kâfi geliyor. Bunlar tnrsan'atı açısından getirilen delillerdir[360]
Ancak biz deriz ki:
Rasûlullah'ın (s.a.) tedavi usulünde bir başka incelik vardır. Önde gelen ve
mütehassıs hekimlerin de itiraf ettiği gibi; hekimlerin tedavi usullerinin Hz.
Peygamber'in (s.a.) tedavi usulüne nisbeti, kâhinlerin ve kocakarı ilaçlarının
hekimlerin tedavisine nisbeti gibidir. Nitekim hekimler, tıp ilmi hakkında;
mukayese, tecrübe, ilham, rüya, isabetli görüş, hayvanların kendilerini tedavi
ettiği usullere bakılarak elde edilmiş bir ilim olduğunu söylemişlerdir.
Nitekim biz kedileri, zehirli bir şey yediğinde tedavi olmak için kandile
tırmanıp (başını) kandilin yağına daldırdığını; yılanların deliklerinden
çıktıklarında bazan gözleri görmez olduğunda, dere otu nevinden bir oitki oian
râziyâne yaprağına gözlerini sürdüğünü; tabiatında bir daralma olan kuşun,
deniz suyuyla içini boşalttığını hep müşahede ediyoruz. Bütün bunlar ve
benzeri bilgiler tıbbın başlangıç konularında (tıbba giriş) ele alınmaktadır[361]
Bu ve benzerlerinin,
Allah'ın fayda ve zarar verecek şeyleri Peygamberi'ne bildirdiği vahyin
yanında ne değeri olabilir ki? Hekimlerin bilgisi dahi-ünde olan tıb ilminin
vahye olan nisbeti, peygamberlerin sünnet olarak getirmiş bulunduğu ilimlerin
tabiblerinkine olan nisbeti gibidir. Belki de burada büyük hekimlerin dahi
akıllarının eremiyeceği, ilim, tecrübe ve mukayeseie-riyle tedavi
edemiyecekleri hastalıkların ilaçları vardır. Bunlar kalbî, ruhanî ilaçlardır:
Kalbin kuvvetlenmesi, Allah'a itimad etmesi, O'na tevekkül etmesi, O'na
sığınması, O'nun huzurunda boynu bükük ve derli toplu olması, O'na karşı
tevazulu olması, sadakatli olması, dua, tevbe ve istiğfar etmesi, sıkıntılı
kişinin sıkıntısını gidermesidir. Dinleri ve milletleri ayrı olmakla birlikte,
her ümmet bunları tecrübe etmiş ve en bilgili hekimin tecrübesi ve
mukayesesiyle ulaşamadığı Ölçüde şifâya kavuşmuştur.
Biz ve başkaları bu
manevî ilaçların çoğunu tecrübe ettik ve onların; his-sî ilaçların yapamadığı
etkiyi yaptığını gördük. Belki de ruhanî ilaçların hissî ilaçlara göre değeri,
hekimlerin nezdinde kâhinlerin ilaçlarının değeri kadardır. Bu, ilâhî hikmet
kanunu akışına uygun olup ondan ayrı değildir. Yalnız sebepler çeşit çeşittir.
Kalb ne zaman âlemlerin Rabbi ile, hastalığı ve devayı yaratan, insan tabiatı
ve mizacında dilediği şekilde tedbir ve tasarrufta bulunan Allahile olursa,
Allah'tan uzak ve O'ndan yüz çevirmiş olan kalbinin bir türlü kabul edemediği
daha başka ruhanî ilaçlara ulaşır. Bilindiği gibi; ruhlar güçlendiğinde, nefis
(ruh) ve tabiat güçleri birbirlerine o hastalığı defetmek ve yenmek için
yardımcı olurlar. Tabiatı (bedeni) ve nefsi (ruhu) güçlenen, yaradanına
yaklaştığından dolayı ferahlayan, O'nunla ünsiyet kuran, O'nun için seven,
zikriyle nimetlenmiş olan, bütün güçlerini O'na yöneltip O'nda toplayan, O'ndan
yardım dileyen ve O'na tevekkül eden kişinin bu ruhanî ilaçlarının, ilaçların
en büyüğü olduğunu» elem ve hastalığı yok etme gücünü kişiye verdiğini inkâr
nasıl mümkün olur? Böyle bir inkâr ancak insanların en cahili, en perdelisi,
en katı ruhlusu, Allah'tan ve insaniyetten en uzak olanından beklenir.
înşâallah ileride rukye (dua) olarak, bir yıîan tarafından ışınlan kişiye
Fâtiha-i şerife okunduğunda sanki hiç elemi yokmuş gibi ayağa kalkmasının
hangi sebepten meydana geldiğini açıklayacağız.[362]
îşte bu iki tür tedavi
Hz. Peygamber'in (s.a.) tıbbidir. Biz, Allah'ın gücüyle, takatimiz ve cehdimiz
kadar bilgilerimiz, karışık irfanımız, değersiz malzememizle bu konuyu ele
alacağız. Fakat yine de biz, hayrın tamamı elinde olan Allah'ın fazl ve
keremini dileriz. Çünkü O Aziz (yegâne hükümran) ve Vahhâb (istemeden
veren)dir. [363]
Müslim, Sahih'inâs
Ebu'z-Zübeyr—Câbir b. Abdullah kanalıyla Rasû-îullah'ın (s.a.) şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her hastalığın bir tedavisi vardır. Tedavisi
bulunan hastalık da ancak Allah'ın izniyle geçer."[364]
Sahihayn'dsi, Atâ—Ebu
Hureyre kanalıyla Allah Rasûlü'nün (s.a.) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Allah, şifasını vermediği hiçbir hastalığı yeryüzüne
indirmemiştir."[365]
Ahmed b. HanbelMn Müsned'inde
rivayet edildiğine göre Ziyad b. îlâ-ka, Üsâme b. Şerîk'den şunlan anlatıyor:
Ben Hz. Peygamberin (s.a.) huzu-rundaydım. Bedeviler geldi ve dediler ki:
"Ya Rasûlallah! Tedavi olalım mı?" Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.): "Evet ey Allah'ın kulları, tedavi olunuz. Zira Allah Azze ve
Celle, bir hastalık hariç şifasını vermediği hiçbir hastalık bırakmamıştır.**
buyurdu. Bedeviler: "O nedir?'1 deyince Hz. Peygamber (s.a.):
"İhtiyarlık." buyurdu.[366]
Hadisin diğer bir
lâfızla rivayeti şöyledir: "Allah şifasını vermediği hiçbir hastalığı
(yeryüzüne) indirmemiştir. O hastalığı (şifasını) bilen bildi, bilmeyen de
bilmedi."[367]
Müsned'ât îbn
Mes'ûd'dan (r.a.) merfû olarak rivayet edildiğine göre şöyle buyurmuştur:
"Allah Azze ve Çelle^ şifâsını vermediği hiçbir hastalığı (yeryüzüne)
indirmemiştir. O hastalığın şifasını tiilen bildi, bilmeyen de bil-medi."[368]
Müsned'dt ve Stinen'dt
rivayet edildiğine göre Ebu Hüzâme şöyle anlatıyor: Dedim ki: "Ey
Allah'ın Rasûlü! (Hastalıklarımızı geçirmek için) ruk-ye olarak yaptığımız
duayı, tedavi olduğumuz ilacı, (hastalığa tutulmamak için) tedbir almamızı
nasıl buluyorsunuz? Acaba bunlar Allah'ın (c.c.) takdirinden herhangi bir şeyi
geri çevirebilir mi?" Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.): "O
(saydığın şeyler de) Allah'ın takdiridir." buyurdu.[369]
Bu hadis-i şerifler;
sebepler ve neticelerinin varlığını isbat etmekte, bunu inkâr edenlerin
görüşlerinin yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmektedir. Ha-disdeki: "Her
hastalığın mutlaka bir şifası, tedavi yolu vardır." cümlesi, öldürücü ve
hekimlerin bile iyileşti remeyeceği hastalıkların tümünü içine alacak şekilde
umumidir. O tür hastalıklardan kurtuluş ancak Allah Azze ve Cel-le'nin
yaratacağı bir ilaç ile olur. Fakat Allah, bu bilgiyi insanlardan kaldırmış ve
ona ulaşmağa da bir yol göstermemiştir. Zira mahlukatın bilgisi Allah'ın
onlara öğrettiği kadardır. Bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.), hastalıktan
şifa bulma ölçüsünü, ilacın hastalığa uyması ile sınırlamıştır. Çünkü
mahlukatta var olan herşeyin bir zıddı vardır ve her hastalığa karşı olarak da
zıddıyla tedavi olunacak bir ilaç vardır. Hz. Peygamber (s.a.) hastalıktan
kurtuluşu, ilacın hastalığa uygun olmasına bağlamıştır. Bunlar ilacın mücer-red
olarak bulunmasına bağlıdır. Aksi halde ilaç, keyfiyette hastalığın derecesini
aştığında veya gereğinden fazla miktarda alındığında bir başka hastalığa sebep
olur. Gereğinden az olduğu zaman ise, hastalığa mukavemet edemediğinden ilacın
etkisi az olur. Tedavi, hastalığa uygun olmazsa şifa hasıl olmaz. Ayrıca,
tedavi zamansız yapılırsa bir fayda vermez. Hastanın bedeni ilacı kabul
etmediği yahut ilaç almaya kuvveti olmadığı veya ilacın tesirine mani bir sebep
olduğunda da hastalıktan kurtulmak mümkün olmaz. İlaç ne zaman hastalığa uygun
olursa, Allah'ın izniyle mutlaka şifaya kavuşulur. Hadislerin bu şekilde
izahı, aşağıda gelecek ikinci izah tarzından daha güzeldir.
İkinci bir yorum
şöyledir: Bu ifade, kendisiyle has murad edilebilen âm bir hüküm olmalıdır.
Böylece özellikle, lâfzın kapsamına girenler, dışında kalanlardan kat kat
fazladır. Her dilde bu tür ifadeler vardır. Bu durumda hadise şöyle mânâ
vermek gerekir: Cenâb-ı Hak tedaviyi kabul edebilecek her hastalığın ilacını da
mutlaka yaratmıştır. Böylece, tedaviyi kabul etmeyen hastalıklar bu hükme
dahil değildir. Nitekim Allah Teâlâ, Âd kavmine musallat ettiği rüzgâr
hakkında: "O rüzgârın içinde, Rabbinin emriyle herşeyi yerle bir edecek can
yakıcı bir azap vardır."[370]
buyurmuştur kî, bu ifade yıkılabilecek bütün şeyler için geçerlidir. Nitekim
âyetin devamında Âd kavminin evleri bu yerle bir olmadan istisna edilmiştir.
Buna benzer misâller çoktur.
Bu âlemde yaratılmış
olan atları, bir kısmının diğerlerine mukavemetini, muhalefetini ve tasallutunu
düşünen kişiye; Rab Teâlâ'nın kudretinin kemâli, hikmeti, sun'undaki insicamı,
rububiyette, vahdaniyette, kahrda tek olduğu, bizatihi Ganî olup kendi
dışındakilerin O'na muhtaç olduğu gibi, O'-ndan başka şeylerin O'nun zıddı ve
manii olduğu belirmiş olur.
Sahih hadislerde
tedavî olmaya dair emir vardır. Açlık, susuzluk, hararet ve üşüme gibi
hastalıkları zıdlanyla gidermekte bir beis olmadığı gibi, tedavi de tevekküle
mâni değildir. Aksine, Allah'ın şer'î bir ölçüde, neticeler için tayin etmiş
olduğu sebeplere yapışmakla tevhidin hakikati tamamlanmış olur. Zira sebeplerin
ortadan kaldırılması, gerçekte ve hikmette olduğu gibi, tevekkülün kendisine
mâni olur ve onu zayıflatır. Çünkü, sebepleri terket-menin tevekkülü daha
kuvvetlendireceği zannedilir. Kişi, sebeplere acziyetinden dolayı yapışmamışsa,
dininde ve dünyasında kulun faydasına olan şeyin elde edilmesi ve din ve
dünyasına zarar verecek şeyi ortadan kaldırması hususunda kalbin Allah'a
itimad etmesi demek olan tevekkülün hakikatına aykırı hareket etmiş olur. Bu
şekildeki itimadın, sebeplere yapışmakla birlikte olması gerekir. Aksi halde
hikmet ve şeriatı ortadan kaldıran kişi durumuna düşer. Dolayısıyla kul
acziyetini tevekkül, tevekkülünü de acziyet olarak değerlendir memelidir.
Bu hadislerde,
tedaviyi inkâr ederek; "Şayet şifa takdir olunmuşsa, tedavinin bir
faydası yoktur, eğer şifa tjakdir olunmamışsa zaten bir faydası olmaz."
diyenin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde bu yanlış düşünceye şu da
eklenebilir: "Hastalık Allah'ın takdiriyle tahakkuk eder. Halbuki Allah'ın
takdiri reddoîunamaz, defedilemez." Bu mânada sorulan Hz. Peygam-ber'e
(s.a.) bedeviler sormuştu. Sahâbinin büyükleri ise, Allah'ı, hikmetini ve
sıfatlarım en fazla bilenlerden oldukları için böyle bir soruya gerek duymamışlardır.
Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.) böyle sorular soranlara sadra şifa verecek
şekilde cevap vermiştir: Bu ilaçlar, rukye (dua) ve hastalıktan sakınmalarınız
da Allah'ın takdiridir. O'nun takdirinin dışına hiçbir şey çıkamaz. Bilâkis O,
takdirini kendi takdiriyle geri çevirir. Bu geri çevrilme de O'nun takdiridir.
Hiçbir şekilde O'nun takdirinin dışına çıkmak mümkün değildir. Bu aynen açlık,
susuzluk, hararet ve üşümeyi zıdlanyla gidermek gibidir. Düşmanla karşılaşma*
takdir kılındığında, onların savaşla bertaraf edilmesi de böyledir. Defeden,
defedilen ve defetme, hepsi Allah'ın takdiriyledir.
Bu soruyu sorana
denilir ki: Sana fayda getirecek bir şeyi elde etmek ve zararı gidermek için
senin de hiçbir sebebe yapışmaman .lâzım değil midir? Zira, fayda ve zarar
şayet takdir edilmişse mutîaka vuku bulacaktır. Eğer takdir olunmamışsa onun
meydana gelmesi mümkün değildir. Böyle bir mantık dinin ve dünyanın yıkımı,
âlemin bozulması demektir. Bu sözü ancak, hakkı reddeden, inatçı biri söyler. Müşriklerin: "Şayet
Allah dileseydi ne biz, ne de babalarımız müşrik olurdu."[371],
"Şayet Allah dileseydi ne biz ne de babalarımız Allah'dan başka bir şeye
ibadet ederdik."[372]
diye; Allah'ın onlara peygamberleriyle hüccet getirmesine karşılık vermeleri
gibi, kaderi (inandıklarından değil) sırf karşısında haklı olan kişinin
delilini çürütmek için laf olsun diye ağızlarına alırlar.
Bu soruyu sorana şu
şekilde cevap verilebilir: Şimdi senin hatırlayamadığın üçüncü bir konu daha
var. O da şudur: Muhakkak ki Cenâb-ı Hak şunu ve bunu bu sebepten dolayı
takdir etti. Ancak sebebini yerine getirdiğin takdirde netice meydana gelmiş
olur. Aksi takdirde netice alınmaz.
Şayet şu şekilde
itiraz ederse: Eğer sebep takdir olunmuşsa ben onu yaparım; takdir olunmamışsa
benim onu yapmaya gücüm yetmez. Bu durumda ona denilir ki: Böyle bir savunmayı
—sana muhalefet ederek— emrettiğin bir işi yapmayıp, nehyettiğin bir hareketi
yaptıkları bir zamanda, kölen, çocuğun ve ücretle tuttuğun amelenden kabul
eder misin? Eğer bunu mantıklı bularak kabul edersen, o zaman sana isyan edeni,
malını çalanı, sonra iftira atanı ve haklarını vermeyeni, hiç kötülememen
gerekir. Şayet böyle bir şeyi kabul etmezsen, o halde üzerinde Allah hakkı
olarak gerekli şeyleri yapma-manı nasıl mantıklı bulabiliyorsun?
İsrâilî bir rivayete
göre, Hz. İbrahim (a.s.) şöyle sordu: "Ya Rab! Hastalık kimdendir?"
Cenâb-ı Hak: "Bendendir." dedi. Hz. İbrahim (a.s.): "Peki,
şifası kimdendir?" diye sordu. Cenâb-ı Hak: "Bendendir."
buyurdu. Hz. İbrahim: "Öyleyse tabibe ne gerek var?" diye sorunca,
Cenâb-ı Hak: "Tabib, şifayı kendi eliyle yeryüzüne gönderdiğim
adamdır." dedi.
Ayrıca, "Her
hastalığın bir şifası vardır." hadisi hem hastaya, hem tabibe moral gücü
vermektedir. Hastalıktan kurtulmanın yollarını araştırmaya teşvik etmektedir.
Çünkü hasta, hastalığını geçirecek bir ilacın mutlaka var olduğuna inanırsa,
kalbi umutlanır, karamsar olmaz, umut kapısı açıhr. Ruhu bu sebeple
kuvvetlendiğinde hastalıktan dolayı meydana gelen harareti ortadan kalkar. Bu
hal hayvanı, nefsânî ve tabiî ruhların güçlenmesine sebep olur/Bu ruhlar
kuvvetlendiğinde, bu ruhları taşıyan kuvvetler güçlenir. Böylece vücut
hastalığı yener ve onu ortadan kaldırır.
Aynı durum tabip için
de önemlidir. Zira, bu hastalığın mutlaka bir devasının, ilacının
olabileceğine kanaat getirirse, onu bulmak için araştırmaya
koyulur. Nitekim bedenî hastalıklar kalbî
hastalıklarla aynı ölçülere sahiptir. Cenâb-ı Hak herhangi bir kalbe bir
hastalık verirse mutlaka onun tedavisini o hastalığına zıd bir şeyle
vermiştir. Şayet hasta tedavi olacağı, zıd olan ilacı bilir de onu kullanır ve
ilaç da o hastalığına tam uyum sağlarsa, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuşur. [373]
Rasûlullah'ın (s.a.)
mideyi bozacak şekilde ve ihtiyaç fazlası yemekten kaçınması, yeme ve içmede
riâyeti gerekli ölçüler konusundaki tutumu şöyledir:
Müsned ve diğer hadis
kitaplarında rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"İnsanoğlu, midesinden daha kötü hiçbir kabı doldurmamıştır. Halbuki
onlara, belini doğrultacak birkaç lokmacık kâfi gelir. Mutlaka midesini
dolduracaksa, üçte birini yemeğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de hava için
ayırsın."[374]
Hastalıklar iki
çeşittir: Birinci türdeki maddî hastalıklar; bedende aşırı derecede çok olup da
tabiî hareketlere dahi zarar veren hastalıklardır. Hastalıkların birçoğu bu
türdendir. Sebebi ise; daha ilk yemek hazmedümeksizin vücuda yeni yemekler
doldurulması, ihtiyaçdan fazla miktarda, faydası az, hazmı zor gıdaların
alınması, çeşitli terkiplerde karışık gıdaların çok alınmasıdır, însan bu tür
gıdalarla karnını doldurur ve bunu alışkanlık haline getirirse türlü türlü
hastalıkların meydana gelmesine sebep olur. Misâl olarak da hastalığın süratle
gelip, zor bir şekilde ortadan kaldırılması verilebilir. Gıdada Grta yolu
turar, ihtiyaç miktarı alıp kemmiyet ve keyfiyyetinde mutedil olursa, vücud;
fazla miktarda alman gıdanın verdiği faydadan daha çok fayda elde etmiş olur.
Gıda üç türİü alınır:
1) Zaruret ölçüsünde, 2) Yeterli ölçüde, 3) Aşın ölçüde. Hz. Peygamber (s.a.);
kişiye belini doğrultacak, kuvvetinden düşürmeyecek ve zafiyet vermeyecek
şekilde birkaç lokmacığın yeterli olduğunu; daha fazla yemek zorunda kaldığı
takdirde, midesinin üçte birini yemekle, üçte birini suyla, son üçte birini de
nefesle doldurmasını bildirmiştir. Bu şekilde yemek, hem vücuda, hem de kalbe
en faydalı olan şekildir. Çünkü mide sırf yemekle dolarsa su içmekte zorlanır.
Sırf su ile dolarsa nefes almakta zorlanır, ağır bir yük altında kalan kişi
gibi yorulur ve sıkıntıya düşer. Bu vaziyette olan kişinin kalbi bozulur,
azaları ibadete karşı gevşer. Tokluğun gerektirdiği şekilde azalar şehevî
arzularla hareket ederler. Hâsılı, midenin yemekle doldurulması hem bedene hem
de kalbe zararlıdır.
Çok yemek, daimi ve
sürekli olursa bu sayılan olumsuz neticeler meydana gelir. Halbuki bazen çok
yemekte bir sakınca yoktur. Nitekim, Ebu Hu-reyre (r.a.), Hz. Peygamber'in
(s.a.) huzurunda; "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, sütü
mideme ulaştıracak hiçbir yol bulamıyorum!'* diyene kadar süt içmiştir. Sahabîler
Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda defalarca, doyana kadar yemişlerdir.
.
Bereketli dahi olsa,
aşın derecede tokluk insanın bedenini ve kuvvetini zaafa uğratır. Zira bedeni,
çok fazla gıda değil, ancak kabul edebileceği miktarda alman gıda
kuvvetlendirir.
İnsan topraktan,
havadan ve sudan ibaret olduğundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.) yemek yemeği;
yemek, su ve hava olarak üç kısma ayırmıştır.
Şöyle denilebilir:
(Ahlat teorisine göre) insanda bulunması gereken (dördüncü unsur) ateşin
vücutta bir yeri yok mudur?[375]
Buna şöyle cevap
verilir: Bu tabiplerin ileri sürdükleri bir teoridir. On-, lar: "İnsanda
bilfiil ateş unsurundan bir cüz vardır ve bu insanda mevcut olâ(ı dört rükün ve
asıldan[376] birisidir." derler.
Filozof ve tabiplerden
bazıları bu (ahlat) teorisini tenkid ederek, insi da bilfiil ateş unsurunun
olmadığını şu delillerle ileri sürmüşlerdi:
1— İnsanda
ateş unsurunun varlığı, ya etkisini terkederek nüzul eder vücutta bulunan su
(mâî) ve toprak (arazî) unsurlarla karışır, veya vücutta doğar ve oluşur
deniliyor.
Birincisi iki yönden
yanlıştır, a) Ateş tabiatıyla yükselici bir vasfa sahiptir. Şayet nüzul ederse
bulunduğu merkezden bu âleme inişi zor olur. b) Vücutta bulunduğu iddia edilen
ateş unsurları, nüzul ederlerken son derece soğuk olan zemherîr küresi
üzerinden geçmek zorundadırlar. Halbuki biz bu âlemde, büyük bir ateşin az bir
su ile söndüğünü görüyoruz. İşte son derece soğuk olan zemherîr küresi
üzerinden geçecek olan bu ateş unsurları daha çabuk sönerler.
2— Vücutta
meydana gelmesi görüşü ise çok çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bir cisim (ahlat
teorisine göre) ateş olmadan evvel, ya toprak, ya su veya havadır. İlk 4efa
ateş olan bu madde, diğer cisimlerden biriyle bitişik ve karışık olmuş olur.
Ateş olmayan cisim ise büyük cisimlere karıştığında ne ateşdir, ne de onlardan
herhangi biridir. Ateşe dönmeğe uygun bir istidat göstermez, çünkü bizatihi
ateş değildir. Karışık cisimler ise soğuktur. O halde ateşe dönüşmeye nasıl
müsait olabilir?
Şöyle diyebilirsiniz:
Vücutta, diğer cisimleri ateşe döndürecek ve onların arasına karıştığından
dolayı onları ateşe dönüştürecek ateş unsurlan niçin olmasın?
Biz de deriz ki:
a) Bu ateş
unsurlarının vücutta oluşma imkânı —ilk sözümüzde de söylediğimiz gibi—
yoktur. Şayet; "Biz, sönmüş kirecin üzerine su döküldüğünde, bir kristale
güneş ışığı vurduğunda, taşı bir demire vurduğumuzda ateş çıktığını
görmekteyiz." derseniz; işte bütün bu ateş unsurlan karışım esnasında
oluşuyor ki, bu da sizin birinci kısımda ileri sürdüğünüz görüşleri ibtal eder.
Bu görüşleri kabul
etmeyenler diyorlar ki: Biz, taşın demire vurulmasında olduğu gibi şiddetli
bir sürtüşmeden ve kristalde olduğu gibi güneşin kuvvetle ısırmasıyla ateş
meydanagel4.iğini inkâr etmiyoruz. Fakat biz, bitki ve hayvanların
cisimlerinde'bu hadisenin meydana gelmesini uzak buluyoruz. Çünkü onların
yapılarında bu şekilde ateş maydana getirecek kadar şiddetli sürtüşme azdır ve
kristal gibi bir parlaklık yoktur. Kaldı ki güneş ışınları kristalin üzerinde
olduğunda elbette ateş meydana getirmezler. O halde içine ulaşan ışın nasıl
ateş meydana getirir?
b) Meselenin
aslında, tabipler; eski bir içeceğin tabiatında son derece sıcaklık olduğunda
ittifak etmişlerdir. Şayet bu sıcaklığın ateş unsurlarından oluştuğu ileri
sürülürse bu mümkün değildir. Çünkü, az bir su ile büyük bir ateşin söndüğünü
gördüğümüz halde, sönmeden, uzun süre, suyu fazla olan unsurların arasında ateş
unsurlannın az olarak kalabileceği nasıl düşünülebilir?
c) Şayet
hayvan ve bitkilerde bilfiil ateş unsuru varsa, yine onlarda bulunan su
unsurlarına mağlup olmaları-gerekir. Zira ateş unsuru suyun eîki-sindedir. Bazı
tabiat ve unsurların diğerlerine galip gelmesi mağlubun tabiatının galibin
tabiatına dönmesini gerektirir. Bu durumda zaruri olarak ateşin zıddı olan su
tabiatının galebesiyle az olan ateş unsurlan suya inkiiab etmiş olacaklardır.
d) Cenâb-ı
Hak, Kitâb'ında, insanın yaradılış safhalarını çeşitli yerlerde zikretmiştir.
Bu yerlerden bir kısmında, insanı sudan, bir başka yerde topraktan, bir
diğerinde su ve toprak karışımı balçıktan (= tîri), bir başka yerde güneş ve
rüzgârın etkisiyle, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattığından
bahsetmiştir. Bunların aksine hiçbir yerde insanı ateşten yarattığından
bahsetmemiştir. Bilakis bu tabiri, iblisin bir özelliği olarak zikretmiştir.
Sahih-i Müslim'de
sabit olduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Melekler
nurdan, cinler halis ateşten, Âdem de size (Kur'an'-da) tavsif olunduğu gibi
(topraktan) yaratılmıştır[377]
Bu hadiste de ifade
edildiği gibi insanın Cenâb-ı Hakk'ın Kitâb'ında belirtildiği şekilde
yaratıldığı açıktır. Cenâb-ı Hak bize insanı ateşten yarattığını veya insanın
aslında ateşten bir unsurun bulunduğunu anlatmamıştır.
e) Onların
en güçlü delilleri, canlıların bedenlerinde müşahade etmiş oldukları
hararettir ki; buna göre canlılarda ateş unsuru vardır. Bu bir delil olamaz.
Çünkü hararetin sebepleri ateşten daha umumi unsurlarla da meydana gelir-
Hararet bazan ateşten, bazan hareketten, bazen güneş ışınlarının aksetmesinden,
bazen havanın sıcaklığından, bazan ateşe yakın olmaktan meydana gelir. Havanın
sıcaklığı vasıtasıyla veya başka sebeplerle hararet meydana gelmesi, canlıda
ateşin varlığını gerektirmez.
İnsanda ateş unsurunun
varlığını iddia edenler derler ki: Şu bir gerçektir ki toprak ve su
birbirlerine karıştıklarında, erimelerini ve birbirlerine katışmalarını
gerektirecek bir hararet gerekmektedir. Aksi halde onlardan her biri diğerine
katışmamış, birleşmemiş olur. Nitekim güneş ve havanın ulaşmadığı bir toprağa
herhangi bir tohum attığımızda tohum bozulur. İşte bu sebepten dolayı ya
karışık bir şeyde tabiî olarak pişmiş, erimiş bir cisim meydana gelmesi veya
gelmemesi gerekir. Şayet meydana gelirse işte o ateş unsurudur. Meydana
gelmezse mürekkep olan cisim tabii olarak sıcak olmaz. Sıcak olsa da bu onda
arazî (geçici) olarak meydana gelir. Bu arazî sıcaklık zail olduğunda da o
şeyin ne tabiatında ne de keyfiyyetinde hararet olmaz. Aksine mutlak soğuk
olur. Fakat bazı gıda ve ilaçların tabiatında hararet vardır. Hararetin onların
kendilerinde mevcut olduğunu anlarız. Çünkü hararet onlarda arazî değil,
cevher-i nârı (temel ateş niteliği) olarak vardır. •
Yine derler ki: Eğer
vücutta stcak bir unsur olmazsa, son derece soğuk olması gerekir. Çünkü tabiat
soğuk olmayı gerektirecektir. Yardımcısı ve karşıtından mahrum olduğundan da
soğukluğun derecesi en son noktaya ulaşaçaktı. Şayet böyle olsaydı, insan
tabiatında, soğuk sebebiyle ihsas (duyular) olmayacaktı. Çünkü son derece soğuk
bir vücuda, soğuk bir şey ulaştığında benzeri bir şey olur. Bir şey de
benzerinden ayrılmaz. Aynlamayınca da onu hisredemez. Onu hissedemeyince de
ondan elem duymaz. Şayet soğuktan başka bir şey olursa farkedilmemesi
(ayrılmaması) daha uygundur. Şayet bedende tabiî olarak sıcak bir unsur yoksa,
bu elbette soğuktan ayrılıp meydana gelmez.
Diyorlar ki: Sizin
delilleriniz şu sözleri söyleyenlerin görüşlerini ibtal etmektedir: Ateş
unsurları bu mürekkep (karışık) cisimlerde hali üzere ve ateş tabiatlarıyla
baki (kahcı)dırlar! Halbuki biz böyle demiyoruz. Aksine; ateşin kendi türüne
ait görüntüsünün karışma esnasında bozulduğunu söylüyoruz.
İnsanda ateş unsurunun
olmadığım iddia eden diğerleri de şöyle diyorlar: Niçin, toprak, su ve hava
birbirlerine karıştıklarında, bu karışma ve erimeden meydana gelen hararetin
güneş ve diğer yıldızların harareti olduğu ileri sürülemesin? Daha sonra,
karışık bir madde, karışımının kemaline ulaştığında, sıcaklık sebebiyle —bitki
olsun, hayvan olsun, maden olsun— karışım vaziyetini kabule hazır haldedir. Bu
karışık maddelerdeki sıcaklık ve hararetin, Allah Teâlâ'nın bu birleşme
esnasında meydana getireceği hassa ve küvetlerle olup, bilfiil ateş unsurundan
olmamasına ne mâni olabilir? Bu şekilde yapılan izahı iptal etmeye elbette
hiçbir yolunuz yoktur. Nitekim büyük tabiblerden bir grup da gerçeği itiraf
etmişlerdir.
Bedenin soğuğu
hissetruesf sözüne gelince; biz deriz ki, bizatihi bu bedende bir hararet ve
sıcaklığın var olduğunu gösterir. Bunu kim inkâr edebilir ki? Yalnız sıcak bir
şeyin mutlaka ateşten oluştuğuna delil yoktur. Zira her ne kadar, her ateş
sıcaksa da bu hüküm küllî bir hüküm olamaz. Aksine bazı sıcak şeyler ateştir
denebilir.
Ateş türüne ait
görüntünün bozulmasına dair olan sözünüze gelince, tabiplerin çoğu ateşin
kendine ait görüntüsünün bekâsını benimser. Bozulmasına dair olan sözün
kendisi bozuktur. Bu görüşün bozuk olduğunu tabible-rini/in müteahhirîn
temsilcilerinin en efdali[378]
eş-Şifâ adlı eserinde itiraf et-
miş ve unsurların,
karışık cisimlerde aslı ve tabiatlanyla daha toplu bulunduklarını isbat
etmiştir. Tevfik Allah'tandır. [379]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) hastalık için tavsiye ettiği ilaçlar üç çeşitt Tabiî ilaçlar, 2) İlâhî
ilaçlar, 3) Her ikisinin karışımı olan ilaçlar.
Biz Rasûlullah'ın
(s.a.) tavsiye ettiği bu üç çeşit ilaçtan bahsedeceğiz. Öı tavsiye edip, bizzat
kendisinin kullandığı tabiî ilaçlan, daha sonra da il ilaçlan ve nihayet her
ikisinin karışımı olan ilaçlan zikredeceğiz.
Bununla birlikte
(önce) şuna işaret etmeliyiz ki; Hz, Peygamber (s.a.) ancak hidâyet etmek,
Allah'a ve cennetine çağırmak, Allah'ı tanımak, ümmete Allah'ın rızasının
bulunduğu şeyleri belirtip onları emretmek, Allah'ın gazap ettiği şeyleri
belirtip onlardan sakındırmak, nebî ve rasûllerin ümmet -îeriyle ilgili haber
ve ahvalini, âlemin yaradılışı, kâinatın başlangıç ve sonu ile ilgili
haberleri, insanların nasıl şakı (mutsuz) ve saîd (mutlu) olacaklarını ve
bunların sebeplerini bildirmek için gönderilmiştir.
Bedenî hastalıkların
tedavisiyle ilgili Tıbbu'n-Nebî ise, şeriatının tamam-lanması için olup,
ihtiyaç anında kullanılması gayesiyledir. Buna ihtiyaç his-sedilmediğinde ise
bütün güç ve kuvveti, kalplerin ve ruhların tedavisine, sıhhatin muhafazasına,
hastalıkların giderilmesine, fesadı gerektirecek şeylerden korunmaya sarfetmek
gerekir. Asıl gaye, ruhların ve kalplerin ıslah ve tedavisidir. Çünkü kalp
ıslah olunmadan, bedenin ıslah edilmesinin bir faydası yoktur. Kalp ıslah
edilmiş olduğu halde bedenin hastalanması, cidden fazla bir zarar meydana
getirmez. Çünkü b'u geçici bir zarar olup, arkasından devamlı ve sürekli olan
fayda meydana gelir. Muvaffakiyet Allah'tandır. [380]
Hz. Peygamber'in
(s.a.) humma hastalığının tedavi edilmesi hakkınd tutumu şöyledir:
Sahihayn'da, Nâfi'—İbn
Ömer kanalıyla Hz. Peygamber'ia(s.a.) şöyle buyurduğu sabit olmuştur:
"Humma veya humma hastalığının şiddeti, ancak cehennemin hararetinin
şiddetinden bir parçadır. Dolayısıyla humma,ate-şini, su ile soğutun."[381]
Bu hadis-i şerif cahil
tabiplerin bir çoğuna müşkil gelmiş ve hummanın tedavisi ve ilacına aykırı bir
emir olduğunu zannetmişlerdir. Biz —Allah'ın güç ve kuvvetiyle— tefsirim ve
fıkhım açıklayarak deriz ki:
Rasûlullah'ın (s.a.)
hitabı iki nevidir: a) Tüm yeryüzünde yaşıyan insanları içine alacak şekilde
umumî hitapları, b) Bir kısmına ait hitapları. Birincisine umumî hitapları
dahildir. İkincisine ise şu hadis misâl olabilir: "Büyük veya küçük abdest
yaparken önünüzü kıble tarafına dönmeyin, sırtınızı da dönmeyin. Fakat batıya
ve doğuya doğru yönelin."[382] Bu
hitap, doğu ve batıda bulunanlar ile Iraklılara ait olmayıp, Medineliler ve o
hizada bulunan Şamlılara ve diğer yerlere mahsustur.
"Meşrık ile
mağrip arası kıbiedir."[383]
hadisi de böyledir.
Burası anlaşıldığında;
Hz. Peygamber'İn (s.a.) bu (humma) hadisinde kasdetmiş olduğu kimselerin
Hicazlılar ve Hicaz istikametindeki memleketlerde oturanlar olduğu da
anlaşılır. Çünkü onlara arız olan humma hastalığının ekserisi, güneşin
hararetinin şiddetinden meydana gelen geçici, günlük humma hastalığıdır. Bu
tür humma için hem içilerek, hem de serperek soğuk su kullanılması faydalıdır.
Çünkü humma; etkisi önce kalpde beliren garib bir hararettir. Ruh ve kan
yoluyla, atardamar ve diğer damarlarla bütün vücuda yayılır, tabiî hareketlerin
yapılmasına engel olacak şekilde ateş meydana getirir.
Humma iki kısımdır: ,
1— Arazî
(geçici) humma: Şişme (verem) ve hareketten veya güneş çarpmasından veya yaz
mevsiminin şiddetli olmasından ve benzerlerinden meydana gelir.
2— Marazı
humma: Üç nevidir; bu önce bir maddede oluşur, daha sonra bütün vücudu ateş
sarar: a) Şayet başlangıcı ruh İle olursa buna günlük humma denir. Çünkü
çoğunlukla bir günde geçer. En fazla üç gün sürer, b) Şayet başlangıcı ahlat
ile olursa afenî humma denir. Dört sınıftır: Safravî, sevdâvî, balgamî, demevî.
c) Şayet başlangıcı aslî ve sert organlar olursa ince humma (humma dıkk) denir.
Bu neviler çerçevesinde daha başka bir çok nevî humma çeşidi vardır.
Bazı hummadan vücut o
kadar fazla istifade eder ki, ilaçlardan o kadar fayda görülmez. Çoğunlukla
günlük humma çeşidi yaygındır. Afenî humma büyük maddelerin birlikte
pişmelerine sebep olur, ki başka bir yolla bu hadise oluşturulamaz. Bir takım
çözücü-açıcı ilaçların ulaşamadığı engelleri (sud-de) açmağa sebep olur.
Eski ve yeni remed'e
gelince[384]; onun birçok çeşidi,
garip ve süratli bir şekilde
birtakım hastalıklan'tedavi eder. Felç, yüz felci (lakve), sinir bozulmasından
meydana gelen adale buruşması (teşennuc-i imtilaî) ve faydası olmayan (az
vitaminli) katı gıdaların etkisiyle meydana gelen birçok hastalığa
çaredir.
.Bazı faziletli
doktorlar bana şunu anlattılar: Biz hastalıkların büyük bir kısmını, hasta
kendi kendine şifaya kavuştuğu gibi, humma ile yeniyoruz. Bu hususta humma
birçok açıdan ilaç içmekten daha faydalıdır. Çünkü humma, hümörleri (ahlat) ve
bedene zararlı bazı maddeleri pişirir. Piştiği takdirde de ilaç, çıkmağa hazır
halde olan fasid maddelere tesadüf eder ve onları dışarı atar. Böylece şifa
hasıl olur.[385]
Bu kavranıldığında,
hadisten kastın arazî hummaların bir kısmı olduğu anlaşılır. Çünkü bu tür
hummalar, soğuk suya o hasta yer daldırıldığında veya buz gibi soğuk su
içildiğinde sükunet bulur. Hasta bu durumda bir başka ilaç almağa gerek duymaz.
Çünkü arazî hummaîardaki hararet ruha taalluk eden mücerred sıcak bir
keyfiyettir. Dolayısıyla onu gidermek için mücerred soğuk bir keyfiyeti o uzva
ulaştırmak yeterlidir. Hümörlerin pişmesine, dolayısıyla da bir hıitın dışarı
atılmasına ihtiyaç duymadan ateşi dindirmiş olur.
Hadis-i şerifte,
hummaların her türünün kastedilmiş olması da mümkünüdür. Nitekim doktorların
en büyüğü olan Calinus (Galen)[386],
her türlü hummaya soğuk suyun faydalı olduğunu itiraf etmiştir.
Calinus, Hîlelü'l-Bür'
adlı kitabın onuncu bölümünde demiştir ki: Şayet etine dolgun, vücudu ferah
genç bir kişi yazın tutulmuş olduğu hummanın sonunda ise ve iç uzuvlarında da
bir şişlik (verem) yoksa, soğuk suyla banyo yapar veya soğuk suda yüzerse
elbette bundan faydalanır.
Râzî,[387]
{Kitâbü'l-Hâvîadlı) büyük kitabında der ki: "Şayet vücut kuvvetli, humma
da ciddi bir şekilde kızışmış, pişme zahir, karında bir şişkinlik ve fıtık
yoksa soğuk su içilmesi faydalıdır. Şayet hastanın bedeni ferah, mevsim sıcak
ve dışardan soğuk su almaya alışkınsa, ona da müsaade edilir."
Hadis-i şerifteki:
"Humma cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." cümlesi, alevinin
şiddeti ve ortaya yayılan sıcaklığı demektir. Buna benzer bir ifade:
"Güneşin şiddeti cehennemin kaynamasından (bir parça)dır." hadisinde
de vardır.
Hadisteki bu ifade iki
türlü izah edilmiştir:
a) Bununla,
cehennemden kaynaklanan bir ateşe ince bir misal verilmiş oluyor ki, kullar
bundan hüküm çıkarsınlar ve ibret alsınlar. Çünkü Allah Teâlâ'nın böyle bir
ateşin insanda zuhurunu takdir etmesi, bu neticeyi gerektirecek sebeplerin
etkisiyledir. Aynı şekilde sevinç, ferah, huzur ve lezzeti, bu dünyada cennet
nimetlerine delâlet etmesi ve ibret almaTc için ihsan etmiştir ki, bunları elde
etmek, bir takım şartların, sebeplerin yerine getirilmesiyle olur.
b) Bu ifade
ile teşbih (benzetme) yapılmıştır. Hummanın şiddeti ve alevinin cehennemin
kaynamasına benzetilmesi, cehennem azabının şiddetine ruhların ikaz edilmesi
içindir. Bu (hissedilen) büyük ateş cehennemin kaynamasının hararetidir ki,
sadece sıcaklığına yajdaşana isabet eden zarardır.
Hadis-i şerifteki
"Soğutunuz" ifadesi iki şekilde rivayet edilmiştir:
a- Katı'
hemzesiyle, if'al babından emir olarak rivayet edilmiştir, ki,
"ısınma" mânasına gelen "şahane" kelimesi if'al babına
aktarıldığında ^eshane-ısıttı" mânasına geldiği gibi, "ebrede"
kelimesi emir kipinde, "soğutunuz" mânasına gelir.
b- Vasıl
hemzesiyle rivayeti ki lügat ve kullanış bakımından daha yaygın şeklidir. (Su
ile serinleyiniz mânasına gelmektedir.) Çünkü birinci şekildeki (rubai)
kullanımı daha azdır ve değersizdir.
Şâir demiştir ki:[388]
"Aşkın alevini
ciğerlerimde hissettiğimde, Kavmin su kabına doğru serinlemek için yöneldim.
Beni bırak, suyun
soğukluğu ile (aşkın) zahirini serinlettim, îç organlardaki tutuşan ateşi
(acaba) kim söndürür?"
Hadisteki; "su
ile'* kelimesi hakkında iki görüş vardır: Birincisi, her (yerde bulunan ve
kullanılan) sudur. Diğer görüşe göre, sudan maksad zemzem suyudur.
Bu ikinci görüşü
savunanlar, Buharî'nin Sahih'inds, Ebu Cemre Nasr b. İmran ed-Dubaî'den yaptığı
şu aşağıdaki rivayeti ileri sürüyorlar. Ebu Cemre diyor ki: Mekke'de İbn
Abbas'ın (r.a.) yanında oturuyordum. O esnada birden hummaya tutuldum. Bunun
üzerine bana şöyle dedi: Zemzem suyu ile hummanı izale et, serinle! Zira
Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Humma cehennemin kaynamasın (dan bir
parça)dır. Dolayısıyla o ateşi su ile soğutu-nuz."(Veya şöyle buyurdu:)
"Zemzem suyu ile soğutunuz."[389]
(Görüldüğü gibi) râvi,
hadisi şüphe ifadesiyle rivayet etmiştir. Buna rağmen şüphe etmeden rivayet
etseydi, bu emir ancak Mekkeliler için geçerli olurdu. Çünkü zemzem suyunu
kolayca elde etmek onlar için mümkündür. Mek-keli olmayanlar ise bulabildikleri
sudan yararlanabilirler.
Hadis-i şerifi genel
kabul edenler, "acaba su ile serinletmekten kasıt su
ile sadaka mı vermektir, yoksa suyu
bizatihi kullanmak mıdır?" şeklinde iki görüş belirtmişlerdir. Sahih ve
doğru olanı kullanılmasıdır. Zira bundan ka-sıd su ile sadaka vermektir diyen
kişi, zannederim ki hummayı tedavide soğuk su kullanmaktan kaçınmaktadır.
Hadis-i şerifin güzel bir izahı (başka bir açıdan) yapıldığı halde bunu
anlamamıştır. O da şudur: Bir şeyin cezası o şeyin cinsinden olan bir başka
(amel) şeyle olur. Nitekim, susuzluğu soğuk su nasıl söndürüyorsa, Cenâb-ı Hak
da hummanın alevim böylece gideriyor. İşte bu şekildeki izah hadis-i şerifin
fıkhından ve işaretinden anlaşılmaktadır. Neticede anlaşılan, suyun
kullanılmasıdır.
Ebu Nuaym ve diğer
hadisçiler, Enes'ten (r.a.) merfû olarak şunu zikretmektedirler: "Sizden
biriniz hummaya tutulduğunda seher vaktinde olmak üzere, üç gece üzerine soğuk
su serpsin. "[390]
İbn Mâce'nin
Sürteninde Ebu Hureyre'den (r.a.) merfû olarak şöyle rivayet ediliyor:
"Humma cehennem körüğünden bir körüktür. Şu halde hummayı soğuk su
(kullanarak) kendinizden uzaklaştırınız. "[391]
Müsne<fde ve
diğerlerinde, Hasan el- Basrî'nin (r.a.) Semüre'den (r.a.) merfû olarak yaptığı
bir rivayet de şöyledir: "Humma cehennemden bir parçadır. Onu
(üzerinizden) soğuk su ile soğutunuz." Rasûlullah (s.a.) hummaya
tutulduğunda bir kırba su ister, daha sonra o suyu başından aşağı dökerek
gusleder di. [392]
Sünen'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) yapılan bir rivayet şöyledir: Allah Rasûlü'nün (s.a.)
huzurunda hummadan söz açıldı. Adamın biri hemen (hummaya) küfretti. Bunun
üzerine Allah Rasûlü (s.a.) şöyle buyurdu: "Hummaya sövmeyiniz. Çünkü
humma, ateşin demirdeki pası gidermesi gibi insanın günahlarım silip
süpürür."[393]
Humma ile birlikte,
(vitamin değeri az olup da) fazlaca yenilen gıdalardan perhiz edilip faydası
çok olan (vitaminli) gıdalar alındığında bedenin (d£~ ğer bilinmeyen
hastalıklardan) temizlenmesinde, pislik ve fazlalıklarının atıl-masmda,
değersiz hümörlerin tasfiye edilmesinde yardımcı bir etki oluşur^ Bu şekildeki
etki aynen körükte ateşe verilmiş demirin pisliklerinin (fazlalıklarının)
giderilmesi, demir cevherinin tasfiye edilmesindeki etkiyi yapar. Zira demir
cevherini tasfiyede en etkili şey ateş körüğüdür. Bu ölçü beden tedavisinin
doktorlarınca da bilinmektedir.
Fakat hummanın
(psikolojik olarak) kalp kirini tasfiye etmesi ve pisliklerini çıkarması ise,
ancak kaip doktorlarının bilebileceği bir iştir. Bu husustaki inceliği ancak,
Allah Rasûlü'nün (s.a.) onlara (doktorlara) haber verdiği gibi buluyorlar.
Fakat kalp
hastalığının tedavisinden umut kesildiğinde, bu ilacın ona hiçbir faydası
olmaz. Zira humma, hem kalbe hem de bedene faydalı bir hastalıktır. Faydası bu
kadar çok olan bir vaziyete (duçar olmuş birisinin) küfretmesi zulüm ve
düşmanlıktan başka bir şey değildir.
Bir keresinde, hummalı
bir halde iken, hummaya küfreden bir şâirin şu beyitlerini hatırladım:
"Günahlara
keffaret olan (humma) geldi ve gitti;
[ Gelene de gidene de lanet olsun.
Göç edip veda edeceği
zaman sordu, ne istiyorsun?
Dedim ki: Bir daha
geri dönme!"
Ben de, Allah
Rasûlü'nün (s.a.) küfretmeyi yasakladığı hummaya küfreden kişiye lanet
okuyarak, keski şöyle deseydi daha iyi olurdu dedim ve ekledim:
"Günahlara
keffaret olan (humma) geçti. Dökülmesi için, selâm gelene ve veda edene.
Göçe niyetlenildiğinde
sordu:
Ne istiyorsun? Ben de:
Ziyaretini kesme! diye cevap verdim."
Elbette ben ondan
koptum, sıyrıldım. O da hemen benden sökülüp gitti.
Sahih olup olmadığını
bilemeyeceğim bir eser şöyledir: "Bir gün hummaya tutulmak; bir senelik
günaha keffarettir."[394]
Bu hadisin iki şekilde
izahı mümkündür:
a) Humma,
vücutta bulunan tüm uzuvları ve eklemleri etkiler. İnsanda ise üç yüz altmış
eklem mevcuttur. Böylece her eklem, sayısınca bir güne tekabül ederek o gün
işlenen günahlara keffaret oîmuş olur.
b) Humma,
bedende öyle bir etki meydana getirir ki, bu etki ancak bir sene sonra tamamen
ortadan kalkar. Nitekim Allah Rasûlü (s.a.) bir hadiste şöyle buyurmuşlardır:
"İçki içen kişinin kırk gün namazı kabul olunmaz."[395]'
Çünkü içkinin etkisi, kişinin içinde, damarlarında ve uzuvlarında kırk gün
devam eder.
Ebu Hureyre (r.a.) der
ki: "Bana isabet eden hiçbir hastalık yoktur ki hummadan daha hoş ve
sevimli gelsin. Çünkü vücudumun tüm uzuvlarına sirayet ediyor. Muhakkak ki
Cenâb-ı Hak da her uzvun hummadan nasibi miktarmca ecrini, sevabını
veriyor."
Tirmizî, Gz/m'inde,
Râfi' b>Hadîc'in (r.a.) merfû olarak rivayet ettiği şu hadisi naklediyor:
"Sizden birine,Vcehennemden bir parça olduğu halde— humma isabet ederse
onu soğuk su ile söndürsün. Akan bir nehre girsin; fecirden sonra, güneşin
doğumundan önce kendini suyun akışına doğru versin ve : *Ey Allah'ım; kulunu
şifaya kavuştur. Rasûlü'nün (humma hakkında bize vaadettiği sözünü) doğrula.'
desin ve üçer kere üç gün üstüste suya dalsın.Üçün-cj gün humma geçmezse beş
gün, yine geçmezse yedi gün, yine geçmezse dokuz gün devam etsin. Zira
Allah'ın izniyle humma vücutta etkisini dokuz günden fazla devam
ettirmez."[396]
Ben derim ki: Bu tavsiye,
ancak yazın, sıcak memleketlerde ve daha önce zikrettiğimiz şartlara uyulduğu
takdirde fayda verir. Çünkü böyle bir zamanda (yazın) güneşin kendisine
uzakhğmca suyun soğukluk oranı artar. Böyle bir anda kuvvetlerin gelişmesi,
uyku, sükun (istirahat) ve havanın serinliğinin etkisiyle, insandaki kuvveler
ile soğuk sudan ibaret olan ilacın kuvveti arazî hummanın hararetim veya gün
aşın olarak nöbet nöbet gelen hummayı da (gibbü'l-hâlis), karında bir şişlik
(verem), değersiz ve fasid maddeler olmadığı takdirde Allah'ın izniyle şifaya
kavuşturur. Özellikle hadis,-i şerifte belirtilen (üç, beş, yedi, dokuz)
günlerde humma mutlaka tedavi edilir. Aynı zamanda bu zaman süreleri, birçok keskin
hastalığın buhranının'[397]
vukubul-duğu günlerdir. Aynı zamanda, ahalisinin hümörleri ince (rikkat) olan
sıcak beldelerde de bu faydalı ilaçtan süratle etkilenmeleri mümkündür. [398]
Allah Rasûlü'nün
(s.a.) ishal (istitlâkü'l-batri) hastalığının tedavimi susundaki tumumu
şöyledir:
Sahihayn'da, Ebu'l-Mütevekkü'in
Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayeti şu şekildedir: Bir adam Allah Rasûlü'nün (s.a.)
huzuruna geldi ve: "Kardeşimin karnı ağrıyor", diğer bir rivayette:
"Kamı ishal oldu" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.): "Ona
bal (şerbeti) içir!" buyurdu. Adam gitti, bir zaman sonra iki veya üç
kerre döndü ve: "Ona (bal şerbeti) içirdim. Fakat hiçbir faydası
olmadı", diğer bir rivaette: "Bal şerbeti ancak kardeşimin ishalini
arttırdı" dedi.
Adamın tekerrür eden
her gidiş gelişinde Rasûlullah (s.a.): "Ona bal (şerbeti) içir!"
buyurdu. Nihayet (adamın) üçüricü veya dördüncü müracaatında Allah Rasûlü
(s.a.): "Allah (c.c.) doğru söyledi. Fakat kardeşinin karnı yalan
söylemiştir." buyurdu.[399]
Müslim'in Sahih'indeki
lâfızda ise: "Kardeşimin midesi bozuldu." denilmiştir ki, midesi
hazımsızlık yaptı ve hastalandı mânasına gelir. Nitekim, "ra"nın
fethasıyla "Arab" ve "Zereb" kelimesi aynı mânada, mide
fesadı ve bozulması demektir.
Bala gelince, onda
büyük faydalar vardır. Çünkü bal (şerbeti) damar-larda, bağırsaklarda ve
diğerlerinde (mide, böbrek v.s.) mevcut olan zararlı maddeleri (evsah)temizlcT.
Bal yenilerek ve macun haline getirilerek (tilâ) alın-
dığında (vücutta
gereğinden fazla) rutubetli (olan hümörleri) açıcı bir etki
İhtiyarlara, balgamı ağır basanlara ve
mizacı soğuk ve rutubetli olanlara faydalıdır. Tabiata, mizaca gayet uygun bir
gıdadır. Macunlarmt[400] kuvvetlerini
ve karışımında olan maddelerin koruyucusudur. Devaların (ilaçların)
keyfiyetlerini koruyucudur. Sadrı ve ciğeri temizler. İdrarın rahat çık-masını
sağlar. Balgamın çoğalmasından meydana gelen öksürüğü keser. Gül
yağı ile karıştırılarak sıcak bal şerbeti
içildiğinde yılan sokmalarına, afyon
içimi(nden meydana
gelen hastalıklara) faydalıdır. Sadece su ile karıştırılıp bal şerbeti olarak
içildiğinde kuduz bir köpeğin ısırmasında ve mantar zehirlenmesinde
faydalıdır. Şayet balın içine taze et konulursa üç ay tazeliğini muhafaza
eder. Yine bala, acur, hıyar, kabak, patlıcan ve bir çok meyveler konulduğunda,
onları altı ay muhafaza eder. Bal, ölülerin bedenlerini (çürü-mekten) korur.
Bala, emin muhafız da denilmiştir. Bitlenmiş olart vücuda ve saçlara bal
sürüldüğünde, başta ve vücutta olan
bitleri ve bit sirkelerim öldürür. Saçı uzatır, güzelleştirir ve besler. Şayet
bal göze sürme olarak çekiliri-se gözün karasını parlatır.[401]
Şayet dişler balla fırçalanırsa, dişleri beyazlatır, parlatır, diş
(mine)lerinin ve diş etlerinin sıhhatli olmasını sağlar. Damarların ağızlarını
açar. Hayız kanım {tams) inceltir. Bal; tükürükle yalandığında balgamı
giderir. Midenin iç sathında olan lifleri yıkar, fuzuli maddeleri^
mideden siler ve
onları mutedil bir vaziyette ısıtır, kapalı delikleri açar. Aym etkileri ciğer,
böbrek ve mesanede de yapar. Bal aynı zamanda ciğer ve dalaktaki kapalı
delikler için, l>efTürlü tatlı olan nesne arasından en az zararlı bir
maddedir^
Bütün bunlarla
birlikte bal, her türlü tehlikeden emin olunan, zararı az,_ mizacmda_şa^nnxa|ır
baştığ^şantonjij^tahkl^nna^rarlidır ama sirke ve benzeri şeylerle
karıştırılarak alındığında gerçekten faydalı bir ilaç haline dönüşür.
Bal, gıdalarla bir
gıda, ilaçlarla bir ilaç, içeceklerle bir içecek, tatlılarla bir tatlı,
merhemlerle bir merhem, iştah açıcı nesnelerden biridir. Bizim için baldan daha
efdal olan veya bala benzer ya da bala yakın hiçbir şey yaratılmamıştır. Eski
tabipler dahi (her türlü hastalığı tedavide) balı tercih etmişlerdir. Eski
tabiplerin kitaplarında balın sarhoşluk verdiğine dair hiçbir kayıt
geçmemiştir. Onu da bilmiyorlardı. Çünkü bal(dan yapılan şarap) bize yakın
dönemlerde ortaya çıkmış bir yeniliktir.[402]
Allah Rasûlü (s.a.) su
ile karıştırarak bal ile yaptığı şerbetini tükrük (haline getirdikten sonra)
yutardı. Burada hıfzısıhha bakımından, ancak zeki ve ihtisas sahibi bir tabibin
anlayabileceği, ince bir sır vardır ki, inşaallah biz o sırrı Allah Rasûlü'nün
(s.a.) hıfzısıhha konusundaki tutumu bölümünde açıklayacağız.
İbn Mâce'de Ebu
Hureyre'den (r.a.) merfû olarak rivayet edilen hadis şöyledir: "Her ayda
üç gün sabahlan bal yalıyan kimseye belânın büyüğü isabet etmez."[403]
Diğer bir eserde ise şöyledir: "Size iki şifa kâfidir: Bal ve
Kur'an."[404]
Bu hadis-i şerifte
beşerî tıb ile ilâhî tıb, bedenlerin tıbbı ile ruhların tıbbı, tabii ilaç ile
semavî ilaç bir araya getirilmiştir.
Bu anlaşıldı ise,
kendisine Allah Rasûlü'nün (s.a.) bal tavsiye ettiği kişinin durumu da
anlaşılmış olur. O sahabînin karnının bozulması (ishajpjma^. sı)nın sebebi,
midesini çok doldurmaktan-vücutta meydana gelen ağırlıktır^ İşte bu sebepten
Rasûiullah (s.a.) ona bal şerbeti tavsiye etti ki, mide veba^ ğırsaklarda
toplanmış olan fuzuli maddeleri izâle etsin.
Zira bal, bu hususta
ciladır ve fuzuli maddelerin izâlesi için bire birdir. Çünkü midede yapışkan
kıvamda hümörler {ahlat) vardır. Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın
istikrarına mani olur. Zira midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır.
Yapışkan vasfından dolayı da midede gıdanın istikrarına mani olur. Zira
midede, kadife kumaşta olduğu gibi saçak vardır. Yapışkan hümörler bu
saçaklara yapıştıklarında mideyi ve mideye gelen gıdaları bozarlar. Bu durumun
izâlesi ise ancak mideyi bu yapışkan hümör-Ierden temizlemekle mümkündür. Bal
ise ciladır ve bu hastalığa terkib olarak yapılan ilaçların en güzeli baldır.
Özellikle bal sıcak su ile karıştırılarak şerbet halinde içildiğinde (midedeki
bu durumu izâle eder).
Bal şerbetini tekrar
tekrar içirme tavsiyesinde de ince bir tıbbî mâna vardır. O da şudur: İlacın
bir miktarı (ölçüsü), hastalığın haline göre kemmiyeti vardır. Şayet azalırsa
hastalığı tamamen izâle edemez, çok alınırsa kuvvetleri zayıflatır ve başka
zararlar meydana getirir.
Rasûlullah (s.a.) bal
şerbeti içmesini tavsiye ettiği zaman, adamın içtiği bal bu hastalığını yenecek
miktarda değildi. Bu sebepten netice alamadı. Gelip Allah Rasûlü'ne (s.a.)
haber verince, anlaşıldı ki, bal yeteri kadar alınmamış. Bu şekilde Allah
Rasûlü'ne müracaat tekerrür ettikçe., balın miktarı (ölçüsü) hastalığı yenene
kadar aynı emri tekrarladılar. Bal şerbetlerinin miktarı, hastalık maddesini
izâle edene kadar tekerrür edince, Allah'ın izniyle hasta şifaya kavuştu.
Çünkü ilaçların miktarlarına, keyfiyetlerine, hastalığın ve hastanın kuvvetinin
miktarına dikkat edilmesi tıp kaidelerinin en önemlile-rindendir.
Hadisteki: "Allah
(c.c.) doğru söyledi. Halbuki kardeşinin karnı yalan söylemiştir."
cümlesinde bu ilacın faydasının kesin olduğuna bir işaret vardır. Çünkü tedavi
esnasında hastalığın devam etmesi, gerçekte ilaçtaki kusurdan değildir. Çünkü
midede bozuk hümörler çok fazla yemekten dolayı çoğalmıştır. Midede birçok
fasid madde olduğundan dolayı Allah Rasûlü (s.a.) ilacın tekrar alınmasını
tavsiye etmiştir.
Zira Rasülullah'ın
(s.a.) tıtfbı (tedavideki tutumu) tabiplerinkine benzemez. Allah Rasûlü'nün
(s.a.) tıbbı, yakinî, kat'î ve ilâhîdir. Vahiy yoluyla nübüvvet kandilinden ve
kâmil akıl (tecrübesinden) sudur etmiştir. Tabiplerin tıbbının kaynağı ise,
tahkik edilmeden söylenmiş söz ve zanlar, tecrübelerden ibarettir.
Buna rağmen hastaların
çoğunun Tıbbu'n-Nebı (Peygamberi tıp)den fay-dalanamadıklan da inkâr edilemez.
Çünkü Tıbbu'n-Nebî, ancak kabul ile telakki edenlere, kesin şifaya
kavuşacağına itikad edenlere, iman ve iz'an ile kabul ve telakki edenlere fayda
sağlar.
İşte, sadırlarda
olanlara şifa olan Kur'an-ı Kerim, —şayet bu şekilde inanılmadığmda—
sadırlardaki hastalıklara şifa olmuyor. Bilâkis münafıkların pisliklerine
pislik, hastalıklarına hastalık katıyor. Nerede kaldı ki bedenlerin tıbbına
fayda getirsin.
Tıbbu'n-Nebî, ancak
temiz bedenlere bir şifadır. Zira Kur'an-ı Kerim ancak temiz ruhlara ve diri
kalblere şifa verir. İnsanların Tıbbu'n-Nebî'den yüz çevirmeleri, kesin faydalı
şifa olan Kur'an ile şifa bulmaktan kaçınmaları gibidir. Burada şifaya
kavuşamamanın sebebi ilacın kusuru değildir, bilâkis tabiatın habis (pis)
olması, tedaviye alman mahallin bozuk olması, tedaviyi kabul etmemesidir.
Muvaffak kılan Allah'tır.
İnsanlar, bal
hakkındaki şu âyet-i celileyi anlamakta ihtilâf etmişlerdir: "Arıların
karınlarından, renkleri çeşit çeşit şuruplar çıkar ki onda insanlar için şifa
vardır."[405] "Onda"
mânasına gelen "fîhV* kelimesindeki zamir bal şurubuna mı, yoksa Kur'an'a
mı aittir? Doğru olanı; bal şerbetine gitmesidir. Bu görüş aynı zamanda İbn
Mes'ûd, İbn Abbas, Hasan, Katâde ve diğerlerinden rivayet edilmektedir. Çünkü
konu baldır. Bu sebepten de kasıt baldır. Âyette Kur'an'dan bahis açılmamıştır.
Bu mâna; "Allah doğru söyledi" sahih hadisinde de sarih bir şekilde
belirlenmiştir. En doğrusunu Allah bilir. [406]