“SADECE KUR’AN” ve “KUR’AN İSLAM’I”

SLOGANI ALTINDA YAPILAN

KUR’AN TAHRİFÂTINA REDDİYE

Yazımıza Yönelik

Bazı İtirazlara Cevap

 

Reddiye yazımıza itirazi cevap mahiyetinde bir yazı  “SADECEKURANBLOG” isimli blogda yayınlanmıştır. Bu yazıya şu linkten ulaşılabilir:

https://sadecekuranblog.wordpress.com/2016/02/08/nisa-34-ayetinde-tahrifat-iddiasina-cevap/

Bu yazıda dillendirilen itirazlara cevabımız şu şekildedir:

 

     1-Yazar, peşinen bizi yargılayıp “gelenekçi” sınıfına yerleştirmiştir. Söylediklerimizin bir kısmını gelenek de söylediği için yanlıştır hükmüne varılmıştır. Şöyle demiştir: 

Kelimelere verdiği anlamlar, her ne kadar Arapça’ya uygun olduğu iddia edilse de; aslında yapılan geleneğin söylediklerini tekrarlamak. Geleneğin çarpıtma yapmış olma ihtimali tamamen göz ardı edilmiş.”

Eleştiri yazısındaki kadın-erkek ilişkileri ile ilgili İslam’a ait olduğunu zannedilen temel yaklaşımların hatalı olduğunu düşünüyoruz. Yazarın, kadın-erkek ilişkileri ile ilgili bir ön kabulü var. Bu ön kabul, rivayetlere dayalı bir anlayıştan kaynaklanıyor. Bu nedenle olaylara bu perspektiften bakıyor.

 

Bir şeyin sırf gelenek söylediği ya da yaptığı için doğru olduğunu söylemek ve savunmak nasıl saçmalık, bağnazlık ve saplantı ise, sırf gelenek söyledi ya da yaptı diye yanlış olduğunu söylemek ve savunmak da en az o kadar saçmalık, bağnazlıktır ve saplantıdır. Halbuki aklı selim kişi söyleyene değil de söylenene bakmaz mı?.

Fakat gelenek nedir? Tanımı yapılmamıştır. Geçmiş alimlerin söyledikleri görüşler ve yorumlar mıdır? Yoksa bütün rivayetler ve kitaplar mıdır? Eğer bütün rivayetler gelenek ise, gelenek de tamamen uydurma deli saçması sözlerden ibaret ise, geçmişe ait bilgiyi nereden elde edeceksiniz? Lügatlara, tarihi rivayetlere nasıl yaklaşacaksınız? Yok     biz sadece Resulullah’tan yapılan rivayetlere itibar etmeyiz, değer vermeyiz, zaten hepsi uydurmadır, diğer rivayetlere itibar ederiz    mi diyorsunuz?!.. O zaman bu tezadı nasıl izah edersiniz?

Benim bu ekoldeki kişilere tavsiyem şudur: Gelin şu toptancılıktan; toptan kabul etmek, toptan reddetmek kolaycılığından vazgeçin. Eğer Kur’an’a bağlılıkta samimi iseniz, onu anlamakta aceleci davranmayın.!  

Evet Kur’an, mübin / anlaşılır bir kitaptır. Zaten anlaşılmayan bir şey risalet / mesaj olarak gönderilmez. Ancak bu herhangi bir metin değildir. Allahu Teala’nın Kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlar için gönderdiği kelamıdır. Onun bir anlama usulü / yöntemi ve disiplini vardır. O usul ve disiplin ile Kur’an’daki anlam ve Allahu Teala’nın kastı anlaşılmaya çalışılır. O usul ve disipline riayet etmeksizin ayak üstü alelacale “bana göreli”, “bize göreli”, “şöyle düşünüyoruzlu”  ya da salt mantıksal örgülü yorumlarla Kur’an’a anlam yüklemeye çalışılmaz!.. Kur’an’a anlam yüklemek “Tahrifât”ın ta kendisidir.

Kur’an’ın Arapça olarak indirilmiş olduğunun Kur’an’da bildirilmiş olması, Kur’an’a anlam yükleme keyfiliğinden dolayısıyla tahrifattan koruyan bir disiplini ortaya koymaktadır. Kur’an’a samimi olan herkesin bu disipline riayet etmesi zorunludur. Arapça dilini belirleyen Araplar, kelimeleri hangi hallerde hangi anlamlar için kullanmışlarsa o anlam esastır. Buna Arap dili terminolojisinde “hakikat” denir. Esas olan hakikattir. Hakikatin mümkün olmadığı durumlarda o kelimeyi Araplar mecaz olarak kullanmışlarsa, o mecaza gidilir, aksi halde mecaza gidilmez. Mecaz çok az rastlanılan istisnai bir durumdur.

     2-Ben kendimi “karşı taraf” olarak görülen “gelenekçi” konumda görmüyorum. Eğer gelenekten kasıt, geçmişte olan ise, geçmişte de Kur’an tahrifatı yapılmıştır. Mesela tasavvuf denilen illetli bakış açısı ile  “iş’ari” ya da “bâtınî” tefsir diyerek, Allah’ın Kitabı tamamen tahrif edilmeye yeltenilmiştir. Mezhep bağnazlığı ile mezhebin görüşünü esas alarak Kur’an’ı tevil etmeye dolayısıyla tahrif etmeye yeltenenler olmuştur. Kelam tartışmalarında hemen herkes kendi bakış açısına göre Kur’an’a anlam yüklemeye çalışmıştır. Kimi siyasiler / yöneticiler siyasi emelleri uğruna Kur’an’ı istismar etmeye yeltenmişlerdir. Aynı saiklerle sünnete ya da hadise de musallat olunmuştur. Kimileri kendi bakış açılarına göre hadisler uydurmuşlardır, kimileri bazı hadisleri inkar etmişlerdir, kimileri de hadislerin tamamını inkar etmişlerdir. Asırlardır var olan ve devam edegelen bu; gafilce ya da cahilce ya da zıdıkça / haince girişimler neticesinde İslamî kültür kirlenmiştir. Müslümanların kafasında arı duru İslam anlayışı ve kültürü adeta yok olmaya yüz tutmuştur. Ancak bu, arı duru pak İslam’ın yok olduğu anlamına gelmez.

Üzerine geçmiş ve çağdaş cahiliyye tortuları bulaşmış olsa da onu, üzerine bulaşmış olan o tortulardan arındırıp tekrar ihya ederek ortaya koymak, bu dinin samimi mensuplarının öncelikli işi olmalıdır.

Haydin geliniz ihlas ve ihsan ile Allah’tan yardım dileyerek bu ıslah işini hep birlikte yapalım.!...

     3-Yazar “Ayette geçen   قَوَّامُ  عَلَى   kelimesi; “yönetici, müdür, nezaret eden, koruyan” demektir”, sözümüzün bir delilinin olmadığını belirterek şöyle diyor:

Biz, kavvam kelimesinin yönetmekle alakası olmadığını düşünüyoruz. Zira, Kuran’da “kavvam” kelimesi hiç bir yerde “yönetici” anlamında kullanılmamaktadır. Her yerde “gözetmek” anlamında kullanılır bu kelime.

İşte bu, delilden yoksun bir iddiadır. Bir kelimenin bir metinde hangi anlamda geçtiğini salt düşünmekle değil, o dilin kaynaklarından tahkik etmekle öğrenilir. Dil kaynaklarının en önemlisi lügatlerdir / sözlüklerdir.  Muteber Arapça sözlüklerinde;  قَوّام –“Kavvâm” kelimesi şu anlamlarda da geçmektedir:

قَوّام :  صيغة مبالغة من   قامَ / قامَ إلى / قامَ بـ / قامَ على / قامَ لـ

Yani   قَوّام  kelimesi,  قامَ  kelimesinin  فعّال  mübalağa kalıbından türemiş halidir. 

رَبُّ الدَّارِ   2- هُوَ قَوَّامُهُمْ :- : أَمِيرُهُمْ   (المعجم: الغني) :1-  ق و م)   صِيغَةُ فَعَّال لِلْمُبالَغَةِ  ) :  قوَّامٌ

  قوَّامٌ: 1- Evin rabbi / sahibi / efendisi, 2- Onların kavvâmı: Onların emiri   (المعجم: الغني)

قَوّام :1 -  متكفل بالأمر .2 - الحسن القيام بأمور . 3- مدبر ، مدير . 4 -  أمير  (المعجم: الرائد)  

قَوّام  : 1- İşe kefil olan / sorumluluğu üzerine alan, 2- İşleri güzel bir şekilde yerine getiren, 3- Müdebbir/ menajer/ düzenleyen, müdür, 4- Emir  (المعجم: الرائد , لمعجم: المعجم الوسيط

Kur’an’ı Kerim’de  قَوّام –“Kavvâm”      kelimesi Nisa 34 ayeti dışında şu ayetlerde geçmektedir:

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَٓاءَ لِلّٰهِ وَلَوْ عَلٰٓى اَنْفُسِكُمْ اَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْاَقْرَب۪ينَۚ اِنْ يَكُنْ غَنِياًّ اَوْ فَق۪يراً فَاللّٰهُ اَوْلٰى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوٰٓى اَنْ تَعْدِلُواۚ وَاِنْ تَلْـوُٓ۫ا اَوْ تُعْرِضُوا فَاِنَّ اللّٰهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَب۪يرا

Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti titizlikle ayakta tutanlar olun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun fark etmez. Zira Allah onlara daha yakındır. Öyleyse adaletten dönüp heva (tutkuları)nıza uymayın. Eğer dilinizi eğip büker (sözü geveler) ya da yüz çevirirseniz, şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.” (Nisa 135)

Bu ayette قَوّام –“Kavvâm” kelimesi بِ   -“Bi” harfi ceri ile   قَوَّام۪ينَ بِالْقِسْطِ  şeklinde “adaleti titizlikle ayakta tutanlar” anlamında geçmiştir.

 

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُونُوا قَوَّام۪ينَ لِلّٰهِ شُهَدَٓاءَ بِالْقِسْطِۘ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَاٰنُ قَوْمٍ عَلٰٓى اَلَّا تَعْدِلُواۜ اِعْدِلُوا۠ هُوَ اَقْرَبُ لِلتَّقْوٰىۘ وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ اِنَّ اللّٰهَ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُون

Ey iman edenler! Allah için şahitler olarak, adaleti titizlikle ayakta tutanlar olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır.” (Maide 8)

Bu ayette de  قَوّام –“Kavvâm” kelimesi  بِ   -“Bi” harfi ceri ile    بِالْقِسْطِۘ  …  قَوَّام۪ينَ   şeklinde  “adaleti titizlikle ayakta tutanlar” anlamında geçmiştir.

 

Reddiye yazımızda da belirttiğimiz gibi,   قَوَّامُ  عَلَى   kelimesi, Nisa 34 ayetinde; kendisi için konulan; “yönetici, müdür, nezaret eden, koruyan” anlamında geçmektedir.

Ayetteki anlam bağlamına bakalım:

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنفَقُواْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا

Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınlar üzerinde koruyucu yöneticidirler. Onun için sâliha kadınlar içten samimi / gönüllü itaatkârdırlar. Allah'ın korumasına karşılık gizli kalması gereken şeyleri koruyucudurlar. Başkaldırmasından / serkeşliğinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun / dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür.” (Nisa 34)

 

الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء  -  “Erkekler kadınlar üzerinde koruyucu yöneticidirler.”  Neden? Bunun nedeni, sebebi  ب  ile başlayan, yani kendisinden önceki cümledeki anlamın sebebini açıklayan şu iki cümle ile açıklanmıştır:

بِمَا فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ  - “Allah'ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle

وَبِمَا أَنفَقُواْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ  - “ ve erkekler mallarından harcama yapmaları sebebiyle

İşte bu iki sebepten dolayı  الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاء  -  “Erkekler kadınlar üzerinde koruyucu yöneticidirler”  diyor Allahu Teala. Bu durum karşısında kadınlardan beklediği tavrı da; takip  ف – “Fe”si ile başlayan cümlede şu şekilde açıklamaktadır:

فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِّلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللّهُ  - “Onun için sâliha kadınlar içten samimi / gönüllü itaatkârdırlar. Allah'ın korumasına karşılık gizli kalması gereken şeyleri koruyucudurlar.”     Kime samimi içten / gönüllü itaatkârdırlar? Öncelikle, bu konum, görev ve sorumluluk dağılımını tayin eden Allahu Teala’ya karşı samimi içten / gönüllü itaatkârdırlar ve yine bu itaatin gereği, kendilerine koruyucu yönetici olarak tayin edilmiş erkeklere (Baba, erkek kardeş ve koca) karşı, Allah’a isyan olmayan hususlarda, samimi içten / gönüllü itaatkârdırlar. 

Nitekim Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem de bunu teyyid ve te’kid eden beyanlarda bulunmuştur: Rivayet edildi ki; Nebi Sallallahu Aleyhi Vesellem’e;   ‘hangi kadın hayırlıdır?’   diye sorulduğunda şöyle buyurdu:

  الَّتِي تَسُرُّهُ إِذَا نَظَرَ وَتُطِيعُهُ إِذَا أَمَرَ وَلا تُخَالِفُهُ فِي نَفْسِهَا وَمَالِهَا بِمَا يَكْرَهُ   

 “Kocası kendisine baktığında onu neşelendiren, kocası emrettiğinde itaat eden, nefsinde ve malında kocasının hoş bulmadığı hususlarda ona ters düşmeyen kadındır.” ( Nesâi, 3179)

 Ayetin devamında bunun aksi durumuna şu şekilde değinmektedir:

وَاللاَّتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ  -  “Başkaldırmasından / serkeşliğinden endişe ettiğiniz kadınlar”

Yani “saliha ve hayırlı kadınlardan beklenen samimi içten / gönüllü itaatkarlığı göstermemeye başladıklarında, buna işaret eden söz ve davranışlar sergilemeye başladıklarında” demektir. Bu, “bir hata yaptıklarında” demek değildir. Bir kişiye “nâşiz” / nüşûz eden” denilmesi, yani “nüşûz”un onun sıfatı olması demek, onda ahlak haline gelmesi, kalıcı davranış biçimi olması demektir. Bu duruma gelmeden önce, ondaki o nüşûza giden alametlerin görülmesi halinde tedavi etmek / düzeltmek maksadıyla uygulanacak tedbirleri de takip  ف – “Fe”si ile başlayan cümlede Allahu Teala şöyle açıklamıştır:

فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ   onlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve (bunlarla yola gelmezlerse) onlara vurun / dövün.”

Bu tedbirlerin birisinden ya da ikisinden ya da üçünden sonra o davranış bozukluğunu düzeltirlerse ne yapılacağını da yine takip  ف – “Fe”si ile başlayan cümlede Allahu Teala şöyle bildiriyor:

فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً إِنَّ اللّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا   “Bunun üzerine eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Çünkü Allah yücedir, büyüktür.”

Bu ayette muhatap kim? Erkekler değil mi? Hitabın konusu nedir? Kadınların erkeklere itaatı değil mi? Zira  فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ  “kadınlar size (yani erkeklere)  itaat ederse”  فَلاَ تَبْغُواْ عَلَيْهِنَّ سَبِيلاً   “kadınlar aleyhine başka bir yol aramayın” deniliyor.

Ayetin anlam bağlamının;

-Allah’ın üst konumda kılması nedeni ile

-erkeklerin koruyucu yönetici olmaları,

-kadınların itaatkar olmaları

-kadınların itaattan yüz çevirme eğilimi göstermeleri durumunda

-erkeklerin gösterilen tedbirlerle kadınları düzeltmeye çalışmaları,

-bu tedbirlerle kadınların o davranış bozukluklarını düzeltip erkeklere itaat etmeleri durumunda

-erkeklerin kadınların aleyhinde başka bir yol aramamaları,

şeklinde olduğu açıkça görülmektedir. Bundan başkası; gönül ve zihin karışıklığının tezahürü olarak laf kalabalığı olur.

Dolayısıyla yazarın;

Biz, kavvam kelimesinin yönetmekle alakası olmadığını düşünüyoruz. Zira, Kuran’da “kavvam” kelimesi hiç bir yerde “yönetici” anlamında kullanılmamaktadır. Her yerde “gözetmek” anlamında kullanılır bu kelime.

Sözünün hiçbir dayanağı yoktur. Sözlükte de, anlam bağlamında yeri olmayan ve ne manaya geldiği de belirsiz olan “gözetmek” anlamı; metne değil de bir meale dayanmaktadır,  قَوَّامُ  عَلَى  kelimesinin kendisi için konulduğu anlam değildir. Kelimesinin kendisi için konulduğu anlam, muteber sözlüklerdeki anlamdır. Bu, delil olmayacak da ne delil olacak?!.

Zira metin analizinde usul kaidesi şudur:

-Metnin yazıldığı dilin kurallarını,

-Metindeki kelimelerin o dildeki kullanış şekillerine göre anlamlarını,

-Metnin anlam bağlamını,

esas almaktır. Metin bu esasa göre anlaşılmaya çalışılır. Bu Kur’an’ı kerim için de geçerli bir esastır. Bu esası dikkate almadan yapılan her analiz, “serbest çeviri” değil, heva hevese göre tevil yoluyla tahrifat olur.

     4-Yazarın şu sözündeki çelişkiye bakınız:

Ayetin, (فَضَّلَ اللّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ)  Fadlallahu Ba’duhum Ala Ba’d kısmı: “Allah, bir kısmını diğerine üstün kıldı” diye çevrilebilir. …

Ayet, açıkça, “Allah, bir kısmını, diğerine üstün kıldıdiyor. Ama dikkat! Kimin kime üstün olduğunu yazmıyor! Halbuki Kılıçkaya, “erkeğin kadına üstün kılındığını” iddia ediyor. Kadın-erkek ilişkisini ast-üst ilişkisi olarak görüyor. Bu kavramdan bu anlam çıkmaz ki. Hemen, bu kalıbın geçtiği bir başka ayete bakalım.

“Ayet, açıkça, ‘Allah, bir kısmını, diğerine üstün kıldı’ diyor” ise; orada durulur. “Ama”sı olmaz. Kaldı ki Nisa 34 ayetinde kimin üst konumda olduğu yukarıda açıklandığı gibi ayetin anlam bağlamında açıkça görülmektedir.  “Erkeğin kadına göre üst konumda kılındığını” ben iddia etmiyorum. Hakikat budur. Bu kadar zahir bir hakikat niçin kabullenilmez.?!. 

(Rad 4) ayetinde ise şöyle geçmektedir: 

وَفِي الْاَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ اَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخ۪يلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقٰى بِمَٓاءٍ وَاحِدٍ۠ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلٰى بَعْضٍ فِي الْاُكُلِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُون

Yeryüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır. Bunların hepsi bir su ile sulanır; yemişlerinde onların bir kısmını bir kısmına üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için dersler vardır.”

فِي الْاُكُلِۜ  - Yemişlerinde  Yani ürünlerinin bolluğu, verimliliği, kalitesi vb. hususlarda üstün kılınmaktadırlar. Aceleci ve ön yargılı değil de dikkatli ve hakkı tespit gayreti ile okunsaydı bu görülürdü..

Yazar çelişkili sözlerini şöyle sürdürüyor:

O halde, evet, bire bir kelime çevirisi olmasa da, Edip ayette bir tahrifat yapmamıştır. Verdiği çeviri anlamca uygundur. Burada şunun da etkisi var elbet: Gelenek bu ayeti, “erkekler kadınlardan üstündür” şeklinde anladığı için, “bir kısmını bir kısmına üstün kıldık” kalıbını okuyan kişiler, eski bilgilerinin etkisi ile yanlış anlayabilirlerdi. Ama, FARKLI kelimesi, moda mod çeviri olarak değilse de, anlam olarak doğrudur ve yanlış anlamaya izin vermemektedir.

Hangi anlamca uygundur?!. Hangi anlam olarak doğrudur?!. Neye göre yanlış anlamaya izin vermemektedir?!. Kur’an’da var olan anlama göre mi? Yoksa zihinde kurgulanmış olup Kur’an’a giydirilmeye, yüklenilmeye çalışılan anlama göre mi?!..

Kur’an’da var olan anlam:

-Kur’an’ın dili olan Arapçanın kurallarını,

-Kur’an’daki kelimelerin Arapçadaki kullanış şekillerine göre sözlüklerde var olan anlamlarını,

-Kur’an’daki ayetlerin siyak sibak bütünlüğündeki anlam bağlamını,

dikkate alarak belirlenen anlamdır.

Aksi durum; zihinlerde salt mantıksal örgülerle, yargılarla kurgulanmış olup Kur’an’a giydirilmeye ya da yüklenilmeye çalışılan anlam olur. İşte bu tahrifattır..

Bu hususta yeterli izah reddiye yazımızda mevcuttur. Orada yazarın savunduğu Edip Yüksel gibi meal yazarlarının içerisine düştükleri çelişkileri de gösterdikten sonra şöyle demiştik:

“Edip Yüksel; ayetlerde geçen  فَضَّلْ   بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ    kalıbındaki ibareyi; mesela İsrâ 21 ayetinde; kelimenin kendisi için konulduğu anlamda “onları birbirlerinden üstün kılmak” şeklinde tercüme ederken, mesela Nisa 34 ayetinde “her birine farklı yetenekler ve özellikler vermek” şeklinde anlamlandırmıştır. Halbuki bu anlam bu kelime için konulmamıştır. Bu tahrif değil de nedir?!.. Onu bu tahrife iten nedir?.”

     5-Kadının ve erkeğin “Nüşûz”u hakkında reddiye yazımızda benim söylediğim şudur:

Kadının “nüşûzu”; Allahu Tealanın kendisi için tayin ettiği konuma ve sorumluluğa başkaldırmasıdır. Yani kocasına karşı meşru çerçevedeki vacip olan itaatten dışarı çıkmasıdır, kocasına karşı diklenmesidir, kocasına hoş muamelede bulunmamasıdır, huzur veren saygı ve sevgi ile muamelede bulunmamasıdır. Evdeki vecibelerini yerine getirmemesidir. “Sâliha kadınlar içten samimi itaatkârdır” sözünün aksine davranışlar sergilemesidir. Bunu ahlak haline getirmesidir.”

Erkeğin nüşuzu da; Allahu Tealanın kendisi için tayin ettiği konuma ve sorumluluğa başkaldırmasıdır. Yani karısının nafakasını temin etmemesi, onu koruyup kollamaması, ihtiyaçlarını karşılama yönünde gayret sarf etmemesidir. Cinsi ihtiyaç yönünden onu ilgisiz bırakmasıdır.  Gereksiz yere sert, kaba ve hırçın davranmasıdır. Ona şefkat ve merhametle iyi muamelede bulunmamasıdır. Allah’ın kendisine vermiş olduğu konumu kötüye kullanarak despotluk yapmasıdır, sadistçe davranmasıdır. Bunu ahlak haline getirmesidir.  

Ayet, “nüşuz ettiklerinde / baş kaldırdıklarında” demiyor. Çünkü kadının da erkeğin de nüşûzu ahlak edinmesi halinde o evliliğin sağlıklı şekilde yürümesi mümkün değildir. Dolayısıyla bu durumda, erkeğin karısını boşamasından, kadının da mahkeme yoluyla boşanmasından başka yol kalmamıştır.”

Nüşûz”un Nisa 34 ayetinde var olup yukarıda izahı edilen anlam bağlamı içindeki anlamının; kendisi için konulan anlamlardan birisi olan “itaatsızlık” olduğu gayet açıktır. Zira   نُشُوزَهُنَّ  Başkaldırmaları sözü, takip  ف – “Fe”si ile başlayan cümlede   فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ  Eğer size itaat ederlersesözüne bağlanmıştır. Bu bağ göz ardı edilemez.!.

Yazarın işaret ettiği; Firuzabadi’nin “El Kamusu’l Muhit” isimli sözlüğünde  Nüşuz, kadının başkasıyla ilişki meyli taşıması yüzünden kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidirolarak geçmektedir. Sadece isyanın gerekçesinin “kadının başkasıyla ilişki meyli taşıması yüzünden kocasına düşmanlık ve kin beslemesi” olduğu yorumunu yapıyor. Yazarın gösterdiği delil, kendi aleyhinedir. Yine noksan ve dikkatsiz okuma nedeni ile bu hataya düşmüştür.

     6-  ضرب - DaRaBe kelimesi ile ilgili yaptığımız açıklamalar hakkında yazar şöyle diyor:

Şu kadarını söyleyeyim: Maalesef eleştiride DaRaBe kelimesi ile ilgili verilen hemen bütün açıklamalar hatalı. Bu hata, yazarın Arapça bilgisinin azlığından kaynaklanmıyor. Nitekim, yazarın Arapça bilgisinin “iyi düzeyde” olduğunu şahsen biliyorum. Ama bu hata, yazarın, gelenekten gelen bilgiye güveninden kaynaklanıyor. Geleneğin, bir kavramı bu kadar çarpıtacağına ihtimal vermediği için, kelime üzerinde detaylı bir araştırma yapmamış. Şayet eleştiri yapmadan önce, detaylı bir araştırma yapsaydı, getirdiği pek çok iddianın hatalı olduğunu görebilirdi.

Reddiye yazımızda bu konuda şöyle demiştik:

“Burada bazı kişilerin itiraz ettiği husus;   اضْرِبُوهُنَّ  “onlara vurun”  sözüdür. اضْرِبُو   kelimesi ضرب  fiilinin ikinci çoğul şahıslara emir halidir.  ضرب   / DaRaBe fiilinin sözlükteki yalın halinin, söylenildiği gibi onlarca anlamı yoktur. Sadece “vurmak, dövmek” anlamındadır. Türkçe’de bir insana bir tokat atmak şeklinde de olsa vurmak, onu dövmek demektir. Ancak ضرب  harfi cerlerden birisi ile ya da başka kelimeler ile farklı anlamlar alabilmektedir. Fakat bu anlamların içerisinde “çıkarmak”, “uzaklaştırmak” anlamı hiçbir şekilde yoktur.”

Yazarın “hemen bütün açıklamalar hatalı”  demesi neye dayanıyor?!.. Şu “gelenekten gelen bilgiye güveninden kaynaklanıyor”  sözüne yani gelenek saplantısına dayanıyor. Ne büyük dayanak değil mi?!. Yaptığı izahlar da vakıaya mutabık değil.!..

Ben sözlüklerden hareketle ayetlerden örnekler ile konuyu açıkladıktan sonra şöyle demiştim:

ضرب   -   kelimesi Kur’an’da; Bakara 60, 73 ; A’râf 160, Enfal 12, 50 ; Şu’arâ 63 ; Muhammed 4, 27   ayetlerinde dilde kendisi için konulan “vurmak” anlamında geçmiştir. Dr. Edip Yüksel, Prof.Dr.Yaşar Nuri Öztürk, Prof.Dr.Bayraktar Bayraklı da meallerinde bu ayetlerde “vurmak” anlamında aktarmışlardır. Mesela;

فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِي اللّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ

“'(Düvenin) bir parçasıyla ona (öldürülene) vurun,' dedik. İşte, ALLAH ölüleri böyle diriltir ve düşünesiniz diye ayetlerini (mucizelerini) böyle gösterir.” (Bakara 73) (Edip Yüksel Meali)

Fakat  Nisa 34 ayetinde  "çıkarmak", “evden ya da yataktan uzaklaştırmak” anlamında aktarmışlardır. Böylelikle ayetin anlamı tamamen çarpıtılmıştır, heva heves ile tahrif edilmiştir.!..

Bakara 73 ayetinde; اضْرِبُوهُ  “Ona vurun” , fakat Nisa 34 ayetinde  اضْرِبُوهُنَّ  "onları çıkarın", “evden uzaklaştırın”, “yataktan uzaklaştırın”  ?!..  Neden?!...” 

Evet bu  neden  üzerinde düşünmek gerekir.. Zihindeki kurgusal anlam olmasın?!.

Kelimenin yalın hali; Dil koyucu Arapların beraberinde kullandıkları harfi cer ve başka bir kelime olmaksızın bulunduğu haldir. Zira o Araplar; kelimeyi vezinlere ya da kalıplara, harfi cerlere göre ya da beraberinde kullandıkları bazı kelimelere göre farklı anlamlar için koymuşlardır. Kelimenin bütün bu hallerindeki manaları sözlüklerde izah edilmektedir. İşte  ضرب   -   kelimesinin o hallerde o denli farklı anlamları arasında “çıkarmak”, “uzaklaştırmak” anlamı hiçbir şekilde yoktur. Ayrıca bir vezindeki anlam başka bir vezin için geçerli olmaz. Bunu erbabı anlar.

 Yazar; “işte  ضرب  - kelimesinin o hallerde o denli farklı anlamları arasında “çıkarmak”, “uzaklaştırmak” anlamı hiçbir şekilde yoktur”  sözümüze mesnetsiz deyip, bunu ispatlamak için, Kadim Arapça  dediği Müsned’den şu rivayeti delil olarak ileri sürmüştür:

Ahmed b. Hanbel’in oğlu, bir hadis rivayetinden sonra bu hadisle ilgili babasının şöyle dediğini nakletmiştir:

و قال ابي في مرضه اللذي مات فيه: اضرب على هذا الحديث , فإنه خلاف الاحاديث عن النبي

Babam bana ölüm döşeğinde şöyle dedi: “Bu hadisi çıkar, çünkü o, Nebi’nin hadislerine aykırıdır” (Ahmed b. Hanbel – Müsned)

“Bu hadisi çıkar” diye tercüme ettiğimiz kısmın Arapçası, “iDRiB ala, hazel hadis” şeklinde geçmektedir. (iDRiBDaRaBe fiilinin 2. tekil şahısa emir halidir)

Görüleceği üzere burada iDRiB kelimesi, çıkar anlamında kullanılmıştır. Herhalde Ahmed b. Hanbel oğluna; “bu hadisi döv!” demek istememiştir!

 

Yazar aceleci ve dikkatsiz okumasını burada da sürdürmüştür. Metni değil de yanlış bir çeviriyi esas almıştır.  Zira yukarıdaki rivayette;  ضرب  - kelimesi على harfi ceri ile birlikte geçmiştir. ضرب  على  kelimesinin sözlükteki izahı ise şöyledir:

ضرب على كلمة : شطبها ومحاها  ( المعجم: عربي عامة)   

“Kelimenin üstüne çizgi çekmek, kelimeyi silmek, mahfetmek / yok etmek” demektir.  ( المعجم: عربي عامة)

Yani bu rivayette  على   ضرب    “dövmek” de değildir, “çıkarmak” da değildir. Buna göre rivayetin doğru anlamı şöyle olmaktadır:

اضرب على هذا الحديث , فإنه خلاف الاحاديث عن النبي  “.. Bu hadisi sil / yok et / üzerine çizgi çek, çünkü o, Nebi’nin hadislerine aykırıdır” (Ahmed b. Hanbel – Müsned)

Nitekim   ضرب على  Kur’an’ı Kerim’de şöyle geçmektedir:

ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ اَيْنَ مَا ثُقِفُٓوا اِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللّٰهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَٓاؤُ۫ بِغَضَبٍ مِنَ اللّٰهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُۜ

Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, Allah’ın ve insanların güvencesine sığınmadıkça kendilerini zillet kaplamıştır. Onlar Allah’ın gazabına uğradılar ve yoksulluk onları kapladı..” (Ali İmran 112)

فَضَرَبْنَا عَلٰٓى اٰذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِن۪ينَ عَدَداًۙ

Bunun üzerine biz de mağarada onları yıllarca kulaklarını perdeleyerek uyuttuk.” (Kehf 11)

Bu iki ayette de “kaplamak”, “perdelemek” anlamlarında geçmiştir.

ضرب  / DaRaBe fiili hakkında reddiye yazımızda şöyle demiştik:

“  ضرب   / DaRaBe fiilinin "çıkmak" anlamını ifade edebilmesi için devamında في  harfi cerrinin olması gerekir. O da, “sefere çıkmak” anlamındadır, “dışarı çıkmak” değildir. Buna örnek olarak Nisa suresi 94 ve 101. ayetlere bakılabilir.”  

“Kur’an'da ضرب   في   fiili  "çıktı" anlamında değil,  "sefere çıktı, yolculuğa çıktı, seyahate çıktı" anlamında vardır. Hele hele "çıkarmak, çıkardı" anlamı; zaten hiç yokturضرب  kelimesi için bu anlam konulmamıştır ve bu kelime ile hiç alakası da yoktur.”

Burada bahis konusu olan  ضرب  –  “darb etmek / vurmak / dövmek”; cezalandırmak değildir. Öğüt vermek ve yatakta yalnız bırakmak fayda vermediğinde, şok etkisi verip aklını başına alarak kendisine gelmesi için te’dip / terbiye etmek amaçlı vurmaktır. Doktorun hastasına vurması, öğretmenin talebesine vurması gibidir.  Sadistçe dayak atmak değildir.

Yazarın  ضرب  –  DaRaBe kelimesinin farklı anlamları olduğunu göstermek için işaret ettiği ayetlere gelince;

وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلاً اِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ

وَقَالُٓوا ءَاٰلِهَتُنَا خَيْرٌ اَمْ هُوَۜ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ اِلَّا جَدَلاًۜ بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُون

Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılınca bir de ne göresin, senin kavmin (seni susturacak bir delil buldukları zannıyla) hemen şamata etmeye başlar.

Dediler ki: "Bizim tanrılarımız mı hayırlı, o mu?" Bunu sana sadece çekişme olsun diye örnek verdiler. Çekişmeyi seven bir toplumdur onlar.” (Zuhruf 57-58)

 Zuhruf 58  ayetinde geçen   مَا ضَرَبُوهُ لَكَ اِلَّا جَدَلاًۜ  Bunu sana sadece çekişme olsun diye örnek verdiler” sözündeki  هُ”  zamiri,  Zuhruf 57 ayetinde geçen   وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلاً   Meryem oğlu İsa bir örnek olarak anlatılıncasözündeki  مَثَلاً  - lafzına aittir. Yani örnek olarak verilen Meryem oğlu İsa’ya aittir.   مَثَلاً  لَكَ  ضَرَبُوهُ  “Onu sana bir örnek verdiler” demektir. Lügatte;  ضرِبَ ... مَثَلاً - kelimesi de; “Örnek vermek” anlamında geçmektedir.

كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ فَاَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَٓاءًۚ وَاَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْاَرْضِۜ كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَال

“..İşte Allah, hak ile batıla böyle örnekler verir. Köpüğe gelince, o atılır gider, insanlara yarar sağlayacak şey ise, yeryüzünde kalır. İşte Allah örnekleri böyle vermektedir.” (Ra’d 17)

Ayetteki  كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَۜ  sözündeki ضرِبَ – kelimesinin; ayetin sonundaki   كَذٰلِكَ يَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَال  sözü ile   ضرِبَ ... مَثَلاً   “örnek vermek” olduğu gayet açıktır.

يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذ۪ينَ اٰمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ ق۪يلَ ارْجِعُوا وَرَٓاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُوراًۜ فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌۜ بَاطِنُهُ ف۪يهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَاب

O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: '(Ne olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım.' Onlara: 'Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın' denilir. Derken araları kapısı olan bir sur ile ayrılmıştır. Onun iç yanında rahmet, dış yanında o yönden azab vardır.” (Hadid 13)

Ayette ضرِبَ – kelimesi; بَيْنَ  harfi ceri ile birlikte geçmektedir. Lügatte  “aralarına engel koymak / aralarını ayırmak” anlamındadır.

      7-Nüşuz konusunda Resulullah sallallahu aleyhi vesellem’in bir uygulaması yoktur. Yazarın bahs ettiği “İfk / iftira olayının” da nüşuz ile ilgisi yoktur. Mü’minlerin annesi Aişe radıyallahu anha’nın beraatini / suçsuz olduğunu Allahu Teala şöyle belirtmiştir:

اِنَّ الَّذ۪ينَ جَٓاؤُ۫ بِالْاِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْۜ لَا تَحْسَبُوهُ شَراًّ لَكُمْۜ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْۜ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْاِثْمِۚ وَالَّذ۪ي تَوَلّٰى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظ۪يم

لَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِاَنْفُسِهِمْ خَيْراًۙ وَقَالُوا هٰذَٓا اِفْكٌ مُب۪ين

لَوْلَا جَٓاؤُ۫ عَلَيْهِ بِاَرْبَعَةِ شُهَدَٓاءَۚ فَاِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَٓاءِ فَاُو۬لٰٓئِكَ عِنْدَ اللّٰهِ هُمُ الْكَاذِبُون

وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْاٰخِرَةِ لَمَسَّكُمْ ف۪ي مَٓا اَفَضْتُمْ ف۪يهِ عَذَابٌ عَظ۪يم

اِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِاَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِاَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِه۪ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّناًۗ وَهُوَ عِنْدَ اللّٰهِ عَظ۪يم

وَلَوْلَٓا اِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَـنَٓا اَنْ نَتَكَلَّمَ بِهٰذَاۗ سُبْحَانَكَ هٰذَا بُهْتَانٌ عَظ۪يم

يَعِظُكُمُ اللّٰهُ اَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِه۪ٓ اَبَداً اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَۚ

وَيُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمُ الْاٰيَاتِۜ وَاللّٰهُ عَل۪يمٌ حَك۪يمٌ

Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük bir azab vardır.

Onu işittiğiniz zaman, erkek mü'minler ile kadın mü'minlerin kendi nefisleri adına hayırlı bir zanda bulunup: 'Bu, açıkça uydurulmuş iftira bir sözdür' demeleri gerekmez miydi?

Ona karşı dört şahitle gelmeleri gerekmez miydi? Şahitleri getirmediklerine göre, artık onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.

Eğer Allah'ın dünyada ve ahirette üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, içine daldığınız dedikodudan dolayı size büyük bir azab dokunurdu.

Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz bir iş sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır.

Bu iftirayı işittiğiniz vakit, “Böyle sözleri ağzımıza almamız bize yaraşmaz. Seni eksikliklerden uzak tutarız Allah’ım! Bu, çok büyük bir iftiradır” deseydiniz ya!

Eğer iman edenlerden iseniz, bunun gibisine bir daha dönmemeniz için Allah size öğüt vermektedir.

Allah size ayetleri açıklıyor; Allah bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nûr 11-18)

 

Dolayısıyla yazarın kendi kurgusuyla bu olayı bir nüşuz olduğunu söylemesi ilme ve insafa dayanmayan bir zulümdür. Kişinin hatasında ısrar ve inad etmesi, sürekli hata yapmasına ve zulüm işlemesine sebep olur, yazarın yaptığı gibi.

 

Evet, “Kur’an yeter”, “only Koran”, “sadece Kur’an” diyenlerin kast ettikleri Kur’an; Şeytanın vahyinden oluşan baskın fasit kültürlerin etkisi ile salt mantıksal örgülerle kendi zihinlerinde kurgulayarak uydurdukları sanal Kur’an anlayışıdır. Allahu Teala’nın Resulüne indirdiği Kur’an’ı Kerim değildir… Bir sürü laf kalabalığı ile, bu sanal uyduruk Kur’an anlayışını, Allahu Teala’nın indirdiği gerçek Kur’an’a manalarını ve ahkamlarını tahrif ederek giydirmeye, yüklemeye çalışmaktadırlar. Böylelikle insanları en doğru yola götüren Kur’an’ı Kerim’den, Allah yolundan saptırmak isteyen hizbuşşeytanın adeta avukatlığını ve askerliğini yapmaktadırlar. Bunları tövbe edip Allah’tan af dilemeye davet ediyorum..!

Yapılan bu tahrifattaki iğrençliği şu ayeti kerimeler net bir şekilde ortaya koymaktadır:

اَفَتَطْمَعُونَ اَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَر۪يقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللّٰهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ

وَاِذَا لَقُوا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا قَالُٓوا اٰمَنَّاۚ وَاِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ اِلٰى بَعْضٍ قَالُٓوا اَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللّٰهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَٓاجُّوكُمْ بِه۪ عِنْدَ رَبِّكُمْۜ اَفَلَا تَعْقِلُون

اَوَلَا يَعْلَمُونَ اَنَّ اللّٰهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ

فَوَيْلٌ لِلَّذ۪ينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِاَيْد۪يهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هٰذَا مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ لِيَشْتَرُوا بِه۪ ثَمَناً قَل۪يلاًۜ فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ اَيْد۪يهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُون

Şimdi, bunların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa içlerinden birtakımı, Allah’ın kelamını dinler, iyice anladıktan sonra, onu bile bile tahrif ederlerdi.

İnananlarla karşılaştıkları zaman, "İnandık" derlerdi; birbirleriyle yalnız kaldıklarında, "Rabbinizin katında size karşı hüccet göstersinler diye mi Allah'ın size açıkladığını onlara anlatıyorsunuz? Bunu akletmiyor musunuz?" derlerdi.

Gizlediklerini de, açıkladıklarını da Allah'ın bildiğini bilmiyorlar mı?

Onların bir kısmı da ümmîdir. Kitap nedir bilmezler. Bütün bildikleri, kendilerine anlatılan birtakım kuruntu ve uydurmalardır. Onlar sadece bir zan içindedirler.

Vay o kimselere ki, elleriyle Kitab’ı yazarlar, sonra da onu az bir karşılığa değişmek için, “Bu, Allah’ın katındandır” derler. Vay ellerinin yazdıklarından ötürü onların hâline! Vay kazandıklarından dolayı onların hâline!” (Bakara 75-79)

اِنَّ الَّذ۪ينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللّٰهِ وَاَيْمَانِهِمْ ثَمَناً قَل۪يلاً اُو۬لٰٓئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْاٰخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللّٰهُ وَلَا يَنْظُرُ اِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ وَلَا يُزَكّ۪يهِمْۖ وَلَهُمْ عَذَابٌ اَل۪يمٌ

وَاِنَّ مِنْهُمْ لَفَر۪يقاً يَلْوُ۫نَ اَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِۚ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللّٰهِۚ وَيَقُولُونَ عَلَى اللّٰهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُون

Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların ahirette bir payı yoktur. Allah, kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.

Onlardan bir gurup, okuduklarını kitaptan sanasınız diye kitabı okurken dillerini eğip bükerler. Halbuki okudukları Kitap'tan değildir. Söyledikleri Allah katından olmadığı halde; Bu Allah katındandır, derler. Onlar bile bile Allah'a karşı yalan söylerler.” (Ali İmran 77-78)

Allah’ın Kitabını ve ayetlerini;  konjonktürel duruma, vakıaya, baskın felsefi, siyasi, toplumsal fikri akımlara bilinçli ya da bilinçsiz şekilde uydurmak maksadı ile, salt mantıksal kurgularla zihinde oluşturulan kurgulara dayanarak tahrif etmeye çalışanlar yukarıda geçen ayetlerden daha iyi tasvir edilemez. Allahu Teala’dan bizi bu duruma düşmekten korumasını niyaz ediyorum.

Sonuç:

•         “Bütün rivayetler haktır, Peygamber söylemiştir, Allah’tan gelen vahiydir”   demek nasıl peygambere ve Allah’a iftira ise,   “bütün rivayetler uydurmadır, Kur’an’a aykırıdır, bir değeri yoktur” demek de o kadar Allah’a, Resulüne ve ona ihsanla tabi olanlara iftiradır, zulümdür ve Kur’an’a aykırıdır.

•         Kur’an’ı doğru anlamak ve ona samimi bir şekilde tabi olmak; salt mantık yürütmek ile olmaz. Kelimelere kendi görüşleri ya da hevaları doğrultusunda sübjektif yaklaşımlarla anlam yükleyerek olmaz. Böylesi bir yaklaşım ancak Kur’an’ı tahrif etmek girişimi olur. Ki bu, iğrenç bir cürümdür!..

•         Kur’an’ı doğru anlamak ve ona samimi bir şekilde tabi olmak; Kur’an’ın vakıasına, anlama usulüne ve disiplinine ihlasla tabi olarak olur. O zaman Kur’an dosdoğru yola ileten olur.

•         Aksi halde Kur’an, herkesin her şey için kendi lehine delil bulduğu bir kitap olur ki, bu Kur’an’ı heva hevese tabi kılmaktan başka bir şey değildir..  

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاء وَرَحْمَةٌ لِّلْمُؤْمِنِينَ وَلاَ يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إَلاَّ خَسَارًا

“Kur'an'dan; müminler için rahmet ve şifa olanı indiririz. Zalimler için ise ancak hüsranı artırır.” (İsrâ 82)

 

رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِّلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَؤُوفٌ رَّحِيمٌ

"Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla ve kalplerimizde iman edenlere karşı bir kin bırakma. Rabbimiz, gerçekten sen, çok şefkatlisin, çok esirgeyicisin."

(Haşr 10)

 

رَبَّنَا لاَ تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِن لَّدُنكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنتَ الْوَهَّابُ

"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi kaydırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en çok olan Sensin Sen."

(Ali İmran 8)

 

 

 

AHMED KILIÇKAYA

www.islamiyontem.net

 

Ahmed KILIÇKAYA
www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp