Kutlu Bir Doğum

 

 

 

Önümüzdeki hafta -14-20 Nisan- artık geleneksel bir hal almış olan kutlu doğum haftası olarak kutlanacaktır. Her ne kadar bu kutlamaların bir karnaval havasına evrilmesi kaygısını taşıyor olsak da insanlığın bir uygarlık krizinin içine sürüklendiği böylesi bir dönemeçte Allah Rasulü (s.a.v.)’i an-la-manın vasatını oluşturacağından dolayı bu haftayı kıymetli buluyorum.

 

İnsanlık Miladi 7. yüzyılda tıpkı bugün olduğu gibi –Kur’an’ın deyimiyle- adeta bir ateş çukurunun kenarında, karanlık bir çağı yaşıyordu. Allah Rasulü (s.a.v.) insanlığı düşünsel ve yaşam modeli açısından içinde bulunduğu geri kalmışlıktan kurtardı ve onu aydınlığa, insanca yaşam standartlarına kavuşturdu.

O, düşmanları için bile, askerlerine “Yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin kendinize yapılmasından hoşlanmadığınız biçimde onlara davranmayın” diyen, düşman askerlerine işkence eziyet anlamına gelecek davranış ve tutumlardan sahabesini sakındırarak bundan 1400 yıl önce savaşın da bir hukukunun olduğunu insanlığa ilk kez öğretmiş adalet tutkunu bir komutandı.

O, bir savaş yolculuğu sırasında düşman memleketin topraklarından, üzüm bağları arasından geçerken miğferinin içine bağdan bir salkım üzüm almış olan askerine/sahabeye, mülkiyeti kendisine ait olmayan o üzümü yiyemeyeceğini telkin ederken yağmacılığa karşı çıkıyor, düşmanlarının bile servetlerinin dokunulmazlığını temin ediyordu.

 

Günümüzde ise “Hiçbir ülkenin başka ülkenin içişlerine karışamayacağı” “Her toplumun kendi kaderini kendinin belirleyeceği” vb. 19. yüzyılın sözüm ona uygar devletlerin dünyaya pazarladıkları ve yaklaşık iki asırdır ağızlarına pelesenk ettikleri argümanlara rağmen istedikleri ülkeye hiç bir gerekçe göstermeksizin girdiklerine tanık oluyoruz.

 

Bu devletler şu ya da bu şekilde sudan bahanelerle işgal ettikleri, acımasız katliamlarını sürdürdükleri İslam coğrafyasında milyonlarca insanın kanına girmişlerdir. İlaç ve gıda ürünlerini de kapsayan ambargolar sonucunda hastalıktan, süt bulamadıkları ve yeterli beslenemedikleri için açlıktan ölen hasta, yaşlı ve çocukların sayısı milyonlarla ifade edilmektedir. Sadece Irak’ta işgal öncesi 10 yıl uygulanmış olan ambargodan dolayı 100 binin üzerinde sivil yaşamını yitirmişti.

 

İşgal ettikleri ülkelerde Cenevre Sözleşmesine aykırı olmasına rağmen seyreltilmiş uranyum ve misket bombaları, bölge insanlarına yönelik işkence, yağma, onur ve namuslarının kirletilmesi gibi en barbar yöntemlerle muamele ettiklerine tanık olduk. Nükleer ve biyolojik silahlar, etnik kıyımlar ve bir bölge insanının topluca gömüldüğü mezarlara tanık olduk. Bin yıllık İslam medeniyetinin inşa ettiği kültürel mirası, Müslümanların yaşadığı şehirleri yağmalamalarını ekranlardan kahırlanarak izledik.

 

İnsan haklarının en çok kullanıldığı günümüzde bu argümanların pazarlamacılığını üstlenen başta Amerika olmak üzere batılı devletlerin işgal ettikleri İslam memleketlerinde neler yaptıklarını; top yekün bir halkı işkenceden geçirdiklerini, Ebu Gureyb’de yapılanları gördük. Kocaları ve çocukları önünde tecavüze uğrayan kadınları gördük. Bayram gününde (Felluce’de) insanların sevinçlerini kursaklarında bıraktıklarını gördük. Uygar Avrupa’nın gözlerinin önünde katledilen on binlerce Boşnak masum insanı… Çeçenistan’da bacakları tanklara bağlanarak bedenleri ayrılan insanları… Yarım asırdır Siyonist İsrail’in her gün çocukları öldürüşünü ve en son Gazze’de yaptıklarını ve bütün medeni dünyanın vahşete sessiz kalışını gördük.

24-01-2008 tarihli gazeteler şunu yazıyordu: Afganistan’da NATO askeri olarak görev yapmış olan Alman Achim Wohlgetan bu ay yayınladığı "Endstation Kabul—Top Secret – Son Durak Kabil Top Secret" adlı kitabında Nato bünyesindeki Uluslararası Güvenlik Destek Birliği’nin (ISAF) 2002’de Başkent Kabil çevresinde çocukları defalarca mayın tarayıcı olarak kullandığını açıkladı. 2002 yılında Hindikuş eyaletinde altı ay süreyle görev yapmış olan Wohlgetan’ın belirttiğine göre, ISAF askerleri kara mayınları için kontrol yaptıkları alana önce elma atıyorlar, sonra da ne olacağını bekliyorlardı. Çocuklar elmayı almak için koştuklarında, eğer her hangi bir patlama olmazsa, demek ki orada mayın yok diyorlar ve o alanı güvenlikli olarak kaydediyorlardı.

Daha öncede Afgan işgali sırasında Rus ordusunun belli bölgelere mayınlı oyuncaklar bıraktıklarına tanık olmuştuk. O yüzden bu ülkede çocukların binlercesinin kol ve bacakları yok!!!

 

Hep bunlar uygarlık inşa etmek içindi! Bir Arap atasözü şöyle der. “Olmayan şey zaten verilemez.” Evet, 21. yüzyıl insanının kaybettiği şey İslam’dır.

Ancak Allah Rasulü (s.a.v.) bir savaşa çıkarken veya bir müfreze birlik göndereceği zaman askerlerine muhakkak şu talimatları verirdi: “Kadınlara, çocuklara, evlerine yada mabetlere sığınmış insanlara, tarlada çalışanlara kısaca savaşa bir fiil karışmamış sivillere dokunulmayacak”…

 

Ancak esefle görmekteyiz ki bugün eski Roma ve Hıristiyan pagan kültürü ile beslenmiş modern batı uygarlığı, insanlığın önüne tutunulması gereken tek hakikat/uygarlıkmış gibi sunulmaktadır. Modern batı uygarlığının temelde insana, hayata ve evrene yaklaşımı açısından eski uygarlıklarla ne kadar yakın benzerliklerin olduğunu insanlık özellikle bu günlerde daha iyi anlama fırsatı bulmaktadır. Örneğin savaş esirleri, dün arenalarda aslanların önüne atılıp, ölümcül dövüşlere zorlanırken bugün (üstelik adil savaş meydanında değil), top yekun halkların potansiyel suçlu kabul edilerek evlerinden esir alınıp götürüldüğünü ve gözlerinin önünde kadınlarına tecavüz edildiğini, bütün dünyanın gözlerinin önünde Ebu Gureyb Ceza Evinde kahkahalar eşliğinde işkence seansları uygulandığını gördük. Eminim, arenalarda önlerine savaş esirleri konulan aslanlar doyduklarında vahşetlerine son veriyorlardı!! Ancak insani değerleri/sinirleri alınmış, uyuşturulmuş bu vahşi insanlar işgale, kana ve vahşetlerine doymamaktadırlar!!!

 

Sadece 11 Eylül sonrası yaşananlar bile bu medeniyetin insanlığa ne verebileceğini göstermiş bulunuyor. Özellikle içinden geçtiğimiz süreçte batının kendi sömürge politikalarının bekçiliğini yapan diktatör liderlerle birlikte Müslüman halklara karşı işledikleri katliamlar, artık batı medeniyeti açısından “Tarihin Sonunun Geldiği” tezini doğrular niteliktedir.

 

 

“Kötü (batıl) bir sözün durumu ise (gövdesi) toprağın üstünden koparılıvermiş kötü bir ağaç gibidir ki onun tutunma (yerinde kalmakabiliyeti) yoktur.” (İbrahim: 14/26)

 

 

Gezegenimiz, insanlığın ulaşabileceği ideal gelişmişlik düzeyini sembolize eden Hz. Muhammed (s.a.v.) gibi mükemmel bir şahsiyetin yaşamına şahit olmuşken maalesef bugün, tarih boyunca insanlık ve değerleri üzerine hiçbir söz söylenmediğine, batı aydınlanmacılığın insanlığın uygarca yaşama noktasında ilk ve son sözü söylemiş olduğuna ilişkin sanki yaygın bir kanaat oluş-turul-muştur. Kitle iletişim araçları, özellikle televizyonlar bu kanaatin oluşmasına hizmet etmektedir.

 

Kameralar doğuya döndüğünde burun kıvırarak sunumlar yapılmaktadır; İslam medeniyetinin bin yıl gibi uzun bir zaman diliminde inşa ettiği kültür ve medeniyet kentlerini, görkemli yapıtlarını yerle bir edenlerin medeniyet getirdiği, bölge insanının da buna ihtiyacının olduğu, yakıp yıkanların uygar, şehirleri yıkılanların ise ilkel insanlar olduğu… tezlerine inanmamız bekleniyor. Yani Müslüman dünyaya deli gömleği giydirilmek isteniyor.

 

Hayır! Allah’a ve Rasulüne iman edenler için aydınlanma Miladi 7. yüzyılda (610) ilk vahyin gelişi ile başlamıştır.

 

 

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı; Allah'ın izniyle kendi yoluna çağıran bir davetçi ve “aydınlatıcı” bir kandil olarak gönderdik.” (Ahzab: 33/46)

 

 

Evet, Rabbimiz elçisini insanlığı aydınlatıcı bir davetçi olarak göndermişken bizler başka aydınlanmamı arayacağız?

 

 

“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.”(Nisa, 4/139)

 

 

“Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir. (Nisa:4/115)

 

 

Bizler, ampulü, elektriği bularak gecelerimizi aydınlatan Edison’a minnet duymayı bir insanlık borcu olarak görmekteyken insanlığın kararmış vicdanlarını aydınlatan, onlara tarihin tanık olmadığı yüksek yaşam standartlarını/ medeniyeti kendi yaşam pratiğinde ortaya koymuş olan rahmet Peygamberine minnet borcumuzu nasıl ifade edebiliriz? Elbette minnet borcumuzu ancak onun idealize ettiği İslami yaşama tutunarak, ondan gayrısının, içine sürüklendiğimiz uygarlık krizinden/eşiğine getirildiğimiz ateş çukurunun kenarından bizleri kurtaramayacağına Allah’a iman ettiğimiz gibi iman ederek ifade edebiliriz. Hakikatin arayışında olan bir insan için böylesine aydın bir insan/modelinin bundan kaç yüzyıl öncesinde yaşamış olmasının önem arz etmemesi gerekir.

 

“Allah'ın, güzel, doğru bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musun(uz)? Kökü sapasağlam, dalları göğe doğru uzanan güzel, diri bir ağaç gibi(dir o);ki, Rabbinin izniyle her mevsim meyvesini verip durur. Allah insanlara (işte böyle) misaller veriyor ki, (değişmeyen gerçeği) düşünüp kendilerine ders çıkarsınlar.” (İbrahim: 14/24,25)

 

Abdurrahim Şen

 

abdurrahimsen@hotmail.com

09.04.2011 TIMETURK

 
www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp