Sünnet’in İnkârı, Târihselcilik ve Deizm

 

Harun Görmüş

 

Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır.” (Ahzâb 21)

 “İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir..” (Mümtehine 4)

Moderniteyle birlikte modern müslümanlar Peygamber’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’ini inkâr ve iptâl etmişlerdir. Bunu, uydurma söz, hadis ve rivâyetlere olan düşmanlık nedeniyle yapmışlardır ki uydurmalar bağlamında bu yaptıkları elbette doğrudur. Fakat sorun, Sünnet’i ve hadisi tümden reddetmek ve inkâr etmek noktasındadır. Sahih Sünnet inkâr edildiğinde, “Sünnet Peygamber’in Kur’ân-merkezli olarak yaptıkları” demek olduğu için, Sünnet’in inkârı “Peygamber’i inkâr etmek” anlamına gelir ki bu da Kur’ân’ı şüpheli hâle getirir. Zîrâ Peygamber şüpheliyse Kur’ân da şüphelidir. Oysa Kur’ân’ın “şüphe içermeyen bir Kitap” (lâ raybe fih) olduğunu bize Peygamber söylemiştir. Fakat modernite pratik örnekliği aslâ kabûl etmez. Zîrâ o, “modern örnekliklere” göre Dünyâ’da hareket edilmesini ister ki modern örneklikler “klâsik örnekliğin zıddı”dır. Moderniteye uyan müslümanlar, “uydurma söz, rivâyet ve hadisleri inkâr edeceğiz” diye sahih Sünnet’i de inkâr etmişler ve artık geriye moderniteye uymaktan başka bir şey kalmamıştır. Zâten Kur’ân’ı da modernite merkezinde okumaktadırlar ve vahyin moderniteye uymayan yerlerini aşırı yoruma tâbi tutmaktadırlar.

Sünnet, Peygamber’den sonra uydurulmuş sözler, hadisler ve absürd rivâyetler değildir. Sünnet, Peygamberimiz’in  “nübüvvet süreci boyunca” “Kur’ân-merkezli olarak” söyledikleri ve yaptıklarıdır. Peygamberimiz 23 yıl boyunca yan gelip yatmış değil, “vahyi tebliğ etmek” bağlamında konuşmuş ve Allah’ın vahiyle bildirdiği emirleri yerine getirmiştir. Bunu, nübüvvet süreci devâm ettiği için “Allah’ın kontrôlünde” yapmıştır ve Allah gerektiğinde düzeltmelerde bulunmuştur. Sonuçta ideâl bir pratiklik ve İslâmî yaşam-tarzı ortaya çıkmıştır. Allah işte bu ideâl yaşam-şekline “güzel örneklik” demektedir ve onu Kur’ân’da Ahzâb Sûresi 21. âyetinde dile getirmektedir. Bu örnekliğe ise İslâm literatüründe “Sünnet” denilmektedir. Sünnet işte budur. Bu Sünnet Kur’ân’da bulunduğu ve örnek gösterildiği için, kıyâmete kadar geçerli olacaktır ve bu nedenle de bağlayıcıdır.

Kur’ân bizim “tek kaynağımız” değil “temel kaynağımız”dır. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir. Zîrâ vahiy, sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmin aracı olsun diye gönderilmemiş, iç-âlemler Kur’ân ile inşâ edildikten sonra dış-âlemde Allah’ın sözü yâni dîni hâkim kılınsın, “Dünyâ İslâm ile inşâ edilsin” diye gönderilmiştir. İşte Sünnet, bu ideâl hedefin pratikliği ve gerçekleştirilmesidir. Sünnet, Peygamber’in şâhitliğidir. Fevzi Zülaloğlu bu bağlamda şunları söyler:

 “Hakîkat-mecaz ilişkisini kurarken eğer sâbit doğrularımız yoksa, rüzgârın savurduğu yöne doğru gitmek zorunda kalırız. Gelenek eleştirisinin, mü’mini şirke de düşüren geleneksel yanlışların, Resûlullah’ın şâhitliğini yok saymaya dönüşmemesi gerekiyordu. Çünkü Yüce Allah, elçisinin şâhitliğini, örnekliğini kendisine itaatle yan-yana zikretmiştir. Meâlcilerin ‘Kur’ân’ deyişleri samîmi olsaydı Kur’ân’a kulak verirlerdi:

 ‘…Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana ittibâ edin ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Zîrâ Allah çok bağışlayandır, eşsiz merhâmet kaynağıdır.’  (Âl-i İmran 3/31)

Resûlullah’ı ve o’nun Sünnet’ini yok saymak, îmânın buharlaşmasıyla sonuçlanır. Çünkü Resûlullah’ı ve o’nun Sünnet’ini yok sayan birinin namaz kılması, rükûnun, secdelerin sayılarını tespit emesi, cenâze namazı kılması, Ramazan’ı tâyin etmesi ve Ramazan orucu tutması, hacc günlerini tâyin etmesi ve hacc yapması, tesettürün sınırlarını tâyin etmesi mümkün değildir. Bu örnekler çoğaltılabilir. Ancak burada şu gerçek unutulmamalıdır. Modern bir proje olan meâlciliğin ilacı, geleneği kutsallaştıran, çerini-çöpünü evlerimize kadar sokmaya çalışan yorumlar değildir. ‘Kur’ân tartışılmaz temel kaynağımız’dır. ‘Kur’ân’ın uygulamalı öğretimi olarak Sünnet’ ise Resûlullah’ın şâhitliğini sahih ve mütevâtir bir şekilde bize ulaştıran bir değerdir. Yoksa her rivâyet Sünnet değildir. Her rivâyeti Sünnet diye bize dayatan sığ ve hikmetsiz yaklaşımlar, meâlcilik gibi modern sapmaları beslemektedir. Nasıl ki rivâyetleri ve modern tasavvurları Kur’ân’a arz etmek üzerimize vâcip ise, Allah’ın dîniyle ilgili yorumlarımızı da ‘Sahih Sünnet’e arz etmek zorundayız. Ancak bu şekilde göreceliğin tuzaklarına düşmekten kurtulabiliriz”.

Uydurmaları, zırvalıkları, asılsız rivâyetleri bir kenara bırakarak yada çöpe atarak söylüyoruz ki, sahih hadis ve daha da önemlisi sahih Sünnet’i inkâr etmekle başlayan sürecin gelip dayanacağı yer Kur’ân’ın âyetlerini ve en sonunda da tümden Kur’ân’ı inkâr etmeye kadar gider. Yada Kur’ân moderniteye birebir denk düşene kadar aşırı zorlama yorumlarla tahrif ve tahrip edilir. Bu daha önce Yahudilik ve Hristiyanlığın başına gelmiştir. Zâten bakınca 19’cuların Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini ve târihselcilerin de açıkça Mûsâ-Kul kıssasını inkâr ettikleri görülür. Yada “bu kıssa Kur’ân’a sonradan eklenmiştir” derler. Böylece iş çok uç noktalara kadar gitmiştir.

Peki Sünnet modern dönemde en çok ne şekilde inkâr ediliyor?. Sünnet’i ve de Kur’ân’ı inkâr etmenin argümanları ve dayanakları nelerdir?. Sünnet; modernite, târihsellik ve deist-ateist sapıklılarla inkâr edilmektedir. Modernite Sünnet’i, moderniteye uymadığı, modern telakki klâsik olandan nefret ettiği ve zâten Dünyâ’yı da Kur’ân’ı, Sünnet’i ve târihi inkâr ederek kurduğu için ona aslâ tahammül edemez. Böylece Sünnet’i ve hemen ardında da Kur’ân’ı inkâr etmeye başlar. Bunu tutumu tüm Dünyâ’ya yaymıştır. Fakat müslümanlar bu inkârı kabûl etmezler. Bu nedenle de modernite “târihselcilik” ile daha üst fikri plânda Sünnet’i direkt olarak inkâr etmeyip, onu târihe hapsetmekle inkâr yoluna girer. Hattâ târihselcilik Kur’ân’ın bile 3/4’ünü târihe hapsederek ve artık işlevsiz olduğunu söyleyerek inkâr eder. Onu artık gereksiz sayar. Bunların hepsi modern telakki nedeniyledir. İslâm’ı değil de moderniteyi merkeze alanların varıp dayanacakları yer hem mecbûren hem de bir cezâ olarak burasıdır.

Târihselcilik modernite uğruna İslâm’ı târihe hapsetmekle ünlenmiştir. Serdar Demirel bu bağlamda şunları söyler:

 “Târihselcilik, yöntemini batı’dan devşirmiş, kutsal metinleri bu yöntemin nesnesi kılmış, özüne İslâm’ı çağdaşlaştırmak / sekülerleştirmek gâyesi mündemiç ve İslâmî paradigmayı kökten değiştirmeyi teklif eden cüretkâr bir hamledir. Kur’ân’ı ‘şimdilik’ tevhid, ahlâk ve ibâdetle sınırlayan, onun yeryüzünde İslâm’ı bünyesinde canlı yaşayan bir topluluk inşâ etme gayesini gereksiz gören, başta da cihat âyetlerinin hükmünü târihin belli bir dönemine hapsederek müslümanların işgâlcilere karşı direnme irâdelerini zayıflatan bir işlevle karşımıza çıkmaktadır”.

Yaşayan Sünnet” olmayınca ve Kur’ân’ın pratikliği hayâta hâkim olmayınca işte böyle Kur’ân’cılık, modernite ve târihselcilik gibi sapık akımlar ortaya çıkar ve ilk önce Sünnet’i, sonra âyetleri, sonra Kur’ân’ı ve en nihâyet dîni tümden inkâr eder ve mecbûren Deizm dînine sığınır. Deizm’den ateizme geçmek ise işten bile değildir. “Zamanla Allah’ı da inkâr ederek ateist olur mu olmaz mı” sorusu da anlamsızlaşır. Çünkü sapıklık bir kere başladığında başladığı yerde durmaz ve gerisi hızla gelir.

Târihselcilik; sabır, direniş, dik duruş, hicret, devlet, cihad, şahâdet, medeniyet gibi İslâm’ın temel kavramlarını ya târihe hapsederek inkâr eder, yada aşırı yoruma tâbi tutarak inkâr eder. Târihselliğin en sonunda varıp dayanacağı yer Deizm olacaktır. Kur’ân’ı inkâr ede-ede Peygamber’i, âhireti ve melekleri de inkâr etmeye başlayacak ve Dünyâ’ya karışmayan bir Allah inancıyla (Deizm) yetinecektir.

 Târihselciler  Hz. Ömer müellefe-i kulûb’un ödeneğini keserek Kur’ân’a aykırı hareket etti. O hâlde biz de gerektiğinde Kur’ân’a aykırı olan hükümler verebiliriz derler. Oysa Hz. Ömer ödeneği kesmekle âyeti inkâr edip iptâl etmedi ki!. Yeniden böyle bir ihtiyaç duyulana kadar âyetin uygulamasına ara verdi yada sınırlandırdı. Çünkü alsında kestiği ödenek sâdece iki kişinin ödeneğiydi ve hattâ kendisi de ondan sonra bâzılarına, “kâlpleri İslâm’a ısınsın diye” ödenek vermiştir. Hz. Ömer müellef-i kulûb’a verilen ödeneği tümden kesmemiş, bunu sâdece iki kişiyle sınırlandırmıştır. Serdar Demirel bu konuda şunları söyler:

 “Özetle meselenin aslına bakalım. Kur’ân’da zekat verilmesi gereken sınıflar şöyle sıralanır:

 ‘Sadakalar ancak şunlar içindir: Fakirler, yoksullar  (miskinler),  o işte çalışan görevliler, müellefe-i kulûb (kâlbleri İslâm’a ısındırılacaklar), köleler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmışlar. Allah tarafından böyle farz kılındı. Allah her-şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir.’  (Tevbe: 9/60)

Görüldüğü üzere bu âyet zekat malının kimlere verileceğini hükme bağlamaktadır. Bu sınıflardan birisi de müellefe-i kulûb’tur. Bu sınıfa girenler, hem müslüman hem de gayri-müslim kişi ve toplumlardan oluşur. İslâm’a kazandırılacaklar, kâfirlerin tarafında bulunup müslümanlara yardım edebilecek kimseler, kendilerine maddî yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan yeni müslümanlar ve benzer konumda olan bir-çok kişiyi, sınıfı ifâde eder. Bu uygulamadan amaç, onları İslâm’a kazanmak yada en azından onlardan gelecek zararları onların gönüllerini hoş tutarak def etmektir. Sâdece zekat malından değil, gerektiğinde ganîmet ve diğer gelirlerden de bu sınıfta olan kişilere bu tür harcamalar yapılabilir.

Peki, Hz. Ömer’in Kur’ân’ın bu hükmünü yorumla ortadan kaldırdığı ve sahabelerin de bu yeni uygulama üzerinde ittifâk ettiği doğru mudur?. Dillerine pelesenk ettikleri olayın özeti şudur: ‘Müellefe-i kulûb’tan olan Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr, Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti döneminde kendisine gelerek, Bahreyn’den gelen haraç (dikkat edin zekat değil, haraç) gelirlerini kendilerine bağlaması durumunda kavimlerinden hiç kimsenin İslâm’dan dönmeyeceği güvencesini vereceklerini söylediler. Hz. Ebû Bekr bu teklifi kabûl etti ve bir vesîka hazırladı. Vesîka hakkında ihtilâfa düştüler. Hazırlanan bu vesîkaya şâhit olarak yazılan isimler arasında Hz. Ömer de bulunuyordu. Onaylaması için söz-konusu vesîka kendisine getirildiğinde, onaylamayı reddetti ve vesîka metnini sildi. Hz. Ebû Bekr de bu görüşü benimsedi’.

Kaynakların aktardığı bu olaydan hareketle Hz. Ömer’in Kur’ân’ın ve Sünnet’in hükmünü şahsi görüşüyle ortadan kaldırdığını iddiâ etmek ve bunu tarihselciliğe kaldıraç kılmak doğru değildir. Hz. Ömer âyetin hükmünü ortadan kaldırmamıştır. Müellefe-i kulûb sınıfına giren kişilere yapılan ödemeden sâdece iki kişinin (Uyeyne b. Hısn el-Fezârî ile ez-Zibrikân b. Bedr) ödemesine son vermiş, asalak bir sınıfın üremesinin önüne geçmiştir. Zîrâ hükmün illeti, yâni kâlbin telifini gerektiren şey, o iki kişiye has olarak ortadan kalkmıştır, illet kalkınca da onlara dâir hüküm de sona ermiştir. Bu da bir usûl kâidesidir. Hüküm illetiyle vardır. Bu müellefe-i kulûb hükmünün ve bu sınıfa giren kişilere ödemelerin durdurulduğu anlamına gelmediğini yine kaynaklar bildirmektedir.

Meselâ Hz. Ömer, Sasani ordusunun önemli komutanlarından Hürmüzân’a kâlbini İslâm’a ısındırmak gâyesi ile iki bin dirhem maaş bağlamıştır. Yine ‘Hutay’e’ lâkaplı meşhûr şâir Cervel b. Mâlik’e -ki kendisini etrâfındakileri  hicvetmekten alamayan güçlü bir şâirdi- müslümanları şiirleriyle rahatsız etmemesi için aynı fondan ödeme yapmıştır. Daha başka örnekleri de olan bu olaylar bizzat Hz. Ömer’in mevzuhabis âyetle amel ettiğini ortaya koymaktadır”.

 “Deizm veyâ Yaradancılık, mantık ve doğal-dünyâya dâir gözlemlerin kaynağını oluşturduğu; dinsel bilgiye dolaysız biçimde sâdece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden “tek-tanrı” inancıdır. Evreni yaratan, işleyişi için doğa kânunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdâhalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç Deizm’i ifâde etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdâhale olmadan doğa kânunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir. Deizm; 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmış tüm dinleri reddeden, tanrı’yı sâdece bir “ilk neden” olarak kabûl eden yâni ‘tanrının sâdece varlığına inanan”’ inanç felsefesi şeklidir” (Vikipedi).

Tahrif edilmiş tüm dinler, Deizm nedeniyle tahrif edilmiştir. Bir dînin tahrif edilmesinin nedeni, onun hayâta görece fazla karışması ve şeytâni fikir-sâhiplerinin istedikleri gibi at oynatamaması nedeniyledir.  Dîni hayattan uzaklaştırmak için Allah inancını kabûl etmelerine rağmen, O’nun yerdeki ilahlığını ve hâkimiyetini kabûl etmiyorlardı. Mekke müşrikleri de böyleydi:

 “Andolsun, onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?”  (Ankebût 61)

Deizm’e göre Allah kâinâtı yaratmıştır ve bırakıp gitmiştir. Onunla hiç ilgilenmez ve ona karışmaz. Sistemi-yasayı koymuştur ve başka bir şey yapmaz. İnsanları kendi hâline bırakmıştır. Bu nedenle Deizm’de her-şeyi Allah’ın yaratmış olmasının bir önemi de olmamaktadır. Zîrâ adam; “eee, ne yapayım yaratıysa” diyebilir. Deizm’de kimin yarattığının bir önemi yoktur, neyin yaratıldığının önemi vardır.

Siz şimdi, her-şeyi yaratacaksınız ama onunla hiç ilgilenmeyeceksiniz. Böyle bir şey mümkün müdür?. Bu, çocuğu yapıp da câmi avlusuna bırakmaya benzer. Böyle bir durum ana-babanın merhâmetsizliğini gösterir ki bu nedenle Deizm, -hâşâ- Allah’ın merhâmetsiz bir Allah olduğunu söylemiş olur zımnen. Zîrâ kullarını yaratıp ilgilenmemektedir  ve onların zor durumlarında yanlarında değildir. Onlarla ilgilenmeyip, merhâmet etmez.

Deizm, yaratıcı olarak -sözde- Allah’ı kabûl etmek yada bir yaratıcıyı kabûl etmek ve âhiret, melek, cennet-cehennem, vahiy-peygamber, din vs kabûl etmemenin adıdır. Deizm’e göre Allah Dünyâ’ya ve evrene müdâhale etmez. O sâdece ilk başta ilk hareketi vermek ve yaratmak için müdâhale etmiştir ve sonra da Dünyâ’yı kendi hâline bırakmıştır. Bu tabi insanın da kendi hâline bırakılması demektir. Kendi hâline bırakılan insanın sonunun ne olacağını görmek için günümüze bakmak ve günümüzü iyi görmek gerekir.

Târihselcilik ve  modernite ile yapılan, Sünnet’in ve hemen arkasından vahyin inkârı, modern insanda bir boşluk oluşturduğu için sığınacak bir liman ihtiyâcı doğar. Allah’ı sâdece “yaratıcı” yâni “yaratıp bırakan ve gerisine karışmayan bir tanrı” olarak kabûl eden modern insan için bu liman Deizm olmuştur-oluyor. Târihselcilik de bunun üstüne tüy dikiyor. Çünkü Vahiy, Sünnet yâni Peygamber inkâr edilince, böylece melekler, âhiret ve din de kalmayınca ama sözde Allah inancı hâlâ vâr olduğu için, modern hayâtı gönüllerince yaşamalarına bir şey demeyen ve hattâ teşvik eden Deizm’e sarılmak zorunda kalmaktadırlar. Lâkin bu durum “ulaşılması” gereken hak bir yer değil de şeytanın ayartmasının ve Allah’ın bir cezâsının sonuca olarak ulaşılan yer olduğu için, deistler bir zaman sonra Deizm’i de anlamsız bularak ateist olacaklar, Allah’sız yaşam “anlamsız yaşam” demek olduğu için ve insan anlamsız yaşayamayacağından dolayı, Deizm’e kaymış insanlar ya psikolojik ilaçların müptelâsı olacaklar yada çâreyi ağır sapıklıklarda veyâ intiharda bulacaklardır.

Allah’ı ve de Peygamber’in Sünnet’ini hesâba katmamak ve inkâr etmek, insanı Dünyâ’da buhrana, âhirette ise cehenneme sürükleyecektir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

17 Şubat 2020

iktibascizgisi.com/sunnetin-inkari-tarihselcilik-ve-deizm/?fbclid=IwAR16yAqF-NeYe6QZlWZ8v4QQTqjPxtx4DlLHkcI2dnzwH0_x1N99_uQ_NqU

www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp