GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE FİKRİ SAVRULMALARIN ANA NEDENİ
İSLAMİ DÜŞÜNME YÖNTEMİNDEN SAPMAKTIR
Öncelikle belirtelim ki, İslâm farazi bir din değildir. İslam hayatta ikame edilmesi için / dosdoğru ve tam olarak uygulanması için her hususta olduğu gibi düşünceye de bir yöntem getirmiştir. Zira yöntem/ minhac / metot, hedefe götüren değişmeyen sabit esaslara ve yola denir. Düşüncede de bir yöntem olmamış olsaydı ya da o yöntemi belirlemek insanlara terk edilmiş olsaydı zihniyette istikrar oluşmazdı Müslümanlar İslâm adına yola çıkıp çok farklı ve çelişkili düşüncelere, değerlendirmelere ulaşırdı. Ölçü ve tartılarda yani değerlendirmelerde istikrarsızlık, karışıklık, fikri kaos ve adaletsizlik yaygınlaşırdı. Ne yazık ki sadece günümüzde değil geçmişte de Müslümanlarda müşahade edilen bu durumdur.
Nitekim Resulullah’ın (Sallallahu Aleyhi Vesellem) irtihalinden hemen sonra, Kur’an ve Sünneti Nebi ellerinde olduğu halde, Müslümanlar arasında olmaması gereken kanlı ihtilaflar, öncelikle bazı kişiler ve grupların kişisel çıkar, iktidar hırsı, haset gibi taşkınlıkları nedeni ile vukuu bulmuştur. Çünkü onlar Allahu Teala’nın şu ikazlarını kulak ardı etmişlerdir:
وَلَا تَكُونُوا كَالَّذ۪ينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌۙ
“Kendilerine açık beyyinât / açık deliller geldikten sonra onlardan uzakta kalan ve ihtilaf çıkaranlar gibi olmayın. Onları bekleyen büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmrân Suresi 105. Ayet)
مُن۪يب۪ينَ اِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَاَق۪يمُوا الصَّلٰوةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِك۪ينَۙ
مِنَ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًاۜ كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ
“Allah’a yönelmiş kimseler olarak yüzünüzü hak dine çevirin, O’na karşı gelmekten sakının, namazı ikame edin / dosdoğru tam kılın ve müşriklerden; dinlerini darmadağınık edip grup grup olan kimselerden olmayın. (Ki onlardan) her bir grup kendi katındaki (dinî anlayış) ile sevinip böbürlenmektedir.” (Rûm Suresi 32. Ayet)
وَمَا تَفَرَّقُٓوا اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْۜ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ اِلٰٓى اَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْۜ وَاِنَّ الَّذ۪ينَ اُو۫رِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَف۪ي شَكٍّ مِنْهُ مُر۪يبٍ
“Onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer (azabın) belli bir süreye kadar (ertelenmesi ile ilgili olarak) Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hemen hüküm verilirdi. Onlardan sonra Kitab’a mirasçı kılınanlar da, onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.” (Şûrâ Suresi 14. Ayet)
اِنَّ الَّذ۪ينَ فَرَّقُوا د۪ينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا لَسْتَ مِنْهُمْ ف۪ي شَيْءٍۜ اِنَّمَٓا اَمْرُهُمْ اِلَى اللّٰهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ
“Şu dinlerini parça parça edenler ve kendileri de grup grup ayrılmış olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişiğin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra (O), yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.” (En’âm Suresi 159. Ayet)
Ancak bu iktidar hırsı, haset gibi taşkınlıklar ihtilafın ve dağınıklığın tek sebebi değildir. Özellikle Muaviye’nin hanedanlık ihtirası ile yapmış olduğu entrikalar neticesinde yönetimde Şeri ahkama ve yönetim yöntemine riayet edildiği Raşidi Hilafet çizgisinden sapılıp Saltanata geçildikten sonra, Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı sürecinde saltanat sahiplerinin çoğu, bu yöntemsel sapkınlıkta devam edip dini İslam’ı istismar ederek kendi iktidarlarının bekası uğruna payanda olarak kullanmışlardır. Devleti dinin sahibi görüp dine asli yapısında olmayan kalıplarla kendilerine göre şekil vermeye kalkışmışlardır
Bu bağlamda önce bazen doğrudan bazen dolaylı olarak hadis uyduma furyasını körüklemişlerdir. Sonra da Resulullah Sallahu Aleyhi Vesellem’e iftira ederek uydurulan rivayetleri Kur’an’a uygulamaya kalkışmışlardır. Bu saplantı ile yapılan tefsirler yaygınlaştırılmıştır. Böylesi tefsirler Kur’an’ın anlaşılmamasına ya da tamamen yanlış anlaşılmasına yol açmıştır. Bu yöntemsel sapma, Müslümanların Kur’an’ı anlamaktaki sabitelerini ortadan kaldırmıştır. Kur’an hakkında hiç olmaması gereken ihtilaflara yol açmıştır. Neticede herkes “kitabım Kur’andır”, dediği halde herkesin Kur’an anlayışı farklı olmuştur.!.. Muharref Hristiyanlıkta “kitabımız İncil’dir” dedikleri halde herkesin İncil’inin farklı olması gibi.!
Daha sonra sultanlar, (Hicri 2.yüzyıldan itibaren) eski Yunan felsefesine ait kitapların Arapçaya tercüme edilmesinin kapısını açmışlardır. Müslüman alimler bu kitaplar ve o felsefi fikirleri benimseyen gayri müslimler yoluyla felsefedeki fikri tartışma konularıyla karşılaşınca, İslâmi cevaplar vermek için o konuları incelemişler ve onların tartışma yöntemleri olan (o günkü haliyle mimarı antik Yunan filozofu Aristoteles veya kısaca Aristo (MÖ 384 – MÖ 322) olan) mantığını öğrenmişlerdir. Sonra da önermeler ve çıkarımlar kurgusu ile temelde genel kıyası esas alan mantık yöntemi ile o tartışmalara dahil olmuşlardır. Bu hususta öncüler Mutezile alimleri olmuştur. Böylece İslam’daki düşünme ve tartışma yönteminden sapmışlardır. Bu sapma, o Müslümanların felsefi fikirler karşısında savrulmalarına ve çatışan felsefi fikirlerin tarafları olmalarına yol açmıştır.
Bu tartışmalarda o alimler, önce o felsefi fikirlerden birisini benimsemişler sonra da o fikre payanda olarak ayet ve hadislere başvurmuşlardır. Bu tutum, Kur’an ve Sünnet ile amel etmek değildir, Kur’an ve Sünneti alet edinmektir.!. Bu bir saplantı haline gelmiştir. Kur’an ve Sünnet esas olmaktan çıkartılıp alet / payanda olma durumuna düşürülmüştür. Her ne kadar Kur’an ve Sünnete bağlı olduklarını söyleseler de aslında yapılan, Kur’an ve Sünnetin fiilen mehcur edilmesidir.
Aslında felsefenin bir parçası ve yöntemi olan mantık, sarayın denetimindeki eğitim sisteminde İslâmî ilimler için bir usul ve alet olarak kullanılmıştır. Mantığın bu derece benimsenip öne çıkartılmasına bir dili tahrif eder kaygısıyla bazı nahivciler (dilciler) bir de dini tahrif eder kaygısıyla bazı İslam alimleri karşı çıkmış ise de resmi sistemin dışında kalıp o sisteme ters düştükleri için bunların etkileri fazla olmamıştır, çünkü marjinalleştirilmişlerdir. Neticede bilhassa Sarayın resmi eğitim sisteminin başına getirmiş olduğu Gazâli (ö. 505/1111) ile birlikte medreselerde hemen hemen tüm İslami ilimler Mantık esası üzerinde öğretilmiştir. Bunun Kur’an ve Sünnetin dolayısıyla İslâm’ın doğru anlaşılmasında yapmış olduğu kırılmanın ve savrulmanın boyutunu göstermek bu makalenin çerçevesine sığmaz. Ayrı bir bahis konusu olabilir. Kelam, fıkıh usulü, fıkıh ve tefsir kitaplarına sahih nazarla bakıldığında o savrulmayı görmek mümkündür.
Müslüman alimlerin, genel kıyaslama ve Mantık yöntemi ile asırlardır kör döğüşü gibi süren ve sadra şifa olmadığı gibi zihinleri ve gönülleri kirleten kelam tartışmaları neticesinde itikatta kelam mezhepleri oluşmuştur. Aslında İtikatta mezhep olmaz.! Çünkü itikad zanna dayanmaz, kesin bilgiye dayanır. Kesin bilginin olduğu yerde de ihtilaf olmaz. Kur’an, itikad edilecek hususları delaleti vazıh bir şekilde kesin bilgiyle bildirerek çerçevesini çizmiştir ve bu alanda tartışma mahalli bırakmamıştır, ayrıca tartışmaya da ihtilafa da izin vermemiştir. Fakat Kur’an’ı düşüncenin esası değil de konusu yapan o alimler, “dinlerini parça parça ederek ihtilaf edenlerden” olma konumuna düşmüşlerdir.
Daha sonra panteizmi / “vahdeti vücudu / varlığın tek oluşu” fikrini esas kabul eden mistik akımları “tasavvuf” söylemi ile benimseyenler olmuştur. “Yaratıcı- yaratılan” ayrımını ortadan kaldıran bu tür fikri sapmalar akidevi sapmaları dahi bünyesinde barındırdığı halde, yine özellikle Gazali sayesinde bazı İslami süslemelere kanan yaygın bir taraftar zümresi bulmuştur. Şirk, bidat ve hurafelerle örülmüş bu akım etkin ve baskın bir şekilde varlığını halen devam ettirmektedir. Geçmişteki sultanların desteği ile palazlandığı gibi günümüzde laik tağuti devletler tarafından da büyük destekler almaktadır.
Bu tartışmalara sahih nazarla bakıldığında; İslam akidesinde birlikteliğin sadece söylemde kalıp etkinliğinin kalmadığı görülmektedir. Zira İslam’daki itikad yönteminden sapılmıştır.
Nitekim, herkes Allah’a inandığını söylese de herkesin Allah tasavvuru farklı farklıdır. Kur’an’da Allah’ın zatı hakkında verilen bilgi ile yetinmeyip Kur’an’da çizilen haddi aşarak felsefe ve mistizimden etkilenip Allah hakkında ileri geri kelam etmişlerdir. Böylece zihinlerde ve gönüllerde Allah’a imanda birliktelik fiilen ortadan kalkmıştır.
Aynı şey risalete iman konusunda da olmuştur. Muhammed’in (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Allah’ın kulu ve resulü olduğuna iman ettiğini söylediği halde, Resul’e Allah’ın Kur’an’da yüklemediği misyonlar yüklenmiştir. Kimisi beşer üstü vasıflar ile yarı tanrılaştırmışlardır, kimisi sadece bir postacı misyonu yüklemiştir. Kimisi Resul’e Allah’ın Kur’an’daki sözünü nesh ettiren bir misyonu yüklemiştir. Resule imanın böylesi ile nasıl birliktelik sağlansın ki.!?.
Herkes Kur’an’a iman ettiğini söylediği halde, Kur’an’daki hükümleri, hakikatleri tartışmasız bir şekilde kabullenip, benimsemesi gerektiği; asıl ilim, fikir, hüküm kaynağının Kur’an olması hususunda ihtilaf etmemeleri gerektiği halde Kur’an’ı sadece okuma kitabı ya da tartışma konusu kitap olarak algılamışlardır. Kimisine göre Kur’an tarihte güzel hatırası olan bir kitap, kimisine göre modernizme güzellemeler yapmak için bir makyaj malzemesi, kimisine göre sadece ölülere okunması için gelmiş kutsal bir metin, kimisine göre siyasi ve ticari istismar aracı, kimisine göre entelektüel tartışmalarda başvurulan bir ara eleman, kimisine göre şifreli gizemlerle dolu bir fal kitabı vb…. Böylesi bir Kur’an algısı ile ona inandığını söyleyenler onda nasıl hidayet, şifa / çözüm ve vahdet bulsunlar.!?.
Evet yöntem kırılmasından doğan bu zihinsel kaos ve savrulmalar günümüze kadar gelmiş ve devam etmektedir. Zira günümüzde Müslümanlar, İslâm adına konuşurken bile sabit bir Şer'î ölçüleri yoktur. İslâm adına konuşurken bile İslâm dışı normlarla, ölçülerle ve zihniyetle konuştukları müşahede edilmektedir. Her yeni olay ya da fikri akımın tesirinde kalınmakta, Hak ile batıl (bazen farkında olunmadan) sürekli karıştırılmaktadır.
Nitekim, yakın tarihe sahih nazarla bakıldığında; Müslümanların her fikir, ideolojik akım karşısında nasıl savruldukları açıkça görülmektedir. Fransız İhtilâli (1789-1799) ile hayatta uygulanmasına başlanılan Modernite ve Modernizme ait fikirler ve ideolojiler karşısında savrulmuşlar ve onları özenti ile taklit eder duruma düşmüşler, hatta bazıları İslam ile o fikirleri meczetmeye / sentezlemeye kalkışmışlardır. Aynı savrulmalar Postmodernizm akımları karşısında da sergilenmiştir. “İslam Modernizmi”, “Modern / Çağdaş İslam”, “İslam Kapitalizmi”, “İslam Liberalizmi”, “Türk- İslam sentezi”, “Arap İslam’ı”, “İslam Sosyalizmi”, “İslam demokrasisi”, “Demokratik İslam”, “Seküler İslam”, “Postİslam”, “Herkese göre İslam” vb. hak batıl karışımı anlayışlar, “zaman sana uymazsa sen zamana uy”, “zamanın değişmesi ile ahkamın değişmesi kaçınılmazdır”, “geye vasıtayı meşru kılar”, “zararı defetme ve maslahatı celbetme esastır” gibi genelleyici sakat anlayışlar günümüzde Müslümanlar arasında yaygın ve baskın hale gelmiştir.
Geçmişten günümüze müşahade edilen; her rüzgar önünde bir tüy gibi savrulma ya da her sel önünde çer çöp gibi sürüklenme ve savrulma manzarası, Müslümanların kökten nasıl koptuklarının yani sabitesiz, asılsız, sabit ölçüsüz olduklarının görüntüsüdür. İşte bu noktaya İslam’daki yöntemden kopukluğun neticesinde gelinmiştir. Bu sapma da İslâm akidesini fikri kaide yani düşüncenin esası olmaktan çıkartıp Müslümanda herhangi bir işlevsiz fikir konumuna getirilmesi sonucu olmuştur.
Şu da unutulmaması gereken bir hakikattir ki, İslam Allah katından gelen tek hak dindir. Allah İslam’ı yöntemi ile birlikte göndermiştir. Buna göre; İslam’ın kendisine özgün; itikad yöntemi, Kur’an’ı sahih anlama yöntemi, Nebevi Sünneti doğru anlama yöntemi, İslam nizamını hayata hakim kılma, uygulama, koruma ve aleme taşımaya dair yönetim yöntemi bulunmaktadır.
Bir dilin yönteminin dilin içerisinde mündemiç olması gibi, İslam’ın yöntemi de Kur’an’ın içerisinde mündemiçtir. Bu hakikat şu ayetlerin aydınlığında bakıldığı zaman görülür:
لَقَدْ اَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَاَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْم۪يزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِۚ
“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. …” (Hadîd Suresi 25. Ayet)
اَللّٰهُ الَّذ۪ٓي اَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْم۪يزَانَ
“Gerçekleri içeren bu kitabı ve mîzânı indiren Allah’tır. ..” (Şûrâ Suresi 17. Ayet)
وَلَوْلَا فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَٓائِفَةٌ مِنْهُمْ اَنْ يُضِلُّوكَۜ وَمَا يُضِلُّونَ اِلَّٓا اَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍۜ وَاَنْزَلَ اللّٰهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُۜ وَكَانَ فَضْلُ اللّٰهِ عَلَيْكَ عَظ۪يمًا
“Eğer Allah'ın sana lütfu ve ikramı olmasaydı, onlardan bir kesim seni yanıltmakta kararlıydı. Onlar kendilerinden başkasını yanıltamaz ve sana bir zarar veremezler. Allah, sana Kitabı ve Hikmeti indirmiş ve bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana olan lütfu büyüktür.” (Nisâ Suresi 113. Ayet)
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًاۜ
“…Sizden her biriniz için bir şeriat ve minhaç / bir yol-yöntem kıldık / verdik. ..” (Mâide Suresi 48. Ayet)
Bu ayetlerde geçen mizan / ölçü, hikmet ve minhaç ile ifade edilen yöntemin Kitap ile birlikte indirildiği bildirilmiştir. Bu da yöntemin Kitapta mündemiç olduğunu göstermektedir.
O zaman bir dilin kullanma ve anlama kurallarının yani yönteminin keşfedilmesi gibi İslam’ın da yöntemini keşfetmek için ön yargılardan, saplantılardan, geçmiş ve modern cahiliyye tortularından tezkiye ederek / arınarak sadece Allahu Teala’nın rızasını kazanmak gayesi ile hakka ittiba ve batıldan da ictinab etmeye odaklanarak ciddi ve samimi bir şekilde çalışmamız gerekmektedir. Şu iyi bilinmelidir ki; yöntem konusu halledilmeden İslami hiçbir konuda birliktelik sağlanamaz. Usul / Yöntem mukaddemdir, vesselam.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَلْتَنظُرْ نَفْسٌ مَّا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنسَاهُمْ أَنفُسَهُمْ أُوْلَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah'tan korkun. Çünkü Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. Allah'ı unutup da Allah'ın da kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. Onlar fasıklardır." (Haşr :18-19)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَن يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا
"Ey iman edenler! Allah'tan korkun (hükümlerine bağlanın) ve doğru dürüst adil söz söyleyin. Böyle davranırsanız Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Rasulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab 70-71)
Ocak – 2022
AHMED KILIÇKAYA
(Bu yazı İktibas Dergisinin Şubat 2022 sayısında yayınlanmıştır)