İŞGAL VE KATLİAMLAR DOLAYIMINDA
HÂL-İ PÜRMELÂLİMİZ
RAMAZAN YAZÇIÇEK
Batı, tarihte eşi görülmemiş talan ve işgallerle sabıkalıdır. Emperyalist hedefler eşliğinde sürdürülen istilalar devam ediyor. Yıllarca besleyip kullandığı firavunların, nemrutların son kullanma tarihinin dolduğunu gören Batı, firavunlar eliyle işlenen zulüm ve katliamları dahi kendi lehine çevirme gayreti içindedir. İslâm’ın siyasi, iktisadi karaktere sahip olduğu fikrinin intişarı, Batı’nın tedirginliğini her geçen gün daha bir artırmaktadır. Demokrasi ve laiklik teranelerinin telaşe ile yükseltilmesi buradan kaynaklanmaktadır. Öfkeyi eken de yeşerten de Batı iken, öfkenin kökenlerini İslâm’da arama gayretkeşliği tam anlamıyla insanlığın vicdanını, aklını yok sayma yüzsüzlüğüdür.
BATI’NIN SABIKA KAYDI
Batı, Arap dünyası ve Afrika’daki totaliterrejimlerin sebebi olarak İslâm’ı göstermektedir. Akademik dünyada masum gibi gözüken birçok teolojik tartışmanın arka planındaki siyasi saik, gayri İslâmî teo-politik hesaplara dayanmaktadır. Bilimsellik kisvesiyle ortaya konulan melez fikirler ve yaşananlar bunu göstermiştir. Meseleler değerlendirilirken arka plan asla göz ardı edilmemeli, bu bağlamda dile getirilenlerin saf teoloji olmadığı bilinmelidir.
Batı tarafından problem hâline getirilmek istenen amaç, vahyin hedefiyle alakalıdır. Bunu da Hristiyani okumaya kıyasla yapmak istemektedirler. Farklı bir ifadeyle Batı, Protestan bir ‘İslâm’ peşindedir. Oysa İslâm inancında vahyin hedefi, yaşamın sadece sınırlı alanlarına söz söylemekten ibaret değildir. Yine vahyin hedefi sadece ahiret, öbür dünya ve ölümden sonraki hayat ile ilgili mahdut inançlar vazeden anlamında ‘dinler arasında en iyisinin İslâm olduğu’nu bildirmek de değildir. Kur’ân’da İslâm, insanların toplam yaşantılarına söyleyecek sözü olan, zaman ve mekânla sınırlı olmayan; hayatın bütün boyutlarına dair emir ve yasaklar cihetiyle prensipler vaz’ eden, ‘tek hak din’ olarak tanıtılır. Dinin hayat tarzı olması; farklı bir ifadeyle, Allah’a has kılınması da bu anlamdadır.
Modernliğin kurucu aklı kendi alternatifini içinden çıkarıyor. Kapitalizmin kurucu aklı sosyalizmin de kurucu aklıdır. Her yanlışın, karşısındakinin illaki ‘doğru’ olmadığı bilinmelidir. Tuğyan, alternatifini kendi doğurmaktadır. İzm’ler, aynı tanrı tanımaz yaklaşımdan neşet eden ayrı cinsiyetteki ikiz çocuklar gibidirler. İdeolojilerin isimlerinin farklılığı, sonucu değiştirmemektedir. Acımasızlık, bencillik ve açgözlülük tesadüfi olmayıp Batı düşüncesinin, kültürünün ve uygarlığının kodlarında mevcuttur. “Bizzat kendilerinin de açıkça itiraf ettikleri gibi Avrupa’nın tarihi ‘Barbarların tarihi’dir. Bugün Batı kültürünün geldiği nokta, insanın doğasını bile değiştirebilecek tehlikeler içeren bir metamorfoz (başkalaşım) hâlidir. Şiddetli bir varoluşsal metamorfoz hâli yaşayan, dünyayı bir savaş ve kavga arenasına çeviren Batılılar, insanlığa yeni bir ruh verebilecek tüm teorik ve pratik imkanlardan yoksunlar artık. Batılılar, diğerleriyle kurduğu ilişkileri, ‘Ya asimile olacaksınız (bana benzeyeceksiniz) ya da elimine olmaya razı olacaksınız!’ ilkesizliği üzerine kurmuştur.”(1)
Hakikat şu ki, kapitalist bir yaşam tarzıyla kapitalizmle, seküler zihniyetle de sekülarizmle mücadele edilemez. İzahtan vareste olduğunu düşündüğümüz bu tespit, kendi medeniyet kodlarımıza; yani fıtrî ve vahyi olana dönme zorunluluğuna işarettir.
Yaşadığımız çağ “şiddet yüklü bir çağ”dır. Dönem, zulümatı nura çeviren risaletin geldiği zamanki gibi karaları ve denizleri fesadın kapladığı bir dönemdir âdeta. Bu sonuca, küresel emperyalist sermayenin, toplumları ifsadıyla gelindi. Çağımız, Batılı seküler dünya düzeninin -yani düzensizliğinin- ortaya çıkardığı bir çağdır. Çağımız, aklın ilah edildiği; sihirbazların sapkın dünyasında, sahte kıyamet senaryolarının sanal kahramanlarından oluşan çelişkilerle dolu kehanetler çağıdır. Çağımız, kuzu postuna bürünmüş hümanizmin servis edildiği, kurtlar sofrasında naraların atıldığı kaygı çağıdır.
İçinde yaşadığımız süreç bundan sonrası için de sancılı ve kaotik bir geleceği işaret ediyor. Bunun sebebi Batı uygarlığının yaşadığı serüvenin gizli kodlarında saklıdır. O kodlar, bozuk tanrı anlayışından kaçarken topyekûn Allah inancına savaş açmayı barındırıyor. Bir diğer kod, cehennemin öteki yakası diye betimlediğimiz, aklın yok sayılması/ aklın doğru kullanılmamasıdır. (Yûnus, 10/100; Haşr, 59/14; Ankebût, 29/63). Bunun diğer adı mistisizm musibetidir. Modern dünya bugün iki cehennemi; aklı ilahlaştırma ve aklı yok sayma cehennemini yaşamaktadır.
Son 500 yıl içinde yaşanan savaşların takribî beşte dördü Avrupa’da cereyan etmiştir. Amerika başta olmak üzere bütün dünyada, topyekûn küresel sisteme bakıldığında servet dağılımı havsalaları zorlayacak düzeyde adaletsizdir.(2) Adaletsiz dağılımda açı aralığı her geçen gün daha da genişlemektedir. Neslin ve ekinin ifsadı ekseninde ilerleyen süreç, insanlığı varoluşsal helakın eşiğine getirmiştir. Yukarıdaki gerçekliğin perdelediği hakikat, Batı’nın, tarihinin en büyük buhranını yaşamakta olduğudur. Yaşanan bunalım, tüketim, konfor ve teknolojik gelişmişlikle alakalı değildir. Çöküş, iktisadi hayattaki dengesizlikten, insan onur ve haysiyetine dönük tehdide varıncaya dek hemen her alanda gözükmektedir.
Roger Garaudy’nin naklettiği Kızılderililerin imhası anlatıları, Batı’nın sabıka kaydını ele veren bir örnektir. Garaudy, Batı’nın dehşete düşürücü talan ve soykırımlarını anlatırken diyor ki, “On iki milyondan fazla insan telef edildi. Köpeklerini beslemek için zincirlere vurulmuş Kızılderililer getiriliyor… Onları öldürüyorlar ve insan etinden gezici bir kasap dükkânı işletiyorlardı.”(3) Dünden bugüne, tüyleri ürperten nice dehşet verici katliam ve köleleştirme hikâyeleri modern dünyada; çağdaş Batı’da yaşanmaktadır.(4)
Birinci Haçlı Seferi sırasında sadece Antakya ve Maarratu’n-Nûman’da (M. 1098) gerçekleşen Fransızların soykırım ve yamyamlıkları bile Batı’nın utanç tablosunu tek başına sergilemekte yeterlidir. O gün, katledilenlerin pişirilerek yenilmesi, insanlığın hafızasına kazınmış dehşet sahnelerini içerir. Yamyamlık, Orta Çağ Avrupası’nda ilk defa ve buralarda yaşananlarla sınırlı değildir. Haçlı barbarların, işgal ettikleri İslâm beldelerinde yetişkin Müslümanları kazanlarda kaynattıklarını, çocuklarını ise şişe geçirerek kızartıp yediklerini birçok Batılı tarihçi, şair ve kralların itiraflarından öğreniyoruz. Yaşanan katliamların vahametini dönemin Müslüman tarihçisi İbnü’l-Esir de nakletmektedir.(5)
O dönemde, Haçlıları Müslümanlara tercih edip İslâm aleyhine iş birliği yapan gulat zümreler; Bâtıni Haşhaşi sapkınlar6 vardı. Ne garip ki, bugün de İslâm’a ve ümmete karşı aynı amaçla ve fakat farklı isim ve yöntemlerle hile ve ihanete devam eden zümreler iş başındadır.
ŞAHİTLİK EDENE VE ŞAHİTLİK EDİLENE ANDOLSUN Kİ,
Yaşayan kuşak olarak bizler, İslâm ümmetinin içinde bulunduğu duruma, zamana ve mekâna şahidiz. Her Müslüman sorumluluğunu yerine getirmekle mükelleftir. ‘Emîn’ ve ‘adil’ bir şahitliği yerine getirmek… Nitekim Yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Şahitlik edene ve şahitlik edilene andolsun ki, (müminleri yakmak için) hendek kazıp (içinde) alevli ateş yakanlar lanetlenmiştir.” (Burûc, 85/3-5)
O gün, Necran halkı Nasraniliği kabul edince, Himyer Kralı Yahudi Zu Nuvas onlara savaş açmış, dinlerinden dönmeyenleri açtığı hendeklerde yaktığı ateşlere atmıştı. Tarihteki Zu Nuvasların, Faytonların (7) Yahudi vahşetini sergileyip inananları ateş çukurlarında yakması, diri diri toprağa gömmesi ve evlenen kızları ilk gecesinde kendi yanlarında alıkoyması vahşeti, şimdilerde arkasına Amerika ve Batı’yı alan İsrail tarafından sürdürülmektedir. Hitler’in gaz odalarının (Holocoust) yerini bugün, İsrail tarafından muhasara altına alınan Gazze şehri almıştır. Yakılmış, köz olmuş bedenlerin kokusu şimdi Gazze’den yükseliyor... “Kutile ashâbu-l-uhdûd!”
Kur’ân’ın yukarıdaki uyarısı, kapsamlı bir yemin ve mucizevi bir hatırlatmadır. Diğer taraftan, hâl-i pürmelâlimiz de ortadadır. Kulluk cihetiyle her şey ve herkes bir şekilde şahittir ve şahit olunandır. Ve hepimiz, takatimiz ölçüsünde (teklîf-i mâ lâ yutâk) sorumluyuz.(8)
Başka bir ifadeyle ister şahit olan, isterse şahit olunan konumunda bulunalım, her an Rabbimizin gözetimi altındayız ve hesaba çekileceğiz. Şimdi de, şahidi olduğumuz her şeye yönelik duyarlılık isteniyor bizden. Şahit olduklarımıza karşı sorumluluk ertelenemez bir emanettir. Adil ve emîn bir şahitlik, İslâmî bilincin hem şartı hem de teminatıdır. Müslümanların meselelerini dert edinmek ve bunlar üzerinde düşünmek, çözüm yolları aramak, dile getirmek ve doğru çözüm önerilerine katkıda bulunmak... ‘Kurtuluşa ermek’, hemen her gün namazda tekrarladığımız, hakkı ve sabrı tavsiye emrini (Asr,103/3) yerine getirmekle mümkündür.
Gelinen noktada ümmet coğrafyasında fikrî ve fiili yaşananlar, meselelerin bireysel değerlendirme konforundan öte ele alınması zaruretini doğurmuştur. Maruz kalınan musibetler, ümmetin tamamını ilgilendiren umumî belaya dönüşmüştür. Bu noktada küfrün topyekûn harekete geçtiğini göz ardı etme hakkımızın olmadığını düşünüyorum. Bu kanaatim, “Umumi belâya hususi kederin fayda vermeyeceği”ne olan inancım sebebiyledir. Nitekim bugün şâhidi olduğumuz musibetler, sadece Gazze’nin, Bağdat’ın, Halep’in, Felluce’nin, Srebrenitsa’nın, Halepçe’nin, Doğu Türkistan’ın, Arakan’ın meselesi değildir artık. İşlenen toplu katliamlarla ümmetin onur ve değerleri ayaklar altına alınmaktadır. Ve bununla İslâm ümmeti, bir daha ayağa kalkamayacak şekilde bastırılmak istenmektedir.
HÂL-İ PÜRMELÂLİMİZ
Ümmet insanlığın anası olmak zorundadır. Şayet insanlığın vicdanı, anası olabilseydik bugün, itilip kakılan bir yamak gibi oradan oraya savrulmazdık. “Diri diri gömülen kız çocuğunun, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü”nü (Tekvîr, 81/8) sorabilseydik, ümmetin başına bunlar gelmezdi. “Zulmedenlere erişmekle kalmayacak fitne”den sakınsaydık, (Enfâl, 8/25) ‘o gün’ için ‘bugün’, hüccetten yoksun kalmazdık!
Bu hâlimizi mustazaflık olarak tanımlayıp mazeret beyan etmemiz mümkün müdür acaba? Malumdur, Kur’ân’da övülen mustazaflar, zaafa düşürüldüğünde cehd ve gayret gösterip o zulmü aşmaya çalışanlardır (Nisâ, 4/75, 98-99), miskin ve asalak bir şekilde zulme rıza gösterenler değildir. Hele, zalimleri dost edinenler, yaptıklarıyla övünenler, kâfirlere arka çıkanlar hiç değildir. Müslümanlar yeryüzünde insanlığın vicdanı olmak zorundadır. Her nerede bir zulüm varsa Müslüman vicdanı haksızlığa karşı oradan ayağa kalkmalıdır. İşte duyarlılık budur ve ümmet bilincinin başladığı yer de burasıdır. Mazlumların, mağdurların kanına girilmesini insanlığın kanına girme olarak görüp zulme “Dur!” diyebilmek… Adalet noktasında insanlığa ‘ana’ olabilmektir ümmet.
Yaşananlara karşı bugün, aklımızın erdiği ancak elimizin erişmediği bir ıstırap içindeyiz! Şahitliğimiz bir açmaz içinde... Ölenlere mi ağlamalı kalanlara mı? Burada gerekli olan, her Müslüman için gücünün yettiğince kalbî dua, sözlü dua ve fiilî duadır artık. Dünya Müslümanları olarak zulümle imtihan olduğumuz gibi, her birimiz durduğumuz yerle de imtihan oluyoruz. Ümmetin fertleri âdeta dağılmış tespih taneleri gibi saçılmıştır. İmamesiz boncukların ipe dizimine tespih denilmeyeceğini bilirsiniz... Bugün ümmetin durumu tam anlamıyla böyledir. O hâlde bizler öncelikle evimizde, çevremizde ümmet olmalıyız. Ümmeti, sahici zeminde yeniden içten dışa doğru oluşturmalıyız. Yaşananlara derman niyetine ilişki kurabilmeliyiz derdi olanlarla.
Ümmetin yaşadığı bu duruma kısa sürede gelinmediği malumdur. Hz. Ömer’e nispet edilen, “Dağlara buğday serpin, Müslüman ülkede kuşlar aç kaldı demesinler!” sözü, İslâm adına derdi olanların bir büyük medeniyet kaygısını dile getirmektedir. Ancak süreç içinde insani, âlemşümul duyarlılığımızı yitirmekle kalmayıp bizi biz yapan Müslüman kimliğimizi dahi yitirdik! Dinin doğru anlaşılması, yerini, yer yer İslâm’a muhalif din anlayışlarına bırakmış, İslâm’a aykırı gelenekler sıradanlaşmış hatta İslâm dışı modern fikir ve yaşantılar, ‘İslâmî’ diye kabul görmeye başlamıştır. Heyhat!
Yaşanan zulümlerin suçu, bizatihi küfrün ve kâfirlerin olduğu kadar, insanları Allah’tan soğutan sahte dindarların üzerinde olduğu da unutulmamalıdır. Haktan sapan da saptıran da mesuldür bu yolda. Ve zulmün, çekiçle örs arasında gerçekleştiği de unutulmamalıdır.
Bizler İslâm dışı yerel ve küresel kültür kodlarını tanımak ve bunlardan arınıp uzak durmak zorundayız. Akşamdan sabaha oluşmayan İslâm dışı inançların, akşamdan sabaha değişmesini beklemek, Sünnetullah’a muhaliftir ve fıtri değildir. Gayri İslâmî modern yahut geleneksel kabullerin silinip atılması için öncelikle ve yeniden sükûnet içinde dinleyip anlamaya, hasbî bir paylaşımla değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Peygamberlerin (a.s.) örnekliğinde bu, tertîl üzere bilip anlamak, tertip üzere yürüyüp yaşamaktır. Bunun diğer adı İslâm olmaktır.
Nizamülmülk’ün çağlar öncesinden iktidar sahiplerine uyarısı, “Küfür ile belki amma, zulüm ile payidar kalmaz memleket” idi. Emperyalist dünyanın unuttuğu hakikat, tarih boyunca “Memleketlerin yıkılma sebebinin küfr değil zulüm olduğudur.” Kur’ân’ın, helak edildiğinden veya bir şekilde yıkıldığından bahsettiği toplumlar da zalim ve adaletsiz toplumlardı.
“Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrahim,14/42)
Hâsılı Gazze’de yaşanan fiilî durum doğru teşhisi gerektirmekte ve dolaysıyla, “Müslümanların ilki olmakla emrolundum.” (Zümer, 39/12) hakikatini dile getiren herkesi takati ölçüsünde ilgilendirmektedir.
Lakin iki şeyden muzdaribim: Fikir sahiplerinin öfkesiz, öfke sahiplerinin fikirsiz olmasından.
(1) Yusuf Kaplan, “Bir Metamorfoz Hikâyesi: İnsanın ve Dünyanın Bunalımının Anatomisi”, Umran, İstanbul, 2002, sayı: 90, s. 50-57
(2) Mustafa Özel, “Dünyanın Bunalımı”, Açıkoturum –ikinci bölüm-, Yöneten: Yusuf Kaplan, Umran, İstanbul, 2002, sayı: 90, s. 34, 46.
(3) Yusuf Kaplan, “Bir Metamorfoz Hikâyesi”, sayı: 90, s. 56.
(4) Bk. Aliya İzzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslâm, Tercüme: Salih Şaban, Klasik Yayınları, İstanbul, 2016, s. 203-208.
(5( Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri, çeviren: Ali Berktay, YKY Yayınları, İstanbul, 2017, s.49-52.
(6) Bk. Amin Maalouf, Arapların Gözünden Haçlı Seferleri.
(7) Zu Nuvas’ın asıl ismi Tübban’dır. Yahudiliği kabul ederek Yusuf adını almış ve zulme başlamıştır. Kur’ân’da zikredilen Ashab-ı Uhdud’dan maksad Zû Nüvâs ve tebaası olduğu söylenir. On binlerce insanı ateş çukurlarında yakmıştır (Bk. Ramazan Yazçiçek, Dini Doğru Anlamak, Ekin Yayınları, İstanbul, 2023, 162).
(8) Teklif kavramının yer aldığı çeşitli ayet ve hadislerde Allah Teâlâ’nın kimseye gücünün yetmediği şeyi yüklemeyeceği (Bakara, 2/233, 286; En‘âm, 6/152; A‘râf, 7/42; Buhârî, “avm”; Müslim, “Îmân”), Allah’a karşı yükümlülüklerde herkesin kendisinden sorumlu olacağı (Nisâ, 4/84) buyurulmuştur. İnsanların da birbirlerine güçlerinin yetmeyeceği zahmetli işler yüklememeleri, böyle bir durumda birbirlerine yardımcı olmaları gerektiğine (Buhârî, “Îmân”; Müslim, “Eymân”) dikkat çekilmiştir.
Kasım 2023 | UMRAN