ANAYASA VE ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
NE ANLAM İFADE EDER
Yasalar ve anayasalar, bireysel ve toplumsal hayatı düzenlemek amacıyla çıkarılırlar. Daha açıkçası, yasa ve anayasaların çıkarılış amacı, insanların, diğer insanlarla, toplumla ve devletle; yatay ve dikey anlamdaki ilişkilerini tanzim etmek, topluma bir düzen ve bir intizam vermektir. Bu çerçevede her anayasanın ya da yasaların beslendiği/dayandığı iki temel kaynak vardır. Bu kaynaklardan birisi, beşer aklıdır/halkın iradesidir, diğeri ise, ilahi vahiydir. İçinde yaşadığımız toplum da dâhil, bütün batılı ve diğer birçok ülke yönetimlerinde beşer aklının ürünü olan yasa ve anayasalar egemendir. Bu nedenle, bu toplumlar laik, seküler ve din dışı toplumlardır; bireysel ve ailevi ilişkilerinde, evliliklerinde, ticaretlerinde, davranışlarında, yiyeceklerinde ve giyeceklerinde kısacası günlük hayatlarında ve toplumsal ilişkilerinde dine ve dini kurallara yer vermezler, yer vermeyi de gericilik/çağdışılık sayarlar. Bu durum, bütün beşeri sistemler için geçerlidir. Bireysel ve toplumsal hayatta ilahi vahyi dışlayan bu sistemler, bugün ve hatta yüz yıllardan beri insanlığın yaşadığı kaos ve kargaşalığın da nedenidir. Bu kaos ve kargaşalığın meydana getirdiği ve dünyanın birçok yerinde, yıllardan beri ve halen devam eden savaşlar, işgaller, istilalar, katliamlar, tecavüzler, insan neslinin geleceğini tehdit etmektedir. 20. yüzyılda insanlığa yaşatılan iki büyük dünya savaşı da göstermiştir ki, dünyada cennet vaad eden bu sistemler, dünyayı da cehenneme çevirmişlerdir. Ayrıca, bu sistemler tarafından üretilen ve vahşet saçan, dünyayı onlarca kez yok edebilecek güce sahip nükleer ve kimyasal silahlar, gelecek nesiller için yaşanabilir bir dünya hayalini de yok etmiştir. Bu nedenle bugün, insanlık, her an patlama ihtimali olan bu silahların tehdidi ve korkusu altında yalnız ve geleceğinden umutsuz bir şekilde yaşamaktadır. Uğrunda ölümü göze aldığı kapitalizm, sosyalizm, faşizm ve bunların nevzuhuru diğer yavru izmler; kısacası bütün beşeri ideolojiler, insanlık için sadece kan, gözyaşı ve ölüm getirmiştir.
Türkiye’de, ‘egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ sözüne rağmen, halkın iradesi hiçbir zaman anayasa ve yasalara yansımamıştır. Ülke yönetimine Kemalist iradenin tek başına egemen olmasından bu yana, anayasa ve yasalar tepeden inmeci/jakobenist, baskıcı ve dayatmacı bir yöntemle yapılmıştır. Bu nedenledir ki, gerek siviller tarafından ve gerekse darbeciler tarafından yapılan anayasa ve yasalar, esasa yönelik olmayan ufak tefek farklılıkların dışında hiç bir farklılık göstermemektedir. Yani gerek sivillerin ve gerekse darbecilerin yaptığı anayasa ve yasalar, beşer kaynaklı anayasa ve yasalardır; laik, seküler ve İslam dışıdırlar. Dolayısıyla bu anayasa ve yasalar ister siviller tarafından, isterse darbeci oligarşik güçler tarafından yapılmış olsun, bu gerçeği yani bu anayasa ve yasaların İslam dışılığını, seküler ve laiklik yönünü değiştirmemektedir. Bu anayasa ve yasalarda ister toptan, isterse kısmen değişiklik yapılsın, bu yön, asla değişmez. Çünkü bu anayasa ve yasalarda –özde de- sözde de olsa hâkimiyet halkındır. Bu hâkimiyetin bir gereği olarak da kanun yapma ve dolayısıyla helal ve haramları belirleme hakkı, yalnızca halkın iradesiyle seçilmiş parlamentolara aittir. Oysa İslam’a göre, helal ve haramın koyucusu yalnızca Allah’tır. Kim/ler, Allah’a rağmen helal ve haramı belirleme hakkını kendinden görüyorsa, o Rabblığını-ilahlığını ilan etmiş ve dolayısıyla da Allah’a eş/ortak koşmuş olur. “Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (kanun koyan) ortakları mı vardır?” (Şura, 42/21) ayeti bu durumu açıkça göstermektedir. Allah’a rağmen helal ve haram anlamında hüküm koymak, Allah’ın hükmünü kabul etmemek, O’nun hükmü ile hükmetmemek, insanı İslam’dan çıkarır; onu, kâfir, zalim ve fasık (Maide, 5/44, 45 ve 47) -yani müşrik/kâfir- yapar.
Bugün içinde yaşadığımız ülkede, on yıllardır yaşanan kaosun ve kargaşalığın temel nedeni, bu ülkeye, kuruluşundan bu yana egemen olan batıcı, laik/İslam dışı ve seküler sistemdir. Sivil ve askeri bürokratik güç odaklarının oluşturduğu ve giderek derinleştirdiği bu kaos, Türkiye’de, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana varlığını devam ettirmektedir. Bu nedenledir ki, ülke ömrünün yarısından fazla bir zamanında sıkıyönetimler, olağanüstü hal yönetim uygulamaları ve darbeler egemen olmuştur. Geriye kalan zaman diliminde ise, ülke, egemen olan bu –sivil ve askeri- vesayet rejimi nedeniyle adeta yarı açık bir cezaevine dönüştürülmüştür. Kemalizm, bu kısacık ömründe, 1950’ye kadar tek parti diktatörlüğüyle, 1950’den bu yana ise 10 senede bir yaptığı darbe ve verdiği muhtıralara rağmen tıkanmış ve ülkeyi yönetemez hale gelmiştir. Baskıcı ve totaliter yöntemlerle ömrünü uzatamayacağını anlayan –en azından bir kısım- Kemalistler, muhafazakârlaşarak ve liberalleşerek ömrünü uzatmayı denemektedir. AKP’ye ve AKP’nin muhafazakâr ve liberal politikalarına – kerhen de olsa- tahammüllerinin nedeni de budur. Ancak bilinmelidir ki, AKP’nin muhafazakâr ve batı yanlısı politikaları da, Kemalist sistemin ömrünü uzatamayacaktır. Çünkü Kemalist sistem, ömrünü tamamlamış ve miadını doldurmuştur; bu ülkeye ve ülke insanına zulümden, kan ve gözyaşından başka hiçbir şey getirmemiştir.
İSLAM’DA HÜKÜM DE, HAKİMİYET DE ALLAH’INDIR!..
Kanun ya da hüküm koyma hakkı kime ait bir haktır; halka, yani halkın temsilcilerinin oluşturduğu parlamentolara mı, yoksa Allah’a mı ait olmalıdır. İşte beşeri sistemlerle, ilahi vahyi esas olan İslami sistem arasındaki temel fark buradan kaynaklanmaktadır. Bu farkın giderilmesi ya da arada bir noktada uzlaşılması da mümkün değildir. Çünkü hüküm ve hâkimiyet, Rabb’lıkla ve ilah’lıkla ilgili bir konudur. Yani kim hüküm koyuyor ve hâkimiyet hakkını da kendisine ait olduğunu söylüyorsa, o ilah’lık ve Rabb’lık iddiasında bulunuyor demektir. Kur’an-ı Kerim de, İslami ve cahili olmak üzere iki tür hâkimiyetin olduğundan bahsedilir. Nitekim bir ayette: “Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Maide, 5/50) buyurulmak suretiyle, hüküm hakkının sadece Allah’a ait olduğu belirtilmektedir. Bir kişi, ya Allah’ın hükmünü ya da cahiliyenin hükmünü kabul eder; tercih kendisine aittir. Ancak ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin, Allah’ın hükmünden başka bir hükmü tercih etme hakkı yoktur.
Hüküm Allah’ındır; İslam’a göre şekillenmiş ve her türlü değer yargısını İslam’a göre belirlemiş olan bir toplum, bu hükümden başka bir hüküm asla kabul edemez. Çünkü hüküm koymak, Allah’a has bir yetkidir. Başkalarının bu konuda herhangi bir ortaklığı ve yetkisi yoktur. Hiçbir kimsenin Allah ile birlikte hüküm koyması da mümkün değildir. O, hükmüne hiçbir kimseyi asla ortak etmez. Nitekim bir ayette; “Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz" (Kehf, 18/26) buyurulmaktadır. İslam’da Hâkimiyet de kayıtsız şartsız yalnızca Allah’a aittir. Bu, İslam akidesinin temel bir gereği ve sonucudur.
Hiç kimse, Allah’a ve Resulüne rağmen hüküm koyamaz. Allah ve Resulü herhangi bir konuda hüküm vermiş ise, kadın ve erkek hiçbir mü’minin o konuda başka bir hükmü tercih etme hakkı da yoktur. (Ahzab, 33/36) İhtilaflarda çözüm için başvurulacak yegâne mercii de, yine Allah ve Resulüdür. (Nisa, 4/59) Bu ihtilaflarda Resulün verdiği bir hükme, içlerinde herhangi bir sıkıntı duymaksızın ve tam bir teslimiyetle, teslim olunmadığı takdirde, iman etmiş de olunmaz. (Nisa, 4/65) Allah’u Teâlâ bir ayette –ve benzeri diğer ayetlerde- bütün kapsamı ve boyutlarıyla hâkimiyetin yalnızca kendisine ait olduğunu dile getirmektedir. “Hüküm yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf, 12/40) Bir başka ayet-i kerimede de Allah’ın izin vermediği konularda kanun koymanın şirk ve bu şekilde kanun yapanların bu yetkilerini kabul edip karşı çıkmamanın da onları Allah’a ortak kabul etmek olarak vurgulandığını görmekteyiz. (Şura, 42/21)
İslam, hayatı çepeçevre kuşatan bir dindir. Hiçbir şey boşuna yaratılmamış ve başıboş da bırakılmamıştır. Hayatın her alanını düzenleyen ya bir ayet, ya bir hadis ya da ayet ve hadise uygun bir içtihadi hüküm söz konusudur. Bilindiği gibi, içtihad, hakkında nas (Ayet ve Hadis) bulunmayan konularda yapılır. İçtihad, keyfi olarak, kendi heva ve hevesine göre yapılmaz. Dolayısıyla, yapılan içtihad mutlaka ayet ve hadisin ruhuna uygun olmalı ve ters olmamalıdır. İslam’da, kanun/hüküm koyucu sadece ve sadece Allah’tır. (Yusuf, 12/40) Hiç kimse, Allah’a rağmen, kendi heva ve hevesinde kanun koyma hak ve yetkisine sahip değildir. Çünkü kanun koymak ve hâkimiyet sahibi olmak ulûhiyetle ilgilidir. Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışanlar ilahlığa soyunmuş demektirler, ama sahte ilahlığa! Ben Müslüman’ım diyen bir kimsenin Allah’a rağmen kanun koymaya kalkışması mümkün olmadığı gibi, böyle yapanlarla birlikte olması, onları kabul etmesi ve desteklemesi de söz konusu olamaz. Çünkü böyle yapmanın şirk olacağını, şirkin de, sahibini cehenneme götüreceğini bilir.
ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİNİN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ!..
İslam’da helal de bellidir, haram da bellidir. Yüz yıllar da geçse, helal ve haramda herhangi bir değişiklik olmaz. Velev ki, toplumun tamamı, helali haram, haramı da helal yapacak tarzda bir irade belirtse, yine de helal, haram, haram da helal olmaz. Örneğin, halkın çoğunluğu, demokratik olarak zinanın suç olmadığını iddia etse, bu, şer’i çerçevede, zinanın haramlığında herhangi bir değişiklik meydana getirmez. Hatta bunun haram olmadığını bütün insanlık kabul ve iddia etse, yine de, zinanın haram oluşu devam eder. Ancak, zinanın haram olmadığını kabul ve iddia eden bütün insanlık, Allah’ın haram kıldığını helal yapmaya yeltendiğinden dolayı müşrik olur, kâfir olur. İslam ile demokrasi ya da bütünüyle beşeri sistemler arasındaki temel ve giderilemez çelişki buradadır. Bu çelişki, insanlık var olduğu müddetçe devam eder ve kesinlikle giderilemez; çünkü İslam ayrı bir din, beşeri sistemler ise ayrı bir dindir. Allah nezdinde ise, hak din İslam’dır, diğer dinler ise batıldır. (Al-i İmran, 3/19, 85)
Bu çerçevede bir değerlendirme yapıldığı zaman Türkiye’de var olan anayasa ve yasaların öngördüğü sistem, Allah’ın hak dini İslam’ı dışlayan, yok sayan bir sistemdir. Bu yasa ve anayasalar, 1950 yılına kadar diktatoryal ve jakobenist tek parti zihniyeti tarafından, 1950’den sonra ise bir avuç azgın azınlığın oluşturduğu sivil ve askeri bürokratik oligarşi tarafından yapılmıştır. İddia edildiği gibi, hiçbir dönemde halkın iradesi anayasa ve yasaların yapılmasına yansımamıştır. Elbette ki bu, ilahi vahye dayanmadan yapılan anayasa ve yasalara halkın iradesinin yansıması gerektiği şeklinde anlaşılmamalıdır. Burada söylenmek istenen Kemalistlerin bir pelesenk gibi ağızlarında hiç düşürmedikleri ‘hâkimiyet hakkı kayıtsız şartsız milletindir’ sözünün koskoca bir yalandan ibaret olduğunun gösterilmek istenmesidir.
Türkiye’de, askeri vesayet rejiminin izni olmadan, bugün de dâhil hiçbir dönemde, anayasa ve yasalarda tamamen ya da kısmi herhangi bir değişikliğin yapılması söz konusu değildir. Dolayısıyla bugün AKP kanalıyla anayasada yapılmak istenen değişikliği de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Üstelik bu değişiklikten beklenen –belki de en önemli- bir başka amaç ise iflas etmiş, tıkanmış, zorba ve darbeci bir sistemin ömrünü uzatmaya dönük olmasıdır. Çünkü artık Kemalistler de, bu zorba sistemle ve anayasasıyla devam edilemeyeceğini anlaşmış durumdalar. Bu sistem, darbeci ve totaliter bir zihniyetle kurulmuş bir sistemdir. Anayasada kısmi değişiklik ya da aynı zihniyetle yeni bir anayasa yapmakla, bu darbeci, totaliter ve seküler/İslam dışı sistem düzeltilemez. Bu sistem, anayasasıyla birlikte bütünüyle rafa kaldırılmadığı ve Müslüman halkın inanç ve değerlerine uygun yeni bir sistem oluşturulmadığı ve yeni bir anayasa yapılmadığı takdirde, yeniymiş gibi yapılacak makyajlarla sadece bu çağdışı kalmış, oligarşik ve darbeci sistemin ömrü, sun’i olarak kısa bir süreliğine biraz uzatılmış olur.
Müslüman için, anayasa Kur’an’dır, tek hüküm koyucu ise Allah’tır. Bize rağmen ve bize danışılmadan yapılan anayasa ve yasaların getirdiği haklardan ancak inancımız elverdiği oranda istifade ederiz. Çünkü bu haklar, zaten bizim gasb edilmiş, zorbalıkla ellerimizden alınmış haklardır. Müslüman, şirk temeline dayanan hiçbir yasa ve anayasadan yana olamaz. Asıl zulüm, şirk esasına dayalı olarak devam eden bu yasa ve anayasalardır.
ALİ KAÇAR
http://www.gencbirikim.net/?Syf=18&Hbr=46418