İslami düşünce işletim sistemi
İnsan düşünen bir canlıdır. İnsanı diğer varlıklardan/nesnelerden ayırt eden şey onun düşünebiliyor olmasıdır. İnsanın ilahi vahye muhatap olmasının temel nedeni ise onun varlığı anlamlandırabileceği, olaylara bakış açısını ve tercihlerini şekillendirebileceği, davranış ve eğilimlerine ekseninde yön verebileceği bir akla sahip olmasıdır.
Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki, biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar; onu insan yüklendi.” (Ahzap: 33/72) Bu ayeti kerimede dağlar/nesneler ile insan karşılaştırılmakta, insanı nesne olmaktan çıkarıp yeryüzünün öznesi kılan aklına, dolayısıyla ilahi emanete/vahye muhatap oluşuna vurgu yapılmaktadır. Zihinsel özrü bulunanların sorumlu tutulmamaları da bu yüzdendir.
İnsanlığa rehberlik yapma, onu karanlıklardan aydınlığa çıkartma iddiası ile gelen bir dinin insanı insan yapan ayırt edici özelliğine/aklına yön vermemiş olması, onun nasıl işletileceğine dair bir çerçeve ve ilgili koordinatları sunmamış olması düşünülemez.
Örneğin karanlık bir labirentte yol alan iki insan düşünelim. Bunlardan birisi labirentte gelişigüzel yol alıyor. Diğeri ise labirentin içinde yol alırken her adımda fosforlu bir boncuk bırakıyor. Hangisinin geri dönüşü yada “istikametini” bulması muhtemeldir? Elbette ikincisinin. Dolayısıyla insanoğlunun karanlıklardan aydınlığa çıkarılabilmesi; içinde kendini kaybettiği karanlık bir labirenti andıran ve insan adedi kadar mevcut düşünce karmaşası içinde doğruyu bulabilmesi için ona bir işletim sistemi yüklemek gerekmektedir.
Bundan dolayı Rabbimiz kitabı hakkında şunları söylemektedir:
“Hiç kuşkusuz bu Kur'an insanları en doğru yola iletir…” (İsra: 17/9)
“O (kitap) ne önünden ne de ardından hiçbir batılın gelmediği bir kitaptır.” (Fussilet: 41/42)
Belli bir işletim sistemi olmayan bir bilgisayara her hangi bir program yükleyip çalıştıramayacağımız gibi İslami düşünce işletim sistemine sahip olmayan bir insandan da Müslüman’ca davranmasını ve hayata, olaylara İslami perspektiften bakmasını bekleyemeyiz. Yada bir bilgisayarda belli bir programı iki farklı işletim sistemi ile aynı anda çalıştıramayacağımız gibi işletim sistemini tevhit etmemiş/teke indirmemiş bir insanın tutarlı bir Müslüman karakterine sahip olmasını bekleyemeyiz. Bundan dolayı namazın nasıl kılınacağı yada abdestin nasıl alınacağı noktasında Allah’ın kitabına ve rasulünün sünnetine bakarak davranan ancak hayatın; siyasetin, ekonominin veya hayatın can yakıcı meselelerine piyasa şartları, hayatın gereklilikleri ve reel politik gibi baskın ama batıl olan pragmatist, rasyonalist eksende bakan parçalanmış çelişkili Müslüman karakteri gelişmektedir ve bu büyük bir tehlikedir. Müslüman zihnin içi boşaltılmaktadır. Dolayısı ile şunu tekrar altını çizerek tespit etmemiz gerekir ki, Müslümanlık insan için söz konusu ise ve insan düşüncesi ile diğer canlılardan ayırt ediliyorsa o halde önce insanın aklı Müslüman olması gerekir. Yani insanın Müslüman olabilmesi için gerçekte onu insan yapan aklının -hakikatin tek kaynağı olan- vahye teslim olması gerekir.
Şekli itibari ile artık rutin hal almış Müslümanlık görevlerini yerine getiren ancak sosyal, siyasi, ekonomik vs. olaylara bakışı noktasında düşüncelerini, yaklaşımlarını ortaya koyarken pergelin sivri ucunu kaçıran ve bir türlü doğru düzgün daire çizemeyen; taharet, abdest vs. gibi bireysel ibadet alanında kitaba uymayı düstur edinmişken hayatın esas can alıcı ve can yakıcı sorunları noktasında kitabına/realiteye uydurmayı düstur edinmiş bir Müslüman modeli ile karşı karşıyayız.
Bu Müslüman modeli modernizmin zihinlerimizde meydana getirdiği yırtılmalar ve yarılmalar sonucunda ortaya çıktı. Özellikle de dinin salt bireysel alana ait bir olgu olduğuna ilişkin yaygın retorik Müslüman aklın salt bireysel alanda kendisi ile dini arasında bir aidiyet ilişkisi geliştirmesini doğurdu. Bundan dolayı Müslümanlar bireysel ibadet alanlarına ilişkin nasıl düşünce işletip davranış geliştireceklerine dair ilmihal bilgisine sahip olurken hayatın gerçek ve yakıcı sorunları, insanlığın içinde boğuştuğu ekonomik, sosyal, siyasal hatta uluslar arası ilişkilere dair, bunların da (insanın hallerinden bir hal olduğunu düşünerek) bir hal bilgisi gerektirdiğini unuttular.
Tabiî ki bu durumun oluşmasında, Müslüman aklın böyle işletilmesinde kimi hoca efendilerin ya da adının başına İlahiyatçı Prof unvanı eklenmiş olan bazı şahsiyetlerin katkısı göz ardı edilemez. Zira onlar özellikle ramazan gibi özel zaman dilimlerinde reyting amaçlı olduğu tartışma götürmez programlarda konuk edildiklerinde ancak Müslümanların bireysel alanda nasıl düşünüp davranmaları gerektiği konusunda, toplumun geleneksel algısını küçümseyerek, burun bükerek anlı şanlı fetvalarını vermektedirler.
Maalesef alimlerimiz ümmetin can yakıcı meseleleri konusunda hassaten yöneticilerin sorumluluklarını içeren noktalarda Allah’ın emirlerini onlara hatırlatma, nasihat etme ve Müslümanların bu noktalarda nasıl düşünme işletmeleri ve nasıl bir duruş sergilemeleri gerektiği noktasında bir ilmihal ortaya koymamaktadırlar.
Örneğin sabahlara kadar televizyonlarda din tartışmalarına katılan hocalarımızın sömürgeci devletlerin her hangi bir İslam toprağını işgal etmeleri, Müslümanların canlarına kıymaları, namuslarını kirletmeleri yada servetlerini yağmalamaları noktasında kitabın tam ortasından konuşarak halkımızı bilgilendirdiklerine tanık olamıyoruz. Mesela Rasulüllah (s.a.v.)’ın “Bir müslümanın bir damla kanının akıtılmasına –bir şekilde- vesile olan kişinin mahşerde alnını ortasına “Allah’ın merhametinden mahrum bırakılmıştır” hadisi şerifi onların düşüncelerini bu konuda nasıl işletmeleri gerektiği konusunda bir fikir vermemektredir.
Bu meseleler yine reel politikçi, her zaman batının menfaatlerini önceleyen, onların kalemşorluğunu yapan ve has bel kader 28 Şubat sürecinde Müslümanların avukatlığına soyunarak en zor zamanlarında onların haklarını savunmuş ve böylece gönüllerini çalmış, düşüncelerini –onlar adına- işletme fırsatı elde etmiş olan liberal yazarlara kalmakta ve Müslüman kamuoyumuz onların kanaat öncülüğünde şekillendirilmektedir.
Peki, ilk Müslüman toplum bireysel ibadet alanından tutun da öteki toplumlarla ilişkilerine kadar nasıl davranacaklarına ilişkin düşüncelerini nereden alıyorlardı? Kendilerine ayetler inmişken, aralarında Allah’ın kitabı dururken ve onlara belli biçimde düşünme ve davranmalarını telkin ederken onlar hiçbir şey olmamış, sanki kendilerine bir kitap inmemiş gibi mi davranıyorlardı? Elbette hayır. Onlar yaşanan olaylara ilişkin düşünce ve duruşlarını biçimlendiren ayetler indiğinde derhal Rablerinin arzuladığı biçimde hareket ediyorlardı. Bir kere olaylara Rablerinin gör dediği yerden bakıyor ve onayladığı biçimde davranıyorlardı.
Örneğin onlar, kıblenin değiştiğine dair rabbimizin “Artık yüzünü Mescidi Harama –doğru- yönelt” (Bakara: 2/149) mealindeki ayeti, sabah namazını kılmak için mescide giren bir sahabinin duyurmasıyla işitmiş ve rukuda iken hemencecik yönlerini Mescidi Harama yöneltmişlerdi.
Yine Hz. Aişe (r. anha) şöyle bir olay anlatmaktadır. "Kureyş kadınlarının üstünlüğü inkar edilmez, ama Allah'a andolsun ki, Ensar kadınlarından daha iyi Allah'ın kitabını tastik edene, indirilen hükümlere daha iyi inanana rastlamadım. Nur suresindeki "Baş örtülerini yaka altlarına kadar sarkıtsınlar" ayeti inince kocaları, yanlarına dönüp yüce Allah'ın indirdiği ayeti okudular. Onlardan hiçbiri, Allah’ın kitabında indirdiği ayetleri tasdik etmek ve imanını vurgulamak için fistanını başına sarmadan yerinden kalkmadı. Sanki başlarında bir karga varmış gibi örtünerek Hz. Peygamberin (sav) arkasında yer aldılar.” (Ebu Davud)
Bir başka örnek. Belki de bu örnek içinden geçtiğimiz süreçte ülkemizin de katıldığı uluslar arası işgal güçlerinin Libya saldırıları noktasında düşüncemizi nasıl işleteceğimiz konusunda bizlere ipuçları verebilir. Mekke’nin fethi öncesinde yaşanmış bu olay şöyledir:
Allah Rasulü (s.a.v.) Mekke’nin fethi ile alakalı planını gizli tutuyordu. Ancak o sırada Mekke’de çocukları ve malları bulunan Hatib b. Ebi Belta Allah Rasulü (sav)’in son derece gizli tuttuğu bu haberi Mekke’ye giden birisi aracılığıyla bir mektupla ulaştırmak istedi. Hatip bu tutumuyla Mekke yöneticileri nezdinde bir değer kazanmayı amaçlıyordu. Bunun üzerine Mümtehine suresinin ilk ayeti indi. Ayet şöyle söylemektedir: “Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz. Halbuki onlar Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan dolayı, Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız, onlara nasıl sevgi gösteriyorsunuz? Oysa ben sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da bilirim. Sizden kim bunu yaparsa doğru yoldan sapmış olur.”
Özetle; modernizmin parçaladığı zihinle kendimize ait bir dünya ve medeniyet inşa edemeyiz. Müslüman yaşadığı çağın öznesi olmak istiyorsa önce onu insan yapan düşüncesini ilahi formatlı bir düşünce sistemi ile işletmesi gerekmektedir. Olaylara Müslüman aklını yok sayan ve onları çağın nesnesi haline getiren batılı paradigmanın zihinlerimize zerk ettiği kodlarla yaklaşmak sanki bize hiçbir kitab inmemiş gibi davranmak anlamına gelmektedir. Realite ya da reel politik en az insan kadar eski olgulardır. Bunlar yeni icad edilmiş şeyler değildir. Ancak bu sonrakilerin insan kadar eski olgular olmasına koşut dinler de en az insan kadar eskidir. İnsan sadece burada iki seçenek arasında tercih yapma durumundadır. Ya realiteyi, içinde yaşadığı koşulları düşüncesinin eksenine oturtacak ve ortalama bir insan aklı ile meselelere yaklaşımını ortaya koyacak yada teslim olduğu Rabbisinin kendisini karanlıklardan aydınlığa, kaostan ve krizlerden Daru’s-Selam’a çıkartacak olan vahyin ekseninde düşünce işletecek ve buna paralel duruş sergileyecektir.
Bu mesele şöyle de olur, böyle de olabilir türünden bizim tayin edebileceğimiz bir mesele değildir. Unutmayalım ki, biz bir ateş çukurunun kenarındayken Rabbimiz bizi oradan çekip çıkardı. Şayet bizler ateş çukuruna düşmekten bizleri kendisi ile kurtardığı Allah’ın kitabını reel politik vs. retoriğe kurban verirsek bizi kim kurtarır? İçimizdeki “akil” insanların buna gücü yeter mi? Rabbimiz içinde bulunduğumuz uygarlık krizinden bizleri çıkartmak için yeni bir din mi gönderecek? Yoksa içimizdeki sözüm ona “akil” insanların aklı ve üstün zekaları ilahi rehberliğe gerek bırakmayacak kadar erişkin mi?
Bu mesele bir köşe yazısının hacmini çok fazlasıyla aşacak bir meseledir. Lakin ben son söz olarak bu ümmetin Müslüman bir ümmet olduğunu unutan, onu diğer beşeri toplulardan ayırt edici özelliğin onu insan yapan düşüncesine Rabbimizden bir kitab indirilmiş olması gerçeğini göz ardı eden ve neredeyse reel olanı, reel politiği sorgulanamaz olan kutsal metinlerin yerine koyan kimi akil insanlarımıza Hz. Musa (a.s.)’ın kavmine seslendiği gibi seslenmek istiyorum: “Siz bayağı olan şeyle hayırlı olan şeyi değiştirmek mi istiyorsunuz?” (Bakara: 2/61)
Abdurrahim Şen
abdurrahimsen@hotmail.com
26.03.2011
Timetürk