Mü’mince Düşünme Üzerine Denemeler
Mü’min derken şek ve şüpheden arınmış, inanmış, emin olmuş, tasdik etmiş, doğrulamış kişiyi anlıyorum. Ve neyin mü’mini derken de kapitalizmin, sosyalizmin, faşizmin, milliyetçiliğin, kemalizmin, otokrasinin, diktatörlüğün, despotizmin, monarşinin, demokrasinin, teokrasinin, laikliğin, ruhbanlığın, liberalizmin, hırıstiyanlığın, yahudiliğin, budizmin yani bilimum İslam’a mugayir (aykırı, uyuşmaz, te’lif edilemez) ne kadar beşeri ideoloji-din varsa onların mü’mini olmayı değil, onları reddetmeyi, sadece ve sadece İslam’ın mü’mini olmayı kastediyorum. İslam’a muhalif bütün bu beşeri felsefi-ideolojik-dinsel öğretilere “la” (hayır) demeden, onların zihni kirliliklerinden arınmadan mü’min olunamayacağına ve kalınamayacağına inanıyorum. Zira halihazırdaki en tehlikeli kirlilik çevre kirliliği değil, zihni kirlenmedir. Bu düşünsel kirliliklerden, pisliklerden arınmadan “mü’minim-müslümanım” sözü bir iddia olmadan öteye geçemez, olunsa olunsa bir münafık, bir müşrik olunur.
İnandıkları gibi yaşa(ya)mayanlar, direnç ve sabır göstermezlerse zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlarlar. Hedefe ulaştırıcı diye bindikleri araçlar, amaç oluverir ve yolcularını alır başka yerlere götürür, eriştirmez menzil-i maksudlarına. İçinde yaşadıkları sistemi içerden fethedeceklerini düşünenler, zaman içinde kendileri fetholunurlar da farkına bile varmazlar. “Fadime diye diye Ayşe diyemez oldum” türküsü misali demokrasi demokrasi diyenler, gün gelir İslam diyemez olurlar. Hatta bırakın demeyi içerdeki ve dışardaki zalimlerle, kafirlerle iş tutarlar, stratejik ortak olurlar, rol modelliğe soyunurlar. “Allah’ın ipi” diye şaşırıp demokrasinin ipine tutunurlar, üstelik bir de bunu marifetmiş gibi elaleme öğütlerler.
İslam yeryüzündeki ilk insanın-insanların dinidir (felsefesidir, dünya görüşüdür, yaşam tarzıdır, inancıdır, ideolojisidir). Rabb (Allah-Tanrı) tarafından makro kosmoz (kainat-evren) ve mikro kosmoz (insan) en güzel şekilde yaratılmış, ilk bilgi (vahiy) insana verilmiş, insana yeryüzünde bir mühlet tanınmış, iki yol gösterilmiş (Hakk-İslam ve Ba’tıl-İslam dışı her yol) ve tarih içinde gerekli görüldükçe insanlar içinden seçilen elçiler vasıtasıyla yanıldığı, unuttuğu ve unutmaması gereken hususlar tekrar hatırlatılmıştır. İnsanın yeryüzündeki biricik gayesi, onu ve herşeyi “yoktan varedeni” razı etmek, anmak, zikretmektir. Eşyanın hakikatine ve insan fıtratına (yaratılışına) en uygun dünya görüşü (din) doğrultusunda yaşayacak, bütün bir ömrünü bu uğurda sarfedecektir. Kendini ve kendi dışındaki alemleri (enfüs ve afak) anlamaya, bilmeye çalışacak, ilmiyle ihlaslı (samimane) bir şekilde hareket eden bir kul (abd) olmak ve mabuduna ibadet (kulluk) edip O’nu hoşnut etmek için cehd edecek (cihad), çabalayacaktır. Görünce dünyayı gönül vermeyecek, merak edecek, sorup öğrenecektir. Bütün emek ve zahmet “asıl yurdu” olan Cennet’e kavuşmak ve Cehennem’den ırak olmak içindir. Heva ve heveslerine (istek ve arzularına) değil, vahye ta’bi olacaktır. Kula (aklı ve nefsi dahil) kulluğu değil, Allah’a kul olmayı en yüce şeref, pa’ye bilecektir. Yaşamı da, ölümü de bu minval üzre olacaktır.
Mü’min ve mü’min olmayanı ayıran en önemli husus, mü’min olmanın alamet-i farikası (ayırtedici özelliği) herhangi bir konu sözkonusu olduğunda meseleye nasıl yaklaştığıdır. Mü’min bir konuda ‘Allah ve Rasülü bana ne emrediyor, ne yapar da onları razı ederim, emirlerine itaat etmiş, uymuş olurum’ diye düşünürken mü’min olmayanın (müşrik, kafir) böyle bir sorunu yoktur, aklına bile gelmez, dert etmez, umursamaz. Bir başka deyişle mü’minin referansı, kaynağı Kur’an ve Sünnet iken; mü’min olmayanın referansı, kaynağı aklıdır, heva ve hevesidir, batıl ideolojisidir, dinidir, felsefesidir. Mü’min için vahiy bulunmaz bir nimet iken, mü’min olmayan için vahiy vicdanıyla sınırlı, mabedin içine hapsedilmiş, öte dünyaya ait hususlardan mürekkep ve gerektiğinde batılın kavramlarıyla te’lif edilebilen, katıp karıştırılabilen bir sözler mecmuasıdır.
Mü’min, emin olan ve emin olunan insandır. Elinden, dilinden belinden ve de can, mal, ırz noktasında yalnız mü’minlerin değil mü’min olmayanların da güvende olduğu kişidir. Kainatta hiçbir canlı ve cansız varlık kat’i surette gereksiz, fazla ve boş yere yaratılmış değildir. Her birinin bir yaratılış gayesi vardır ve hepsi birbiriyle ilişkilidir, bütünün parçalarıdır. Öyle olduğu için mü’min yeryüzünün imarı, korunması ve devamı için uğraşmakla mükelleftir. Yeryüzünü bir mescid olarak görecek, kirletmeyecek, israf etmeyecek, elindekileri muhtaç olanlarla paylaşacaktır. Ya dinde ya fıtratta (yaratılışta) bütün insanları kardeşleri olarak bilecektir. Yeryüzünde adaleti ayakta tutacak, hayır ve iyiliğin yaygınlaşması için uğraşacak, kötülüğün galip gelmesi ve yayılması için uğraşan Şeytan ve onun dostları ile mücadeleyi elden bırakmayacaktır. Şayet o da bu işi önemsemez, savsaklar ve terkederse kim yapacaktır. O zaman “kimbilir kimden umarız emr-i b'il-ma'ruf / Kimbilir kimden umarız neyh-i ani'l-münker / İ. Özel”
İslam’ı üç kelime ile tarif etseydim, ölçü, denge ve ahenk kelimelerini kullanırdım. Duygu, düşünce ve davranış olmak üzere hayatın her alanında ölçülü olma, dengeli olma ve diğer varlıklarla uyum içinde olma demektir. İnsanın kendisiyle, diğer insanlarla, canlı ve cansız varlıklarla ve belki hepsinden daha önemlisi Yaratıcısıyla ilişkilerini en güzel şekilde düzenleyen bir başka din (dünya görüşü) yoktur. Dün de yoktu, yarın da olmayacaktır. Hiçbir ideoloji insanı ve hayatı İslam kadar anlamlandıramaz, açıklayamaz. İnsanın aklını, kalbini tatmin edecek, yatıştıracak, doyuracak, huzura, sükunete erdirecek, dinginliğe ulaştıracak bir başka din yoktur.
Biz bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik. Canımız dahil hiçbir şeyin sahibi değil, emanetçisiyiz. İntifa (kullanma, faydalanma) hakkına sahibiz, “Sahib”imizin izin verdiği ve hoşnut olduğu sınırlar dahilinde. Sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şey O’nun bize bir lütfudur, keremidir, bağışıdır. Yunus’un “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk de yalan /Var biraz da sen oyalan” şiirindeki gibi fani olduğumuzu unutmadan “Baki Olan”ın tanıdığı süreyi tamamlamalıyız. O’nun sevgisini kazanmak, O’na yaklaşmaya vesile kılmak için elimizdekileri O’nun kullarıyla paylaşmalı, görüp gözetmeliyiz. Mümkünse yeryüzünde sahipsiz, çaresiz, umutsuz bir insan hatta bir canlı bile olmaması için çaba sarfetmeliyiz. Sevincimiz başkalarının acısı, varlığımız başkalarının yokluğu üzerine kurulmamalıdır. İdealle realite arasında, ideale doğru seyreden bir çabamız olmalı. Yaşanan hayatın, dünyanın gerçeklerine teslim olmadan onları değiştirmeye, hayra, hakka tebdil etmeye, değiştirmeye çalışmakla yükümlüyüz. Ne kadar imkan ve takatimiz varsa onu yeryüzündeki insanların Hakk’a tabi olmaları ve hallerinin düzelmesi için ortaya koymalı, bu “ideal’imizi, ütopyamızı, hayalimizi” asla yitirmemeliyiz.
Biz zaferle değil, seferle yükümlüyüz. Hedefimize varamasak da yolunda gerekirse telef olmalı, ölebilmeliyiz. Yeter ki yolumuz dosdoğru olsun, sağa sola sapmış olmasın. Herşey ve herkes aleyhimize gözükse, tablo çok karanlık ve karamsar bile olsa biz yolumuzdan dönemeyiz, yeise, ümitsizliğe kapılamayız. Her zorlukla birlikte bir kolaylık, her gecenin bir sabahı, her zahmetin bir rahmeti vardır. Eşkıya dünyaya hükümdar ilelebet (sonsuza dek) olamaz. Gün olur devran döner. Neticede “akıbet muttakilerindir” yani son kertede kazanacak olanlar, felaha, kurtuluşa erişecek olanlar mü’minlerdir. Bu, ha bu dünyada olmuş, ha ahirette olmuş ne farkeder?
Arif Kaya 10.04.2012
http://www.iktibasdergisi.com/author_article_detail.php?id=497