Müslümanların İslâm'ı Tebliğ ve Tatbik Mesuliyetleri
İslâmi literatürde Tebliğ terimi, Kur'an ve Sünnetin mesajlarını başkalarına ulaştırmak anlamına gelir. Allah'ın dinini tebliğ ve tatbik etmekten vareste kılınmış hiçbir Müslüman yoktur. İhlâsla Allah'a (cc) teslim olan bir müslüman, son nefesine kadar İslam'ı tebliğ ve tatbik etmekle mükelleftir. Ayrıca İslâm'ın tebliğinden ve tatbikinden de mes'üldürler. Hiçbir âlim, hiçbir cemaat, hiçbir kurum ve devlet, Allah'ın dininin fevkinde değildir. Kendilerini Allah'ın dininin fevkinde görenler, Allah'a karşı savaş açanlardır. Ahkâm-ı İslâm yerine ahkâm-ı şirk ile idare edenler ve bu şekilde idare olunmayı kabul edenler, Alah'ın dinini tebliğ ve tatbik etmek mes'ûliyetlerine ihanet edenlerdir.
TEBLİĞ, Müslümanın teslim ve temsil ettiği İslâm’ı olduğu gibi insanlara ulaştırmasıdır. Tebliğ, hakkı hakir ve küçük görenlere onun yüceliğini söz ve fiille ilan etmektir. İslâm literatüründe bir terim olarak Tebliğ sözcüğü, Kur’an ve Sünnetin mesajlarını birilerine ulaştırmak anlamına gelir.
Tebliğin ilk safhası Hz.Peygamberin Kur’an metnini insanlara ulaştırması ile gerçekleşmiştir. İkinci safhası, insanların bilmediği hususları, bilmediği Kur’an ayetlerinin manasını onlara ulaştırmak, bildirmek, beyan etmektir. Kur’an’da bu safha “tebyin=beyan etmek, açıklamak” olarak ifade edilmiştir. Tebliğ, beyan, irşad, emri bilmaruf arasında sıkı bir ilişki vardır: Emri bilmarufu yapan kimse, aynı zamanda Allah’ın emrini ona tebliğ etmiş ve onu hak yola irşat etmiş olur. Ancak, bu üç kavram arasında ufak bir nüans vardır: Tebliğ, genel anlamıyla Allah’ın bir emrini veya yasağını bir kimseye ulaştırmaktır. Beyan, tebliğ ettiğini açıklamaktır. İrşad ise, Allah’ın emrini sadece tebliğ etmekle yetinmeyip, onu o emre itaat etmesi için gereken yönlendirmeyi yapmaktır. Emri bil maruf ise, yasaklar kısmını içine almayan daha hususî bir tebliğdir. Özetle, emri bil-maruf-nehyi anil-münker; Allah’ın bütün emir ve yasaklarını birilerine tebliğ edip ulaştırmayı; irşat ise, bunları ulaştırmakla beraber, muhatapları yönlendirmeyi da ifade etmektedir. Şunu bilelim ki; tebliğ, temsil öncelikli bir ibadettir. İslâm’a teslim olmayan ve İslâm’ı temsil etmeyenler, İslâm’ı tebliğ edemezler.
Biz Müslümanlar İslâm’a teslim olmuş ve İslâm’ı hayatın bütün kademe ve karelerinde temsil etmiş olan bir Peygamberin ümmetiyiz.Tebliğ Allah’ın emridir. Tebliğ, Rasûlülah (sav)’in yaptığıdır. Rabbimiz buyuruyor:
“Ey Rasûl! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.”(1)
Rasûlülah (sav) bu ayetin gereğini yaptı. Resul-i Ekrem (sav) İslam’ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatte bulundu. Onları bu dünyada İslâm’ı tebliğ etmekle üzerlerine şahit olduğu gibi, onları ve Allah’ı da tebliğine şahit kıldı. Allahû Teâla’yı şahit kıldığına Veda Haccın’da söylediği şu sözleriyle müşahede ediyoruz:
”Dikkat edin size tebliğ ettim mi? Allah’ım şahit ol.”(2)
Veda Hutbesi’nde Rasûl-ü Ekremin son sözü arasında olduğunu bildiğimiz bu sahih hadis Kur’an’ın insana dönüşmüş hali olan Peygamberimizin temsil ettiği Nübüvvet makamının gerekli emir ve yasakları insanlığa sunması teslimin temsile, temsilin tebliğe dönüşmesinin sonucudur. Tebliğ, Nebi (sav) den ümmetine kalan mirastır. Eğer İslâm’ın muhafazasını ve devamını istiyorsak, tebliğin devamlılığını muhafaza etmemiz şarttır. Çünkü İslâm’ın devamlılığını sağlayan tebliğ olmadan İslâm’ın etkin bir şekilde varlığından bahsetmek mümkün olmaz.
Tebliğ kelimesinin, davet kelimesine göre daha geniş bir anlama sahip olduğu muhakkaktır. Davet, hakikatten habersiz olan insanları ona çağırmayı anlatırken, tebliğ, bu davetin muhatabı olan iman etmemiş olanlara ve onu kabul etmiş bulunan insanlara ilahi gerçekleri farklı mertebelerde ilan etmeyi anlatır.
Muhakkak gerçeklerin bu iki sınıf insana tebliğ edilirken boyutları farklı olacaktır. Davete muhatap olan insana İslam’ın ilahi kitlesel doğruları ana hatları ile ulaştırılırken, daveti kabul etmiş insana da, İslami gerçeklerin ruhu olgunlaştırıcı ve kişiyi kemale erdirici yönleri sunulacaktır. Bu anlamıyla tebliğ, “irşad” kelimesi ile örtüşmektedir. İrşad, hakikati kabul etmiş kimseleri, imanın daha üst mertebelerine ulaştırmak düşüncesiyle yapılan bir olgunlaştırma çalışmasıdır.
Tebliğ kelimesinin dilbilimi olarak analizi bir tarafa kavramın insan davranışları, zihinsel süreçleri ve eğitim bilimi esaslarının dikkate alınmasını zorunlu kılan bir etkileme ve bilgilendirme faaliyeti olduğunu tekrar hatırlamak gerekmektedir. Bu görev, insanı özüne döndürmek, davranışlarını, yaşam biçimini, hayata bakışını, görevini, sorumluluklarını vahyin evrensel mesajıyla değiştirmek ve ıslah edilmiş bir kimlikle yeniden oluşumunu sağlamak için ilk adımdır. Kimliklerin karıştığı, söylemler ile eylemlerin çatıştığı “en gerçek benim” felsefelerinin kol gezdiği, cahili sistemler ile İslam’ın cem edilmeye çalışıldığı toplumlarda “kitlesel davet”in tebliğ diye isimlendirilmesi her sürecinin kendi içinde tasniflenmesi ile devam etmesi gereken bir çalışmadır.
Tebliğ, İslâm dininin esaslarını anlatarak onları yaymaya, insanlara benimsetip emirleri istikâmetinde yaşamalarını sağlamaya çalışmaktır. Peygamberlerin gönderiliş maksatlarının ilki ve en önemlilerinden biri tebliğdir. “Tebliğ” peygamberlerin beş mühim vasfından biri olup esas gâyeyi teşkil etmektedir. Diğer dört vasıf ise “Tebliğ”in hakkıyla yapılabilmesine matuftur. Dolayısıyla sıdk, emânet, fetânet, ismet gibi güzel hasletler bir tebliğcinin taşıması gereken asgarî şartlardır. Bütün güzel vasıfları üzerinde taşıyan Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem-, her türlü zorluğa rağmen İslâm’ı tebliğe devam etmiş ve bu uğurda pek çok fedâkârlıkta bulunmuştur. O, İslâm’ı yaymak için kapı kapı dolaşır, tekrar tekrar anlatır ve eline geçen her fırsatı değerlendirirdi. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. Abdullah bin Cahş -radıyallâhu anh-, Nahle Seferi’nde bazı esirler almıştı. Bunların içinde Hakem bin Keysan da vardı. Fahr-i Âlem Efendimiz Hakem’i İslâm’a dâvet etti. İslâm’ı bütün yönleri ile uzun uzadıya anlattı. Şüphelerini yok etmek için defâlarca tekrâr etti. Efendimiz’in bu kadar gayret sarfetmesi karşısında Hakem Müslüman olmuyordu. Buna öfkelenen Hz.Ömer:
– Yâ Resûlallâh! Bununla ne diye konuşup durursun. Vallâhi o hiç bir zaman Müslüman olmaz! Müsâade et, boynunu vurayım da cehenneme gitsin, dediyse de Peygamber Efendimiz Hakem’e İslâm’ı anlatmaya devâm etti. Hakem dikkatini toplayarak:
– İslâm nedir? diye sordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz:
“– Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibâdet etmen ve Muhammed’in de O’nun kulu ve resûlü olduğuna şehâdet getirmendir!” buyurdu. Hakem:
– Müslüman oldum, dedi. Bunun üzerine Allâh Resûlü ashâbına dönerek:
“– Eğer ben, biraz önce size uysaydım, o şimdi cehenneme gitmişti!” buyurdu.(3)
Demek ki İslâm’ı anlatan kimse daima sabırlı ve ümidvâr olacak ve hiçbir zaman ye’se düşmeyecektir. Yumuşaklık, şefkât, merhamet, müsâmaha şiârı olacak ve azimle gayret edecek. Tebliğ ve dâvet faaliyetinde başarıya ulaşabilmek için plânlı, programlı ve metotlu bir şekilde hareket edilmesi gerekmektedir.
Tebliğ, her peygamberin varlık gayesidir. Allah, insanlara olan lütûf ve keremini peygamberlerle canlandırmış ve onların hayatlarıyla Rahmâniyet ve Rahîmiyetini tecellî ettirmiştir. Bunun diğer insanlara aksetmesi ise, ancak tebliğ ile olacaktır.
Kur ân-ı Kerim’in pek çok âyeti, lafzını ve niteliğini de tasrih ederek, peygamberlerin üzerine düşen görevin tebliğ olduğunu tekrar eder. (4) Kur’ân ve sahih Sünnet’te tebliğin gerekliliğine o kadar yer ayrılmıştır ki, onlardan sadece birer ikişer misâl vermeye bile bu makalenin konusu ve yeri müsait değildir. Ümmet, özellikle âlimler bu konuda peygamberin vârisleridirler. Değişen zaman ve şartlar, farklı coğrafyalar, dinin tebliğine engel teşkil etmez. Ancak her asrın, her mekânın kendine has özellikleri tebliğde nazar-ı itibara alınır. Çünkü bütün peygamberler böyle hareket etmiştir.
İslâm’ın tebliğinde bütün halklar, bütün milletler müsâvîdir ve aynı haklara sahiptirler. Irk, renk, cins, coğrafya, zaman, mekân vs. farklar gözetilmeksizin, İslâm’ı diğer insanlara ulaştırmak bütün Müslümanların üzerine vazifedir. Çünkü, Islam’a dâvet ve onu tebliğ vazîfesi sadece Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve ashâbına hâs değildir. Üstelik, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) son peygamberdir ve yeni bir peygamberin gelmeyeceği de muhakkaktır. O halde, bugün, Kıyamete kadar bâki bir dinin müntesiplerine düşen vazife nedir? En kısa cevabı: “Resûlullah’ın ve ashâbının yolunda yürümektir. Rasûlülah (sav) ve ashâbının yolu ilim ile tebliği yürütmektir.” Yeri geldiği için şunu beyan etmekte fayda vardır: İlim, bütün varlık âlemi içinde bir Âdem mihrabıdır. O, Hz.Nuh’ta sefineleşir; sefinede de Nuh’laşır. İlim, Hz.İbrahim’de vadiler hâline gelir. Öyle vadiler ki, oralara sağanak sağanak İlâhî vahiy inmeye başlar. O, Hz. Musa’da bir Tur veya Tur’da Musa olur. Öyleyse, kainatta görünen her şey bir kalıptan ibarettir. Kâinatın özü ise ilimdir. İlim, İslâm’ı tebliğ ve tatbik içindir.
Tebliğ; dinin hayatı, terk-i tebliğ ise; Müslümanların mematıdır. Müslümanların bireyselleşme hastalığına yakalanmış olmalarının alâmetlerinden birisi de, terk-i tebliğdir. Bireyselleşme, bencilleşmedir. İnsanlar bencilleştikçe başkalarının saadetini umursamazlar. Sadece kendilerini düşünürler. Oysa ki, iman paylaşmayı zorunlu kılar. Bildiğiniz doğruları insanlarla paylaşmazsanız yanlışlar tarafından pay edilir parçalanırsınız.
İslâm’ı tebliğ etmekten maksad, İslâm’ı tatbik etmektir. İslâm dini, sadece camiye hapsedilecek bir din değildir. O bizim hem dünyamızı, hem de âhiretimizi mamur etmek için gönderilmiştir. Öyle bir bütündür ki, asla tecezzi ve inkısâm kabul etmez. Dini bir bütün olarak ele alıp değerlendirdiğimiz ve ruhlarımıza sindirdiğimiz gün, mezelletten kurtulmuş olacağız. Zira o gün ferdî, içtimaî ve insanî bütün meseleler vahyin aydınlatıcı şuaları altında vuzuha kavuşacak ve insanımız karanlıklar içinde bocalamaktan kurtulacaktır. Böyle bir duruma kavuşabilmemiz için de evvela bizlerin, o Vahy-i İlâhî’ye dayanan ve Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’in nurlu beyanlarından kaynaklanan dine, bütün gönlümüzle yönelmemiz ve iç âlemimizi o nur ile aydınlatmamız gerekecektir. Şunu, bir kere daha hatırlatmalıyım ki, biz iç yapımız itibarıyla durumumuzu değiştirmedikçe, Allah da bizi değiştirmeyecektir. Bu müspet mânâda da, menfî mânâda da böyledir. Böyle bir neticeyi doğuracak da yine fertlerin istikametidir. Fertlerin inhirafı, dînî hayatı alıp götürdüğü gibi; fertlerin istikameti de onu yeniden getirecektir. Öyleyse asıl olan fertlerin teker teker yetiştirilmeleri ve onların kendi dinlerine sahip çıkmalarıdır.
Müslüman kişinin Allahû Teâla’ya karşı mesuliyetten kurtulması için Allah’ın dinine teslim olması, onu temsil etmesi, tebliğ etmesi kâfi değildir. Bir de Allah’ın dinini ikame edip tatbik etmesi gerekir. Mezhep ve meşrepleri farklı da olsa ferd, aile, toplum ve devlet seviyesinde Allah’ın dinini tatbik etmek, bütün Müslümanların azad kabul etmez müşterek görevleridir. Ferd, aile, toplum ve devlet seviyesinde Alah’ın dininin tatbik olunmasına itiraz edenler, kabul etmeyip reddedenler, Müslümanlardan olmayanlardır.
Dinde kişinin kıymeti kameti ile doğru orantılıdır. Allah’ın dinini ikame etmeyenlerin kıymetleri olmaz. Alahû Teâla buyuruyor:
“De ki: ‘Ey Kitap ehli! Siz, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabbinizden size indirileni hakkıyle uygulamadıkça, (doğru)bir şey (yol) üzerinde değilsinizdir.’ Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun küfür ve azgınlığını elbette artıracaktır. Kâfirler topluluğuna üzülme.”(5)
Bu ayet-i kerime’de her ne kadar ehli kitap ikaz edilmişse de aynı ikaz Müslümanlar için de geçerlidir.Alah’ın kitabını tatbik etmeyen Müslümanlar tıpkı Yahudi ve Hıristiyanlar gibi “hiçbir şey” değildirler. Onlar yolsuz ve yönsüz kalmış şaşkınlardır. Alahû Teâla bizden kitabını, dinini tatbik edip ikame etmemizi istemektedir. Allahû Teâla buyuruyor:
“Allah dinden Nuh’a tavsiye buyurduğu şeyi sizin için de bir şeriat yaptı ve (Ey Muhammed!)sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya tavsiye buyurduğumuzu da şeriat kıldı. Şöyle ki: Dini ikame edin (doğru tutun, tatbik edin)ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat senin kendilerini davet ettiğin şey, müşriklere ağır geldi. Allah dilediğini kendine seçer ve kendisine yöneleni de doğru yola iletir.”(6)
Bu ayetin tefsirinde M.Hamdi Yazır (Rh.a.) şunları şöylüyor:
“Din, ihtiyarî fiillerin (serbest irade ile yapılan fiillerin), iyiliğine veya kötülüğüne göre, sonunda iyi veya kötü bir neticeye varacağına, sevap veya ceza, bir akıbete sebep olacağına inanarak Hak Teâlâ katında en güzel akıbete ermek için tutulacak yoldur. Bu şekilde din, insanları tabiatta cereyan eden cebir (zorlama) ve ıztırar (mecbur kalma, zorda kalma) baskılarının üstüne istekleriyle yükseltecek olan bir hürriyet yolu, yani hürriyet ve iradenin başarı ve sorumluluğu kanunudur. Onun için bütün tabiatların üstünde her şeyin yaratıcısı, “Onun misli gibi bir şey yoktur” (Şûra:11), her şeyi bilen yüce Allah’ın hüküm ve iradesine yükselmeden doğru din bulunamaz. Dinin doğrusu “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet” (Fatiha:6) diye beyan buyurulan doğru yol, tevhid ile yüce Allah’ın hükmüne iman ve itaat, yani İslâm’dır. Onu “doğru tutmak” da erkânını ihlal etmekten muhafaza ederek âyetlerinden ve delillerinden doğrusunu anlayıp iman ve amelde ihlâs ile tatbik etmektir Doğru tutun, ve onda tefrikaya (ayrılığa) düşmeyin. Çeşitli heveslere veya çeşitli ilâhlara tabi olup da asıl dini ayakta tutmakta ihtilaf çıkarmayın, dağılmayın. İşte bu emir ile bu yasak da Nuh (a.s.)’dan, Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelen şeriat sahibi peygamberlerin hepsine emir ve tavsiye olunan bir din bir şeriatdır ki bütün peygamberler bunu tatbik için gönderilmiş; hepsi, zamanındaki din bozukluklarını düzeltmek için doğru din ile gelmiş, tefrikayı (ayrılığı) kaldırmak için tevhide davet eylemişlerdir. Her birinin zamanına göre şeriatlerinin ayrıntılarında bir diğerini yürürlükten kaldıran çeşitli hükümler bulunmakla birlikte Muhammed ümmetine şeriat yapılan bu esasta, bu İslâm temelinde hepsi birdir.”(7)
Hayatlarını Allah’ın hükmüne ve hâkimiyetine bağlamayan ve bir bölünmez bir bütün olarak Allah’ın dinine bağlı kalmayanlar hür değil, köle ve esirdirler. Gerçek hürriyet; hayatın Allah’ın dinine kayıtsız şartsız tabi kılınmasıdır. Dini ikame etmek, dini ayakta tutmaktır. Ayakta tutulan dinin emirlerinin arkasında durup hayatı pahasına onu savunmaktır. İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle demektedir:
“Din ancak kitap, mizan ve demir ile ayakta durur. Kitap yol gösterir ve demir ise onu destekler. Allahu Teala; “Andolsun biz peygamberlerimizi açık delillerle gönderdik ve insanların adaleti yerine getirmeleri için beraberlerinde kitabı ve mizanı indirdik. Biz demiri de indirdik ki onda büyük bir kuvvet ve insanlar için faydalar vardır. Bu, Allah’ın, dinine ve peygamberlerine gayba inanarak yardım edenleri belirlemesi içindir. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, daima üstündür”(8) buyurur. Din ve ilim kitapla olur, mali ve diğer akitlerde hak ve adalet mizanı ile olur, cezalar ise demir gücü ile uygulanabilir. Müslümanların kılıçları Kitap ve sünnet olan bu dini destekler.”(9)
Yeryüzünde Allah’ın kulları ferd, aile, toplum ve devlet seviyesinde Alah’ın diniyle idare olunmadıkları müddetçe Allah’ın dinini ikame edip tatbik etmiş sayılmazlar. Müslümanlar Alah’ın dinini ayakta tutma hususunda bir araya gelip de dağılmadıkları takdirde düşman onlara kahredemez. İnsan kendi nefsinde de böyledir. Nefsinde kendini toplayıp da Allah’ın dinini yerine getirmeye azmettiği zaman, ne insanlardan ne cinlerden bir şeytan, vereceği vesvese ile onu imanın ve meleğin yardımı karşısında yenemez.(10)
İslâm’da her şey dini tatbik etmek içindir. Dini tatbik etmek ise Allah rızasına nail olup ona kuluk etmek içindir. İbn-i Teymiye (rahimehullah) şöyle der:
“İslam dini; kılıcın kitaba tabi olmasıdır. Kitap ve sünnete uygun bir ilim ortaya çıkarsa ve kılıç da buna tabi olursa İslâm’ın emri kaim oldu demektir.” (11)
Hiçbir âlim, hiçbir cemaat, hiçbir kurum ve devlet, Allah’ın dininin fevkinde değildir. Kendilerini Allah’ın dininin fevkinde görenler, Allah’a karşı savaş açanlardır. Allah’ın dinini tebliğ ve tatbik etmekten vareste kılınmış hiçbir Müslüman yoktur. Yakin yani ölüm gelinceye kadar Müslümanlar Allah’ın dinini tebliğ ve tatbik etmekle mükelleftirler. Yani Müslümanlar, İslâm’ın tebliğinden ve tatbikinden mesuldurler. Ahkâm-ı İslâm yerine ahkâm-ı şirk ile idare edenler ve bu şekilde idare olunmayı kabul edenler, Alah’ın dinini tebliğ ve tatbik etmek mesuliyetlerine ihanet edenlerdir.
__________________
(1) Maide Sûresi:67
(2) Buhari; hac,1825 ibn-i Mace,fitne,3921
(3) İbn-i Sa’d, Kitâbü’t-Tabakâtü’l-Kebir, IV, 137-138, Beyrut /1957-1968; Vâkidî, Kitabü’l-Megâzî, I,15-16 Kahire 1965
(4) bkn; Âl-i Imrân:20; Mâide:92,99; Ra’d:40; Nahl:35,82; Nû:54; Ankebût:18; Yâsin:17; Şûrâ:48; Tegâbün:12
(5) Maide:68
(6) Şura:13
(7) Hak Dini Kur’an Dili (M. Hamdi Yazır) C:6, Sh:4228, İst 1971
(8) Hadid:25
(9) İbn-i Teymiye, Mecmuu’l-Fetava, 35-36
(10) Hak Dini Kur’an Dili (M. Hamdi Yazır) C:6, Sh:4229, İst 1971
(11) İbn-i Teymiye, Mecmuu-l Fetava, 20-393
Mustafa Çelik
Misak Dergisi
vahdethaber.com/haber/14687-muslumanlarin-islm39i-teblig-ve-tatbik-mesuliyetle.html