Siyaset

 

İnsanların eşya ile ilişkilerinin başlamasıyla birlikte birbirleriyle de ilişkilerinin başladığını biliyoruz. Beka içgüdüsü insanı, içinde yaşadığı ortamda hayatiyetini devam ettirebilmesi için eşya ile ve insanlarla ilişkiye sevk etmektedir. Bu dönemlerde insanın eşya ile ilişkisini iyi belirlemesi, eşyayı kullanmayı, ondan yararlanmayı öğrenmesi ve bunun kendine mahsus kurallarını bulması gerekiyordu.
Mesela insan, yiyecek ihtiyacını nereden ve nasıl karşılayacağı müşkili ile karşılaşınca av ve avcılık denilen şeyi öğrenmek, avlanmayı öğrenmek zorunluluğunu duymuştur.
 
Bunun gibi yine insan, yükü olmuş taşıma gereği duymuş, işi olmuş bir yere gitme ve kısa sürede gidebilme gereği duymuştur. Bineğe ihtiyaç duymuştur. Gördüğü kadarı ile binit olabilecek hayvanlardan merkep, deve, katır, at ve benzeri hayvanları gözüne kestirmiş ve bunlardan yararlanabilme imkanlarını araştırmış, bulmuştur da. Bunları yabanî halde iken yakalamış, evcilleştirmiş, ehlileştirmiş ve hizmetine koymuştur. Binekliğe sür’ati ve gücü ile en uygun bulunan At’a öncelik vererek onu terbiye etmeyi, bakımını, alacağı hizmetin devamlılığını sağlayacak sair gerekleri yerine nasıl getireceğini, ister istemez At’ı da tanıyarak, huyunu, suyunu öğrenerek geliştirmiş ve biçimlendirmiştir. Evet Araplar bu işe (Sin-Yâ-Sin) harfleriyle teşekkül eden Siyâse (Siyâset) demişlerdir ki bugünkü dilimizde Seyislik olarak kullanılmaktadır.
 
Seyis, kısaca at bakıcısı demektir. Öyle bir bakıcı ki At’ı at olmaya, kendisinden bekleneni vermeye hazırlayan kişi. Bunun gereklerini bilen insan.
 
Seyislik üzerinde durmanın sebebi anlaşılıyor olmalıdır. Zira Siyaset, insanlar için aynı şeyleri yapma mahareti, mesleği olarak bu kelimeden ve bu anlamdan aktarılmış ve asırlardan beri kullanılmaktadır. Siyaset Arapça lügatlerde kök, huy, ahlak, seciyye, güve, küf anlamlarına gelen ‘Süse’ kelimesinden türemiştir ve ‘Sevvese ve Siyasetün’ fiil haliyle riyaset, başkanlık, idarecilik manalarına gelmektedir.
Bir işi idare etmek, üzerine almak manalarındaki bu kelime hayvanları gütmek, çobanlık etmek manasında kullanılmaktadır. Hadiste ‘Benî İsrail’i Nebiler idare (siyaset) etti. Benden sonra ise Nebî gelmeyecektir...’ şeklinde kullanılan siyaset Kur’an’da kullanılmamıştır.
 
At için söz konusu olan anlam, hemen aynıyla insan yetiştirilmesi, yönetilmesi söz konusu olduğunda ortaya gelmektedir. Hemen herkes ilgilenmektedir siyasetle. Zira siyaset herkesi mutlaka ilgilendirmektedir. İnsan olan, yaratılışı gereği diğer insanlarla birlikte yaşamaya müsait şekilde var edilmiş bulunduğundan, onlarla birlikte yaşayacaktır. Nasıl yaşayacaktır hemcinsleriyle, bunun yönetimi ne olacaktır, nasıl bulunacaktır ki kendisine uygulanacak olan yönetim biçimi ve bunun metodu onun tabiatına uygun olsun, fıtratı ile çelişki arz etmesin ve sonuç olarak uyumluluk doğsun? Bu sorun insanları hep meşgul etmiştir. Hemen bütün toplumlarda bu ana soruna ilgi duyulmuş, az ya da çok insan kendini bu işe vermiştir. Hatta bir kısım insanlar bu işi meslek olarak seçmişler, kimi de teorilerini bulmuş ve geliştirmeye koyulmuştur. Bunun sonucu muhtelif siyâsî teoriler belirmiş, geliştirilmiş, sistemleştirilmiş, felsefesi yapılmış, üzerinde münakaşalar olmuş insanlık tarihi ile birlikte bu gelişmeler günümüzde daha da önemle üzerinde durulma gereği duyulmuştur. İnsanlar bir arada yaşadıkça siyaset (insanların idaresi işi) her geçen gün daha çok önemli olacak, kendisinden beklenen
daha da artacaktır. Bir bakıma beraber yaşamanın ana esasları da diyebileceğimiz siyasî ilkeler insanları daha büyük bir önemle ilgilendirecektir.
 
Eski Yunancada politika, siyaset karşılığı olarak kullanılıyor ve insanlar onunla meşgul oluyorlardı. Mısır, Sümer, Akad, Hind, Çin ve Eski Türkler’de de siyaset insanları hep meşgul etmiş; ne olduğu, esasları, nasıl yapılması gerektiği ile ilgili sonuçlar çıkarılmış, kanunları belirtilmeye çalışılmıştır.
 
Siyaset tabiatı yani gerçeği itibariyle otoriteyi -iktidarı- gerektirdiğinden, iktidarla birlikte mütalea olunması da kaçınılmaz bulunmuştur. Hakimiyetin kime ait olacağı sorunu siyasetin nasıl elde edileceği sorusunu da beraberinde bulundurmuştur.
 
Akıl bir muhakeme vasıtasıdır. Düşünmek için bir lazime-dir. Bu muhakeme vasıtasının sahibi kılınan insan aklı ile algılamalarını değerlendirecektir. İnsan olarak yaratılmış hemcinsleriyle birlikte ve yalnız yaşaması halinde neler yapılması, nasıl yapması gerektiğini düşünecektir. Eşyaya bakarak, develerin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine ve yerlerin nasıl serildiğine bakacak ve düşünecektir. Bizim için yararlı şeyleri denizlerde götüren gemilerin nasıl yüzdürüldüğüne bakacak, nutfe iken can verildiğini düşünecektir(2). Evet kendisini Var eden’in Bir’liğini düşünecektir. Sonsuz kudretini düşünecektir. Kendisini, kendisiyle birlikte yaratılan özelliklerini, çevresindeki eşyayı, onunla ilişkilerini, kendi nefsi ile arasındaki alakayı düşünecektir. Ve tabii kendisini Yaratanla ilişkilerini düşünecektir. Diğer insanlarla ilişkilerini, birlikte yaşayabilmek için neyi, nasıl yapmak gerektiğini düşünecektir. Zira akıl ona bunları düşünmek ve kendisine ulaşan doğruyu kabul etmek için verilmiştir. Doğru sözü işittiğinde kulak vermek için verilmiştir akıl (39 Zümer 17).
 
Evet, dünyada insanları bir arada en uygun şekilde yaşatacak, yönetecek, yönlendirecek ve insan olmasının, yaratılmışların en şereflisi bulunmanın gereğince yaşatacak –insanca yaşatacak- esasları, kanunları düşünecektir. Bunları kimin koyması gerektiğini düşünecektir. Kim koyarsa konuların tealluk ettiği eşyanın tabiatına uygun olacağını düşünecektir. Her şeyin kendisi için en münasibini yaratanın, Yarattıklarına en uygun düşen özellikleri verenin düzen koymadaki üstünlüğünü, tartışılmaz üstünlüğünü düşünecek ve kabul edecektir. Ki bu aklın, gerçeğine en uygun düşenidir.
 
İnsanları idare etme anlamında kullanılan siyaset, konu olarak insanı ve ona en uygun olan yönetimi bilmek ve bulup uygulamak işiyle meşgul olmak demektir. Bu konuyla uğraşanlara yardımcı nitelikli işleri iş edinmek demektir.
 
İslâm, insanların siyasetini belirleyen, esas siyasi düsturlar vazeden bunu kuvveden fiile çıkaran, uygulayan bir hayat biçimidir. İnsanların hangi kaidelere riayetle nasıl insanca yaşayabileceklerini gösteren, bunu teoride bırakmayıp, Peygamberimizin uygulamasıyla gerçek hayata indiren ve yaşanılabilirliğini gösteren bir sistematiktir. Yani Peygamber insanlara bir taraftan kendini Yaratana nasıl ibadet edileceğini diğer bir tabirle ibadetin siyasetini öğretmeye gönderilmiş bir uygulayıcı görünümünde iken, diğer yandan Hukuk nediri Hukukullah ve Hukukulibâd (kul hukuku)’ı belirlemiş ve nasıl pratize edileceğini göstermiştir. Örneğin bir mal hangi halde ve şekilde kimden kime nasıl intikal ederse bunu belirleyenin razı olacağı ve kendisi için de razı olacağı bir çözüm vardır. Bu belirlenmiş ve ‘bir kimsenin malı diğerine ancak onun rızası ile helal olur’ denilmiş, esas vazedilmiştir. Mal üzerinde muhtaçların ve sayılanların hakkı bulunduğu bildirilen hak -Zekât- alınırken sahibinin rızasına riayet şartı istisnaî olarak aranmamıştır. Yani esaslar vazedilirken istisnalar da belirtilmiş ve insanların karşılaşacağı müşkiller açık bırakılmadan çözümlere kavuşturulmuştur. Malî siyaset belirlenirken, ‘Ümmetten olmayanlarla ilişkilerin siyaseti –uluslar arası ilişkiler- de belirlenmiştir. İdare edenlerin idare ediş siyaseti belirlenirken, idare olunanların mükellefiyetleri bir taraftan belirlenmiş diğer yandan da kendilerini idare edenleri muhasebe, muhakeme ve idareden azletmenin esasları belirlenmiştir. Tek kişiden devlete giden yol yaşanarak örneklendirilmiş, insanların ufku açılarak onlara bir yandan komşu hukukunun ne olduğu belirtilirken, diğer yandan nasıl devlet olacakları öğretilmiştir. Otorotiye sahip değil iken ona nasıl kavuşulacağı Mekke döneminin II. Akabe Biatının akdine kadarki dönem yaşamıyla akıllar için sergilenirken, Medine’ye hicretten itibaren devlet olmanın gereklerinin yerine getirildiği gösterilmiş, Allah’ın hükümleriyle hükmedebilmenin otoriteye -iktidara- ihtiyaç duyurduğu gösterilmek istenmiştir. Daha sonra devlet olma ve otoriteyi sürdürme, süreklilik kazandırmanın siyaseti belirlenmiştir.
 
İslâm, düşünce ve ondan ayrılmayan, onun cinsinden bir metottan oluşmaktadır. İtikattan ibadete, adaletten hükümete kadar bunun yolu -siyaseti- belirlidir ve Kur’an’daki teorinin yanında Resulullah(s.a.)’taki pratiğin muhtevasında bulunmaktadır. İslâm kendi dışından esas olarak herhangi bir şey ithal ve ikmal gereği duymayan bir bütünlüğe sahiptir (5 Mâide 3). Bu bütünlüğü ile yeterlidir. Öylesine yeterlidir ki esas itibariyle herşeyi açıklayıcı olarak gönderilen (5 Mâide 15) bir Kitab’a sahiptir. Bütün mesele onu anlamak, hayatın gerçeklerine uygulamak ve yaşanan bir sistem olarak dipdiri hayatta tutmaktır. Kireçlenmesine meydan vermemek, eşyanın gerçeklerini kavrayarak canlılığını muhafaza etmek, insanların sorunlarını çözücülük vasfını ortaya çıkarmak, bütün insanların
nazarlarına sunmak ve üstünlüğünün tartışılmazlığını teori ve pratikte göstermek ancak onun insan fıtratı ve eşyanın tabiatı ile uyumluluğunun görünebilir ve gösterilebilir olmasını sağlar.
 
Siyaset insanların idaresiyle uğraşmak olduğuna göre, bu yolda düşünmekten, çare aramaktan uygulamaya kadar bir bütün olarak siyaset ve onunla meşgul olmak insan için elzem olduğu gibi Müslüman için de farzdır. Zira insanların yönetilmesi, yönetime ihtiyaç bulunması hayatın gerçeklerinin bir farzıdır. Bunun İslâm esaslarına göre düşünülüp, uygulamaya konulması ise bu farzla bütünleşen fakat Müslümanlar için yerine getirilmesi gereken bir farzdır. Farzı yer yer ‘olmazsa olmaz’ anlamında kullanıyoruz ki dindeki yerinde de bu anlam saklıdır.
 
Eskiler daha kuşatıcı ve kısa bir ifadeyle siyaseti ‘İnsanların umuru ile uğraşmaktır’ diye de tanımlamışlardır ki doğrudur. İnsanların umuru (işleri) ile uğraşmak da İslâm’ın vazgeçilmez bir rüknüdür ki belki bu rükün diğer rükünlere hayatiyet kazandırıcı bir rükündür. Zira İslâm başlı başına bir siyasettir. İslâm’ın iştigal alanı siyasettir. İbadetten ticarete, komşu hukukundan aile efradına karşı mükellefiyetlerine, Ümmetin ortak malını gereğine uygun işlemekten alışverişe, giyimden aralarında çıkan ihtilafları çözmeye ve daha nelere kadar her şey insanların umurudur. Bu umur ise meşgul olmayı gerektirmekte, çözüme kavuşturulmaya muhtaç bulunmaktadır. Çözümün kendisine dayanacağı esasların belirlenmesine ve çözüm metoduna ihtiyaç vardır. Gerek esaslar gerekse metod en uygun olarak bulunmalı ve uygulanmalıdır. Bununla uğraşmak ise siyasettir ve farzdır.
      
Günümüzde olduğu gibi daha önceki asırlarda da insanlar, umurları ile meşgul olunmasına ihtiyaç duymuşlar ve meşgul de olmuşlardır. Resulullah (s.a.) insanların umuru ile meşgul olmuş ve bu umuru düzene koyacak kaideleri kendisine gelen vahiyle belirlemiştir. Vahiyde hem umurun hal çareleri hem de bu çarelerin uygulama metodları gösterilmiştir. İslâm insanların umurunu (işlerini) halledici, düzene koyucu ve koyduğu düzenleme ile de huzur getirici niteliğiyle başlı başına bir bütün arz eder. Belirlediği siyasetin temeli ‘Allah’ı razı etmek’ olmuştur.
 
Daha önceleri olduğu gibi günümüzde de insanlar bilerek ya da bilmeyerek, anlayarak veya anlamadan, az veya çok siyasetle meşgul olmaktadırlar. Günümüzde detaylandırılarak tarımdan ticarete, turizmden ekonomiye, meskenden enerjiye kadar her şeyde bir siyasete ihtiyaç duyulduğu, bir siyaset benimsendiği, aktüaliteden bile takip edilir haldedir. O denli siyasetle meşgul olunmaktadır ki kimilerinin siyasetle meşgul olunmaması gerektiğini söylemesi ve öyle hareket ettiğini sanması da bir siyasetle meşgul olmadır, fakat sakat ve siyasetin gerçeğine uygun olmayan bir meşgul olmadır. Böyle düşünmenin her şeyden önce siyasetin ne olduğunu bilmemekten kaynaklanan veya bunun muvazi olarak yanlış anlamanın sonucu olduğunu belirtmek istiyoruz.
 
Siyasetten uzak kalmanın taşlanan şeytandan uzak kalmakla eş anlamlı algılanması, olsa olsa siyasetin bizzat kendisi ile değil, onun yöntemlerinden, metodlarından bir metottan şikayeti kapsayıcı olduğunu düşündürtüyor. Zira her ideolojinin -dünya görüşünün, dinin- kendisine göre belirlediği amellerin değer ölçüsü vardır. Örneğin Makyavelizm diye adlandırılan yöntemde ‘gaye vasıtayı mübah kılar’ ölçüsü ile ‘gaye’nin mübahlığı ancak ‘mübah vasıtayla sağlanır’ ölçüsü arasındaki fark siyasette de kendini göstermekte ve ulaşılacak gayenin ne denli aziz olursa olsun kullanılacak vasıtada da bu izzeti koruyacak özelliklere dikkat edilmedikçe ulaşılan gayeye bir sürü rezillikle ancak ulaşılabilmekte ve gayede de izzet kalmamaktadır. Zira ona ulaşıncaya kadar hemen her şey tersyüz edilmekte, nice değerler çiğnenmekte ve böylece de ancak varılsa varılsa rezil bir sona varılabilmektedir. Nasıl varılmasın ki; varılan yere (ulaşılan gayeye) varıncaya kadar her şey mübah görülmüş, bütün değerler çiğnenmiş olarak varılmaktadır Bu durumda gaye nasıl ve ne şekilde yüceliğini koruyabilecektir, mümkün müdür onun yüceliğini, her türlü alçaklıkla, rezillikle koruyabilmek?!
Şeytandan korunmakla, böylesi siyasetten korunmak arasında yapılan benzetme elbette makuldür. Lakin siyasetin tümünü böyle bilmek, başka bir siyaset  bilmemek ise asla makul değildir. Zira İslâm’ı, tebliğ etmek siyasettir. Emri Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker siyasettir, ‘Sizden bir ümmet (topluluk) bulunsun ve insanlara iyi ile emretsin kötülükten nehyetsin’ hitabı siyasetin nasıl yapılacağını gösteren yöntemdir. Hacc da, namaz da, yeryüzünü ifsattan alıkoymaya çalışmak da siyasettir.
 
İslâm kendi düşüncesini gerçekleştirici metodu da kendisi koyduğu ve bir insicam bulundurduğu için onun siyasetinde ne metot olarak ne de düşünce olarak bir bozukluk, çelişki, çirkinlik yoktur. Çirkinlik ancak İslâm düşüncesini, İslâmî olmayan metotlarla uygulamaya koyabileceğini sananların anlayışından kaynaklanmaktadır. Çarpıklık buradan gelmektedir. Makyavel’in metodu ile İslâm gerçekleştirilemeyeceği, yaşanamıyacağı gibi Marksın metodu ile de gerçekleştirilemez. İslâm demokratik bir düzen olmadığından, demokrasi ile İslâm getirilmeye veya yaşanmaya çalışıldığında çarpıklık buradan kaynaklanmaktadır. Sosyalizm ile İslâm birbirinden çok farklı şeyler olduğundan bir İslâmî düşünce sosyalist bir metodla gerçekleştirilemeyeceği gibi sosyalist bir düşünce de İslâmî bir metodla gerçekleştirilemez. Eğer bu yapılmaya teşebbüs edilirse ortaya çıkan görüntü çirkinleşmektedir.
 
Komşu hukukunun kaideleri ile akrabalık ilişkilerinin hukuku da birbirine karıştırıldığı, biri diğerinin yerine kullanıldığında yine çarpıklıklar çıktığı gibi, sulh zamanının hükümleri ile harp hukukunu da karıştırmanın insanı, Müslüman’ı  içinden çıkılmaz çıkmazlara soktuğu görülmüştür. Soğuk harp ile sıcak harbi bile genelde harp olmalarına rağmen, hukukunun farklılığını göz önünde bulundurmadan, birbirine karıştırıp biri içinde iken diğerinin hukukunu uygulamak da insanımızı çıkmazlara sokmuş ve sokmaktadır. Velhasıl her şeyi yerli yerinde bilmek ve birbirine karıştırmadan ait oldukları yerde uygulamakla ancak sonuca ulaşılabilmektedir. Tabii ki sağlıklı sonuçlara ulaşabilmekten söz ediyoruz.
 
Biz Resulullah (s.a.)’ın ‘tek kişiden devlete giden yol’da neyi nasıl yaptığını anlamaya bakalım. Şöyle kısa fakat öz halinde de olsa O’nun siyasî hayatının anektodlarını vermeye çalışalım. Bu suretle Müslüman olarak siyasî tavırlarımızın nasıl olması, ne şekilde hareket etmemiz gerektiği de ortaya çıkacaktır.
 
Resulullah (s.a.)’a ilk vahiy geldikten itibaren başlayarak Medine’ye kendisinin de hicreti ile belirli bir dönemi tamamlanan ve sonrasıyla da devam eden yaşamını ana hatlarıyla ele alarak siyasetin ne demek olduğunu anlamaya çalışalım. Bizler için ‘güzel örnek’ bulunduğu bildirilenin hayatından bunu anlamaya çalışalım. Bir takım tasnifler yapmak konunun hem hatırda tutulmasını kolaylaştırmış olacak, hem de anlaşılması ve başkalarına da anlatılması kolay olacaktır.
 
I-) Hz. Muhammed’e ilk vahiy geldiğinden, bunun vahiy olduğuna kesin olarak inandığı zamana kadar geçen süre.
 
Bu sürede Hz. Muhammed gerçekten tereddüt geçirmiş, kendisine gelen şeyin Şeytan’dan mı, Allah’tan mı olduğu konusunda endişe, tereddüt sahibi bulunmuştur. Bu endişesini hem arkadaşı hem de hanımı ağırbaşlı, ciddi bir kadın olan Hz. Hatice ilk planda gidermeye çalışmış, kendisi ile de kalmayarak amcazadesi Varaka’ya alıp götürerek, kocasının başına gelen halden ona da sormuş ve Kureyş’in içinde nadir rastlanan İncil ve Tevrat’ı okumuş haniflerden olduğu söylenen Varaka’yı da dinleyen Hz. Muhammed kendisine gelenin Rabb’inden olduğu konusunda daha bir rahatlamıştır, emin olmuştur. Geniş bilgiler siret kitaplarında bolca bulunduğundan biz burada tafsilata geçmiyor, yalnızca satır başları gibi bilgiler vermeye çalışıyoruz.
 
Demek ki bu safha insanın taşıdığı tebliğin doğruluğuna önce kendisinin inanması gerektiğini gösterir safhadır, dersek isabet etmiş oluruz. Aklen de naklen de başka türlü olması yani inanmadığı bir şeyin dâîliğini yapması bir insan için olacak şey değildir. Samimiyetsizlik olur ve devamlılık arz etmez.
 
II-) Taşıdığı tebliğin kesinkes doğruluğuna inanan insanın bu tebliğini topluma iletmesi ve benimsetebilmesi için tebliğin mahiyetine yatkın gördüğü kişilerle konuşup, onları da kazanarak taşınan tebliği topluma birlikte mal etme çabasına girme süresi.
 
Bilindiği gibi bir fikir hiçbir zaman tek bir insan tarafından bir topluma mal edilememiştir. O insan Peygamber de olsa durum değişmemiştir. Zira Allah’ın sünneti böyledir. Peygamberler ise bu sünnete rağmen iş yapan kimseler değiller bilakis bu sünnetleri tanıyarak gereğine göre hareket eden kimselerdir. Nitekim bakıldığında kimi peygamberin havarisi, kiminin de sahabesi olduğunu görmüyor muyuz?
 
Bu bilinmelidir ki arkadaş ancak güven vererek kazanılır. Korku doğurarak, tehdit ederek, ya da menfaat sağlayarak bir fikre arkadaş, sahip, havari bulunmaz, bulunamaz. Bu yol ile bulanacak arkadaş olsa olsa mafya türü amaç taşıyanlar için bulunur. İslâm’ı taşımak ise mafyacılık değildir. İslâm insanlara insan olduğunu, insanca yaşamayı belletmek üzere gönderilmiştir. İnsanca yaşamak
ise insanın Yaratıcısını, hilkatini bilmek ve O’na kulluk edebilmenin yolunda bulunmakla mümkündür.
 
Bu safhaya günümüzün çok kullanılan tabiri ile ‘kadrolaşma’ safhası da denilmektedir. Bu safha ister istemez insanın tanıdıkları arasında taşıdığı fikre en yakın bulduklarından, mütemayil gördüklerinden başlamaktadır. Tamamen tersini düşünseniz bile bu başlama tarzında bir değişiklik göremezsiniz.
 
Hangi fikir olursa olsun, eğer tek kişi ile gerçekleştirilecek bir düşünce değilse ister istemez taşınılan düşünceye yatkın görünenler arasından yardımcı aranacaktır, uzak bulunanlardan değil. Nitekim Resulullah (s.a.) da tanıdıkları arasında ciddi bir insan olan hanımı Hz. Hatice’den başlayarak en iyi anlaşa geldiği Hz. Ebu Bekr’e açmıştır bu fikrini -yani kendine geleni- öyle değil mi?
 
Ne var ki dikkat edilecek husus zahiri yatkınlıklar olmayıp, derûnî (ciddi, samimi) yatkınlıklar nazara alınmalıdır. Aksi halde aldanmalar olacak ve hüsran hasıl olacaktır. Bu safha düşünce ve metodun iyice tanınması, bilinmesi ve  kesinkes inanılması safhasıdır. Zira ileride karşılaşılacak güçlükleri göğüsleyecek olanlar gerektiği şekilde kendilerini hazırlamamış olurlarsa mutlaka büyük yenilgiler, yanılgılar, kırılmalar hasıl olacak ve hezimet de kaçınılmaz bulunacaktır. Buna meydan vermemenin tek yolu ise her şeye rağmen, karşılaşılacak güçlüklerin Allah’a sığınarak hepsine göğüs gerebilmek yeteneğinin kazanılmasıdır. Bu bir yerde olmazsa olmaz cinsinden bir şeydir. Öyle gün olacaktır ki yalnız, hem de yapayalnız kalacak ve tecrit olunacaktır düşüncenin sahipleri... İşte bu yalnızlıkla dahi onlar Allah’a gurbetleri ile kendilerini yalnız hissetmekten korunacaklar, inkisar yerine ümit taşıyacaklar, kendilerine ne yapılırsa yapılsın kendileri yalnızca İslâm’ın kendilerinden istediği gibi olmayı şaşmadan sürdürebileceklerdir.
 
İslâm öyle bir şeydir ki onu yaşayan asla yılgınlık duymaz. Allah’a gerçekten tevekkül eden, kesinlikle başka vekil edinmek gereğini hatırına bile getirmez. Kendisine yapılan hiçbir kötülük onu aynıyla ya da daha değişik bir kötülükle cevaplamaya meylettirmez. Kendi malı alınır, lakin o başkasının malını almaz. Kendine hakaret edilir lakin o hakaret
edene bile hakaret etmez. Kendisine zulmedilir lakin o kimseye zulmetmez. Zira o bilir ki kendisi bir Müslüman olarak korunması gereken değerleri korumakla yükümlüdür. Kendisi de bozulur ve kendisine yapılan bozuklukları o da başkalarına yaparsa bu değerler yeryüzünden kaybolur. Bu takdirde ortada değerler kalmaz. İşte bu hal mahvolmuşluğun halidir. Resulullah’a bakınız: Kendisine ve kendine inananlara yapılanların hiçbirine aynıyla değil, ancak İslâm’ın kendine ta’lim ettiği ile mukabele etmiştir. Medine’ye hicret edenlerin mallarına, evlerine gözlerinin önünde el konulmuş, lakin o Medine’ye giderken elindeki emanetleri bir bir sahiplerine iade ederek gitmenin çarelerini bulmuş ve uygulamıştır. Dememiş ve yapmamıştır ki bu müşrikler Müslümanların mallarına el koyuyorlar ben de onların bendeki mallarını alıp Medine’ye götüreyim de bari yaptıklarının bir kısmına karşılık olsun ve hiç değilse onlara bir kaç günlük geçim olsun. Yapmamıştır Resulullah bunu, düşünmemiştir bile...
 
Dikkatlerinizi çekmek istiyoruz, Müslüman olarak kimi örnek alacaksınız? Resulullah’ı ise O, böyle yapmıştır. Bize de öylesi düşer. Başka türlüsünü yapmayı düşünen ve yapanlardan ise elbette Allah’ın Resul’ü beridir. Bu böyle biline...
 
Bu süreç kesinlikle kamuoyunu kazanma, lehine çevirme sürecidir. Kamuoyu o demektir ki ona rağmen düşünenler (kemiyet bakımından) çok olsalar bile ona karşı gelemezler. Yani kamuoyuna rağmen bir şey yapılamaz, yapılsa da tutmaz. Hakim kanaat manasına da kullanılan kamuoyu, ağırlığını herkesin üzerinde hissettiği genel kanaat demektir. Genel kanaat ise mutlaka çoğunluğun sahibi olduğu kanaat manasında olmayıp, çoğunluğu etkisi altında tutan kanaat demektir.
 
Bu dönemde kamuoyu kazanmak ve buna dayanarak otoriteye ulaşmak için çalışılır. Bu dönemde zorunlu hüküm, uygulanma imkânı taşımaz. Bu sebeple kimsenin gerek kendi aralarında, gerekse ferdî olarak şu veya bu şekilde hüküm vererek onu uygulamaya koyması da caiz değildir. Müeyyide anlamına gelecek şekilde kullandığımız hükmü uygulamadan kaçınmak, uzak durmak gerekir. Zira hüküm uygulamak sulta sahibi bulunmayı gerektirir ki bu yetki yalnızca devlet yani hakiki sulta sahibine aittir. Devletin dışında herhangi bir sulta sahibi yoktur ve olamaz da. Olur veya bulunursa devlet içinde devletlik söz konusu olur ki mevcut devletin, otoritesinin tartışılmaya başlandığı anlamına gelir. Buna son vermek gereklidir.
 
Gösterilecek gayretle doğru orantılı olarak bu süreç kısalır veya uzar. Lakin bilinmelidir ki öncelikle sürece ömrünü kazandıran sürecin gerekleridir. Bunlara riayet gerekir. Riayet edilmezse sonuç alınamaz veya ortaya çıkacak sonuç başlangıçta hedeflenenden başkası olacaktır. Ki istenilen de bu değildir.
 
Her hal ve kârda helâl ve harama riayet etmek, kimsenin malına, canına, ırzına Allah’ın koyduğu hudutları aşarak zarar vermemek gerekir. İslâm mutlaka korunması gereken değerler toplamıdır. Bu değerler korunmadıktan sonra neye ulaşılırsa ulaşılsın, nasıl ulaşılırsa ulaşılsın demenin bir anlamı yoktur ve olamaz. Bize Allah’ın Resul’ü bunun nasıl gerçekleştirilmesi gerektiğini fiilen öğretmiştir. Evinde başlayarak belirli bir süre devam eden tebliğinin ikinci ana safhası Ebû Kubeys’in eteklerinde Kureyş’i etrafına kendisini dinlemek üzere çağırmasıyla başlamıştır. Ve ta II. (bir diğer tasnife göre de üçüncü) Akabe Biatı’na kadar sürmüştür. Bu Akabe Biatı başlı başına bir olaydır ve mutlaka anlaşılması gerekmektedir. Kaynaklara bu nazarla bakılmasını ve konuyu anlamaya çalışılmasını zaruret olarak görürüz.
 
İkinci Akabe Biatı ile Resulullah’ın Medine’ye göçeceklerin en sonuncusu olarak gittiği güne kadar geçen süre pek kısadır ve üç ay civarındadır. Fiilî otorite teşekkül etmiş ve otoritenin de başı hükümleri uygulama konusunda anlaşmaya varılan insanların başına varıp ulaşmıştır artık.
 
İşte bu dönem yeni bir dönem olup devlet olma dönemidir.
 
III.) Devlet olma dönemi: Bu dönem fiilen II. Akabe Biatı ile başlamıştır denilebilir. Devlet olmaya resmen ve fiilen karar verilen ve idare edecek ve edileceklerin müşterek rızaları ile bilfiil gerçekleşen bu biat (Devlet olma kararı) ile üzerinde hakimiyetleri bulunan topraklarda toplanmaya başlanılmış ve devletin başının da gelmesi ile kuruluş fiilen tamamlanmıştır. Pek küçük bir varlık şeklinde de olsa teşekkül eden yeni devlet başında Resulullah’ın bulunduğu, Allah’ın hükümleriyle hükmedilen, komşularıyla da ilişkilerinde yine aynı hükümlere göre anlaşmalar yapma yetkisini taşıyan bir devlet. Küçük bir coğrafyada da kurulsa iktidar, halk ve toprak unsurları üzerinde yükselen bir devlet. Bilindiği gibi bu devlet ilk iş olarak Medine’nin yerlisi olan henüz Müslüman olmamış bazı araplar ve belli başlı üç büyük (nüfusu çok ve organize halde anlamında büyük) yahudi kabilesi ile 47 maddelik bir anlaşma yapmış ve bu anlaşmada karşılıklı haklar belirlenmiş, mükellefiyetlere yer verilmiş, bir takım problemlerin nasıl çözümleneceği aydınlığa kavuşturulmuştur. Bu anlaşmanın bir kısmı iç hukuk kaideleri denilebilecek kaideler iken diğer bir kısmı da devletlerarası hukuku ilgilendiren kaideler olarak görülmelidir. Bu anlaşmanın bir takım hükümlerine iyi komşuluk anlaşması gözü ile de bakmak konuyu açıklığa kavuşturucu olacaktır. Nitekim üç yahudi kabilesi ile ilgili hükümler bu tür sorunları kapsamına
almaktadır. Adı geçen bu 47 maddelik sözleşme ile bir yandan iç hukuk esasları belirtilirken, diğer yandan başka devletlerle ilişkiler (uluslararası ilişkiler) tespit olunmuş, bunun hukuku tespit olunmuştur. Yani genelde bir hukuk tespit olunmuş ve bu hukuka riayet sağlanmaya çalışılmıştır. Günümüzde buna hukuka tabi devlet anlayışı denilmektedir. Yalnızca tabir olarak benzerlik gördüğümüz fakat hukuka tabi devlete Hukuk Devleti denildiği halde ‘hukuku tanımamayı hukuk edinmişleri’ kastetmediğimizi hemen belirtmek isteriz.
 
Devlet haline gelme dönemi kesif olarak ahkam ayetlerinin de nazil olduğu dönemdir. Nitekim kıtal ayetleri de Medine’de nazil olmuştur. Devlet düzenine tealluk eden sair ayetler de keza Medine’de nazil olan ayetlerdir.
 
Allah’ın Resulü’nün siyasî hayatını böylece pek genelde de olsa özetlemiş olduk. Üç ana bölümde vermeye çalıştığımız ve pek az olayı açıklayıcı olarak zikrederek konuyu aydınlatmaya çalıştığımız dikkatlerinizi çekmiş olmalıdır. Bilinmesi gereken daha birçok detay vardır. Bunları ise Kur’an’ı ve Peygamber’in hayatını bütün tafsilatı ile defaatle okumak ve müteala etmekle edinmek kabildir. Yazımızın sonunda konumuzu ilgilendiren ve daha teferruatlı bilgi edinilecek olan yararlanılan kaynaklardan bazılarının bir listesini ilave ettik. Umulur ki hiç değilse bazıları olsun müteala olunsun ve gerçekten konuya ilgi duyuluyorsa bilinmesi gerekenler öğrenilsin. Bilinmeden de hiçbir şey yapılamayacağı bilgisi bari bilinsin.

 

 

(1) Gaşiye 88/17-20, (2) Mü’minun 23/12-14.

 

Yararlanılan Kaynaklar:

 

(1) Kamu Hürriyetleri; Prof. Münci Kapan, A.Ü. Hukuk Fakültesi Yayınları: 392, Beşinci baskı, 1976, ANKARA

 

(2) Siyaset Bilimine Giriş; Prof. Bülent Daver, Kalite Matbaası, Dördüncü Baskı, 1976, ANKARA

 

(3) Siyasetname; Nizamülmülk. İÜ. Hukuk Fakültesi, İdare Hukuku ve İdare İlimleri Enstitüsü Yayınları, Birinci Baskı, 1954, İSTANBUL

 

(4) Mukaddime; İbn Haldun, M.E.B. Devlet Kitapları, İkinci Baskı, 1968, ANKARA

 

(5) İslâmda Devlet İdaresi; Mulıammed Hamidullah, Naşiri: Mürşid Çantay, Birinci Baskı,1963, İSTANBUL

 

(6) Ahkamü’s-Sultaniyye; El Maverdi, Bedir Yayınevi: 113, Birinci Baskı,1976, İSTANBUL 476 Ercümend Özkan

 

(7) Kitab’ül Haraç: Kadı Ebu Yusuf, İÜ. İktisat Fakültesi, Maliye Enstitüsü: 45, 1970, İSTANBUL

 

(8) İbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi; Ümit Hassan, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 405, 1977, ANKARA

 

(9) Siyasi Partiler; Maurice Duverger, Bilgi Yayınları, İkinci Basım, 1974, ANKARA

 

(10) Politika; Aristotales, Remzi Kitabevi, Birinci Baskı, 1975, ANKARA

 

(11) Devlet; Eflatun, Remzi Kitabevi, İkinci Baskı, 1971, İSTANBUL

 

(12) Siyasi İnsan; Seymour Martin Lipset, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Siyasi İlimler Serisi: 8, Birinci Baskı, 1964, ANKARA

 

(13) Uluslararası İlişkiler Kuramı ve Dünya Siyasal Sistemi; Kenneth Waltz-George H.Quester, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları: 510, Birinci Baskı, 1982, ANKARA

 

(14) Uluslararası Politika; Prof. Mehmet Gönlübol, S. Yayınları, İkinci Baskı, 1979, ANKARA

(15) Din ve İdeoloji; Prof. Şerif Mardin, İletişim Yayınları, İkinci Baskı, 1983, ANKARA

 

(16) Politika Sözlüğü; Aşukin Butirsky Veber-Davidov, İlina-Kirlilova-Lenin-Lukovtseva-Struva-

Yunin, Sosyal Yayınları, 1979, İSTANBUL

 

(17) Dünya Politika Ansiklopedisi; Ahmed Angın Yönetimindeki bir heyet tarafından hazırlanmış, Kitapçılık Ltd. Şti. Yayını, 1967, İSTANBUL

 

(18) Politika ve Ekonomi-Politika Sözlüğü; Bulgaristan’da Bir heyet tarafından hazırlanmış,Yeni Yayınları, 1978, İSTANBUL

 

(19) Baskı Gruplarının Siyasal İktidarla İlişkileri; Dr.Mehmed Akad, İ.Ü. Hukuk Fak. Yay, 479, 1976, İSTANBUL

 

(20) Siyasal Düşünceler Tarihi; George Sabine, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayını, 16, 1969, ANKARA

 

(21) Devlet Sistemleri; Prof. Esat Çam. İ.Ü. İktisat Fakültesi Yayınları: 381, 1976, İSTANBUL

 

(22) Siyasal Sistem ve Siyasal Davranış; Dr. İlter Turan. İ.Ü. İktisat Fak. Yayınları, 389, 1977, İSTANBUL

 

(23) Siyasal Partiler; Ergun Özbudun, A.Ü. Hukuk Fak. Yayını, 409, 1977, ANKARA

 

(24) İslâmda Siyasi Düşünce ve İdare; Hanın Han Şirvani, İrfan Yayınevi, 1965, ANKARA

 

(25) İslâm Devletinin Rükünleri; S. Haşıroğlu, İslâm Neşriyatı, 1980, ANKARA

 

(26) İslâm Ülkelerinde Anayasa Hareketleri; Doç. Salih Tuğ, İrfan Yayınevi, 1969, İSTANBUL

 

(27) İslâm Vergi Hukukunun Ortaya Çıkışı; Dr. Salih Tuğ, A.Ü. İlahiyat Fak. Yayınları, 50, 1963, ANKARA

 

(28) Devlet ve Din; Prof. Çetin Özek, Ada Yayınları, İkinci Baskı, 1983, İSTANBUL

 

(29) Resulullah’ın İslâm’a Davet Metodu; Ahmed Önkal, Hayra Hizmet Vakfı Yayınları, 11, 1981, KONYA

 

(30) İslâm Hukukunda Milletlerarası Münasebetler ve Ülke Kavramı; Dr. Ahmed Özel, Marifet Yayınları,

İslâmî Araştırma Serisi: 10, 1982, İSTANBUL

 

(31) Meydan Larousse; Politika ve Siyaset Maddeleri (Cilt 10-11)

 

(32) Halkla İlişkiler; Alaeddin Aşna, I Cilt, Başaran Matbaası, İkinci Baskı, 1974, İSTANBUL

 

(33) Tarih Boyunca Politika; Atilla Tokatlı, 1 Cilt, Hürriyet Yay., 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

 

(34) Dünyada İlk Yazılı Anayasa; İslâm Anayasası; Doğan GüneşYay., 1. Baskı, 1965, İSTANBUL

 

(35) İslâm Teşkilatı; Koca Emirzade, Haz. Melih Yuluğ, 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

 

(36) İslâm’da Devlet İdaresi; Muhammed Hamidullah, Çev.: Kemal Kuşçu, 1. Cilt., Ahmed Said Matbaası, 1. Baskı, 1963, İSTANBUL

 

(37) İslâm Devletler Hukuku (Siyeri Kebir); İmam Muhanmed, Çev.: M. Said Şimşek, İbrahim Sarmış,

1. Cilt. Evs Yay., 1. Baskı, 1980, İSTANBUL

 

(38) Kitabu’l-Emval; Ebu Ubeyd, Çev.: Cemaleddin Saylık, 1. Cilt, Düşünce Yay., I. baskı, 1981, İSTANBUL

 

18 Ekim 2013

iktibasdergisi.com/news_detail.php?id=21568

www.islamiyontem.net

Paylaş :




WhatsApp