Uluslararası Sistem Nereye Doğru Evriliyor?
Müslümanların Duruşu
İki kutuplu dünya siyasal sistemi resmen çökmeden önce Şubat 1979’da İran’da bir devrim gerçekleşti. Her ne kadar bu devrim biz Müslümanlar açısından beklenilen, olgunlaşmış bir devrim olmasa da, siyasi olarak dünyayı şaşırtan, küresel güçleri çaresiz bırakan bir devrimdi. Aynı zamanda bu devrim, üzerlerine ölü toprağı serpilmiş Müslümanların büyük bir kısmının uyanmasını, “öze dönüş” çabaları sonucu belirli bir bilince ulaşmış olanlarda ise İslam’ın yeniden iktidar olmasını pratikte pek mümkün görmeyen marazi bir psikolojiyi ortadan kaldırmış, onları da silkelemiştir.
Bu devrimle bir şey daha gündeme gelmiştir. Uluslararası sistemin açmazları ve sorunları…
Küreselleşen, iletişimin öne çıktığı bir dünyada artık “güçlüyüm, öyleyse istediğimi yaparım!” döneminin bittiği, en azından kaba yöntemlerle yürütülen bir düzenin devam edemeyeceği ortaya çıkmıştır. Güç dengelerine dayanan mevcut sistemin adaletsizliği, değişen dünya ve bölge koşullarının ortaya çıkardığı merkez kaymaları (ekonomik ve siyasal boyutlarıyla), ulus-devlet yapısının tartışılmaya başlanması söz konusu olmuştur. Özellikle de 11 Eylül 2001 saldırılarıyla birlikte, gerek ‘Vestfalya’ ruhunun yenilenmesi ve gerekse de bu saldırıyla birlikte uluslararası sistemin sekülerizm anlayışı hakkında yeni analizlerin yapılması zorunluluğu ortaya çıkmış ve bu yöndeki çabalar daha çok gündeme gelmiştir.
Tüm bu gelişmelere ve sistemin zaaflarına rağmen, uluslararası sistemde belirleyici olan güç ilişkilerinin niteliğinin belirleyici olduğu bir süreç yaşanmaktadır. Dolayısıyla İran devrimi ve 11 Eylül olaylarına rağmen, egemen güçlerin menfaatleri, medeniyet algıları ve adalet anlayışları, bu değişim ve dönüşüm sürecinde de sisteme yansımaya devam etmektedir. Egemen güçlerin belirleyicilikleri ve kendi felsefelerini sisteme yansıtmaları kaçınılmaz olmasına rağmen, bu belirleyicilik kimi zaman çok net bir şekilde ortaya çıkarken, kimi zaman da konjonktürel belirsizlikler ve sürecin niteliği gereği daha az belirgin hal alabilmektedir.
Söz konusu güçlerin dünya hâkimiyetleri ve uluslararası sistemdeki belirleyiciliklerinde "güç parametreleri" veya "güç denklemi"nin önemli bir veri olduğu da hafızadan çıkarılmamalıdır. Yani zalim de olsalar, adil de olsalar egemen olan güçlerin belirleyicilikleri bu denklemdeki yerlerine göre ortaya çıkmaktadır.
Bunlar:
1. Sabit veriler: Coğrafya, tarih, nüfus, kültür…
2. Potansiyel veriler: Ekonomik kapasite, teknolojik ve askeri kapasite
3. Kültürel kimlik ve stratejik zihniyet
4. Siyasal irade veya kadro…
Sistem düzeyinde olaylar takip edilmelidir
Söz konusu parametrelerin ağırlıkları dönemlere ve konjonktürel gelişmelere göre farklı ağırlıkta olabilirler. Ama unutulmaması gereken bu parametreleri dikkate almayan hiç bir misyonun ve vizyonun gerçekleşmesi kolay değildir. Rabbimizin gücü, iktidarı insan toplulukları arasında döndürdüğü gerçeğini hatırda tuttuğumuzda, ne mevcut durumun içinden çıkılamaz, mahkûm olunan bir durum olduğu değerlendirmesine, ne de kendiliğinden değişeceği zehabına kapılamayız. Zira bizim irademiz dışındaki değişimler bizler için bir veri oluşturmasına rağmen yeni dengelerde belirleyici olmamızı sağlamaz. Bu çerçevede, sistem düzeyinde olaylar dikkatle takip edilmeli ve sonuçları kestirilmeye çalışılmalıdır.
Öyle ki, sistem düzeyindeki olaylar, uluslararası sistemin kurulu ilkeleri ve kurumları üzerinde doğrudan sonuçlar üretir ve güç hiyerarşisi, hegemonik gücün sistem içindeki rolü ve izlediği politikaların sınırları, genel eğilimler ve diğer hususları etkilemektedir. Bu nedenledir ki, İran Devrimini de atlamadan, özellikle 11 Eylül saldırılarını sistem düzeyindeki bir olay olarak irdelememiz gerekir.
Bu olaylar,
• Öncelikle ‘egemenlik’ düşüncesinde ve uluslararası sistemi algılamada bir kırılmayı, değişimi ifade etmektedir.
• Aynı zamanda, uluslararası sistemin temel taşı olan ulus-devlet yapısındaki yetersizlikler ve zaafları ortaya çıkarmıştır.
• Ulus-devlet sisteminin seküler doğasının teorik ve pratik anlamlarıyla sıkı bir şekilde sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Bu sorgulamada öne çıkan husus, uluslararası sistem-din ilişkisidir.
Yeni dönemde, değerlerin yorumlarının dikkate alındığı, kimlik-kültür faktörlerinin belirleyiciliğine önem veren yaklaşımların daha çok kabul göreceği bir vasattan bahsetmemiz mümkündür. Bir başka ifade ile, bireyi analizin merkezine alan ve uzunca bir süredir değişik versiyonlarıyla geçerliliğini sürdüren sekülerleştirici etkiye bir nebze daha mesafeli yaklaşımla, yeni dönemin dinamiklerinin daha iyi anlaşılabileceği sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla burada katı anlayışların yumuşatılmasının ötesinde, ama seküler çizgi korunarak, batının din algısının sınırlarını zorlayan farklı bir paradigmanın oluşturulmasının güçlü bir eğilim haline geleceği söylenebilir.
Yenilgi psikolojisini bir türlü üzerinden atamayanlar!
Post-modern dönem ertesinde batıda böyle bir eğilim güçlü bir şekilde kendini gösterirken kendilerini İslam ile tavsif eden ve yenilgi psikolojisini bir türlü üzerinden atamayarak, düşünce ve inanç sistemlerinin önlerine koyduğu güçlü ilkeleri görmezden gelen ya da uzun vadeli bir mücadeleyi göze alamayanlar ise bu trendin tersine bir eğilime girmişlerdir. Her şeyden önce şunu da belirtelim ki, bu kesimin din algısında da yeniden şekillenme kesinlikle gündemdedir. Ancak bu eğilim maalesef yeni bir medeniyet projesi olarak gündemde değildir. Batı’nın yaşadığı tarihi süreç ve bu sürecin sonunda ortaya çıkan Greko-Romen kültürün vasatında olan bu proje, ortaya çıkan seküler eksenli medeniyetin açmazlarını çözen ve insanlığa sunamadığı yaşama gayesine uygun bir hayat tarzı, misyonu ve vizyonu olan bir medeniyet projesi değildir. Tam tersine, insanlığın kurtuluşuna ve hayatın anlamına uygun bir çizgiye/eksene yeniden kavuşmasına vesile olacakları beklenen insanlar, kısa vadeli hesaplar uğruna iflas etmiş batılı değerleri sözde evrensel(!) olarak niteleyerek, Müslümanların değerleriyle “uyumlulaştırma”, en azından “bunlarla çatışır yorumlarından kaçınma” yoluna gitmişlerdir…
Evet, çoğu kesimlerin hayatı algılamalarında ve yaşantılarında önemli izler bırakan ulus-devletlerarası ilişkiler, yerini uluslararası ve ulus-ötesi aktörlerle devletlerin çok yönlü yürüttüğü bir yapısal kurguya terk etmeğe başladığı söylenebilir. Örneğin, ‘sınır güvenliği’ kavramı, yerini ‘sınır aşan güvenlik’ konseptlerine bırakmaktadır. Ama unutulmaması gereken önemli bir husus, tüm bu gelişmelere karşı modern hayatın temel eksenini oluşturan Vestfalya sistemi, tarihte karşılaştığı meydan okumalara karşı kendini koruduğu gibi, bu gelişmeler karşısında da bir çıkış yolu bulmuş gibidir. Zira bu konjonktürde, Kur’an merkezli düşünen insanımız, insanlığın karşısına misyonunun gereği bir hazırlık ve donanımla çıkamamıştır. Bunun yanı sıra, uluslararası sistemin güç hiyerarşisinde zirvede gözüken aktörlerin çoğu da, uluslararası yapıda, sistemik sonuçlar doğuran gelişmelere karşı hassas davranmış, kendi çıkarları ve gelenekleri açısından gerekli gördükleri yeni şartlara uygun bir açılıma başvurmuşlardır.
Batı ideolojik savaştan hiç vazgeçmemiştir
Demokrasi, insan hakları, sivil toplum gibi batılı kavramların tarihsel olarak insanlığın ortak üretimi(?), evrensel kavramlar olarak nitelendirilmesi için her türlü kültürel çabayı göstermiş, bu yönde ideolojik savaştan hiç vazgeçmemişlerdir. Aslında seküler felsefenin ürünleri olan bu kavramlar, uluslararası normların da özünü teşkil ettiğinden bazılarına güçlü görüntü vermiş ve Kur’an mesajını doğru okuyamayan bazılarının referansı haline gelmiştir. Her ne kadar gelişmeleri/olayları eski parametrelerle izah eden, ulusalcı bakış açısını sürdürmek isteyen, statükocu, otoriter yapılar bu kavramların yeni yorumlarından tedirgin olsalar da, bu gerçeği değiştirmemektedir.
Bir başka önemli husus da, değişen dünya dengelerinde oluşan yeni düşman konseptidir. İki kutuplu siyasal sistemde, düşman algısı olarak ‘Komünizm-Sosyalizm’ gündemdeyken, yeni dünya düzeninde çok açık bir şekilde, “İslam”ın ve İslam’ı Kur’an merkezli algılayan Müslümanların (terörle de bir şekilde irtibatlandırıldıkları ya da terörü bir yöntem olarak seçenlerle aynı parantez içinde değerlendirdikleri) bir düşman olarak algılaması söz konusudur. Bu durum, bir taraftan, değişen dünya dengeleri ve yeni düşman algısı nedeniyle, Müslümanları, uluslararası sistemin merkezine taşırken, diğer taraftan bir stratejinin/bir projenin aktörü olarak karşımıza çıkarmakta ve İslam’a ve Müslümanlara karşı ‘yumuşak güç’ olarak konumlandırmaktadır. Ama bu sürecin en can alıcı boyutu olarak Müslümanların çoğu, değişen dünya ve bölge şartlarının ortaya çıkardığı bu politikayı doğru okuyamamış olmalarıdır. Dahası, ‘Ilımlı İslam gibi sorunlu bir din algısına ‘meşruiyet’ temeli oluşturulması adına, İslam’ın temel referansı ile çatışan bu anlayış, [geleneksel din algısı-tasavvuf ve günümüz sorunlarına kayıtsız kalmamak söylemi ile yola çıkan] modernist-tarihselci din algılarıyla perdelenmek istenmiştir. Böylelikle ana felsefesi temel referansımız Kur’an’la çatışan bu okuma zemininde, sözde evrensel olarak nitelenen kavramlarla (Batılı değerlerle) Müslümanların değerlerinin telifi/uyumlulaştırılması etkin bir şekilde gündemdeki yerini hızla almaktadır.
Dolayısıyla bu uyumlulaştırıcı din algısı, geçmişteki benzerleri gibi sadece küresel güçlerin Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki yeni sömürgeci hamlelerinin önünü açmakla kalmadı, aynı zamanda küresel güçlerin yerli işbirlikçilerinin yardımıyla Müslümanlara yönelik “zihniyet kuşatması projesi”nin de ekseni haline geldi.
Süreç müslümanlar için güçlü bir fitne ortamı hazırlıyor
“Dine karşı din” düzleminde sofistike bir ‘ideolojik savaş’ boyutuna ulaşan bu proje, kendilerini İslam ile tavsif eden iki ayrı kesimin net bir şekilde ortaya çıkmasına ve karşı karşıya gelmeleri sonucunu doğurdu. Küreselleşen dünyada Müslümanların durumunu irdeleyenlerin gözden kaçırmaması gereken bu süreç, giderek Müslümanlar açısından güçlü bir fitne ortamına zemin hazırladığından hiç şüphe yoktur! Bu bağlamda, yeni konumu ve misyonuyla paralel olarak, Türkiye’nin Müslümanların yaşadığı coğrafyaya yönelik “ideolojik taşeron”luğunu ve bu çerçevede “model ülke” olarak sunulmasını gözden kaçırmamak gerekir. 1980’li yıllardan bu yana belirtilerini gördüğümüz ve geçmişi çok daha gerilere dayansa da 2000’li yıllarla birlikte giderek belirginleşen bu süreç, Türkiye’nin yeni konumu ve misyonuyla paralel olarak gelişen dış politikasıyla, içerideki sistem içi çatışma ve geçirdiği evrilmeyle doğrudan bağlantılı bir durumdur. Yeni Türkiye, küresel güçlerin temel politikalarıyla çatışmayan/paralel hareket eden, ancak kendi hedeflerinin de, yeni misyonuyla paralel olmak kaydıyla, peşinde olan bir ülke karakterine bürünmüştür. Bir başka ifade ile Türkiye, beklentileri ve hedefleri doğrultusunda, yeni politikalarını, değişen dünya ve bölge koşullarını da dikkate alarak, küresel güçlerle paralel doğrultuda tutarak ve temel ideolojik eksenini koruyarak yol almaya gayret etmektedir. Bu bağlamda, gerek küresel güçlerin Müslümanların yaşadıkları coğrafyaya yönelik yeni hedefleri ve politikalarının başarılı olabilmesi, gerekse de Türkiye Cumhuriyeti’nin temel hedefleri ve karakterini kaybetmeden, yeni şartlara uyumlu bir evrim geçirmesi açısından, Türkiye’nin “model ülke” kavramıyla neyin anlaşıldığı/anlaşılması gerektiği doğru bir şekilde ortaya konulmalıdır.
"MODEL ÜLKE" TÜRKİYE
Bazılarının bilerek ve maksatlı bir şekilde, bazılarının ise bilmeyerek ifade ettikleri gibi "model ülke" kavramıyla kastedilen, Türkiye’nin sisteminin, özellikle siyasal sisteminin örnek alınması değildir. Zaten, Türkiye’nin siyasal sistemi henüz “çağdaş uygarlık seviyesi” olarak sunulan batılı standartlara henüz ulaşamamış ve bu yolda evrimini tamamlayamamış bir yapıda olduğundan dolayı örnek olması söz konusu değildir. Türkiye’nin “Ilımlı İslam" algısı ekseninde yürüttüğü bu yeniden yapılandırmayla iflas eden eski paradigmanın yerine, toplumla barışık, dolayısıyla toplumsal derinliği olan yeni bir paradigmanın oluşturulması süreci yaşanmaktadır. Bu sürecin dünyadaki yeni trendle uyumlu bir şekilde yürütülmesi ve batının yeni düşman algısı çerçevesinde bölge politikalarında önemli bir açmaz olarak görülen batılı değerlerle Müslümanların değerlerinin telifi/uyumlulaştırılması çerçevesindeki aldığı yol açısından Türkiye’nin “model ülke” olması gündemdedir. Burada unutulmaması gereken husus, sözde evrensel (batılı) değerlerle Müslümanların değerlerinin seküler eksende uyumlulaştırılmak istenildiğidir. Türkiye’nin yeni dış politikası, buna paralel olarak içeride sistem-içi mücadele ve bunun ortaya çıkardığı evrilme tamamen bu uyumlulaştırma projesi ile bağlantılıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin temel politikalarda küresel güçlerle çatışmayan bir çizgide yol alması özellikle tespit edilmesi gereken bir husustur. Ancak bu tespit yanlış anlaşılmamalıdır. Bu, Türkiye’nin yeni değerleri ve bunun ortaya çıkardığı yeni konumu ve misyonu çerçevesinde beklentileri ve hedefleri olmadığı anlamına gelmez.
Türkiye’nin ‘Ilımlı İslam’ ideolojisi ekseninde yürüttüğü yeniden yapılandırma çabaları, toplumla barışmayı, toplumsal derinlik kazanmayı da beraberinde getirse de, en önemlisi bölgeye yönelik yeni misyonunu yerine getirebilmek için aynı zamanda bir gerekliliktir de. Zira bazılarının ‘sömürgeciliğin yeniden doğuşu’ dedikleri şey, Müslüman coğrafyaya yönelik ideolojik bir savaş, Müslümanların zihinlerini kuşatmaya ve bölgeyi küresel sistemle entegre etmeye yönelik sofistike bir mücadeledir. Ve hiç kuşkusuz konunun farkında olan Müslümanların ideolojik savaşın gereğini yerine getirmeleri ve özgün çözüm üretmeleri söz konusu olabilir.
Kur'an merkezli düşünen müslümanlar
Bu ve benzeri stratejik süreçler ve ideolojik savaşlar nedeniyle, Müslümanların, Batı mentalitesinin ürünü olan temel/ideolojik kavramlarla yapılan analizlere dikkat etmeleri büyük önem arz etmektedir. Zira bu kavramlar, Müslümanların içinde bulundukları zilleti ve bölgenin gerçeklerini yansıtmaktan çok, batının yeni dönemde bölgeye bakış açısını, zihniyetini yansıtan kavramlardır. Demokratik bir bakış açısına sahip olanlar için bu gelişmelerin heyecanla izlenmesi, sürece katkı verilmesi ne kadar önemli ise, Kur’an merkezli düşünen Müslümanların da bu proje, politikalar ve kavramlar konusunda en az diğerleri kadar duyarlı ve dikkatli olmaları gerekir. Tüm peygamberlerde ortak bir boyut olarak karşımıza çıkan itikadi/ideolojik duruşun netliğini koruyarak gelişmeleri takip etmek, kendisine açtığı yeni imkanları görmekle birlikte reel şartların aldatıcı cazibesine kapılmadan iflas eden bir paradigma yerine ikame edilen paradigmanın ideolojik ve yöntemsel tuzağına düşmemek, Müslüman’ın önemli bir sınavıdır. Demokrasi, insan hakları ve sivil toplum gibi kavramlar, insanlığın ortak üretimi evrensel kavramlar olarak sunulmaktadır. Seküler felsefenin bir ürünü olan bu kavramların, otoriter statükonun seçkinlerini rahatsız etmesi bizi aldatmamalıdır.
Değişen dünya ve bölge dengelerinin, İslam’ı ve Müslümanları uluslararası sistemin merkezine çekme çabası ve bunu gerçekleştirirken sistemin temel değerleri ve kavramlarıyla uyumlu bir duruşu desteklemesi manidardır. Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, önce küresel sistemin yeni düşman konseptinin karşılığı olan İslam algısı oluşturulmakta, daha sonra bir stratejinin gereği olarak Müslümanları iki ana grupta telakki eden bir proje ile bu algı desteklenmektedir. Bu sorunlu İslam algısının, ‘Kur’an merkezli din algısıyla kavgalı okumalar’ zemininde, batılı değerlerle Müslümanların değerlerini telif gayreti, karşımıza ılımlı ve radikal olmak üzere iki İslam algısı çıkarmış bulunmaktadır. Ilımlı laik bir eksende yeni yorum olarak sunulan din algısı küresel güçlerce desteklenirken, radikal parantezine alınan değerleri terörle de özdeşleştirilerek özellikle marjinalleştirilmiş ve kitlelere ‘terörist’ olarak sunulmaktadır. Böylelikle, Müslümanların yaşadığı coğrafyaya yönelik hesapları/planları kolaylaştırıcı bir ideolojik zemin oluşturulmak istenilmektedir.
ABD ve diğer küresel odakların güçler dengesine dayanan reel politik yaklaşımlarının, Müslümanların yaşadıkları coğrafyada bir çok sorunun çözümünde yetersiz kalması, böyle bir stratejinin etkili olabileceği fikrini güçlendirmiştir. Sonuçta, uluslararası terörle mücadelede global ölçekte işbirliği, esnek karar alma mekanizması ve ‘Demokratik Meşruiyet’ ilkeleri üzerine kurulu bir zeminde yürütülebileceği konusunda bir zımni mutabakat ortaya çıkarmış gözükmektedir.
MÜSLÜMANLARIN DURUŞU
Dünyada bu ve benzeri çok önemli/stratejik gelişmeler yaşanırken, batı mentalitesinin ürünü analizlerde sözde evrensel, batılı kavramlar kullanılırken Müslümanların ne yapması gerektiği büyük bir önem arz etmektedir. Zira başat medeniyetin ortaya koyduğu felsefe, değerler, ilkeler ve bunlardan neşet eden kavramlarla dünya anlamlandırılmaya çalışılırken, aynı zamanda söz konusu medeniyete, yaşam tarzına tehdit olarak görülen İslam ve Müslüman algıları da yeniden şekillendirilmeye çalışılmaktadır. Kur’anî kavramlar ve Kur’an çerçevesindeki tanımlar ve algıların yerini, tarihi süreç içerisinde oluşmuş kavramlar ve bunları kendi mantığı ve hedefleri içinde şekillendiren bir zihniyetin öne sürdüğü bir dünya almıştır. Batı’nın bakış açısını yansıtan ve hedeflerine göre tanımlanmış sorunlu kavramlar üzerinde düşünen ve kanaat belirleyen bir dünyada yaşamaktayız. Yani kısaca kontrol, başat güçlerin ellerindedir. Biz Müslümanlar ise, her yönüyle korunmuş Kitabımıza rağmen, öncelikle bu Kitabın ortaya koyduğu din algısı hususunda tarihi tortularla ve modern sapmalarla karşı karşıyayız. Onun için de, İslam konusunda önce insanımıza, sonra insanlığa Kur’an merkezli net mesajlar, hayatın anlamı ve insanlığın kurtuluşu bağlamında somut bir teklif götürmekte zorlanmaktayız. Dilleri ve zihinleri dönüşmüş, kendilerini İslam ile tavsif edenlerin ölçütlerinde/referanslarında hayati öneme sahip sapmalarla karşı karşıyayız. Şartların gerektirdiği, zorunlu kullanılan teknik kavramların yanı sıra, bu sapmanın ortaya çıkardığı bir dille de karşı karşıyayız. Batılı düşüncenin belirgin özelliği olan seküler çizgi, ılımlı bir yorumla Müslümanların değerleriyle uyumlulaştırılarak ve yeniden tanımlanarak içselleştirilmek istenilmektedir.
'Sahih İslam' anlayışına sahip müslümanlar başat aktör olabilecek mi?
Uzun bir süredir insanlığının karşısına ‘Sahih İslam’ anlayışıyla çıkamayan Müslümanlar, tarihi süreç içerisinde başat aktör konumunda oldukları dönemlerde bile, sorunlu bir din algısı içinde oldukları düşünülürse, zillet içinde yaşadıkları bir süreçteki savunmacı/defansif tavırlarını devam ettirecekler mi? Küreselleşmenin zorlayıcı etkilerini şiddetlendiği bir konjonktürde, ‘öze dönüş’ çizgisinde süren mücadeleyi daha ileri aşamalara taşıyarak, gelecekte insanlık tarihinde başat aktör olabilecekler mi?
Bugünkü anlayışlarıyla mevcut uygulamalarla geleceği biçimlendirmenin mümkün görülmediği bir vasatta Kur’an merkezli bir din anlayışını yeniden gündeme sokmadan, ve Kur’an’dan hareketle Müslümanların ve insanlığın sorunlarına çözüm üretmeden, tarih sahnesine yeniden çıkmamız, akıl ile vahiy arasındaki engelleri kaldırarak hak ve adaleti dünyada hakim kılma mücadelesinde yol almamız kolay gözükmüyor.
Modern değerlerin sorgulanmaya başladığı, ama insan-hayat ve evrene yönelik temel düşüncenin aynı kaldığı bir dünyada yaşıyoruz. Yeni bir bakış açısına ihtiyaç olduğu çok açık. Zira izafiliğin/göreceliğin ortaya çıkardığı dejenerasyon ile aydınlanma felsefesinin açmazlarını aşmak mümkün değil. Laiklik-sekülarizm eksenindeki bir dünya görüşü ile yeni bir yola girmenin mümkün olmadığı çok açık. Kur’an’ı referans alarak yanlış İslam algılarıyla mücadele etmek, İslami bilginin yeniden ve sahih temeller üzerinde üretilebileceği sistemin oluşturulması ve yeniden İslami bir dile dönüş yapılması çok önemlidir. Bunlar gerçekleştirilmeden somut çözümler üretebilme, ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda İslam’ın çerçevesi içinde bir sistem önerebilme imkânı bulunmamaktadır. Kur’an’ı referans alarak teorik bir çerçeve sunmak, bu çerçevede hayata dair temel konulardaki görüşlerin tartışılmasını, sistemleştirilmesini sağlamak gerekmektedir. İslami aklın ve istişarenin Kur’an çerçevesinde yeniden etkin olmasını sağlamak durumundayız. Yeryüzündeki otoritelerin gücü(?!) karşısında, “Kitab”a tabi olarak çıkış aramalıyız. Aksi taktirde, “statükocu-otoriter kadrolar, anlayışlar tasfiye ediliyor” hurafesinin vitrinde olduğu hakim felsefenin, değerler ve kavramların yeniden üretildiği bir konjonktüre seyirci olmaya devam ederiz. Çağın şartlarının zorladığı göreceli/ılımlı bir eğilimin, küresel odakların/küresel sermayenin felsefesine, değerlerine yönelik olmadığını, bu zihniyetin yeni bir versiyonuyla karşı karşıya olduğumuzu unutmamamız gerekir.
Sözde çağın ruhu diye anılan bu felsefe ile, kendilerini İslam ile tavsif eden bir kesimin değerlerinin uyumlulaştırılmasında, batı düşüncesinin yeniden üretildiği bir konjonktürde büyük öneme sahiptir. Zira böylelikle, bir taraftan yeni düşman konsepti şeytani bir şekilde oluşturulmakta, diğer taraftan da Müslümanlara yönelik zihniyet kuşatmasının önü açılmaktadır. Söz konusu telifçi/uyumlulaştırıcı din algısının temel referansları hedef alan boyutlarının ortaya çıkması ve bunun karşısındaki aymazlık manidar gözükmektedir. Üstelik bu konulara tepki gösterenlere yönelik ‘tekfircilik’ suçlaması da temel referansımıza ve bunun ortaya koyduğu peygamber örnekliğine ters düşmektedir. Asıl Müslümanca düşünme, Müslümanca yaşama ve Müslümanca bir duruşun olmaması kaygı vericidir.
Ulus-devletler arası ilişkilerin yerini, uluslararası ve ulus-ötesi aktörler ile devletlerin çok yönlü yürüttüğü bir yapısal kurguya bıraktığı bir süreci yaşıyoruz. Artık sınır güvenliklerinden çok sınır aşan güvenlik sorunları gündemde…
Tarihi süreç içerisinde Vestfalya sistemi, karşılaştığı meydan okumalara karşı kendini korumada bir çıkış yolu bulmuş gözüküyor. Uluslararası sistemin güç hiyerarşisinde zirvede bulunan aktörler, uluslararası yapıda ortaya çıkan ve sistemik sonuçlar doğuran gelişmeler karşısında hassas davrandılar. Bir başka ifade ile uluslararası sistemi zorlayan alternatif bir dünya görüşüne dayanan örtülü bir meydan okuma, henüz gerçekleşmedi. Her ne kadar İran devrimi bunun siyasal düzlemde bir istisnası olsa da, düşünsel bir devrim üzerine inşa edilmemesinin açmazlarıyla boğuşmakta ve uluslararası güç odaklarının ideolojik kuşatması karşısında siyasal duruşu kadar etkili olamamaktadır. En önemlisi de düşünsel devrimin ortaya çıkaracağı yeni bir bakış açısını, insanları cezbeden yeni bir yaşam tarzını ortaya koyamamaktadır.
Müslüman coğrafyada statüko çatırdamıştır
Dünya ölçeğinde bir değişime paralel gelişmeler yaşandı veya yaşanmakta… Günümüzde ise değişim sancılarının en çok hissedildiği coğrafya, Kuzey Afrika ve Orta Doğu olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani Müslümanların yaşadığı coğrafyada, küresel güçlerin belirlediği ve beslendiği statüko artık devam edecek gibi gözükmemektedir. Uzun süredir gerekli görülen bölgedeki değişim dalgası, baskı, zülüm, yokluk ve yolsuzluk gibi meşru gerekçelerle gündeme getirilmekte, ancak bunların arasındaki dış ve iç odakların fonksiyonu kamuoyundan özellikle gizlenmektedir. Hatta bu dış ve iç dinamikleri sorgulayanlar, ‘komplo teorilerine’ itibar yaftasıyla dışlanmak istenmektedir. Evet, Müslümanların yaşadığı bu coğrafyada statükonun çatırdaması, bölgenin salt baskıcı yöneticilerinden kurtulması çerçevesinden değerlendirilemeyecek bir sürece girilmesi önemlidir, ancak sürecin sonunda ortaya çıkacak yeni düzenin niteliği de en az onun kadar önemlidir. Müslümanların geleceğini etkileyecektir.
Bu sürecin kontrollü bir değişimi, açılımı, her ülkenin/bölgenin kendine has bir değişimle demokrasi’yi amaçladığı söylenmektedir. Ama unutulmaması gerekir ki, bu süreçte küresel güçlerin kontrolü elden bırakmak istemedikleri, egemenliklerini, çıkarlarını tehlikeye sokacak gelişmelere her ne pahasına olursa olsun müsaade etmeyecekleri çok açıktır. Bu nedenle ‘değişimin güvenliği’ kavramı onlar için büyük öneme sahiptir.
Bu bağlamda, ‘değişimin güvenliği’ni sağlayacak derin ilişkilerde oldukları kurum ve kuruluşlar kontrolü ele aldığı yerlerdeki değişimin sürecinden tedirgin olmazlarken, Libya, Suriye, Suudi Arabistan gibi kendine has yapısı olan yerlerde değişimin güvenliğini sağlayacak yapıların olmaması ya da bu süreci güvenli bir şekilde yürütememeleri halinde askeri müdahale de dahil olmak üzere her türlü yolu açık bırakmaktadırlar. Bu yönde hazırlıklı görünmektedirler. Dolayısıyla bu gelişmelerin, “klasik domino teorisi” çerçevesinde yürüdüğünü söyleyebilmek oldukça zor. Her ülkenin kendine has yapısı ve stratejik önemi, o ülkedeki değişim sürecinin niteliğini/yöntemini belirlemektedir. Zira bu süreçte, küresel güçlerin ileriye yönelik beklentileri ve güç savaşlarının ötesinde, hâlâ batı için vazgeçilmez gözüken İsrail’in yeni güvenlik konseptinde gündemde olacağı çok açıktır…
NOT-I
Vestfalya Düzeni: 1648 Vestfalya Antlaşması ile kurulan uluslararası modern düzen. Bu düzen ile,
1. Açık ve gizli sömürgecilik,
2. Farklı (Hıristiyan) mezheplerin eşitliğini öngören çoğulculuk,
3. Merkezinde ulus-devletin kaba totalitarizmi olan politik ve toplumsal örgütlenme modeli,
olmak üzere üç ayağı oluştu.
Vestfalya Antlaşması ile ortaya çıkan bu düzen, Fransız Devrimi sonrası 19. yüzyılda geliştirilen teorik çerçevelerle felsefi altyapısına kavuşan ulus-devletin oluşumunu ve bu oluşuma dayalı güç tanımlamalarının hukuki bir çerçeve kazanmasını sağlamıştır.
Vestfalya Kongresi, uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde geleneksel ortaçağ ile yeni dönem arasında keskin sınırlar çeken bir unsur olarak da bilinir.
Ulus-devlet, insanların kendi kaderlerini milli politika, milli mekanizmalar ve kurumlar çerçevesinde belirledikleri bir siyasi modeli ifade eder.
Küreselleşme ile birlikte bahse konu kavramların anlam ve pratik olarak temsil ettikleri unsurlarda önemli dönüşümler olmuştur.
NOT-II
Bu makale 09.04.2011 tarihli bir toplantıda yapılan konuşma metninin içeriğini yansıtmaktadır. Müslümanların yaşadığı coğrafyadaki “kontrollü değişim süreci” değerlendirilen toplantıda, Libya’da henüz Kaddafi devrilmemiş, Suriye’de de değişim süreci görünür hale gelmemişti.
Abdullah Pamuk (A. Burak Bircan)
18.12.2011 07:36
İktibas, Aralık 2011