Ümmetin alimleri ve hocaları…
Sessizliğiniz bizi öldürüyor!!!
“Bismillahirrahmanirrahim
Bir kız öğrenciden Şam’ın alimlerine! Öncelikle sizlere saygı ve hürmetlerimi sunuyorum.
Kıymetli hocalarım! Değerli alimler!
Prof. Dr. Mustafa Buğa, Prof. Dr. Vehbe Zuhayli, Prof. Dr. Muhammed Zuhayli ve şerefli Şam topraklarının tüm şerefli alimlerine!!!
Ciğer paresini kaybetmiş her anne adına, çığlık atan her çocuk, hapishanelerin demir parmaklıkları arkasında tutsak olan her mazlum, zindanların karanlık dehlizlerinde yokluğa terk edilmiş ve “Ey Mu’tasım neredesin” diye çığlık çığlığa çağrıda bulunan ancak çağrısı ve çığlığına cevap bulamayan tüm özgürler adına size bir çağrıda bulunuyorum!!!
Kalbinizde alevi sönmemiş zerre misgali iman aşkına, omuzlarınızda emanet olarak taşıyıp durduğunuz ilim aşkına, -“Alimler peygamberlerin varisleridir- sizi, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeksizin hakkı haykırmaya çağırıyorum. Belki böylelikle çıplak göğüslerini siper eden, ellerinde zeytin dalları taşıyan, insanca ve saygın bir yaşamdan başka bir şey talep etmeyen fakat hunharca katledilen, kanları akıtılan ve aşağılanan çocuklarınız, kızlarınız ve evlatlarınız hakkında emrolunduğunuz gibi dosdoğru olanı söylemiş olursunuz, böylece zalimlere meyletmiş olmaktan kurtulursunuz.
Sizi bu çocukları yalnız ve yardımsız bırakmamanız konusunda uyarıyorum. Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur. “ Bir Müslüman diğer bir Müslümanı şerefine ve iffetine halel getirilmek istenen bir yerde yardımsız bırakırsa, Allah da onu yardım gelmesini istediği bir yerde yardımsız bırakır.”
Sizlerden rabbinizin öfkesini değil rızasını kazanmış bir şekilde onun huzuruna çıkmanızı sağlayacak, mizanınızda ağırlık oluşturacak, kendisi ile nefsinizi hesap ve azaptan koruyacağınız ve tarihe adlarınızı altın harflerle yazdıracağınız hak sözü söylemenizi talep ediyoruz.
Gelecek kuşakların, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeksizin hak sözü söyleyen selefleriniz Ebu Hanife, Ahmed b. Hanbel ve İbni Abdisselam’ı rahmetle andıkları gibi sizleri de rahmetle anması için hak sözü söyleyiniz ve isimlerinizi Salih alimler sayfasına kaydettiriniz. Şayet bu yardım çağrımıza kulak tıkar, zulmedenlere meyleder ve bir kelime ile de olsa bizlere desteğinizi esirgerseniz şunu biliniz ki, biz yürüyüşümüzü sürdüreceğiz. Sizler yada başkaları yanımızda olsanız da olmasanız da biz mücadelemizi sürdüreceğiz.
Şunu biliniz ki, sabrımız bilendi, hatta sabır abidesi olduk. Bizim Allah’dan başka kimsemiz yok.
O mustazafların yardımcısıdır. O daima mazlumların yanındadır. O kendisinden imdat dileyenin imdadına muhakkak yetişir. O kaygılananların güvencesidir. Lailahe İllallah ve’ş-Şehid Habiballah/ Allahtan başka ilah yoktur/Şehid Allah’ın sevgilisidir. Barışçıl bir kurtuluş.. Barışçıl bir kurtuluş… Halkını katleden haindir… Halkını katleden haindir.”
Bu satırlar Suriyeli bir kız öğrencinin kürsülerden, üniversitelerin amfilerinden Allah’ın dinini anlatan hocalarına haykırışıdır…
Garip Müslümanların ülkesi Suriye’de Müslümanlar Cuma gösterilerinden birini “SESSİZLİĞİNİZ BİZİ ÖLDÜRÜYOR” cuması olarak adlandırdı.
Evet, İslam ümmetinin özellikle kendilerine ilim verilmiş olan alimlerin böylesi zamanlarda sessizliği gerçekten bizleri öldürüyor, kahrediyor.
Zira Allah Rasulü (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde “Allah kime ilim verirde o kişi bu ilmini gizlerse Allah kıyamet günü onun ağzına ateşten gem vurur” buyurmaktadır.
Reyting amaçlı olduğundan hiç kimsenin kuşku duymadığı Ramazan programlarında sabahlara kadar –ilmihal düzeyini geçmeyen- engin bilgileri ile stüdyoları renklendiren anlı şanlı hocalarımız bir kez olsun neden bu mazlum ümmetin can yakıcı sorunları hakkında bir tek kelime etmezler?
Her Ramazan ayında “Teravih diye bir şey yoktur” türünden kırbaç gibi laflarla Müslümanları aşağılayan ve ramazanın manevi atmosferini bulandıranlar halkımızın üzerinden eksik etmedikleri kırbaç gibi laflarını neden yıllardır bu milleti dininden ve Allah’ın razı olduğu bir yaşamdan mahrum eden yöneticilere karşı etmezler?
Televizyonlarda program başına milyarlar alarak lafı dönüp dolaştırıp “Merhamet Peygamberi”ne getiren, sanki dünyada işlenen cürümlerin failleri Müslümanlarmışçasına; Müslümanları Allah Rasulü (s.a.v.)’in mitolojik bir masal kahramanına dönüştürülmüş hayatı üzerinden te’dip etmeye çalışan kıymetli hocalarımız -bu ümmete merhamet ederek- İslam coğrafyasını batılı devletlerin askerlerinin cirit attığı, tüyler ürperten şenaatlerini işledikleri bir alana dönüştüren “terörle/İslam’la mücadele” anlaşmalarına imza atan yöneticileri Allah’tan korkmaya ve yönettiklerine merhametli olmaya neden çağırmazlar? Yoksa onlar Allah Rasulü (s.a.v.)’in “Kâbe’nin yıkılması Allah katında bir Müslüman’ın katledilmesinden daha ehvendir” sözünü işitmediler mi?
Ekranlar aracılığıyla sürekli adam edilmesi, ehlileştirilmesi gerekenler, sanki bu dünyanın lanetlileri Müslümanlarmışçasına onlara dönüp konuşan kuvvetli hatiplerimiz cesaretlerini toplayıp, sürekli anlatıp durdukları kutlu Nebinin şahsiyetine uygun bir şekilde merhamet abidesi kesilerek, hikayelerinin insan yüreğini dağladığı Afrika’da 11 milyon, dünyada 1 milyara yakın insanı açlıktan ölümün eşiğine sürükleyen gerçekte “kapitalizm”dir ve insanlık “merhamet peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in getirdiği dinin iktisat modeline dönmediği sürece asla bu sorunlardan kurtulamayacaktır” hak sözünü ne zaman söyleyecekler?
Türkiye’de Müslümanların 40 dakika fazla oruç tuttuğunu gerine gerine saatlerce tartışma gereği duyanlar bir kez olsun gözü dönmüş, şehveti azmış Amerikan askerlerinin kucaklarında tertemiz bedenlerini Allah’a teslim eden Müslüman kadınları koruma görevinin şer’an kime ait olduğunu tevzih buyurdular mı, sorumluluğunu yerine getirmeyenlerden bunun hesabını sordular mı? Ya da bu cürümlere sessiz kalmanın hükmünü ortaya koydular mı? Alimlerimiz “Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona zulmetmez, onu aşağılamaz, onu düşmana teslim etmez (onu düşmanın insafına bırakamaz) hadisi şeriflerini esas alarak neden yöneticilere güçlü bir çağrıda bulunmazlar?
Japonya’yı tusunami vurduğunda o hafta Türkiye’nin bütün camilerinden okunmak üzere bir hutbe göndererek elim bir afet sonucu ölen binlerce Japon’un acısını paylaştığını dile getirme ihtiyacı duyan Diyanet İşleri Başkanlığı neden aylardır bölgede diktatör yöneticilerin katlettiği ve son olarak çığlıkları Arşı A’layı titreten -üstelik dinde kardeşlerimiz olan- Suriye Müslümanlarının acılarını paylaştıklarını ifade eden tek bir satırlık cümleyi minberlerden esirgemektedir?
Her yıl Abant’ta küresel çapta yapılan toplantılarda boy gösteren, Amerikan politikalarının kalemşörlüğünü ve zihin emekçiliğini yapan liberalist ve Amerikancı taifeyle culüs etmekten ar duymayan pek kıymetli hocalarımız bir kez olsun işgal edilen tek bir Müslüman toprağı için acil olarak toplandılar mı?
Her yıl tefsir, fıkıh vs. bilcümle temel İslam bilimleri alanında akademik kongreler düzenleyen, sayfalar dolusu tebliğler sunan ilahiyatçı proflarımız neden insanlığın medeniyet krizi yaşadığı, Kuran’ın deyimiyle “bir ateş çukurunun kenarına” itildiği böylesi bir dönemeçte bu ilimlerin hasılası olması gereken; iktisadi, siyasi, toplumsal ve hatta uluslar arası ilişkilere kadar hayatın İslami eksende yeniden inşasına yönelik bir tasavvur ortaya koymak, bir proje geliştirmek ve bunu Müslüman kamu oyunun İslam’a; yaşadığı iktisadi, sosyal, siyasal ve beynelmilel sorunlara dair tek doğru çözümlerin Allah’ın dininde olduğuna ilişkin güven inşa etmeye yönelik kararların alındığı kongreler
düzenlemezler?
Hülasa-i kelam yukarıda paylaştığımız çağrıyı yapan ve onun gibi lisanı halleri ile bizlere çağrıda bulunan Doğu Türkistan’dan Nijerya’da Tutsilerin katlettiği Müslümanlara kadar sayısız mazlum ve mustazaf halkların çağrısına kim icabet edecek?
Mihrapta bizlere namaz kıldıran, kürsülerden, üniversite amfilerinden yada televizyon ve radyo stüdyolarından bizlere bu dini anlatan hocalarımız, alimlerimiz ne zaman ümmetin yakıcı sorunları karşısında bir platform oluşturarak milyonların tepkilerini dile getirmeye, zulüm ve haksızlık, münker ve taşkınlık izale oluncaya kadar mücadeleye öncülük edecekler? Yoksa alimlerimiz aksiyon adamı olmayı, dünyanın zulüm gören halkları yada diktatörlerin katlettiği Müslümanlar için sokağa çıkmayı kendilerine zül mü görüyorlar? Hâlbuki Allah Rasulü (s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde“ Bir Müslüman’a kötülük olarak Müslüman kardeşini hakir/değersiz görmesi yeter” buyurmaktadır.
“Allah’a karşı en çok sorumluluk bilincine sahip olanlar alimlerdir.” Dolayısıyla Müslümanların haklarına en çok duyarlı olması gerekenler de alimler olması gerekir.
Rasulüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur.“Birbirlerini sevmekte, birbirlerine merhamet etmekte ve birbirlerine sımsıkı sarılmakta müminler bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir uzvu rahatsızlandığı zaman diğer azalar da ateşlenerek ve uykusuzlukla ona icabet ederler”
Bizler yakın coğrafyamızdan her geçen gün acı haberler alıyoruz. Kafaları sokak ortasında kesilen insan görüntüleri ortalıkta dolaşıyor. İslam ümmetinin bir uzvu/organı olan Suriye Müslümanlarının yaşadığı vahşet ateşli bir hastalığa tutulmuş gibi bizlerin uykusunu kaçırması gerekmektedir.
Kendi evladımız ateşli bir hastalığa tutulduğunda tepkisiz kalabilir miyiz? Belli ki sömürge sadece coğrafyamız üzerine sınırlar çizmemiş. Aynı zamanda zihinlerimize de sınırlar çizmiş. Bu sınırlar ve onlar üzerinden yapılan reel politik ve ulusal çıkar hesapları bir insanın her hangi bir organı üzerinde yapılan cerrahi operasyonun acısını beyne iletmemesi için sinirlere enjekte edilmiş uyuşturucu görevi görüyor. Her organ/ulus kendi çıkarlarını gözettiği için diğerinin acısını hissetmiyor…
İslam; alimlere, ilim erbabına çok büyük değer vermiştir. Hatta İslam’a göre alimin mürekkebi şehidin kanından daha üstündür. Cihadın en faziletlisi zalim sultana karşı hakkı söylemektir. Şayet kişi bundan dolayı öldürülürse şehitlerin efendisi olan Hazreti Hamza’ya komşu olacaktır. Görüldüğü gibi İslam alimlere ve ilim ehline çok büyük paye verdiği gibi bu sorumluluğu yerine getirmeyen alimleri de çok ağır bir şekilde kınamıştır.
Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününde azabı en şiddetli olan kimse; Allah’ın, kendisini ilminden faydalandırmadığı âlimdir.”
Ka'b İbn-u Ucra (r.a.)’ın anlattığına göre Rasulullah (s.a.v.) ona şu nasihatlerde bulunmuştur:
“Benden sonra gelecek yöneticilerden Allah'a sığın ey Ka'b İbn-u Ucra! Her kim sık sık onların kapısına giderek onların yalanını doğrular ve zulümlerinde onlara yardım ederse ben ondan değilim, o da benden değildir. Havuzumun başında da olmayacaktır. Her kim de sık sık onların kapılarına gider ya da gitmeksizin onların yalanını doğrulamaz ve zulümlerinde onlara yardım etmezse o bendendir, ben de ondanım ve o havuzumun başında olacaktır.”
Alimin sorumluluğunun sadece söyleyip bir kenara çekilmekle de bitmediğini anlatan bir hadisi şeriflerinde Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
“İsrâiloğulları günahlara daldıklarında âlimler onları sakındırdılarsa da onlar işledikleri günahlara devam ettiler. Bu sefer âlimler de onlarla birlikte oturdular, beraberce yediler, içtiler. Bunun üzerine Allah da onların kalplerini birbirine benzetti de Dâvud ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle onlara lânet etti. Bu, onların isyan etmeleri ve sınırları aşmaları sebebiyle idi.” Rasulullah (s.a.v.), dayanmakta olduğu yerden doğrulup oturdu ve “Hayır, canımı gücü ve kudretiyle elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, dil ile yasaklama yetmez, siz onları hakka boyun eğdirip hak üzere tutmadıkça bu lânetleme de devam edecektir.” dedi.”
Yukarıda zikrettiğimiz “Kâbe’nin yıkılması bir Müslüman’ın katledilmesinden daha ehvendir” hadisi şerifi üzerinde biraz düşünecek olursak, Kabe’yi yıkmaya yönelen Ebrehe ve ordusuna karşı Rabbimizin öfkesinin ne kadar kabardığını, derhal Ebabil kuşlarını göndererek onları yenilmiş ekin tarlasına nasıl da çevirdiğini hepimiz biliyoruz. Ya Kabe’den de değerli olan Müslüman’ın katledilmesi durumunda Rabbimizin öfkesinin ne kadar kabarmış olabileceğini bir tasavvur edelim. Rabbimizin bunca vahşete ve bizlerin bunca suskunluğuna rağmen azabını göndermeyişi ya bizlere tevbe etmemiz için mühlet vermesi yada azabımızın artırması içindir. Bu ise bir mümin için ne korkutucu bir şeydir.
Sonuç olarak Rabbimiz bir daha Peygamber göndermeyeceğine göre hakikatin unutulmuş bilgisini insanlara aktaracak olanlar alimlerdir. Bundan dolayı “alimler peygamberlerin varisleridirler.”
Allah Rasulü (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Yeryüzündeki âlimlerin misali kara ve denizde kendileri ile yol bulunan gökteki yıldızların misali gibidir. Yıldızlar söndüğü zaman doğru yolda yürüyenlerin yolunu şaşırmaları pek yakındır.”
“İnsanlar arasında iki sınıf insan vardır. Bunlar bozulduğunda toplum bozulur, bunlar düzeldiğinde toplum düzelir. Bu iki sınıf ulema ve umeradır.”
Burada dikkat edilirse önce ülema zikredilmiştir. Zira ülema ümeranın da toplumun da koruyucu kimyasalıdır. Zira toplumu koruyucu değerler ondadır. O bozulursa toplum bozulur. Tuz kokarsa bir şeyi kokuşmaktan ve çürümekten ne alıkoyar??..
Abdurrahim Şen
abdurrahimsen@hotmail.com
10.08.2011 TIMETURK